Konu Detay

KIRKLAR CEMİ VE ALEVİLİK

 27.09.2019
 2271

Kırk  sayısı,  rakamlar  icat  edildiğinden  ve  var  olduğu  günden  bu  yana  bilhassa  Orta  Asya’da  Türklerden  oluşan  Oğuz,  Altay,  Göktürk  gibi  kavimlerde,  Orta  doğudaki  Mezopotamya  Sümer  halk  kültürlerinde,  mitolojilerde,  İslam’ın  Arap  yarımadasında  ortaya  çıkmasından  sonra  ve  üstelik  de  Kur’anda  Ahkaf  Sûresinin  15. ayetinde  “ Sonunda  insan  olgunluk  çağına  ulaştığı  ve  kırk  seneye  geldiğinde  “  Maide  Sûresinin  26. ayetinde “  Allah  dedi  ki  :  Artık  temizlenmiş  topraklar  onlara  kırk  sene  haram  kılınmıştır. “  Araf  Sûresinin  142. ayetinde “  Böylece  Rabbinin  tayin  ettiği  vakit  tam  kırk  geceye  tamamlandı. “ gibi  ifadeler  içerisinde  yer  almasından  dolayı  Arap  kültürünün  getirdiği  dini  inançlar  içerisinde  de  İslam’a  bağlı  olarak  kutsallaştırılan  bir  sayı  olarak  kabul  edilmiştir. Bunun  ardından  * Her  gece  kırk  ayet  okuyan  gafillerden  olmaz. ( Beyhaki )  * Kırk  kişi  bir  cemaattir.  Bir  ölüye  dua  ederlerse  Allah’ü  Teala  o  ölüyü  affeder. (  Buhari )  * Bir  lokma  haram  yiyenin  kırk  gün  duası  kabul  olmaz. ( Taberani )  gibi  kırklarla  ilgili  bir  çok  hadis  de  ortaya  çıkarılmış,  ülkemizde  de  * Kırkı  çıkmak,  Kırk  katır  kırk  satır,  Kırk  kere  söylersen  olur,  Kırkından  sonra  azanı  teneşir  paklar,  Kırk  gün  kırk  gece  süren  düğünler,  Kırk  parçaya  bölünmek,  Kırk  tarakta  bezi  var,  Kılı  kırk  yarmak  gibi  neredeyse  hayatın  bütün  alanlarına  hitabeden  daha  bir  çok  deyim  ve  atasözleri  ile  de  kısa  yoldan  çok  kapsamlı  mesajlar  verilmeye  çalışılmıştır.

Kırk  sayısının  en  büyük  ağırlığı  ve  etkisi  de  yine  gerçek  olmayan  ve  Yahudi  kaynaklarından  aktarılan  temelsiz  kabullere  dayanan,  Kur'anın  dışındaki  yanlış  dini  inançlar  içerisinde  olmuştur.  Ve  hiç  birinin  aslı,  astarı,  gerçekle  ilgisi  olmayan  rivayetlerle  örneğin ;  Adem’in  hamurunun  kırk  gün  bekletildiğine,  yaratılışından  kırk  gün  sonra  gökyüzüne  çıkarıldığına,  Deccalin  dünyadaki  kalma  süresinin  kırk  gün  olduğuna,  Nuh’un  gemisinde  kırk  erkek,  kırk  kadın,  kırk  çeşit  hayvan  olduğuna,  kırk  gün  sonra  gemisinin  Cudi  dağına  oturduğuna,  Şafi  mezhebinde  Cuma  namazının  kılınabilmesi  için  en  az  kırk  kişinin  olması  şartına,  gerçekte  olmayan  bir  olay  olduğu  halde  Yunus  Peygamberin  balığın  karnında  kırk  gün  kaldığına,  Peygambere  inanan  Müslümanların   sayısının  kırk  olmasından  sonra   alenen  tebliğe  başladığına,  kırk  kişilik  topluluk  halinde  Kâbe'de  ilk  defa  Muhammedi  namazın  kılındığına,  Tasavvuf  inancında  da  kırk  erenlerinin  sonsuza  kadar  yaşayacağına,  Anadolu  Alevi  ve  Bektaşiliğinde  ise  dört  kapının,  kırk  makamın  olduğuna  ve  bunlara  paralel  olarak  da  Kırklar  Cemi  ritüeline  inanılmaktadır.

İnsanoğlu  tarih  boyunca  her  toplumda,  her  zamanda  aynıdır,  gücü  eline  geçirebilmek,  elinde  tutabilmek,  itibar  görebilmek  ve  bu  sayede  de  etrafında  toplayabildiği  güçsüz  ve  cahil  insanları  istismar  ederek  hükmedebilmek  amacıyla  bir  çok  nefsi  kuruntusunu  ön  plana  çıkararak  dünyanın  bütün  nimetlerini  sahiplenme  savaşı içinde  olmuştur. Bu  tür  amaçlara  yönelenler  için  Maide  Sûresinin  18. ayetinde  “  Ve  Yahudiler,  Hristiyanlar,  Biz  Allah’ın  oğullarıyız  ve  O’nun  sevgilileriyiz,  dediler.  De  ki  :  Madem  öyle  niçin  günahlarınız  sebebiyle  Allah  size  azap  ediyor. Tam  tersi  siz  O’nun  oluşturduklarından  birer  beşersiniz. “  Bakara  Sûresinin  111. ayetinde   “  Bir  de  inananları  Yahudileştirmek,  Hristiyanlaştırmak  isteyenler,  Yahudi  ve  Hristiyanlardan  başkası  asla  cennete  giremeyecek  dediler.  Bu  onların  kendi  kuruntularıdır.  De  ki  :  Eğer  doğru  kimseler  iseniz,  delilinizi  getirin. “   Cuma  Sûresinin  6. ayetinde  “  De  ki  :  Ey  Yahudileşmiş  kinseler ! Eğer  insanlar  arasında  yalnız  kendinizin  Allah’ın  yardımcıları  ve  yakını  olduğuna  inanıyorsanız,  eğer  doğru  kimseler  iseniz  hemen  ölümü  isteyin. “  ifadeleriyle  Yahudiler  örneğinde  terslenerek  batıl  din  mensuplarının  kuruntuları  ve  sapkınlıkları  göz  önüne  serilmektedir.  Gerekli  uyarıların  yapılmasına  rağmen,  bizde  de  Müslüman  olmayanlar  Cennete  giremeyecek  diyenler  de  dahil,  geçen  uzun  yıllar  süresince,  yine  de  bu  ayetleri  hiç  önemsemeyen  kimileri,  Allah’ın  oğlu,  kimileri  Allah’ın  sevgilisi  olduğunu  ileri  sürmüş,  İslam’ın  da  tamamen  dışında  olmasına  rağmen,  bu  iddialar  sorgulayamayan  cahil   insanlarca  saygı  ve  kabul   görüp  benimsenmiş,  birileri  evliyaullah ( Allah’ın  yakın  dostları,  gönüldaşı ) yapılmış,  sözde  Allah  kimileriyle  dertleşmiş,  kimilerine  oğlan,  kimilerine  kadın  olarak  görünmüş  halvet  etmiş,  bizim  burada  nakletmekten  utandığımız  bir  çok  sapkın  anlatımlar  ortaya  çıkmıştır. ( M.E.B.  Yayınları  Menakib  ül  Arifin  2. c.  s.  214 )

Ayetlerin  ifadelerinden  anlaşıldığı  gibi,  her  toplumda  İnsanoğlunun  içinde  bulunduğu  hastalıklar,  sapkınlıklar  çok  öncelerden  beri  de  süregelmektedir.  Ayetlerde  belirtildiği  gibi  Yüce  Rabbimizin  sapıklıkları  teşhir  eden  mesajı,  uyarıları  eğer  göz  ardı  edilir,  her  dönemde  indirdiği  vahyi,  bugün  de  Kur'an  yetmez  denilerek  vahyin  dışında  bir  hayata  geçilirse,  işte  o  zaman  “  İnsan  şeytanın  evliyası,  bütün  kötülüklerin  sembolik  ismi  olan  şeytan  da  insanın  velisi  “  oluverir.  Nitekim  tarih  içerisinde  de  böyle  olduğunu  görüyoruz. Suyuti  Tahzir  ül  Havas  Min  Ekazib  il  Kussas  eserinde  de  bu  tür  sapkın  inançların,  İslam’ın  içine  Emevi  Devleti  döneminde  Muaviye  ve  onun  yakın  dostu  sözde  Yahudilikten  ve  hahamlıktan  dönmüş  ve  aslında  Yahudi  casusu  olan  Kab  el  Ahbar  tarafından   sokulduğu  örnekleriyle  açıklanmaktadır.

