Konu Detay

TASAVVUF DİNİNDE SIRLAR VE KERAMETLER

 01.03.2018
 3510

Din,  doğruyu  ve  güzeli,  ahlâkı  ve  adaleti,  sevgiyi  ve  barışı,  huzuru  ve  mutluluğu,  üretimi  ve  paylaşmayı  toplumların  yaşamına  hakim  kılmalıdır. Bu  nedenle  insanın  yaratılışından  bu  yana,  Allah  katında  bu  hedeflere  ulaştırabilecek,  birlikte  yaşama  kurallarını  sadece  Allah'ın  belirlediği  tek  bir  din  vardır,  o  da  Allah’a  ait  Hakk  Din  olan  İslam’dır.  Bu  da  Tevhit'e,  Allah’ı  birleme,  ( Lailâhe  illallah )  Allah’tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  demenin,  sadece  Allah’ı  tesbih  edip  /  her  türlü  karalama  ve  saldırılardan  arındırıp,  yücelterek  ortak  koşmadan  Allah’ın  kitaplarında   belirlediği  gibi  iyi  bir  insan  olma  yolunda  hareket  etme  ve  şuuruna  dayanır. Bu  şuurda  sınıfsal  farklılık  ve  aracı  ilâhlarla   hiyerarşi  yoktur,  Allah'ın  Kendi  hükmüne  peygamberler  de  dahil  hiç  bir  kimseyi  ortak  etmeyeceği,  yapacaklarını  hiç  bir  kimseye  ve  aracıya  havale  etmeyeceği  bilinir.  Zamanımızda  ve  kıyamete  kadar  da  bu  şuurun  ve  öğretinin  yegâne  kaynağı  da  Kur’an  olacaktır.  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  Ali  İmran  Sûresinin  85. ayetinde  “  Kim  İslam’dan  başka  bir  din  ararsa,  bilsin  ki,  o  din  ondan  kabul  edilmeyecek  ve  o  ahirette  hüsrana  uğrayanlardan  olacaktır. “  denildiği  halde,  bugün  Kur’anın  içinde  nelerin  olduğunu  bilmeyen  ülkemizdeki  insanlarımızın  büyük  çoğunluğu  Müslümanlığı,  Kur’anın  Hakk  Dini  İslam’la  değil  de,  yüz  yıllardır  uydurulmuş  hadis  ve  rivayetlerle  Kur’anın  dışında  Tarikat  ve  Cemaat  toplantılarıyla  kulaktan  kulağa  aktarılarak  ortaya  atılmış,  aksine  Tevhit  inancının  ve  bilincinin  tamamen  dışında,  önderlerinin  de  aşk  dini  olduğunu  söyledikleri  Tasavvufi  Sufi  unsurlarla  oluşturulmuş  bir  dini  yaşamaktadır. Biz  de  bu  yazımızda  Kur'anın  İslam'ı  Hakk  Dinin  doğrularının  ışığı  altında  Tasavvufi  Din  ve  Felsefesi  konusunu  ana  hatları  ile  ele  almaya  çalışacağız.

Tasavvufun,  kollarının  ve  meşreplerinin  her  birinin,  her  kafadan  çıkan  ayrı  sesle  yüzlerce  Evliya  ve  müctehid  tarafından  yapılmış,  edep,  marifet,  hakikat,  şeriat,  zahir,  batın,  tahakkuk  ayrıntıları  ile  ilgili  binlerce  sayıya  varan  pek  çok  tanımı  bulunmakta  ve  ana  hatlarıyla  “  Her  şeyden  önce  hayatı  Kur’an  ve  Sünnet  istikametinde  tanzim  edebilme  gayretidir “  denilse  de,  insanları  Allah'la  aldatarak  uyuşturmanın  dışında  pek  gerçekçi  olmamakta,  aslında  bu  inancın  içerisinde  Kur'an   bulunmamakta,  sadece  bazı  ayetleri  saptırılarak  zaman  zaman  bir  araç  olarak  kullanılmakta,  hazret  unvanı  ile  yüceltilen  birtakım  Evliya  denilen  aracı  kişiler,  şirkin  ta  kendisi  olarak  Allah'a  ortak  yapılmaktadır. Tasavvufu  oluşturan  Sufilik  ise  " gönlü  saf,  temiz,  ermiş,  zahirde  ( görünürde ) halk  ile,  batında  ( gerçekte ) Hakk  ile  olan,  nefsinde  ölen,  Hakk  ile  diri  kalan  "  olarak  tanımlansa  da,  Kur’an   anlaşılmak  üzere  okutturulmadığı,  çoğunlukla   aklın  kullanılarak  devreye  sokulmadığı,  sorgulanamadığı  ve  içine  girildiği  zaman  Kur’anla  hiç  ilgisinin  de  olmadığı,  Peygamberin  getirdiğinin  ve  Kur’anın  yerine   Evliya,  Şeyh  ve  Mürşidin  mana  ötesi  ile  hakikati  arama  yalanlarıyla  uydurduğu  bambaşka  bir  inanç  felsefesi  ve  din  olduğu  görülür.  Tasavvuf  ve  Sufilik  sözcükleri  bir  terim  olarak  Kur'an  ayetlerinde  yer  almaz.  Peygamberimizin  zamanında  böyle  akımlar  da  yoktur. Müslümanlar  Tasavvuf  sözcüğü  ve  hareketi  ile  Irak,  Horasan,  Suriye  ve  Mısır'da  eş  zamanlı  olarak  çeşitli  isimler  altında  8. yüzyıldan  itibaren  tanışmaya  başlamış  iseler  de  Anadolu'ya  İslam,  dokuz  yüzlü  yıllarda   Kur’anla  değil,  maalesef  sufi  denilen  abid  / sürekli  ibadet  halinde  olan  ve  zahid /  dünya  nimetlerine  ve  maddeye  karşı  ilgisiz  olma  halinde  tavır  takınan  kişilerle,  uydurma  hadis,  rivayet  ve  kerametlerle  kamufle  edilmiş  Tasavvuf  ile  gelmiştir.  Elde  çoğaltılmış  ve  yazılı  bir  Kur'an  olmadığı,  Kur’anı  anlamak  üzere  okuyamadığı,  içinde  nelerin  olduğunu  bilmediği  için,  Kur’andan  uzak,  cehalet  ile  biat  etme  yapısı  içinde  olan  ümmet,  yüzyıllardır  kültür  ile  geleneği,  gelenek  ile  de  dini  birbirine  karıştırıp,  aklını  kullanıp  da  sorgulayamadığından,  Allah'la  aldatılmanın  farkına  da  varamamış,  önüne  konulan  Tasavvuf  dayatmasının   esaretinden   ne  yazık  ki  kurtulamamış,  onunla  karışık  bir  dini,  yaşam  ve  İslam  olarak  kabul  etmiştir.