Bu  çerçevede  Yunus  Sûresinin  18. ayetinde  “  Onlar  Allah’ın  astlarından  kendilerine  zarar  vermeyen  ve  kendilerine  yarar  sağlamayan  şeylere  tapıyorlar  ve  -  Bunlar  Allah  katında  bizim  yardımcılarımız  diyorlar.  De  ki  :  Siz  Allah’a  göklerde  ve  yerde  Kendisinin  bilmediği  bir  şeyi  mi  haber  veriyorsunuz ?  Allah  onların  ortak  koştukları  şeylerin  hepsinden  arınıktır  ve  çok  yücedir. “  Zümer  Sûresinin  3. ayetinde  “  Dikkatli  olun  halis  din  sadece  Allah’a  aittir.  O’nun  astlarından  bir  takım  yardımcı,  yol  gösterici,  koruyucu  yakınlar  edinenler :  "  Bizi  Allah’a  daha  fazla  yakınlaştırsın  diye  biz  onlara  tapıyoruz.  "  diyorlar.  Şüphesiz  kendilerinin  ayrılığa  düşüp  durdukları  şeylerde,  onların  arasında  Allah  hüküm  verecektir.  “  Zümer  Sûresinin  44. ayetinde  “  De  ki  :  Bütün  şefaat  /  yardım,   destek,  kayırma   Allah’ındır.  Göklerin  ve  yerin  mülkü  yalnızca  O’nundur. “  ifadeleriyle  yapılan  uyarılara  rağmen,  zaman  içerisinde  bu  da  İslam'dan  denilerek  Tasavvuf  ifadesiyle  “  Seyri  sülüki  ( silsile  yoluyla )  ikmal  edip  vasılı  ilallah  olmak  “  kandırmacasına  dayandırılarak,  insanlar  Allah'a  yakınlaştıracak  gücün  ve  aracı  kişilerin  mutlaka  gerektiğine  inandırılmıştır.  Böylece  de  gerçekte  olmayıp  var  sanılan  sapkınlıklarla  ilgili  bir  çok  unvan  ve  kavram  ortaya  çıkarılmış, Kur'an  cahili  kitlelerin  önüne  Allah  katında  kurtuluşa  ermek  için  İmam,  Şeyh,  Mürşid,  Efendi,  Hazret  denilen  kişilerin  şart  olduğu  yönündeki  yüzlerce  dayatma, yalan,  beyan,  hadis  ve  rivayet  konulmuştur.

Kur'an  ve  onun  Hakk  Dini  İslam'ın  dışında  oluşturulmuş  Sufilikle  Tasavvuf   ve  Tarikat  çevrelerinde  “  Olağan  üstü  yeteneklerle  donatılmış,  keramet  sahibi  kimse “  inancı  ile  özel  bir  anlam  kazandırılmış  olan  Evliya  ( Veliler )  tabirinin  içerisine  zamanla  Üçler,  Beşler,  Yediler,  Kırklar,  Abdal,  Aktab,  Kutub,  Gavs  denilen  hazret  unvanlı  kimseler  de  ilave  edilmişlerdir.  İslam’dan  önce  müşrik  Araplarda  Lat,  Menat,  Uzza  ve  Hubel  putlarına  aynı  düşüncelerle  tapıldığı  gibi,  çevremizde  görmekteyiz  ve  duymaktayız  ki  Kur’anın  İslam’ından  sonra  da  aksine  bölünerek,  parçalanarak  zaman  içerisinde  oluşturulmuş  bir  çok  gruplarla  ister  Ehli  Sünnet  ekol,  ister  Ehlibeyt  ekol  denilsin  her  Tarikatın  Şeyhi,  her  Cemaatin  ileri  gelenleri  İmamdır,  Evliyadır,  Gavstır,  Kutuptur,  Abdaldır,  Üçlerdendir,  Yedilerdendir,  Kırklardandır,  hepsi  de  Ululardandır.  İnanıldığına  göre  hazret  ( her  zaman,  her  yerde  hazır  olan )  denilen  bu  arkadaşlar  su  üstünde  yürürler,  havada  uçarlar,  Kâbe'ye,  uzak  yerlere  bir  anda  gider  gelirler,  kalplerden  geçenleri  bilirler,  öldükleri  halde  hayatın  ikinci  mertebesinde  maişetsiz  olarak  yaşamaya  devam  ederler,  yetiş  ya  hazret  denildiğinde  denizde  boğulmakta  olanı,  savaş  hengâmında  bombalar  altında  kalanı  kurtarırlar,  düşmanlarını  da  taş  ederler.  Adlarına  türbeler  kondurulur,  müşriklerin  bazı  kişi  mezarlarını  türbe  yapıp  bereket  tanrısı  olarak  taptıkları  gibi,  gerçek  olmaması  gerektiği  halde  bugün  de  küfrün  ve  şirkin  farkında  olmayan  insanlar,  akın  akın  ziyaret  ederek  kurtuluşun  yollarını  talep  eder,  çaput  bağlar,  adak  adar,  oruç  açar,  dertlerine  derman  ararlar !. Tarih  boyunca  da  mütedeyyin  insanlar,   sadece  Allah'a  ait  olması  gereken  Hazret  unvanını,   Allah'ın  yaratmış  olduğu  insanlara,  Velilere,  Ölülere  de  vererek  kandırılmaktadır.

Bütün  bu  oluşumlara  ve  inanılanlara  malzeme  olarak  bilinen  ve  en  ünlü  “  Abdallar  Hadisi  “  diye  uydurulmuş  olan  Nasırüddin  Elbani’nin  ( 1914 - 1999  Arnavutluk ) aktardıklarına  bakacak  olursak,  güya   Peygamberimiz ;  * Bu  ümmette  Abdallar  otuz  kişidir.  Onlardan  biri  öldüğünde  Allah  onun  yerine  bir  başkasını  bedel  olarak  gönderir. ( abdal  sözcüğünün  anlamı  da  bedel  demektir. )  *  Kazaya  rıza  göstermek,  Allah’ın  yasaklarından  uzak  durmada  sabırlı  olmak,  Allah’ın  zatına  karşı  olan  konularda  öfke  gösteren  bu  üç  şey  kendisinde  bulunan  kişi,  yeryüzünün  ve  sakinlerinin  ayakta  kalmasının  sebebi  olan  abdallardandır.  *  Abdallar  kırk  erkek  ve  kırk  kadından  oluşur.  *  Abdallar  Arap  olmayan  Müslümanlardandır. *  Allah  her  erkek  öldüğünde  yerine  bir  erkek,  her  kadın  öldüğünde  de  yerine  bir  kadın  gönderir.  * Ümmetimin  içinde  Kalbi  İbrahim  kalbi  gibi  olan  kırk  kişi  hiç  eksik  olmaz.  Allah  bu  kırk  kişiyle  yeryüzündeki  belaları  ümmetimden  uzaklaştırır. Bu  kırk  kişiye  abdallar  denir.  Bunların  erişleri  namaz,  oruç,  sadaka  değil,  cömert  olmalarıyla  ve  Müslümanlara  yaptıkları  öğütlerle  olur. Demiştir.

Dört  Halife  döneminde  Peygamberimizin  yeğeni  Ali  b. Talib'in  katledilmesinin  ardından  ortaya  çıkan  çalkantılar  ve  çatışmalar  esnasında  Halife  Ali’nin  yanında  yer  alanlara  “  taraftar  /  Ali  yanlısı  “  anlamına   gelmek  üzere  Alevi  denilmiştir. Bu  söz  aynı  zamanda  Ali'yi  seven,  O'na  bağlı  olan  veya  O'nun  soyundan  gelen  kimse  anlamına  da  gelmektedir.  İslam'ın  bölünmeye  başlamasıyla  birlikte  Emevi  saltanatının  oluşturduğu  Ehli  Sünnet  anlayışına  karşı  muhalif  kanatta  da  Ali  yanlısı  olarak  Alevilik  inancı  ortaya  çıkmıştır.  Alevilik,  başlangıçtaki  gibi,  sadece  bir  siyasal  oluşum  değil,  öte  yandan  aynı  zamanda  dini  inanç  temelinde  ve  bu  inançtan  güç  alan  bir  siyasallıktır. Tarihsel  süreçte  ise   Alevi  sözcüğünün  yerini  “  Şii  “  sözcüğü  almış,  Alevilik  yerine  de " Şia "  denilmeye  başlanmıştır.  Ama bilindiği  gibi  Türklerin  büyük  çoğunluğu  Halife  Ali'ye  duyduğu  sempatiden  dolayı  başlangıçta  İslam'ın  içerisindeki  Emevi  Sünni  oluşumuna   muhalif   kanat  olan  Şii  /  Alevi  inancını  tercih  etmiş,  Alevilik  özellikle  göçebe  halk  yığınları  Türkmenler  arasında  taraftar  bulmuştur. Türklerin  İslamlaşmasıyla  birlikte,  Ali  yandaşlığını  da  Şia'dan  farklı  olarak,  Şamanlıkla  Orta  Asya'dan  getirdikleri  Türk  kültür  ve  inancının  ağır  bastığı,  kendilerine  özgü  bir  biçime  büründürmüşler, 13. yüzyılda  da  Hacı  Bektaş  Veli  tarafından  sistemleştirilen,  Anadoluda  bir  inanç  ve  kültür  iklimine  dönüştürmüşlerdir.  Ali  sözcüğünün  anlamı  " yüce "  dir.  Adının  anlamındaki  yücelik,  düşünceleri,  yaşamı,  felsefesi,  hayattaki  özverisi  ile  O'nun  özel  olduğunun  da  göstergesidir.  Alevi Anadolu  Bektaşileri,  onda  İlâhi  / Tanrısal  özellikler  olduğuna  inanırlar. " ALİ "  sözcüğünün  Allah'ın  doksan  dokuz  adından  biri  olmasından  dolayı  da  Aleviler  " Ali "  adını  aynı  zamanda  bu  anlamda  da  kullanmaktadırlar.  Ali'ye  duyulan  sevgi  ve  bağlılık,  Alevi /  Bektaşi  yolunun  özüdür,  temelidir.  Ama  bunun  yanı  sıra  bu  sevgi  farklı  nedenlere  dayandırılsa  da  diğer  İslami  gruplarda  da  vardır. Hacı  Bektaş  Veli,  geliştirdiği  "  dört  kapı,  kırk  makam  "  kavramıyla  Alevileri  sistemleştirmiş,  "  Şeriat,  Tarikat,  Marifet  ve  Hakikat "  olan  her  kapı  için  de  on  makam /  kural  oluşturmuştur. Alevi  Bektaşiliği  sadece  onun  görüşleri  çerçevesinde  oluşumunu  tamamlamış  bir  yol  değildir.  Bu  yol  statik  değil,  dinamiktir,  kimliğinin  aslını  bozmadan  yeni  unsurlarla  zenginleşerek  büyümeye  çalışan  ve  sürekli  gelişen  bir  yoldur. Temelinde  insan  sevgisi  ve  insan  merkezli  bir  Allah  anlayışı  vardır. Bu  nedenle  Hacı  Bektaş  Veli  de  "  Benim  Kâbem  insandır. Kur'an  da,  kurtaran  da  insanoğlu  insandır  "  demektedir. ( Hacı  Bektaş  Veli  Makalat )

Ehli  Sünnet  ekolünün  Tasavvufunda  oluşmuş  Sufilik  Tarikatları  içerisindeki  marifetleri  ve  içine  düşülen  şirkleri  sitemizde  “  Tasavvuf  Dininde  Sırlar  ve  Kerametler “  başlıklı  yazımızda  anlattık. Bu  yazımızda  da  Ehlibeyt  /  Ali  soyundan  geldiğine  inanılan  ekolündeki  Tarikatlardan  Anadolu  Alevi  ve  Bektaşiliği  inancında  ibadetin  temeli  olarak  kabul  edilen  ve  Cem  evlerinde  yerine  getirilen  Kırklar  Cemi  ritüelindeki  marifetleri  anlatmaya  çalışacağız.

Miladi  1394  yılında  zındık  ve  sapkın  olduğu  için  idam  edilen,  sayılarla  Arap  harflerinin  arasındaki  çeşitli  ilişkilerin  birtakım  sırlar  ve  gizli  hakikatler  olarak  ifade  edildiği  inanç  kökenindeki  Hurufiliğin  kurucusu  olan  Fazlullah  Hurufi'nin  ortaya  attığı  Hurufilik  inancı,  daha  sonra  Horasan,  İsfahan,  Suriye,  Azerbeycan  ve  Anadoluya  yayılmıştır.  Bu  inançlar,  Seyyid  Nesimi  gibi  bazı  şair,  alim,  sanatkâr,  seyyid  ve  devlet  adamları  tarafından  da  benimsenerek  dillendirilmeye  ve  uygulanmaya  başlanmıştır. Bu  inançlar,  Ehli  Sünnet  Tasavvufu  ile  doğrudan  ilgisinin  olmamasına  rağmen,  mistik  bir  niteliğinin  bulunmasından  dolayı  ardından  zamanla  Bektaşiliği  ve  Aleviliği  de  Tasavvufun  etkisi  altına  almıştır. Bektaşilik  de  böylece  Miladi  1271  yılında  Anadoluda  Sulukaracahöyük  /  Hacıbektaş  ilçesinde  vefat  eden  ve  Horasan  erenlerinden  kabul  edilen  Hacı  Bektaş ı  Veliye  nispet  edilen  bir  Tarikat  ve   Sufilik  temelinde  Tasavvufi  bir  akım  olmuştur.  Bu  akıma  da  zamanla  yaşadığı  değişiklikler  sonunda  1584  yılında  vefat  eden  Balım  Sultan  tarafından  kurulan  mücerretlik /  hiç  evlenmeden  bekâr  kalmak  uygulaması  ile  Bektaşiliğin  adap  ve  erkânı  tespit  edilmiş  ve  bu  suretle  Bektaşiliğe  son  şekil  verilmiştir. Buna  rağmen  Anadoludan  Balkanlara  ve  Mısır'a  kadar  yayılan  ve  sekiz  asırlık  tarihi  bulunan  Bektaşilik,  her  bölgede  sabit  kalamamış,  değişik  zamanlarda  birtakım  değişik  etkilenmeler  sonucu  farklı  değişikliklere  uğramıştır.  Bu  arada  1429  yılında  ölen  Hoca  Ali  zamanında  İranda  kurulmuş  olan  Safevi  Tarikatı  Şiiliğe  meyletmeye  ve  Şiileşmeye  başlamış,  daha  sonra  1488  yılında  Şeyh  Haydar'ın  şeyhlik  postuna  oturması  ve  bu  tarikata  bağlı  olanların  başlarına  kızıl  bir  sarık  sarmalarından  dolayı  Kızılbaşlık  akımı  ortaya  çıkmış,  daha  sonra  da  1501  yılında  bu  akım  etrafında  post'a  oturan  Şah  İsmail  tarafından  İranda  Safevi  devleti  kurulmuştur.

Anadolu  Alevi  Bektaşiliğinde  Balım  Sultan  tarafından  ihdas  edildiği  söylenilen  post,  makamı  temsil  etmektedir  ve  Cem  evlerinde  Mürşid, Pir,  Ekmekçi,  Aşçı,  Nakib,  Atacı,  Meydancı,  Türbedar,  Kurbancı,  Ayakçı,  Mihmandar  isimlerinde  olmak  üzere  12  post  bulunmaktadır.  Alevi  Bektaşi  inancının  temel  ibadet  biçiminde  semah,  Cem  törenlerinde  ayrılmaz  bir  parçası  olan,  bağlama  veya  saz  eşliğinde  söylenen  nefeslerle  vecd  halinde  dönülen  "  ayin  i  cem "  denilerek  icra  edilen  bir  ritüeldir. Aynı  zamanda  Yüce  Allah'ın  zikredildiği,  ilâhi  aşkla  dönüldüğü  olarak  bilinen  ve   kaynağı  da  birazdan  ele  alacağımız  Kırklar  Meclisidir. Bu  ritüel  için  de  Saffat  Sûresinin  1 - 3.  ayetlerindeki  "  O  saflar  halinde  dizilenler,  sonra  da  haykırıp  sürükleyenler,  sonra  da  haykırıp  sürükleyince  öğüt  okuyanlar... "  şeklindeki  ifadelere  bağlantı  yapılmaktadır. Ancak  buradaki  ayetlerle  verilmek  istenen  mesajın,  bize  göre  Cem  ayinleriyle  yakından  uzaktan  bir  ilgisi  yoktur. Zira  bu  ifadelerle  kendilerine  kasem  edilen  /  kanıt  gösterilen  üç  ayrı  nitelik,  bir  tek  şeyin  sıfatıdır,  o  tek  şey  de  Kur'andır.  Çünkü  Kur'an  ayetlerinin  bazıları  tevhidi,  bazıları  Allah'ın  niteliklerini,  bazıları  insanlar  için  öğütleri,  bazıları  kişisel  ve  toplumsal  yaşam  kurallarını,  bir  kısmı  da  geçmişe  yönelik  bilgileri  içerirler.  Böylece  her  gurup  dizilmiş  bir  "  saf  "  konumundadır. Ve  tümü  de  Kur'an  ayetleridir.  Bu  nedenle  bu  ayetlerde  de  Kur'an  ayetlerinin   diziler  halinde  duruşuyla   eşsizliği,  ikna   ediciliği,  öğüt  vericiliği,  uyarıcılığı,  kötülüklerden  alıkoyması  ifade  edilmektedir. Kur'anın  anlatım  tekniklerinde  önemli  bir  yer  tutan  kasem  yönteminde  soyut  ve  henüz  ortaya  çıkmamış  oluşumlar  kanıt  olarak  gösterilmez,  somut  olaylara  ve  kanıtlara  yer  verilir. 