Tasavvuf,  Peygamberimizin  vefatından  bir  süre  sonra  İslam’ın  yozlaştırıldığı,  adına  uydurulan  binlerce  hadis  ve  rivayete  sünnet  denilip  ardından  gerçek  dışı  binlerce  uydurma  kerametin  devreye  sokulup,  mütedeyyin  insanların   maalesef  Allah’la  aldatıldığı  alanlardan  en  etkili,  şirk  ve  küfür  içinde  olmanın   en  önde  gelen  heyula  ( en  korkunç ) bir  aracı  olmuştur.  Tasavvuf  sözcüğü  Arapçada  yün  anlamındaki  "  sûf "  kökünden  gelmektedir.  Yoğunlaşmış  ibadet  yolunu  tutanlara  da  o  dönemde  yün  elbise  giymiş  anlamına  gelmek  üzere  "  Sûfî "  denilmeye  başlanmıştır.  Tasavvuf  içinde  olanlar  Kur’anı  anlamak  üzere  okumazlar.  Kendilerine  zaten  sadece  Arapça  hatim  etmenin  dışında  bir  şey  anlamazsınız  diye  de  okutturulmaz.  İnsanların  elinde  Türkçe  meallendirilerek  yazılarak  çoğaltılmış  bir  Kur'an  da  yoktur. İlmin  Şeyhlerine  doğrudan  doğruya  Allah’tan  geleceğine  inandırılırlar.  Kur’an  Tasavvufun  kitabı  değildir. Tasavvufun  uydurma  kerametlerle  dolu  kendi  kitapları  vardır,  ama  müritler  onları  da  okuyup  içinde  nelerin  olduğunu  bilmezler  ve  akıl  ile  sorgulamazlar.  Çünkü  Tasavvuf  dini,  okumanın  öğrenmenin,  aklın  ve  ilmin  karşısındadır. Tasavvufun  bütün  mürşitlerinde  olduğu  gibi  İmam  Gazali  de  dahil,  en  ünlü  ve  önde  sayılan  Velilerinden  olan  Muhyiddini  Arabi  ( İbnü’l  Arabi ) “  Her  Peygamberin  deccali  bir  firavun  vardır,  Evliyanın  deccali  ise  fakihler  ve  alimlerdir. “  dediğinden  dolayı  daha  baştan   Felsefeye,  Filozoflara,  Tasavvufta  düşünmenin,  aklın,  sorgulamanın,  ilmin  kapısı  kapatılmaktadır. Halbuki  gerçek  İslam’ın  kaynağı  Kur’anda  ilk  vahiy  " oku  /  öğren,  öğret,  topla,  dağıt  "  emriyle  başlamakta,  Zuhruf  Sûresinin  2. ayetinde  " Mubin  /  apaçık  Kitap  kanıttır  ki :  Biz  onu  aklınızı  kullanasınız  diye  Arapça  bir  okuma  yaptık. "  Furkan  Sûresinin  43 - 44. ayetlerinde   Kötü  duygularını,  tutkularını  kendine  tanrı  edinen  kişiyi  gördün  mü ?  Yoksa  sen  onların  çoğunun  gerçekten  vahye  kulak  vereceğini  yahut  akıllarını  kullanacaklarını  mı  sanıyorsun ?  Onlar  ancak  hayvanlar  gibidir.  Aslında  yol  bakımından  daha  sapık  /  aşağıdırlar. “  Enfal  Sûresinin  22. ayetinde  “  Şüphesiz  yeryüzünde  dolaşan  canlıların  Allah  katında  en  kötüsü,  aklını  kullanmayan  şu  sağırlardır,  dilsizlerdir. “  denildiği  gibi  onlarca  ayette  de  akledin  diyen  ifadelerle  Kur'anın  İslam'ında  okumaya,  öğrenmeye,  ilme,  düşünmeye  ve  sorgulamanın  önemine  dikkat   çekilmekte,  görmeyen,  duymayan,  sormayan,  konuşmayan,  sürü  gibi  olan  insanlar  yerilmektedir.

Tasavvuf,  inançları  ve  temel  ilkeleri  ile  Yunan  Helenizminin,  Yahudiliğin, ( Kabbala )  Hristiyanlığın, ( Mistitizm )  Budizmin, ( Nirvana )  Mecusiliğin,  bir  kısmı  da  İslam’ın  harmanlanmasından  “  dünya  nimetlerinden  asgari  ölçüde  vazgeçerek,  başlangıçta  kişilerin  ve  çevrenin  kınamasını  umursamayarak,  Allah'ın  kınaması  korkusundan  korkmak  olarak  niteledikleri  melamilik  ile,  melamet  hırkasını  giyip  kâmil  insan  olma  hedefiyle  adeta  hayatı  terk  ederek  ömrünü  büyük  ölçüde  ibadetle  geçirme  “  anlayışının  Hristiyanlardaki  kendisini  kiliseye  adayan  ruhban  sınıfının  taklidi  olarak ( sözde ) İslam’la  sıvanarak  aktarılmış  halidir.  Rahip  ve  Rahibeler  gibi  kendilerini  dine  adayarak  evlenmedikleri  gibi,  bizdeki  Mürşitler  de  evlenmemekte  ama  her  türlü  sapkınlığın  içerisinde  de  olabilmektedirler.  Dolayısıyla  Tasavvuf  Dini,  İslam  Dinine  alternatif  olarak  üretilmiş  apayrı  bir  dindir.  Bu  dinle  ilgili  olarak  yedi  yüz  yıllarından  itibaren  İlk  defa  Hasan  Basri  ve  onun  iki  talebesi  Ferkad  Es  Sabahi  ( Irak  ölümü  729 ) ile  aslında  daha  önce  de  İran'da  bir  tefeci  olan  Habibi  Acemi  ( Irak  ölümü  738 )  tarafından  Tasavvuf  ilminden  söz  edilmeye  başlanmıştır. Ferkad  Es  Sabahi  ilim  sahibi  olarak  fesahata  ve  belagata  uygun ( İkna  edici  ve  inandırıcı  konuşma  ile )  faziletli  Tasavvuf  hadislerini,  bu  konularda  cahil  olduğu,  Kur'anı  da  doğru  dürüst   bilmediği  için  Habibi  Acemi  de  Tasavvufi  kerametleri  uydurmaya  başlayarak,  Tasavvufun  filizlenmesine  zemin  hazırlamışlardır.  Malik  bin  Dinar,  Fazıl  Rakkasi,  Cabir  b. Hayyam,  Mansur  b. Ammar,   Hallacı  Mansur,  Cüneyd  Bağdadi,  Beyazidi  Bestami  yazdıkları  eserlerle  ilk  dönemin  Tasavvuf  inancının  kurucuları  olmuşlar,  hemen  bu  yüz  yılın  akabinde  Yunan  Felsefesinden  büyük  ölçüde  etkilenen  İslam  filozoflarından  Farabi  ( ölüm  951 ) Sudûr / taşma  adlı  eserinde  Allah  zorunlu  varlık,  salt  akıl  olmasından  dolayı  “ Allah  kendinden  başka  bir  şey  yaratmadı,  her  şey  Allah’tan  sudûr  etti (  saçıldı )  her  şey  ondan  çıktı,  her  şey  onunla  bir  olan  onun  parçalarıdır. “  ( el - Medinetü'l  fadıla,  sa. 37 - 58,  es  Siyasetü'l -  medeniyye  sa.  31 - 55 )  demiş,  böylece  Tasavvuf  inancının  temeli  atılmıştır. 