Bu  inanç  hareketine  20. yüzyılın  başlarına  kadar  Anadoluda  kızılbaş  denilirken  bundan  sonra  da  Türkmen  ve  Kürt  topluluklarınca  Alevi  denilmeye  başlanmıştır. Aslında  Kızılbaşlıkla /  Alevilikle  Bektaşilik  birbirinden  farklı  başka  başka  şeylerdir.  Çünkü  Bektaşilik,  Kızılbaşlıktan  da  önce  vardır.  Kızılbaşlık,  esotorik /  sırrılıklı  kapalı  bir  mezhep  iken,  Bektaşilik  dışa  açık  bir  Tarikattır.  Dede  soyundan,  ırkından  gelmeyen  bir  kimse,  Kızılbaşlıkta  /  Alevilikte  dede  olamaz.  Dedenin  erkek  evlatları  miras  yoluyla,  başka  bir  muameleye  tutulmadan  ise  kendiliğinden  dede  olurlar.  Alevi  dedeleri  evlenirler,  Hacı  Bektaş'ın  da  evlendiğine,  evlat  sahibi  olduğuna,  kendileri  de  onun  soyundan  geldiklerine,  dolayısıyla  seyyid /  evladı  resulden  olduklarına  inanırlar.  Kızılbaş  dedeleri,  Hacı  Bektaş'ın  bel  evladıdırlar.  Ama  Bektaşi  babaları  ise  mücerret  / yani  bekârdırlar.  Evlenmezler.  Hacı  Bektaş'ın  bel  evladı  değil,  yol  evladı  olduklarına,  aslında  Hacı  Bektaş'ın  da  mücerret  olduğuna  ve  soyundan  gelen  çocukları  bulunmadığına  itikad  ederler. Tasavvuf  bir  kök  ve  kaynaktan  gelen  Alevilik,  bugün  hala  tasavvufla  ilgili  birtakım  unsurları,  kavramları  bünyesinde   barındırmakta,  Tarik,  erkân,  müsahip,  delil,  mürşid,  tarikat,  marifet,   şeriat,  dört  kapı,  kırk  makam  gibi  kavramlar  önemli  bir  yer  utmaktadır.

Bugün  Anadoludaki  Cem  evlerinde  Alevi  Bektaşiliğindeki  inançlara  ve  uygulanan  ritüellere  göre  üçler,  Allah,  Muhammed  ve  Ali’dir.  Aynı  zamanda  da  vücut,  can  ve  ruhtur. (  Maide  Sûresinin  73. ayetinde  "  Andolsun  “ Allah  üçün  üçüncüsüdür  “  diyen  kimseler  kesinlikle  kâfir  olmuşlardır.  Oysa  tek  ilâhtan  başka  ilâh  yoktur.  Eğer  söylediklerinden  vazgeçmezlerse,  kesinlikle  onlardan  kâfirlere  acı  veren  bir  azap  dokunacaktır. "  ifadeleriyle  Rabbimizin  kınadığı  ve  uyardığı  gibi,  bu  inanç  şekli  Hristiyanların  şirk  olan  teslis  inancının  bir  benzeri  gibi  görünmektedir. Kur'anın  İslam'ında  peygamberler  de  dahil  Allah'ın  ortağı  yoktur.) Beşler,  Muhammed,  Ali,  Fatma,  Hasan  ve  Hüseyin’den  oluşan  ehlibeyttir.  Aynı  zamanda  biri  insan,  diğer  dördü  de  dünyadan  dört  element  diye  inanılan  ateş,  rüzgâr,  su  ve  topraktır.  Aslında  dördü  de  bir  gömleğe  girmekte  ve  bir  olmaktadır.  Beşincisi  ise  üçlerin  toplamı  olan  Can’dır. Yediler,   Muhammed,  eşi   Hatice,   Ali,  eşi  Fatma,  oğulları  Hasan,  Hüseyin,  ve  sahabeden  Selman  Farisi’dir.  Aynı  zamanda  dünyaya  ait  olan  dört  ile  insana  ve  Can’a  ait  olan  üçün  birleşimidir.  Burada  yedincide  yer  alan  sonuncu  kişi  Ebu  Zer  el  Gufari  değil  de  neden  İran  asıllı  olan  ve  aslında  daha  sonra  Medine’de  Müslüman  olduğu  bilinen  Selman  Farisi’dir ?  İlk  önce  bu  düşündürücüdür  ve  sorgulanmalıdır !  Hatice  validemizden  olan  diğer  kızları  ve  onların  çocukları,  sonra   Peygamberin  içlerinde  Ayşe  validenin  de  bulunduğu  daha  bir  çok  eşi  oldu,  ardından  niye  bunlar  da  ehlibeyt  içerisinde  yok  diye  de  sorulabilir !  Acaba  bunlar  üç,  beş,  yedi  kavramlarına  uymadığı  için  mi  böyle  bir    şartlanmanın  içine  girilmiştir ?  Bu  inançta  üç,  can  ile  canan  ve  çobandır.  Can  erkek,  canan   kadın,  çoban  ise  çocuktur,  gelecektir.  Can  ile  canan  bir  gömleğe  girerler  ve  bir  olurlar,  çocuk  olur,  çocuk  olmazsa  soy  sürmez,  gelecek  olmaz. Yediler  olmazsa  da  kırklar  olmaz.  Kırklar,  Tanrının  ruhları  yarattığında  yaratılan,  her  devirde  yeryüzünde  bulunduklarına  inanılan  erenlerdir,  dünyanın  çeşitli  zamanlarında  insan  suretinde  yeryüzüne  gelmişlerdir,  ölümlerinden  sonra  da  değişik  kimlikte  yaşadıkları,  dünya  durdukça  da  var  olacakları  kabul  edilmektedir. (  Kur'anda  olmayan  Reenkarnasyon  inancı ) Kırkların  23 ü  erkek, 17 si  kadındır. Fakat  nedense  hiç  bir  kaynakta  da  bu  eren  kırkların  isimleri  bulunmamaktadır.

Cem,  sözlük  anlamı  olarak  toplanma,  bir  araya  gelme  demektir.  Alevilik  ile  ilgili  ilk  yazılı  kaynaklardan  olan  Şayh  Safi  Buyruklarında  ise  Cem  " Taliplerin  bir  araya  gelerek  evliya  erkânını  icra  etmesi "  olarak  tanımlanmış,  Cem'in  icra  edileceği  yerin  adı  da  meydan  diye  belirlenmiş. Bu  kavram  etrafında  tarih  boyunca  değişik  bölgelerde  ve  değişik  toplumlarda  bir  takım  inanç  ve  yaşam  tarzı  olan  kültürler  meydana  gelmiştir. Özellikle  bu  kültürler,  M. Ö. Yedi  binli  yıllara  kadar  dayanan,  Orta  Asya  eski  Şaman  inancındaki  Türklerin,  Şaman  yönetiminde  kadın  ve  erkeğin  katıldığı  sazlı  sözlü  yemek,  kımız,  içki  ile  danslı  ayinlerde,  İran’daki  Zerdüşt  inancındaki  Kürtlerin  ayinlerinde,  M. Ö. dört  binli  yıllara  dayanan  Sümerlerde  12  hizmetli  Cem  ile  belirli  zamanlarda  yaptıkları  toplumsal  ve  kültürel  toplanmalarda  görülmekte,  dolayısıyla  Anadolu'da  da  değişik  kültürlerin  bir  karışımı  olarak  ortaya  çıkmaktadır.  Bu  kültürlerde  özellikle  hasat  zamanlarında  geniş  meydanlarda  kadınlı  erkekli  toplanarak  şölen  yaptıkları,  kan  akıtıp  kurban  etme  diyerek  hayvan  kestikleri,  Şaman  Dede  ve  Babalarını  dinleyip  ozanlarının  çaldığı  kopuz,  ya  da  sazlarla  değişik  figürlerle  Semah  denilen  halk  oyunlarını  sergiledikleri,  yaşamın  bir  parçası   ve  gereği  olarak  katıldıkları  etkinliklerdir.  Daha  sonraları  yerleşik  düzene  geçilmesiyle  beraber,  meydan  dedikleri  yer  Meydan  Evine  dönüşmüş,  İslam’ın  orta  doğu  ve  Anadoluda  toplum  hayatına  girmesiyle  beraber  de,  Meydan  Evine  Cem  Evi  denilmeye  başlanmıştır.  Eski  kültür  ve  geleneklerinden  vazgeçemeyen  bu  kitleler,  İslam  ile  tanıştıktan  sonra  fakat  İslam  fıkhını  da  tam  benimseyemedikleri  ve  yeterince  de  öğrenemedikleri  için,  Şaman  töresine  göre  olan  kültürlerinin  içine  kendilerine  göre  İslami  unsurları  da  katarak  harmanlanmış  bir  ritüeli  hayata  geçirerek  Kırklar  Cem’i  adı  altında  ibadet  şekli  olarak  yaşatmaya  başlamışlar,  günümüze  kadar  da  taşımışlardır.  

Kaplan  Yazılı  Kaynaklarına  göre  Alevilik  sa. 264,  Çıblak,  Mersin  Tahtacıları  Halk  Bilimi  Araştırmaları  sa.  57,  Korkmaz,  Alevilik  ve  Bektaşilik  Terimleri  Sözlüğü  sa. 406  anlatımlarında,  Peygamberin  emriyle  Cem'in  icra  edileceği  uygun  bir  meydanın,  evin  hazırlandığı  belirtilir.  Bu  inancı  alıp  yayanlar  ise  Hoca  Ahmed  Yesevi,  Hacı  Bektaş  Veli,  Şeyh  Safi  ve  Taceddin  gibi  mutasavvuflar  ve  bunların  önde  gelenlerinden  oluşan  Horasan  Erenleri  ve  Rum  Erenleri  olmuşlardır.  Bu  inançların  temelinde  Balım  Sultan,  Seyid  Ali  Sultan,  Sarı  Saltık,  Abdal  Musa  Sultan,  Kaygusuz  Sultan,  Kul  Himmet  ve  Hatayi,  Pir  Sultan  Abdal,  Kul  Hüseyin,  Kul  Veli  ve  Muhiddin  Abdal  gibi  Türk  Edebiyatının  önde  gelen  velileri  de  Türk  boylarına  kendi  dilleriyle  bu  inançların  felsefesini,  kırklarla  ilgili  bilgileri,  daha  ziyade  hikâye  ve  deyişlerle  anlatmışlardır.

Kırklar  Meclisi  ve  Cemi,  zamanı,  mekânı  belli  olmayan   ve  içinde  önceden   Ali  ve   Fatma’nın  da  bulunduğu,  yarı  yarıya  kadın  ve  erkeğin  katıldığı  kırk  kişinin  yer  aldığı,  aralarına   Muhammed  ( a.s. ) ın  sonradan  katıldığı,  bu  meclisin  inanç  ve  sosyolojik  boyutlu  bir  ulular  topluluğu  olduğuna  inanılan  ve  aynı  zamanda  Anadolu  Alevileri  için  derin  sembolik  anlamları  olan  ritüelin  adıdır.  Alevi  Bektaşiliği  inancının  temel  ibadeti  olan  Cem’in  de  temel  kaynağıdır. Bu  ritüelde  sergilenen  ayinin  ayrıntıları  ve  dayanakları,  geleneksel  Alevi  kaynaklarında   Peygamberin  gerçekte  olmayan  ve  uydurma  rivayetlerle  ortaya  atılan  Miraç  gecesi  seyahatine  dayandırılarak  değişik  kişiler  tarafından  farklı  ayrıntılarla  anlatılan,  fakat  her  ayrıntısı  da  soru  işaretlerini  beraberinde  getiren  aklı  ve  mantığı  zorlayan,  Kur’an  ayetleriyle  de  tamamen  ters  olan  rivayetlere  dayanmaktadır.  Ehli  Sünnet  ekolündeki  uydurma  olan  miraç  efsanesi  hikâyesi,  ardından  Ehlibeyt   ekolünde  de  bir  çok  uydurma  hikâyenin  kaynağı  olmuştur. Kırklar  Cemi’ne  böylece  temel  teşkil  eden  ve  en  yaygın  olarak  anlatılan,  doğa  ve  Allah'ın  kanunlarına,  Kur'anın  ve  hayatın  gerçeğine  uymayan  rivayetlerden  birine  bakalım  neler  kurgulanmış ! ;

* Muhammed  peygamber  davet  edildiği  gök  yüzüne  miraca  çıkarken,  yolda  önüne  bir  aslan  çıkar.  Aslanı  ikna  edip  yola  devam  edebilmesi  için  Peygamberlik  mührü  olan  yüzüğünü  bu  aslana  vermek  zorunda  kalır. (  bazı  tasvirlerde  de  aslanın  ağzında  Zülfikâr  kılıcı  resmedilir )  Allah’ın  huzuruna  çıktığı  zaman  peygamber,  bir  ışık  içinde  Allah’ın  cemalini  ve  sesini,  Ali’nin  sıfatı  ve  sesi  ile  görür.  Bir  süre  muhabbet  ederler.  90  bin  kelam  konuşurlar,  bunun  30  bini  hakikat  sırrı  olup    Ali’de  kalır. Muhammed  peygamber  miraçtan  geri  dönerken  bir  mekânda  gizli  kırklar  meclisi  toplantılarından  sesler  duyar.  Merak  eder  içeri  girmek  ister  ve  kapıyı  çalar. İçeriden  sen  kimsin ?  diye  seslenilir. Ben  son  peygamber   Muhammed   Mustafa’yım  der. Kırklar  bize  Peygamber  gerekmez,  ihtiyacımız  yok  diye  seslenir  ve  kapıyı  açmazlar.  Şaşkın  bir  şekilde  geri  dönen  Muhammed  peygamber’e  melekler  “  O  ulu  meclise  dahil  ol,  tekrar  kapıyı  çal. “  derler. Her  defasında  Peygamberin  soy  sop,  mal,  mülk  ile  verdiği  cevaba  karşı  kapı  yine  de  açılmaz.  Dördüncüde  ise  yine  meleklerin  verdiği  akılla  bu  sefer  “ Hadimül  fukarayım “  fakir  fukaranın  hizmetçisi  bir  insanım  demesinin  üzerine  kapı  açılır  ve  içeriye  davet  edilir.  Peygamber  içeridekilere  siz  kimlersiniz ?  Küçüğünüz,  büyüğünüz,  lideriniz  kim ?  diye  sorar.  Biz  kırklarız,  birimiz  de,  kırkımız  da,  büyüğümüz  de,  küçüğümüz  de  tek  bir  Can’dır.  Cevabını  alır. ( Bazı  senaryolarda  da  Muhammed  peygamberin  ben  39  saydım  demesinin  üzerine  Selman  Farisi’nin  de  üzüm  getirmek  üzere  dışarıya  çıktığı,  daha  sonra  da  getirdiği  bu  üzüm  ile  yapılan  şuruptan,  şurubun  içilmesindeki  ayrıntılarına  ve  semaha  hep  birlikte  katılmaya  varıncaya  kadar  anlatılır. ) Kırklar  bunu  kanıtlamak  için  içlerinden  birinin  koluna  bıçak  vurulur,  ( Bazı  senaryolarda  da  bıçağı  vurup  kan  akıtanın  Ali  olduğu  anlatılır. ) kırkının  da  bileklerinden  kan  akar,  dışarıda  olan  Selman  Farisi’nin  de  kanı  tavandan  damlar. Birinin  kolu  sarılınca  da  hepsinin  kolundaki  kanın  akması  durur.  Ayrıca  Muhammed  peygamber,  miraca  çıkarken  aslanın  ağzına  verdiği  yüzüğünü  de  Ali’de  görür.  Bunların  üzerine  de   onların  ve  Kırklar  Cem’inin  hak  olduğuna  inanır. 

Bu  tutarsız,  temelsiz,  dayanaksız,  gerçek  dışı  olan  masalımsı  da  olsa,  sanki  bir  temsili  tiyatro  sahnesindeki  konuşmalar  gibi  anlatılan  rivayetlerle  görülmektedir  ki,  Alevilikte  ana  mesaj  olarak  hizmet  deyimi  “  Halka,  insana  hizmet,  Hakka  hizmet  demektir “  anlayışı  çok  önemli  bir  yer  tutmaktadır.  Buna  bağlı  olarak  da  Cem  esnasında  yapılan  görevlere  12  hizmet  denilmekte  ve  hizmet  duası  da  yapılmaktadır.  Bunu  anlıyoruz  da  ama  bu  rivayetlere  göre  Aleviliğin  Peygamber  anlayışı  da  çok  farklıdır.  Muhammed  ( a.s. ) ın  kırklardan  habersiz  olduğu,  bundan  dolayı  da  ulular  meclisinin  ondan  önce  de  var  olduğu,  Ali’nin  de  Peygamberden  daha  önce  bir  ulu  olduğu  imajı  verilmektedir. Fakat  anlatılanların  neredeyse  tamamı  aklı  ve  mantığı  zorlayan,  insan  kılığına  girip  konuşan,  yönlendiren  melek  diye  böyle  bir  varlık  olmadığı  halde,  Kur’ana,  Allah’ın  bütün  Kâinatı  yaratma  ve  yönetme  kanunlarına,  hükümlerine  ve  Sünnetullah’a  aykırı  ayrıntılarla  dolu  olduğu  için  biz  neresini  doğru  olarak  kabul  edelim  de  bu  uydurma  ritüelin  peşinden  gidenlerin  yanında  olalım.  Muhammed  ( a.s. ) ’in  uydurma  da  olsa  Miraç  olayının  Mekke’deki  döneminde  bulunduğu  zamana  ait  olarak  anlatıldığı  ve  de  daha  ortalarda  olmadığı  gerçeğinden  dolayı,  Hicretten  sonra  Medine’de  Müslüman  olduğu  halde  nasıl  oluyor  da  Selman  Farisi,  yedilerin  yedincisi  olup  Kırklar  meclisinde  bulunmaktadır ?  Senaryoyu  yazanlar,  bu  anlatılanların  peşinden  gidenler,  geçmiş  zamandaki  kronolojiyi  dahi  tam  olarak  sorgulayamamaktadırlar.  Zaten  rivayetin  temelinin  bağlandığı  miraç  olayının  kendisi  de  gerçek  olmayan  bir  uydurmadır.  Peygamberimizin  böyle  bir  yolculuk  ile  miraç  olayı  Kur’anda  da  yoktur. ( Miraç  Efsanesi  ile   Kandil  Gecesini  Yaşamak  başlıklı  yazımızda  bu  konuda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz.)  Bu  tür  rivayetlere  inanan,  aktaran,  ardından  giden  Alevi  kardeşlerimizin,  Kur'andaki  melek  ve  miraç  gibi  daha  bir  çok  kavramın  gerçeğini  araştırıp  sorgulamaları,  Kitabımız  Kur'anı  anlayarak  okuyup  akıllarını  kullanmaları  ve  düşünmeleri  gerekir.