Daha  sonra  Tasavvufa  en  büyük  ve  kökleşecek  esası  getiren  de  İspanyadaki  Endülüs’te  doğup  yetişmiş  olan,  bu  eserlerden, İhvan  es  Safa  risalelerinden  ve  Hallac ı  Mansur’un  ( İran  858 – 922 )  “  Enel  Hak  “  ( Ben  de  Allah’ım,  Allah’ta  eriyip  yok  olma,  Hak  ve  Halk  Bir'dir ) felsefesinden  etkilenen,  kendisine  ( İbnü’l  Arabi ) ( et – Tayy'i  el  Hatimi )  ( ışınlanarak  mekân  değiştirebilen )  de  denilen  Muhyiddin i  Arabi  ( 1165 – 1240 )  olmuştur. Yahudilerin  Tasavvufu  olan  Kabbala  önderlerine  mistitizmi  ve  Tasavvuf   felsefesini   öğretirken,  onlardan  da  uydurma  ebcet,  cifir / şifre  ilmini  ( Harf  ve  rakamlarla  uydurma  geleceği  belirleme  kandırmacasını ) öğrenmiştir. Bu  yolla  adeta  falcılık  yaparak  sultanları  dahi  etkisi  altına  alarak  yönlendirebilmiş,  birçok  alimin  kendisini  sapkın,  ikircikli  bir  yapıda  olarak  nitelendirmesine  rağmen,  Kuzey  Afrika,  Mısır,  Mekke,  Medine  ve  Anadoluya   kadar  gittiği,  gezdiği  bütün  yerlerde  çok  büyük  itibar  görmüştür. Fena  Fillah  inancında  ( Allah’ta  yok  olmak )  geleneksel  felsefesini  geliştirmiş,  eserler  yazmıştır. İbnü’l  Arabi  eserlerinde  “ Tanrı  üçtür  diyen  Hristiyanlar  yanılmışlardır,  halbuki  Allah  sonsuzdur,  sonsuz  sayıda  görünen  her  şey  Allah’ın  parçalarıdır,  Allah  Kendinden  başka  bir  şey  yaratmamıştır,  yaratılmış  olduğunu  gördüğünüz  her  şey  vücudun  birliğidir.  ( Mevcudatın  birliği )  “  ( Füsûsul  Hikem  sa. 267  Türkçe  çevirisi  sa. 171 ) diyerek  “  Vahdet i  Vücut  ( La  Mevcuda  İllallah )  Allah’tan  başka  mevcut  yoktur,  “  diyerek  Panteist  felsefesini  yaygınlaştırmıştır. Her  ne  kadar  mantık  açısından  Yaratan,  yaratılmıştan  ayırdedilmiş  ise  de  Tenzih  ile  Teşbih,  aşkınlığın  yüklendiği  Hak,  içkinliğin  yüklendiği  Halk  ile  aynıdır ( Füsus  sa.  106 )  demiş,  Bir'le  çok  arasındaki  münasebeti  Hak  ve  Halk  olarak  ifade  etmiştir.  Bu  münasebetleri  de  "  Ayna - hayal,  Şey  ve  gölgesi,  Kalpler  ve  dönüş,  Nokta  ve  daire,  Beden  ve  azaları  mecazları  ile  açıklamaya  çalışmıştır. (  Füsus  sa.  103 - 252,  Fütuhat  II  Sa.  467  )

O'na  göre  bu  felsefenin  temeli  de  " Sen  kulsun  ve  tanrısın ... Sen  tanrısın  ve  kulsun ..."  ( Fisusul  Hikem  Vahiyden  Kültüre  Celaleddin  Vatandaş  Pınar  yayınları  sa. 160. )  " O  beni  över,  ben  de  O'nu,  O  bana  tapınır,  ben  de  O'na "  (  Füsûs  sa. 283  İbnü'l  Arabi  Sufilik  ve  Fena  Görüşü ) diyerek  neye  taparsanız  Allah’a  tapmış  olursunuzdur.  Tasavvuftaki  bu  inanca  göre  kâfirler  de,  müşrikler  de,  Hinduların  ayaklarını  yıkayıp  taptıkları  taştan  fil  heykeli  de,  bütün  putlar  da  Allah’ın  bir  parçasıdır,  çünkü  onlara  göre  Allah  her  şeyi  nurundan  yarattı,  iyiliğinden  iyileri,  kötülüğünden  de  kötüleri  yarattı.  Allah  Kendini   cezalandırmayacağına  göre  Musa  da  birdir,  Firavun  da  birdir,  ikisi  de  Cennete  girecektir  denilmektedir. Peki  o  zaman  sormamız  gerekir !  Kur'anda  yüzlerce  ayette,  Allah'ın  ayetlerini  inkâr  eden  kâfirlere,  canlı  cansız  her  türlü  putu  Allah'a  ortak  koşup  şirke  bulaşan  müşriklere,  yalanlarla  insanları  kandıran,  emeğini  sömüren,  zulüm  eden  zalimlere  Ahiret  gününü  hatırlatan,  Cehennem  azabını  aktaran  uyarılar  neden  bulunmaktadır ?  Bu  uyarılar  kimleredir ?

Tasavvufa  göre  ilkelerini  ve  inancını  yaşayarak  anlatanlar,  ya  Kesbidir ( İlmini  çalışarak  elde  etmiştir. )  ya  Vehbidir  ( İlmi  kendisine  Allah’ın  bir  hibesidir )  denilir.  Onlar  ilmi,  Allah’la  ilişki  kurarak,  okumadan,  eğitim  görmeden  doğrudan  Allah’tan  aldıklarını,  yazdıkları  bütün   eserleri  kendilerinin  yazmadığını,  onlara  vahiy  diyemezler  de  ilhamatla  yazdırıldığını  söylerler.  Bunlara  aynı  zamanda  Müceddit  ( Dindeki  yanlışlıkları  düzeltecek  olan  alim )  denir. Bu  inancı  savunmak  için  de,  Süneni  Ebi  Davud  Kitabı  Melahimede  yer  aldığına  göre  Peygamberimizin  adına  da   güya  “  Her  yüz  senenin  başında  Allah,  bu  ümmete  dini  yenileyen  bir  müceddit  gönderir,  dinin  emirlerini  yeniler. “  dediği  bir  rivayeti  uydurmuşlardır.  Bu  hadis'e  inanmış  olanlara,  Enam  Sûresinin  50. ayetinde  Peygamberimizin  "  Ben  gaybi  bilmem,  melek  de  değilim  "  bir  çok  ayette  ben  bir  beşerim,  bana  vahyedilene  tabi  oluyorum,  sadece  bir  uyarıcıyım  dediğini  önemle  hatırlatalım. 

Herhalde  bu  bağlamda  da  müritlerinin  zamanımızın  Müceddidi,  Üstadı,  Bediüzzaman  Hazretleri  ( Zamanın  yoktan  yaratanı )  dedikleri  Saidi  Nursi  de,  Tasavvuf  felsefesindeki  yaratılışta  sırlardan  biri  olarak  kabul  edilen  Nur  ve  Naz  makamı  kavramından  yola  çıkarak,  yazdığı   eserlerine  Risale  i  Nur  adını  vermiştir.  Aynı  zamanda  bu  eserlerin  etrafında  toplanan  insanların  oluşturduğu  Nur  Tarikatının  kurucusu  olan  Saidi  Nursi  ( 1877 - 1960 )  Sırrı  dekayık  ( ince  sırların  kaynağı ) Feyyazi  Rahmani  (  Allah'ın  feyizlerini  veren )  Züddet  ül  meani  ( manaların  özü )  Lütfu  Yezdan  ( Allah'ın  lütfu )  diyerek  övdüğü,  şirke  bulaştıklarının  dahi  farkında  olmayan  talebelerinin  de  din  ve  inanç  için  adeta  Kur'anın  önüne  koyduğu  Hizmeti  İmaniye,  Kur'aniye  adını  verdiği  Risale  i  Nur  külliyatı  eserlerini,  Tasavvuf  Dininin  bütün  Kutup  ve  Evliyası  gibi,  o  da   kendisinin  yazmadığını,  ilhamatla  yazdırıldığını  ima  etmiş,  mektubat  numaraları  ve  Kitabı  mubinin  nurlu  lemaatıdır  diyerek  lemalar  halinde  yayınlamıştır.  Ama  tarih  boyunca  görülmüştür  ki  Kehf  Sûresinin  104. ayetinde  “  Onlar  yapay  olarak  güzellik  ürettiklerini  sanırken,  dünyadaki  çalışmaları  /  bütün  çabaları  boşa  gitmiş  olan  kimselerdir.  “  uyarısı  ile  güzel  bir  iş  yapıldığı  zannedilerek  hatalar  içerisinde  olunabileceği  önemle  vurgulandığı  halde  Mücedditlerin  bazıları,  Din  adına  iyi  bir  şey  yaptıkları  inancıyla,  farkında  olmadan  dahi  olsa   Allah’ın  gerçek  Hakk  Dinini  tahrif  eden,  ortadan  kaldıran  Mütecedditlere  dönüşmüşler,  bir  çok  Kur'an  ayetinin  uyarılarına  rağmen,  aksine  Dinin  paramparça  edilmesinin  sorumluları  olmuşlardır. ( Risale i  Nur'da  Sırlar  ve  Kerametler  başlıklı  yazımızda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Tasavvufun  temel  inancını  oluşturan  ve  ardından  yüz  yıllarca  geçen  zaman  içerisinde  pek  çok  Velinin  /  Evliyanın,   Şeyhin  benimseyip  izinden  gittiği  Muhyiddin  i  Arabi’nin  bu  felsefesini  Kur’an  ayetleri  ve  Tevhit  öğretisi  içerisinde  inceleyecek  olursak,  Allah’ın  Kur’anda  bize  belirttiği   ayetlerine,  Vahdaniyet,  Muhalefetün  lil  havadis,  Vücut,   Kıdem,  Beka  ve  Kıyam  Binefsihi  sınırsızlık  ve  sonsuzluk  olan  zatı  sıfatlarına   aykırıdır,  küfür  ve   şirk  ile  dolu  ve  İslam’dan  bambaşka  bir  din  olduğu  görülür.  Oysa  Kur’anda ;

İHLAS  1 – 4  :  O  Allah,  Ehad’dır  /  Eşi  ve  benzeri  yoktur.  Samed’dir.  /  Hiç  bir  şeye  muhtaç  değildir.  Her  şey  O'na  muhtaçtır.  Doğurulmamıştır,  doğurmamıştır,  Ve  O’na  hiçbir  şey  denk  olmamıştır.

ENAM  101  :  O,  gökleri  ve  yeri  yoktan  var  edendir.  O’nun  eşi  olmadığı  halde  nasıl  olur  da   O’nun  çocuğu  olabilir.  Ve  O,  her  şeyi  oluşturmuştur.  Ve  her  şeyi  en  iyi  bilendir.

Ayetleriyle  Yüce  Rabbimiz  Allah’ın  doğurmamış,  Kendisinden  sûdur  etmiş  herhangi  bir  parçasının,  oğlunun,  eşinin  ve  benzerinin,  Kendisinden  başka  bir  denginin  de  olamayacağı,  her  şeyi  de  yoktan  yarattığı,  oluşturduğu  belirtilmektedir. ( Allah'ı  Kur'an  ile  Tanıyalım  başlıklı  yazımızda  daha  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Onbirinci  yüz  yılda  Bağdat’ta  Nizamiye  Medreseleri  kurulup,  "  Sufinin  marifet  nuru,  takva  nurunu  söndürmez.  Sufi,  Kur'an  ve  hadisin  zahiri  hükümleriyle  çelişen  batıni  bir  ilimden  söz  etmez.  Sahip  olduğu  kerametler,  Allah'ın  mahremiyet  perdelerini  yırtmasına  sebep  olmaz. "  (  El  Luma  sa.  61. ) diyerek  hadisleri  de  devreye  sokarak  tasavvufu  tanımlayan  ve  öven,  önce  İmam  Kuşeyri  ( İran  986 – 1072 )  ve  ardından  "  Zahiri  ilimlerle  Allah'a  yaklaşılır  düşüncesinde  olanlar  mecnundur. "  ( İhya  I. 26 )  diyerek  bilimi,  okuyup  öğrenmeyi  ve  sorgulamayı  da  yasaklayan,  filozof  ve  düşünürlerin  karşısında  olan  İmam  Gazali  ( İran 1058 – 1111 )  baş  Müderris  yapılınca  artık  bu  felsefenin  ardından  giden  yüzlerce,  binlerce  Sufi  yetiştirilmeye  başlanmış,  Tasavvufun  öğretileri  ile  Allah'la  aldatmanın  en  yoğun  dönemine  ulaşılmıştır.  Böylece  dinini  öğrenmek  isteyen  mütedeyyin  insanlara  anlayarak  okunan  Kur'an,  ilim  ve  aklın  kullanılmasını  öneren  İbn  i  Rüşt  değil,  İmam  Gazali  okutturulduğu  için,  elini  eteğini  dünyadan  çekerek  Tasavvufu  yaşayanlar,  kendilerine  Zâhidler,  Zuhhat, ( Mal  mülk  sevdasından  dünya  nimetlerinden  yüz  çevirenler )  Ulvab,  Tevvabu ( çok  tevbe  eden )  Kutsas  ( Gerçek  dışı  çok  hikâye  keramet  anlatan )  keramet  sahibi  denilen,  ilimden,  gelişmeden,  medeniyetten   uzak,  üretimi  olmayan,  çalışmayan,  hiç  bir  işe  yaramayan,  bir  lokma,  bir  hırka  diyen  miskinleşmiş  ve  uyuşmuş  Sufilerle,  müritlerle  Tekke  ve  Zaviyeler  dolup  taşmıştır. 

Yetiştirilen  bu  Sufiler  daha  sonra  elde  Musa'nın  asası,  yol  erenleri  görünümüyle,  anlattıkları  gerçek  dışı  uhrevi  kerametlerle,  daha  sonraları  da  Ehlisünnet  denilen  Sünni  ve  Ehlibeyt  denilen  Şii  Alevi  mezhep  bölünmeleriyle  ortaya  çıkan  Abdallar,  Dedeler  de  bu  kervana  kendi  inanç  kültürleriyle  katılarak,  şiirler  söyleyerek  köy  köy,  köşe  bucak,  karış  karış  dolaşmış,  Kur'andan  uzak  olan  yeni  bir  din  ve  inanç  olgusunu   Anadolu'ya,  tüm  orta  doğuya,  Horasan,  Türkistan  ve  uzak  doğuya  aşılamışlardır.  Halbuki  Kur’anda  Tevbe  Sûresinin  31. ayetinde  “ Onlar  Allah’ı  bırakıp  bilginlerini  ve  rahiplerini  /  din  adamlarını  tanrı  edindiler. “  uyarısı  da  görülmezden  gelinmesine  rağmen,  birçok  ayetle,  Din  adamları  sınıfı  deşifre  edilmekte,  şirk  tehlikesine  dikkat  çekilerek  gündeme  getirilmektedir. Bütün  bu uyarılara  rağmen  aradan  geçen  yüzyıllar  sonunda  bu  felsefe  ve  inanç  sisteminin  devamında  bugünün  şalvar,  cübbe,  sarık,  sakal,  yakasız  gömlek  ile  dindar  görünümlerini  aksettiren,  siyaseti  de  ele  geçirerek  dinci  olmuş  Zuhhat  ve  Zâhidlerini  de  karşılaştıracak  olursak,  artık  elde  Musa'nın  asası,  yol  erenleri  görünümü  de  kalmamıştır.  Bir  lokma,  bir  hırka  yerine,  istismar  ettikleri  mütedeyyin  insanların  sayesinde  kurdukları  vakıflarla,  şirketlerle,  hepsinin  bir  eli  yağda,  bir  eli  balda,  son  model  arabalarla  havuzlu  villalarda,  el  altında  tutulan  köleleştirilmiş  hizmetçi  müritlerle  lüks  bir  yaşamın  içerisindedirler.