Herhalde  Din  ve  İnanç  adına  diye  yaptıkları  ritüelin  içerisinde  İslami  dayanağın  olmadığını  gören  birileri,  bu  olayı  İslamileştirmek  amacıyla  Kırklar  Cemi  adı  altında  masalımsı  ve  aklın,  mantığın  onaylayamayacağı  uydurma  olduğu  her  ayrıntısında  belli  olsa  da,  nasılsa  insanlar  sorgulamaktan  ve  düşünmekten  yoksun  olduklarından  dolayı  güvencesiyle  olaylar  zincirini,  bilgi  diye,  Cem  ve  Semahın  kökeni  diye  kitlelere  sunmuşlar  ve  bununla  Alevi  camiasını  yüzyıllardır  uyutmuşlar  ve  kandırmışlardır. Yani  Cem,  Semah  ve  içki  olayını  kitlelere  mal  etmek  isteyen  kurnazlar,  bu  konularda  Kur’andan,  ya  da  on  iki  imamlardan  kanıt  bulamayınca  uydurulan  bu  masalı  öne  sürmüşlerdir. Bu  masal  değişik  versiyon  ve  ayrıntılarla  yüz  yıllardır  anlatılmakta,  ne  yazık  ki  hala  günümüzde  dahi  bir  çok  Cem  Evi  ibadetlerinin   naklen  televizyon  yayınları  ile  aktarılarak,  sazlı  sözlü  Cem  ve  Semah  dönmesi  ile  Alevi  İbadeti  olarak  uygulananları,  Alevi  Dedelerinin,  televizyon  ekranındaki  Alevi  İlâhiyatçı  konuşmacılarının  bu  rivayetleri  nasıl  savunduklarını  da  görmekteyiz.

Fakat  aynı  zamanda  bugünün  aydın  ve  gerçek  Aleviliğin  ne  olduğunu  bilenler  çoğalmış,  bu  saçma,  tutarsız,  temelsiz  ve  masalımsı  uydurmalara  dayanan  ritüelleri  sorgulamaya  başlamışlar,  bu  kardeşlerimiz  bu  çerçevede  düşüncelerini  dile  getirerek  kaleme  almışlar  ve  ana  hatları  ile  ;

“ Bilge  insanlarımızın  yarattığı,  doğa  ve  insan  merkezli  yüce  değerleri  çölleştirmek  isteyen,  bunun  için  de  bin  bir  surete  bürünmüş  sistemden  beslenen  hurafeciler,  Aleviliği  Sünni  İslam’ın  içine  çekmeye  çalışıyorlar. Ama  bu  şekildeki  bir  Alevilik  İslam’ın  içine  sığmıyor. Sığamaz  da !  Asırlardır  Alevileri  Sünnileştirmek  için,  gerçekte  Alevilikte  olmayan  Kırklar  Cem’ini   Alevilikte  varmış  gibi  gösteren,  aslını  inkâr  eden  haramzadeler,  şu  sorulara  cevap  versinler ! ( Biz  burada  araya  girelim,  Kur'anın  İslam'ında  Mezhep,  Tasavvuf,  Tarikat  ve  Cemaatleşmelerle  bölünmelere,  sünni  olan,  olmayan  diye  bir  ayrıma,  gruplaşmaya,  ehli  sünnet  ekolüne  kesinlikle  yer  yoktur.  Birçok  ayetle  bölünmenin  karşısında  çok  ciddi  uyarılar  yer  almaktadır. )

1. Kırklar  meclisinde  Muhammed’in  konumu  nedir ?  Kırkların  içinde  mi ?  Dışında  mıdır ?  Kırklar  Cem’inde  hangi  “  Duaz  ı  imam  “  okunmuştur ?  Ve  bir  örnek  verilebilir  mi ? 

2. Kırklar  Cem’inin  Piri,  Mürşidi  kimdir  ve  hangi  ocağa  bağlıdırlar ?  Cem’de  dem  almışlar  mıdır ?  Cem’in  Dedesi,  Zakiri  kimdir ?  On  iki  hizmetlisi  kimlerdir ?  Bunların  zamanında  hangi  ozanın  deyişleri  okunurdu,  semah  dönülürdü ?  Eğer  bu  kırklar  bu  kadar  yüce  insanlar  ise,  neden  kimse  onların  ismini  sayamıyor ? 

3.  Ali  hayatının  tümünü  Muhammed’in  yolunda  harcamışken,  O’nun  damadı,  arkadaşı,  akrabası,  vasisi  iken,  nasıl  olur  da  O’nu  içeri  almaz  ve   defalarca  geri  çevirir ?  Bu   Ali’yi  Peygamber  tanımaz  konumuna  düşürmek  olmaz  mıdır ?  Yoksa  Peygamberi  tamamen  küçümseyen  ve  dışlayan  bir  anlayışla  art  niyetli  bir  casusluğun  tezahürü  müdür ?  Muhammed  kapıyı  çalınca  “  Ben  sizden  biriyim  “  demiş.  O  zaman   Muhammed  neden  Cem  bağlamaz  da  ibadet  olarak  namaz  kılardı ?  Peygamber  ya  da  on  iki  imamın  saz  çalarken,  cem  edip  semah  yaptığını  anlatan  ayet,  hadis  veya  herhangi  bir  yazılı  kaynak  var  mıdır ? 

4.  Kırklar  Cem’inde  Ali’nin  musahibi  Muhammed  ise,  Ali  nasıl  olur  da  kendi  musahibinin  kızı  ile  evlenir ?  Alevilikte  musahipler  birbirlerinin  kızlarıyla  evlenebilirler  mi ?  Anadolu  Alevilerinde  kendi  musahibinin  kızıyla  evlenen  var  mıdır ?  Alevilikte  musahip  kardeşten  de  daha  ileri  yol  arkadaşlığı,  kan  kardeşliği  olduğuna  göre  nasıl  olur  da  kardeş  kardeşin  kızıyla  evlenebilir ? 

5. Hasan  ile  Hüseyin’in  musahipleri  kimdir ?  Bilen  var  mı ?  Diğer  imamların  musahipleri  var  mıdır ?  Musahiplik  Alevilikten  ve  Kırklar  Cem’inden  gelmişse  neden  Araplarda  musahiplik  yoktur ?  Diyelim  ki   Ali  Cem  bağlamadı,  peki   Hüseyin’in  Cem  bağladığını  söyleyebilir  misiniz ?  İslam  ve  on  iki  imam  ile  ilgili  bir  çok  yazılı  kaynak  varken,  neden  Şiilerin  tamamı  veya   Anadolu’nun  dışında  yaşayan  Müslümanlar  veya  Aleviler  bu  hikâyeleri  bilmiyor  ve  uygulamıyor ?  On  iki  imamın  çocuklarında  Cem  bağlayan  ve  semah  dönen  var  mı ?  Neden  sadece  Bektaşi  eserlerinde  bu  uydurma  buyruklar  yer  almaktadır  da  İslam’ın   temel   kaynaklarında  yer  almamaktadır ?  Çünkü  masal  Anadolu’da  uydurulmuştur.