Tasavvufun  Vahdeti  Vücut  ( Vahdetin  birliği )  ve  Gavs  olmak  üzere  iki  unsuru  vardır.  Ricalül  Gayb ( Gayb  Erenleri ) ( Gaybi  bilen )  denilen  ( Çağırıldığı  zaman  daima  orada  hazır  olan )  bir  Hazrete  bağlanmadan,  Kutbul  Aktab  ( Kutublar  Kutubu ) ( Her  şeyin  onun  etrafında  döndüğü  değirmen  taşının  mili  )  Gavs  olmadan  Tasavvuf  olmaz.  Evliyanın  en  yüksek  mertebesinde  bulunan  Kutbul  Aktab’a  ( Kutuplar  Kutbuna )  aynı  zamanda  Gavs  Hazretleri  denir.  Gavsların,  Allah’ın  bütün  bilgisine  ( Gaybi  bilgilere )  ortak  olduğuna  inanılır. Tasavvufta  sadece  bir  kişi  Allah’ın  sevgilisidir.  O  da  Gavs  Hazretleridir.  Halbuki  Peygamberimiz  de  dahil  bütün  peygamberler  ( Ricalül  Gayb )  gaybi  bilenler  değillerdi.  Kur’anda  Fussilet  Sûresinin  6. ayetinde  “  De  ki  “  Ben  sadece  sizin  gibi  bir  beşerim.  Bana  “  Sizin  ilâhınızın  bir  tek  ilâh  olduğu  vahyediliyor. “  Necm  Sûresinin  2 – 4.  ayetlerinde  “  Arkadaşınız  deli  mecnun  değildir.  /  sapmamıştır,  azmamıştır.  O  boş  iğreti  arzusundan  da  konuşmuyor.  Ahkaf  Sûresinin  9. ayetinde  de  “  De  ki  :   Ben  elçilerden  ilk  ortaya  çıkan  biri  değilim.  Ve  ben  bana  ve  size  ne  yapılacağını  bilmiyorum.  Ben  sadece  bana  vahyedilene  tabi  oluyorum.  Ve  ben  apaçık  bir  uyarıcıyım. “  Yine  Enam  Sûresinin  50. ayetinde  de  "  De  ki  :  Ben  size  Allah'ın  hazineleri  benim  yanımdadır  demiyorum.  Gaybi  de  bilmem.  Size  Ben  bir  meleğim  de  demiyorum.  Ben  yalnızca  bana  vahyedilene  uyuyorum. "   ifadeleriyle   Peygamberimizin  gaybi  bilmediği,  bir  beşer,  onların  arasından  gelen  ve  onlardan  farklı  olmayan  bir  arkadaşları  ve  sadece  bir  uyarıcı  olduğu  dile  getirilmektedir.

Tasavvufta  her   bilgi,  her  şey  sadece  Mürşitlerin  kendilerinin  vakıf  olduğu  sır  haline  getirilip  kandırma  yoluna  gidildiği  için,  mevcut  olan  üç  sır  kavramına  ve  bunlardan  yaratılış  teorisindeki  sırra  ve  inançlarına  göre  " Allah,  önce  bir  nur  var  etti.  Allah  yarattığı  bu  nura  da  aşık  oldu. "  Sonra  her  şeyi  de  bu  nurun  aşkına  yarattı.  Bu  nur,  Adem  Peygamberle  Havva'nın  evliliğine  şahitlik  etti,  önce  Adem  peygambere  daha  sonra   silsile  yolu  ile  son  peygamber  Muhammed ( a.s. ) a,  onun   fiziki  olarak  bu  dünyadan  ayrılmasından  sonra  da  Allah'ın  nuru  ölmeyeceğinden,  Nuru  Muhammedi  Gavslara  intikal  etmiştir. Bu  nedenle  peygamberlere  ve  Gavslara  Allah'ın  aşık  olduğu  sevgilisi,  Tasavvuf  dinine  de  aşıklar  dini  denir.  Çok  ünlü  şeyhlerden  Molla  Cami ( Afganistan  1414 - 1492 )  Nefahat  ül  Üns  adlı  eserinde  Celaleddin  Rumi   için  "  O  peygamber  değil  ama  kitabı  var. "  diyerek  onun  eserlerinin  de  ilhamatla  yazdırıldığını,  Allah'ın  aşık  olduğu  sevgilisi  olduğunu  ifade  etmiştir.  Bu  düşüncelere  bağlı  olarak  da  "  Kâ'betü'l  uşşak  başed  in  makam.  Her  ki  nakıs  amed  inca  şod  temam "  ifadesinden  oluşan,  hat  sanatı  ile  farsça  olarak  yazılmış  olan  ve   "  Burası  aşıkların  Kâbesidir.  Buraya  eksik  giren  herkes  tamamlanmış  olarak  çıkar. "  anlamındaki  Molla  Cami'nin  Celalettin  Rumi'nin  Türbesine  defalarca  yaptığı  ziyaretlerinden  sonra  söylediği  beyit,  bu  yazının  üzerinde  de  yine  " Ya  Hazreti  Mevlâna "  denilen  Arapça  yazı,  türbesinin  giriş  kapısında  yer  almaktadır.  Böylece   Celaleddin  Rumi'nin  öğretisinin  aşk  kapısı  olduğu  ifade  edilmektedir. Halbuki  Tasavvuftaki  bu  sır  inancı,  Kur'anda  ve  gerçekte  olmayan  Adem  ve  Havva'nın  evlenmesi,  Adem'in  Cennette  yaratılması  anlatımları  ve  inancı,  tamamen  uydurma  rivayetler  olduğu  için  temelden  sakattır.

Aslında  sadece   Allah'a  ait  olan  "  Her  zaman  ve  her  yerde  hazır  olan "  anlamındaki  " Hazret "  unvanı  ile,  yine  Allah'ın  isimlerinden  biri  olan  ve  "  koruyup  kollayanımız,  gözetenimiz  "  anlamında  olan  Mevlâna  isminin  yanlış  ve  küfür  olarak  verildiği  Celaledddin  Rumi  ( Konya  1207 - 1273 )  Tasavvuf  felsefesi  içerisinde  Mevlevi  Tarikatının  kurucusudur,  dost  olduğu,  aslında  moğol  casusu  olarak  Anadoluya  gönderilen  Şemsi  Tebrizi'de  "  Mutlak  Kemalin  "  varlığını,  cemalinde  de  Allah'ın  nurunu  gördüğünü  belirtir.  Kendisini  yetiştiren  Şeyhi  Feridüddin  Attar ( 1145 - 1229 )  için  de  "  Attar  aşkın  yedi  şehrini  gezdi  de,  biz  ancak  bir  sokağının  dönemecindeyiz  "  diyerek  övgü  ile  onda  da  zuhur  eden  kerametlerine,  yedi  kat  gök  olarak  bilindiği  gökyüzünde  dolaşıp,  orada  öldüğü  halde  hayatın  ikinci  mertebesinde  yaşadığına  inanılan  peygamberlerle  görüşüp  geldiğine  yer  vererek,  Allah'ın  nuruna  ulaştığına  atıfta  bulunmuştur. O  da  Mesnevi  eserinin  birçok  yerinde  kendisine  ima  ile  Allah'ın  yazdırdığını  iddia  etmekte,  her  ne  kadar  özlü  sözlerle,  anlattığı  bazı  kıssalarla  insanlara  olumlu  ve  güzel  yönlendirmeleri  olsa  da,  yine  de  felsefesi,  uygulamaları  ve  Şeb'i  Aruz  /  Düğün  gecesi  / Sevgiliye  kavuşma  gecesi  ve  anlattığı  müstehcen  hikâyelerdeki  gibi  sapkın  inancının  temeli  ile  küfrün  ve  şirkin  dibine  inmektedir. Celaleddin  Rumi’nin  temeldeki  Vahdet  i  Vücut  inancı,  Mesnevisinin  kendisine  yazdırıldığını  ima  etmesi,  Tasavvuf  Dini  içerisindeki  sapkınlıkları,  ( Edip  Yüksel  :  Romalı  Celaleddin  ve  Amerika  Cilt  2, 3, 4, 5, Beyitler  3155 - 3160  sa.  137 - 138 )  Anadoluda  işgalci  moğol  istilasında  onlarla  birlik  olup  Ahi  Evrana  / Nasreddin  Hoca'ya  karşı  verdiği  mücadelelerle  işlediği,  alet  olduğu  cinayetler  hiç  de  öyle  masum  görünmemekte, ( Prof  Dr.  Mikail  Bayram :  Sosyal  ve  Siyasi  Boyutlarıyla  Ahi  Evren - Mevlânâ  mücadelesi )  eserlerinde  ayrıntıları  ile  anlatılmaktadır.  Görüldüğü  gibi  Tasavvufun  içinde  yer  alan  Mürşitler,  Adem  peygamber  ve  Havva  konusunda  olduğu  gibi  Evren  hakkındaki  birçok  bilgiden,  Kur'an  içerisindeki  kavramlardan  da  haberleri  bulunmamaktadır.

Tasavvufta  Allah'ın  nurunun  Gavslarla  devam  ettiğine,  bu  nedenle  Allah’ın  Sevgilisi  olan  Gavs  Hazretlerinin  her  istediğini  yerine  getirdiğine,  onun  nazını  çektiğine  inanılır.  Buna  bağlı  olarak  Tasavvufta  bir  naz  makamı  kavramı  vardır.  Böyle  olunca,  Gavs  Hazretleri  dururken  hiç  bir  mürit  doğrudan  doğruya  Allah’tan  bir  şey  isteme  edepsizliğine  girmemelidir,  nazının  geçmesinden  dolayı  Gavs  Hazretlerinden  istemelidir. Tasavvuf  dini,  Peygamberlerde  olmayan,  fakat  Gavs  Hazretlerine  adeta  ( haşa )  Allah  gibi  pek  çok  sır  ve  farklı  üstünlükler  atfetmektedir.  Gavs,  manevi  makamı  en  yüksek  olan,  kendisinden  yardım  istendiğinde  yardım  eden,  bir  çok  sırra  ve  keramete  vakıf  olan  Evliyanın  en  yüksek  makamı  olduğundan  dolayı  da  hemen  hemen  hepsinde  olduğu  gibi  " Ben  ilmimi  Hakk'tan  aldım. "  ( Sözler  ve  Notlar  sa. 21  Ömer  Öngüt )  diyebilen,  kimi  Fakihlerce  ve  hatta  zamanımızda  yaşamış  olan  Prof. Dr.  Yaşar  Nuri  Öztürk  Hoca  tarafından  da   ilk  dönemin  en  büyük  Alimi  olarak  övüldüğü,  kimilerince  de  en  ünlü  ve  sapkın  Şeyhlerinden  olduğu  değerlendirilmelerinin  de  yapıldığı  Bayezid  i  Bistami'nin  ( İran  804 - 874 )  "  Miraç  ile  biz  öyle  bir  deryaya  daldık  ki,  peygamberler  kıyıda  kaldı.  Benim  sancağım  Muhammed'inkinden  büyüktür.  Cübbemin  içindeki  Allah'tan  başkası  değildir. "  ( En  nûr  min  kelimati  Ebi't  Tayfur  Muhammed  b.  Ali  es  Sehlegi  164,  Tezkiretü'l  Evliya  I.  134 - 179  Feridüttün  Attar  206,  Prof. Dr.  Süleyman  Uludağ  Kitap  I. sa. 155  Diyanet  Vakfı  Yayınları,  T.D.V  İslam  Ansiklopedisi  Bayezid  i  Bestami,  Şatahat )  şirk  ve  küfür  içindeki  ifadeleri  de  nakledilmektedir.  Bu  bağlamda  gerçekte  olmadığı  halde  Tasavvuf  inancında  olanlara  göre  Gavs  Hazretlerinin  vakıf  olduklarını  iddia  ettikleri  uydurulmuş  sırlara  da  bakacak  olursak ;

* Gavslarda  Allah’ın  aşık  olduğu  bir  nur  vardır,  seyri  sülük  ( silsile )  ile  Gavslar  alttan  başlayarak  en  üst  mertebeye  çıkıncaya  kadar   Şeyhte  yok  olma ( Fena  Fi’ş  şeyh )  peygamberde  yok  olma ( Fena  fi’r  resul )  Allah’ta  yok  olma  ( Fena  fillah )  vasıflarını  kazanarak  ( Bekabillah )  ( Ölümsüzlük ) makamına  ulaşma  sırrına  erişir.

* Bekabillah  makamına  ulaşan  ve  bu  sırra  sahip  olduğunda  ( haşa )  Allah  artık  Gavs  Hazretlerinde  var  olur,  Allah  artık  onun  gözüyle  bakar,  Allah’ın  sıfatları  onun  üzerinde  toplanır,  artık  o  ölümsüzleşir.  Allah'ın  yaratmış  olduğu  Fizik  kanunları  onlar  için  hiç  önemli  değildir.  Eğer  aklınız  ve  mantığınız  kabul  ediyorsa !  Tayyi  mekân  yeteneği  ile  aynı  anda  değişik  yerlerde  bulunabilir,  İran'dan  bir  anda  Mekke'ye  gider,  yatsı  namazını  kılar  gelir. Öldükten  sonra  da  gelir  gider,  her  yerde   ve  çağırıldığında  hazır  olur. Bu  inanç  içerisindeki  zamanımızın  Kadiri  Tarikatının  müritleri  de  dualarında  “  Medet  ya  Abdül  Kadir  Geylani  Hazretleri  “  diyerek  hala  bugün   ölmüş  olan  Gavs  Hazretleri  Şeyhlerini  çağırmaktadırlar.  Halbuki  Kitabımız  Kur’anda  Müminun  Sûresinin  99 - 100. ayetlerinde  “ Sonunda  onlardan  birine  ölüm  geldiğinde,  Rabbim !  terk  ettiğim  şeylerde  salihi  işlemem  için  beni  geri  döndür  dedi.  Hayır  kesinlikle  onun  düşündüğü  gibi  değil.  Bu  şüphesiz  onun  söylediği  boş  bir  sözdür.  Onların  tekrar  diriltilecekleri  güne  kadar  onların  arkalarında  bir  berzah  / engel  vardır. “  denilerek  temsili  olarak  ölenlerin  pişmanlıkla  geriye  dönme  istekleri  ve  aldıkları  cevap  anlatılmaktadır. Ve  ölmüş  olanların  kesinlikle  geriye  dünya  hayatına  dönemeyecekleri  ve  bunun  için  onların  arkalarında  bir  engelin  olduğu  ve  aslında  form  ve  yapı  değişikliği  ile  kendilerine  verilen  ecel  denilen  sürenin  bittiği,  Ahkaf  Sûresinin  5. ayetinde  de  “  Ve  Allah’ın  astlarından  kıyamet  gününe  kadar  kendisine  hiçbir  cevap  veremeyecek  olan  kimselere  dua  eden  kimseden  daha  sapık  kim  olabilir ?  Üstelik  tapılan  kimseler,  o  kimselerin  yalvarışlarından  habersizler  de. “  ifadeleriyle  yanlışlıkları  ve  sapkınlıkları  dile  getirilmektedir.  Ama  tabii  ki  okuyan  olursa !