6. Muhammed  ve  Ali  kırklar  semahına  katılmışlarsa,  Kur’anda  neden  hiç  Alevilik  öğretisinden  bahsedilmez ?  Kırklar  Cem’ine  katılanların  tamamı  Arap  olduğuna  göre  Alevi  Dedeleri  nasıl  oluyor  da  Resul  evladı  sayılıyorlar ?   O  zaman  kırklar  Cem  yaparken  kim  saz  çalıyordu ?  ve  Araplarda  saz  denilen  bir  alet  var  mıydı ?  Araplarda  neden  Cem  ve  kadınlı  erkekli  dönme  ile  semah  yoktur ? 

7. Ali  eğer  Alevi  ise  Muhammed’in  ölümünden  sonra  Ebu  Bekir,  Ömer  ve  Osman’a  neden  biat  etmiştir ?   Ali  kızını  neden  Ömer’e  vermiştir ?   Muhammed  Ebu  Bekir’in  damadı,  Ali   Muhammed’in  damadı,  Ömer  Ali’nin  damadı,  Osman   Muhammed’in  damadı,  Muaviye  ve  oğlu  Yezid   Muhammed’in  kaynı  oldukları  halde  ve  iç  içe  girişmiş,  birbirine  karışmış  akrabalıklara  rağmen,  nasıl  oluyor  da  sadece  burada   Ali  ve  zürriyetinden  gelenler  ehlibeyt  oluyor ?  ( Biz  de  burada  bir  ilavede  bulunalım,  Kur’anda  Ali  bin  Talip’in  Fatma’dan  olan  soyuna  diğer  insanlardan  farklı  olarak,  seyit  unvanları  ile  özel  bir  statü   belirlemek  de  mümkün  değildir. Üstelik  de   Peygamberin  müminler  arasındaki  mevkiine  işaret  edilirken,  Ahzab  Sûresinin  53.  ayetinde, “  Ey  iman  eden  kimseler !  Peygamberin  evlerine  sadece  yemeğe  izin  verilince  girin …. O’nun  hanımlarından  bir  kazanım  istediğiniz  zaman  da  perde  arkasından  odalarına   girmeden   isteyin.  ”  İfadeleriyle   ailesini  teşkil  eden  kimseler  olarak  sadece  hanımları  zikredilmekte,  kızları,  damatları  ve  diğer  akrabalarıyla  ilgili  hiç  bir  özel  hükme  yer  verilmemektedir.  Peygamber  ve  sadece  zevcelerinden  ibaret  olan  aile  halkına  da  Kur’anda  Ahzab  Sûresinin  33.  ayetinde  “  Ehlu’l  Beyt  “  denilmekte  olduğundan  bu  tabir  içerisinde  başkalarının  da  yer  almasına   imkân  yoktur.  Üstelik  de  onbinlerce  Müslümanın  dinlediği  ve  tanık  olduğu  Peygamberin  ilk  ve  son  Haccındaki  hutbesi  esnasında,  Kur'an  ile  birlikte  " Ehlibeyt’imi  size  emanet  ediyorum  “  veya  "  Sünnetimi  size  emanet  ediyorum "  dediği  hadisleri  de  uydurmadır,  yalandır.  Kur'an  vahyi  ve  ahlâkı  ile  yoğrulmuş  Peygamber,  Kur'an  dururken  sünnetini,  Allah  dururken  yakınlarını,  ehlibeyt’ini  insanlara  emanet  etmiş  olabilir  mi ? ) Peygamberimiz  bu  hutbesinde  sadece  Kur'anı  emanet  ettiğini  söylemiş  olabilir !  Bundan  dolayıdır  belki  de  Furkan  Sûresinin  30. ayetinde  mahşer  günündeki  sorgulama  esnasındaki  Peygamberimizin  tanıklığında   "  Benim  ümmetim  şüphesiz  bu  Kur'anı  mahcur /  terkedilmiş  bir  şey  edindi. "  ifadeleriyle,  şikâyetini  dile  getirmektedir.

Bütün  bu  ayrıntılar  ve  bilgiler  Alevilerden  gizlenmektedir,  hiç  bir  Alevi  de  bu  ayrıntıları  bilmemekte  ve  sorgulayamamaktadır.  Eğer  gerçek  Alevilik  yaşanmak  isteniyorsa,  bütün  küçük  şeylerden,  hurafelerden  arınacaksınız.  Bunun  için  gerekli  olan,  gerçekleri  söyleyip  tarihinizle  yüzleşeceksiniz,  güçlenmek,  güçsüzlüğün  kaynağına  inebilme  cesaretini  gösterebilmektir.  Bu  konuda  önemli  olan  aslında  Cem,  Semah,  saz,  içki,  Dede  v.s.  gibi  olgular   Ali  yolunda  yoktur.  Her  dönemde  çeşitli  fitnelerle,  bir  takım  gücü  elinde  bulunduranlarca  Alevilerin  uyanışı  engellenmek  istenmektedir.  Bu  uydurma  masalları  Anadolu  Aleviliği  adı  altında  ve  Kırklar  Cemi  senaryoları  etrafında  palazlandırarak  uyanışın  önüne  geçmek  istenmektedir.  Zalimlerin  bu  oyunlarının  bozulmasının  tek  yolu  insanlara  hakkı,  her  zaman  her  zeminde  cesurca  anlatmaktadır.  Fesadın  böylesine  her  yeri  kapladığı  bir  ortamda  hak  konusunda  susmak  haramdır.  Susmak  ise  aynı  zamanda  sonra  gelecek  nesillerin  helâk  olmasıdır.  Oysa  ki  Alevilerin  bugün   yapmaları   gereken,  hiç  takiye  yapmadan,  çekinmeden,  korkularını   yenerek,  sorgulayıp  yanlışlarını  arındırarak,  kendilerini  açıkça  ifade  etmeleridir. Bu  hem  hakkın  ve  hem  de  dürüstlüğün  gereğidir.  Aksi  halde  aslında  Kur’ana  göre  kendileri  de  Allah  katında  çok  doğru  bir  yolda  olmamalarına,  mescitleri  şirk  yuvasına  çevirmelerine  rağmen,  buyurun  Cami’ye  deme  hakkını  onlara  vermiş  olurlar.

Evrenselliği  yakalayan,  merkezine  Kur’anda  da  hedeflendiği  gibi  insanı,  hakkı,  hukuku,  adaleti  koyan  bir  anlayışın  değersiz  ve  İslam’la  bağdaşmayan  bir  şey  olduğunu  kim  söyleyebilir ?  Düşünen,  sorgulayan,  aklı  ön  plana  çıkaran  “  Kıldan  ince,  kılıçtan  keskin  köprü  yaratmışsan,  kolaysa  gel  de  sen  geç  a  Tanrı  “  diyerek  Tanrı’dan  bile  hesap  sorabilen  bir  inancı,  dogmatik  İslamcıların  anlamaları  olanaklı  değildir. Bizim  de  bu  güzel  felsefi  inancı  eğip  bükmeye  hakkımız  yoktur,  olmamalıdır  da ! ( Burada  biz  de  bir  ilave  yapalım,  kıldan  ince,  kılıçtan  keskin  sırat  köprüsü  diye  bir  köprü  ve  onun  altında  da  gayya  kuyusu  diye  bir  kuyu  zaten  yoktur,  bu  konuda  anlatılanların  tamamı  da  Kur’ana  aykırı  olan  uydurma  hurafelerdir. Kur'anda  onlarca  ayette  inanmış  olduğunu  söyleyen  Müslümanlara   sürekli  aklınızı  kullanın,  akledin,  hala  akletmiyor  musunuz ?  gibi  uyarılarla  düşünmenin,  sorgulamanın  önemine  dikkat  çekilmektedir. Kullanılabilen  akıl  varsa  İslam  da  Alevilik  de  vardır. )