* Tasavvufta  varlıklarla  ilgili  bütün  bilgilerin  içerisinde  olduğuna  inandıkları  Levhi  Mahfuz  denilen  Kitap  ve  kayıtların  sırrı  Gavsların  elinin  altındadır. Bundan  dolayı  Gavs  Hazretleri  yazılan  kaderi  değiştirebilir,  Yeryüzü,  Gökyüzü  ve  Kâinat  Gavs  Hazretlerinin  yönetimi  ve  tasarrufu  altındadır. Bu  inançlarla  Ünlü  Evliyalardan  İranlı  Molla  Cami  Nefahat  ül  Üns  adlı  kitabında  “ Evliyalar  varı  yok  eder,  yoğu  da  var  eder,  gizli  şeyleri  açığa  çıkarır,  açıkta  olanı  da  gizler,  ölüyü  diriltir,  diriyi  öldürür,  duaları  gerçekleştirir,  gıyaben  söylenenleri  işitir,  ondan  gizli  hiç  bir  şey  olmaz,  gayben  de  gelecekten  haber  verirler,  su  üzerinde  dahi  yürüyerek  mekân  mekân  dolaşırlar,  aynı  anda  muhtelif  yerlerde  görünürler,  vahşi  hayvanlara  hükmederler,  havada  dolaşırlar. “  diyerek  adeta  ( Haşa )  Yüce  Rabbimiz  Allah'ın  bütün  tasarruflarını  Evliyalara  havale  etmektedir. Halbuki  Kitabımız  Kur’anda  Enam  Sûresinin  34 - 36. ayetlerinde “  Ve  Allah’ın  sözlerini  değiştirecek  hiçbir  kimse  yoktur.  Haydi  gücün  yetiyorsa  yerin  içinde  bir  delik  ya  da  gökte  bir  merdiven  ara  da  onlara  bir  alâmet  /  gösterge,  mucize  getir.  Allah  dileseydi,  kesinlikle  onları  doğru  yol  kılavuzu  üzerinde  toplardı.  O  halde  sakın  cahillerden  olma.  Ancak  dinleyenler  karşılık  verir.  Ölüleri,  onları  da  Allah  diriltir.  Sonra  yalnızca  O’na  döndürülürler. “  denilerek  yapılan  uyarıya  rağmen  bu  saçmalıklarının,  küfürlerinin  yüzlerine  vurulmakta  olduğundan,  her  halde  bu  çevrelerin  haberi   bulunmamaktadır.  Bakara  Sûresinin  255. ayetinde  de  " Allah,  Kendisinden  başka  ilâh  diye  bir şey  olmayandır.  Her  zaman  diridir.  Her  şeyi  ayakta  tutan,  koruyan,  diri  ve  bütün  Kâinatın  idaresini  bizzat  yönetendir.  Kendisini  uyuklama  ve  uyku  yakalamaz.  Göklerde  olan  şeyler,  ve  yeryüzünde  olan  şeyler  yalnızca  O’nun  içindir.  Kendisinin  izni  ve  bilgisi  olmadan,  yanında  yardım,  kayırma  yapacak  olan  kim  miş ?  O,  onların  önlerinde  ve  arkalarında  olan  şeyleri  bilir.  Onlar  ise,  O’nun  dilediğinden  başka  bilgisinden  hiç  bir  şeyi  kavrayamazlar.  O’nun  kürsüsü  gökleri   ve  yeryüzünü  kucaklamıştır. "  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi  varlıkların  ve  Kâinatın  yönetiminin,  bütün  gücün  bizatihi  Allah'ın  kendisinde  olduğu  belirtilmektedir.

Bütün  bu  yozlaşmaları  tarihte  genellikle  İrandaki  Zerdüşt / Güneşe,  ateşe  tapan  Fars  kökenli  kültürden  gelenlerin  geliştirdiğini  görmekteyiz.  Bunlara  benzer  şekilde  de  Celaleddin  Rumi’nin  Şeyhi  olduğu  söylenen  yine  İran  asıllı  Feridüddin  Attar, ( İran  1145 - 1229 ) Tezküretün  Evliya  adlı  eserinde  ;  “  Hak  Teala  Cüneyd’e  şöyle  buyurdu.  Ya  Cüneyd !  Ben  senim,  sen  de  Bensin.  Şimdiye  değin  sen  benim  dediğimi  tutardın,  şimdiden  sonra  da  Ben  senin  dediğini  tutarım. “  demiş,  naz  makamının  etkisiyle  Allah’la  Gavs  Hazretleri  arasındaki  teklifi  ortadan  kaldırmış  olduğu  küfre  bakar  mısınız ? Muhyiddin  i  Arabi  ( İbnü’l  Arabi )  işi  daha  da  ileri  götürerek  Fisusül  Hikem  eserinde  “  Allah  beni  över,  ben  de  O’nu,  O  bana  ibadet  ( kulluk ) eder  ben  de  O’na  “  diyerek  tamamen  Allah  olduğunu  ifade  etmek  üzere  “  Enel  Hak  “  ( Ben  Allah’ım )  dediği  gibi,  Allah’ın  bütün  vasıflarıyla  kendisinde  tecelli  ettiğini  belirtmektedir.  Böyle  olunca  Kâinatın  bütün  düzenini  Gavs  Hazretlerinin  koruduğu,  hayırların  onlardan  geldiği,  şerleri  onların  def  ettiği,  iki  cihanda  iyi  ya  da  kötü  ne  olursa  onların  dilemesi  ve  kalbinin  onayı  ile  olacağı  ima  edilmektedir.  Halbuki  Kitabımız  Kur’anda  Enam  Sûresinin  19. ayetinde  Rabbimizin “  De  ki  :  Benimle  sizin  aranızda  Allah  tanıktır.  Ve  sizi  ve  ulaşan  herkesi  kendisiyle  uyarayım  diye  bana  bu  Kur’an  vahyolundu.  Allah’la  beraber  gerçekten  başka  ilâhlar  olduğuna  siz  gerçekten  tanıklık  eder  misiniz ?  De  ki  Ben  etmem.  De  ki  :  O  ancak  bir  tek  ilâhtır  ve  kesinlikle  ben,  sizin  ortak  tuttuğunuz  şeylerden  uzağım. “  diyerek  kesin  uyarısından,  gırtlaklarına  kadar  bu  şirkin  batağına  gömülmüş  olan  Gavs  hazretliğine  soyunanların  ve  onların  ardından  giden  müritlerin  herhalde  haberi  bulunmamaktadır.

Tasavvufçuların  kaynakları ;  * Gavslara  ( haşa )  ilhamatla,  rüya  ve  keşif  ile  Allah’ın  yazdırdığı  kitaplar  *  Gavsların  bizatihi  Peygamberle  görüşerek  yazdığını  iddia  ettikleri  kitaplar. *  Gavsların  cifir  ve  ebced  hesabı  ile  elde  ettikleri  uydurma  gaybi  bilgiler.  *  Gavsların  görüşerek  Cinnlerle  ilgili  elde  ettikleri  uydurma  bilgilerdir.

Tabii  ki  Tasavvuf  Dinine  göre,  Gavslar  Allah'ın  aşık  olduğu  nuru  üzerlerinde  taşıdıklarından,  sevgilisi  olduklarından  dolayı  sürekli  Allah'la  beraber  olacaklar  ve  bu  yolla  bir  çok  bilgiye  sahip  olacaklardır,  yalanına  inanalım  mı ?  İnananlar  inanmış,  milyonlarca   mürit  peşlerinden  gitmiş.  Peygamberimizin  Furkan  Sûresinin  30.  ayetinde  "  Şüphesiz  Benim  ümmetim  bu  Kur'anı  terkedilmiş  bir  şey  haline  getirdi  "  dediği  şikâyeti  de  umurlarında  olmamış,  çünkü  Kur'an  ayetlerinin  bu  konulardaki   uyarılarından  da  herhalde  haberleri  bulunmamıştır.  Keyfiyet  onların.  Tasavvufta  düşünce  olarak  sufinin  peygamberi  ile  Kur’anın  tarif  ettiği  beşer   ve  ölümlü  Peygamber,  tanım  ve  kabul  olarak  aynı  değildir.  Sufilerin  Allah'ın  sevgilisi  olarak  kabul  ettikleri  peygamber,  adeta  Ebu  Cehil  gibi  müşriklerin  arzuladığı  ölümsüz  bir  peygamberdir.  Bu  nedenle  Gavslar,  Peygamberle  de  sürekli  beraber  olarak  ondan  bilgiler  aldıklarını,  hayatın  ikinci  mertebesinde  dünya  maişetine  ihtiyaç  duymadan  yaşamaya  devam  ettiklerini  iddia  etmektedirler. Halbuki  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  Enbiya  Sûresinin  34.  ayetinde  Peygamberimize  hitaben  “  Biz  senden  önce  de  hiç  bir  beşere  ölümsüzlük  vermedik.  Şimdi  sen  ölürsen  onlar  ebedi  mi  kalacaklar. “  denilerek  Kâinatta  Allah’ın  yarattığı  bütün  insanların  ve  varlıkların  ölümlü  olduğu  vurgulanmaktadır.  

Gavsların  cifir  ve  ebced  hesabı  ile  gelecekte  olacakları  ve  gaybi   bildiklerini,  aynı  zamanda  kehanet  sahibi  olduklarını  iddia  etmeleri  yoluyla   zamanımıza  kadar  ulaşmış  Tarikat  Şeyhleri  de  bu  uydurma  bilgileri,  toplumları  ikna  etmek  için  kullanabilmektedir.  Cinnlerle  de  görüştüğüne  değinerek  uydurma  bilgileri  aktaran  Tasavvuf   Şeyhleri,  Kur’andaki  Cinn  kavramını  doğru  anlayamadıklarının  yanısıra,  metafizik  olarak  olmayan  Cinn  konusunu   istismar  ederek  de  müridlerini,  mütedeyyin  insanları,  bu  konuda  gerçek  bilgiye  sahip  olmayan,  sorgulamayan  cahil  halkı  da  çok  rahatlıkla   kandırabilmektedirler.  Oysa  Dinimizin  yegâne  kaynağı  Kur'anımızda  Kalem  Sûresinin  37 - 38. ayetlerinde  "  Yoksa  içinde,  ders  aldığınız  şeyler  siz  bu  alemde  neyi  seçerseniz /  beğenirseniz  o  kesinlikle  sizin  olacak  garantisi  verilmiş  bundan  başka  kitabınız  var  da  ondan  mı  okuyorsunuz. ?  yine  Bakara  Sûresinin  79. ayetinde :  Artık  yazıklar  olsun  ki  o  kimselere,  kendi  elleriyle  kitap  yazarlar  da  sonra  biraz  paraya  satmak  için  "  Bu  Allah  katındandır  "  derler.  Artık  o  elleriyle  yazdıkları  yüzünden  onlara  yazıklar  olsun ! O  kazandıkları  şeyler  yüzünden  kendilerine  yazıklar  olsun. "  denilerek  yapılan  çok  etkili  uyarıların  yanı  sıra,  Tevbe  Sûresinin  34  ve  35. ayetlerinde  de  kazandıklarıyla  kızgın  demirler  halinde  onların  alınlarının,  böğürlerinin  sırtlarının  dağlanacağı  cezalandırılmasından  söz  edilmektedir.  

Yüce  Kitabımız  Kur'anda  bir  çok  ayetle  yapılan  bölünmeyin,  gruplara  ayrılmayın  uyarılarına  rağmen,  yine  de  Tasavvuf   felsefesi  içerisinde  yazılmış  bu  kitaplara  uygun  amellerin  yerine  getirilebilmesi  için,  değişik  Gavs  Hazretlerinin  etrafında  müritlerin  toplandığı,  el  pençe  divan  durulduğu  bir  çok  Tarikat  kurulmuştur.

TARİKAT  :  Yollar  demektir. İnanç  kültüründe  ise,  insanı  Allah’a  ulaştıran  yol   veya  Allah’a  kavuşmak  için  izlenen  yollar  olarak  tanımlanır.  Tasavvufun  pratiğe  döndürülmüş  halidir. Tarikat  ve  Tasavvuf  hem  kaynakları,  hem  inanç  noktası,  hem  de  ibadet  şekilleri  ve  amel  noktasıyla  ana  ilkeleriyle  kesinlikle  İslam  dini  ile  bağdaşmaz,  İslam  Dininin  içinde  düşünülemez,  ancak  günümüze  kadar  gelmiş  kirli  bir  kültürün  yansımasıdır. Tarikatlarda   Mürşidini,  Evliyasını,  Gavs  Hazretlerini  Rabb  edinmemiş,  Yunus  Sûresinin  18. ayetinde " Onlar  Allah'ın  astlarından  kendilerine  zarar  vermeyen  ve  kendilerine  yarar  sağlamayan  şeylere  tapıyorlar  ve  "  Bunlar  Allah  katında  bizim  yardımcılarımız  "  diyorlar. "  ifadeleriyle  yapılan  uyarılara  rağmen  onlara  köle  olmamış,  kendilerini  Allah'a  yaklaştıracak  aracı  yapmamış,  Allah'a  ortak  koşmamış  Evliyaullah ( Allah'ın  velileri )  olarak  kabul  etmemiş  tek  bir  mürit  dahi  bulunamaz.  Oysa  Yunus  Sûresinin  62 - 63. ayetlerinde  "  Açın  gözünüzü !  evliyaullah  /  Allah'ın  yakınlarına,  yardımcılarına  -  ki  onlar  inanan  ve  muttaki  Allah'ın  koruması  altına  girmiş -  kimselerdir.  kesinlikle  kaygı  yoktur.  Onlar  üzülmeyecekler  de. "  ifadeleriyle  burada  Evliya  kavramı  aslında  "  Kulların  Allah'a  yakınlığı,  yardımcılığı  "  şeklinde  gündeme  getirilmiştir. 

Ayetin  orijinalinde  yer  alan  " Evliyaullah "  ifadesi  Allah'a  yakın  olanlar  demektir. Fakat  buradaki  yakın  olanlar  ifadesi  asıl  mecrasından  tamamen  çarpıtılmış,  yalan  yanlış  söylentilerle  birilerini  Evliya  ve  aracı  yapma,  Allah'a  ortak  etme  pisliğinin,  şirkinin  içine  gömülünmüştür.  Halbuki  Tevbe  Sûresinin  28. ayetinde  "  Ey  iman  eden  kimseler !  Ortak  koşan  bu  kimseler  sadece  bir  pisliktir. "  denilerek  bu  davranışlar  kınanmakta,  Enfal  Sûresinin  34. ayetinde  de  Evliyaullah'ın  kimler  olabileceği  açıklanmakta  "  Ve  onların  kendileri  Mescid i  Haram'ın  / Dokunulmaz  kılınmış  ilâhiyat  eğitimi  merkezinin  /  mütevellileri  /  vakıf  yöneticileri olmadıkları  halde  ondan  men  edip  dururlarken  Allah'ın  kendilerine  azap  etmemesi  için  neleri  var ?  Onun  ayakta  tutan  vakıf  yöneticileri  sadece  muttaki / Allah'ın  koruması  altına  girmiş  kimselerdir.  