Gerçek  Alevilik  merkezine  insanı,  insan  sevgisini,  emeğin  kutsallığını,  halkların  kardeşliğini,  bilimi  ve  gerçekleri  koyduğu  için  gücü  elinde  bulunduran  sömürücü  zalimler,  tarih  boyunca  Aleviliğe  ve  halklarına  düşman  oldular,  boyun  eğmedikleri  için  de  katledilmişlerdir.  Bundan  böyle  mazlum  halkımıza  sahip  çıkmak  bizlerin  en  temel  görevidir.  Alevilik  yolu  bir  insanlık  yoludur,  bundan  dolayı  Alevilerin  kıblesi  (  hedef  ve  stratejisi ) insan  olmuştur,  doğa  olmuştur,  güneş  olmuştur. Ay  ve  güneş  herkesin  lambasıdır,  hava  herkesin  havasıdır,  su  herkesin  suyudur,  fakat  ekmek  neden  herkesin  ekmeği  değildir ?  ( Çok  doğrudur.  Kur’an  da  zaten  onlarca  ayetle,  doğrudan  doğruya  namaz  olmayan  Salat  kavramı  içerisinde,   aslında  insanlar  arasında  destekleşmeyi,  paylaşmayı,  yardımlaşma  ve  dayanışmayı,  ekmeği  bölüşmeyi  hedef  olarak  göstermektedir. ) Alevilik  haksızlığa  isyandır,  Pir  Sultandır,  eşitliktir,  Şeyh  Bedrettin’dir,  insanı  sevmektir,  dürüstlüktür,  onurdur,  mücadeledir,  inançtır,  var  olmayı  bilmektir. ( Biz  de  burada  bir  ilave  yapalım,   Peygamberimiz  de  zamanının  bütün  haksızlıklarına,  zulmüne  karşı  kıyam  eden,  ayaklanan,  baş  kaldıran,  öncekilerin  tapınaklarda,  kapalı  mekânlarda  tapınak  dini  haline  getirdikleri  inancı,  sokağa  ve  halkın  arasına  taşıyan,  bütün  ulu  denilen  canlı  ve  cansız  aracı  putları  ve  şirki  ortadan  kaldıran,  mazlumların  yanında  olan  devrimci  bir  peygamberdir. )  Zalimlerin  olduğu  yerde  mazlumdan  yana  olmaktır,  bilime  inanmaktır,  yerinde  saymamaktır,  ahlâktır,  sözdür,  devrimciliktir,  diline  rengine,  bayrağına  bakmadan  haksıza  tavır  almaktır. Alevi  deyişleri  mazlumun  sesidir.  Ama  artık  biz  deyişlerimizi  kendimiz  için  de,  insanlık  için  de  söylemek  zorundayız.  Kırklar  Cemi  Alevilikte  asla  olmayan,  Aleviliği  Sünnileştirmek  için  uydurulan  bir  Osmanlı  yalanıdır.  Bugün  onu  savunanlar,  kendi  aslını  inkâr  eden  haramzadelerdir.  Bunlar  sistemden  beslenen  zalimin  kılıcını  çeken  çakma  Alevilerdir.  Gericiliği  ve  karanlıkları  parçalamanın  yolu,  kendi  inancımıza  sahip  çıkıp,  hurafelerden,  masallardan  arındırmak  olmalıdır  “  Denilmektedir.

Biz  de  görevimiz  gereği  aralarında  iki  yıl  yaşadığımız,  gerçek  hayatta  üstün  ahlâk,  insana  olan  sevgisi,  saygısı,  bilime  ve  öğrenmeye  karşı  duyarlılığı  ile  tanık  olduğumuz,  tanıdığımız,  özgürlükçü,  demokrat  olarak  gördüğümüz,  sevdiğimiz,  saygı  duyduğumuz  Alevi  kardeşlerimiz,  saz,  söz  ve  içerisinde  insanlık  adına  çok  güzel  ve  önemli  mesajların  da  yer  aldığı  deyiş  ve  semah  dönmesi  ile  tarihten  gelen  kültürlerini  Cem  evlerinde  elbetteki  yaşayabilirler  ve  yaşamalıdırlar  da !  Allah'a  olan  yakarmalarını  toplu  dualarını  elbetteki  bu  evlerde  yapabilirler.  Ancak  temelsiz,  dayanaksız  ve  tamamen  uydurma  olduğu  çok  belli  olan  rivayetlere  dayandırılan,  zorlamalarla  bir  takım  dini  motifleri  de  içine  katarak  bu  kültürün,  Kur'an  ayetlerinin  uyarıları  gözardı  edilerek  İslam'ın  ve  dinin  bir  parçası  inancına  dönüştürülmesi,  doğru  ve  onaylanacak  bir  yaklaşım  değildir.  Cem  Evlerinde  inançları  gereği  kendilerine  göre  Allah'a  yönelerek  zikir  de  edebilirler,  tarihten  gelen  yaşanmışlıklara  bağlı  olarak  bir  takım  nedenlerden  ve  inançtan  dolayı  Camiye  de  gitmek  istemeyebilirler.  Aslında  insanın  Allah'a  yönelebileceği,  secde  edebileceği  ( boyun  eğip  teslim  olacağı )  her  yer,  her  köşe,  dört  duvarla  çevrilmiş  her  oda  adı  ne  olursa  olsun  mescittir.  Şeyh  Bedrettinin  de  belirttiği  gibi,  zaten  önemli  olan  namazdaki  ellerin  göğüse  veya  göbeğe  bağlanması  değil,  Allah'ın  kalbe  bağlanmasıdır.  Cin  Sûresinin  18. ayetinde  Ve  şüphesiz  ki  mescitler  Allah  içindir.  O  nedenle  Allah  ile  birlikte  herhangi  kimseye  yalvarmayın. /  kulluk  etmeyin.  "  denilerek  yapılan  çok  ciddi  uyarıya  rağmen,  üstelik  bugünkü  Camiler  de  sadece  Allah  için  olmaktan  çıkarılmış,  şirk  ve  siyaset   yuvasına   dönüştürülmüştür. 

Yukarıda  geniş  olarak  yer  verdiğimiz  gerçek  Alevi  kardeşlerimizin  insanlık  adına  dile  getirdikleri,  bizim  de  tamamen  Kur’anın  hedeflerine  uygun  olarak  gördüğümüz   açıklamalarından  dolayı,  artık  kendilerini  tebrik  etmek,  doğrulamak  ve  onaylamaktan  başka  ne  diyebiliriz  ki ?  Fakat  bu  düşüncelerin  dışında  hala  bugün  ülkemizin  bir  çok  köşesindeki  Cem  Evlerinde  gördüğümüz  ve  değişik  televizyon  ekranlarında   konuşmalar  yapan  Dedelerin,  ilâhiyatçıların  anlatımlarında  da  yer  aldığı  gibi,  bizim  de  yukarıda   ayrıntılarına  yer  verdiğimiz  ve  bir  çok  tutarsızlığı  olan,  akıl  ve  mantığın  kabul  edemeyeceği,  gerçek  Aleviliğin  ne  olduğunu  ortaya  koyarak  bir  çok  soruyu  da  yönelten  Alevi  kardeşlerimizin  reddettiği  ve  bizce  de  çok  absürt  anlatımların  yer  aldığı  rivayetlere  dayandırılan  Kırklar  Cem’i  ritüelini,  Kur’anın  doğruları,  Allah’ın  yaratmadaki  kanun,  ilke,  hüküm  ve  Sünnetullahı,  Peygamberimizin  mümtaz  şahsiyetiyle,  İslam’a  yaptığı  büyük  katkıları,  fakat  bunlara  rağmen  gerek  Emevilerin,  gerek  Abbasilerin  ve  Osmanlının  döneminde  kendisinin  ve  ailesinin  maruz  bırakıldığı  haksızlıkları,  kıyımları,  zalimliği  bilerek  ve  düşünerek  çok  sevdiğimiz,  saygı  duyduğumuz,  İmam  Ali'nin  de  şahsında  onaylamamız,  İslam’ın  bir  parçası  olarak  görmemiz  mümkün  değildir.  Aslında  Kur’anın  da  temel  hedefi  olan,  yukarıda  yer  verdiğimiz  gerçek  Alevi  kardeşlerimiz,  dile  getirdikleri   yaklaşımlarla  bu  konuda  bize  sorgulayacak,  söyleyecek  bir  söz  de  bırakmamışlardır.  Bizim  de  bu  gerçek  Alevi  kardeşlerimizi  kutlamamız,  onların  mücadelesinin  yanında  olmamız,  aslında  Kur’anın  gerçek  İslam’ının  hedefidir.  Allah’ın  selamı,  rahmeti,  bereketi  ve  Kur’anın  doğrularıyla  özgürce  yaşayabilme,  kendilerini  ifade  edebilme  olanakları  bu  kardeşlerimizin,  düşünebilen,  sorgulayabilen,  aklını  ve  vicdanını  kullanabilen  bütün  Müslüman  kardeşlerimizin  üzerine  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR !  ALLAH'IN  RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !...

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

Mustafa  Cemil  Kılıç (  Yükselen  Alevilik )

Mehmet  Özgür  Ersan  Blok  Milliyet

Gölpınarlı :  Mevlevi  Adab  ve  Erkânı

Aytekin  Maras  s. 7 -9

Derviş  Baba  Türbesi :  Kırklar  Meclisi - Kırklar  Cemi

Orhan  Şahin  :  Miraç  Olayı,  Kırklar  Cemi,  Cem  Erkânı  ve  Semah

Söz  ve  Şiir / 40  rakamının  gizemi  ve  Kur’anda  Kırklar

Alevi  Sözü   Kırklar  Cemi  Masalı

Üçler  Yediler  Kırklar  otekileringundemi.com

Doç. Dr.  İbrahim  Aslanoğlu :  Alevilikte  Üçler  Beşler  Yediler

Prof.  Dr.  Süleyman  Uludağ  Dört  Kapı  Kırk  Eşik

Facebook.com  Alevilikte  Kırklar  Cemi  Varmı ?  Barış  Aydın

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET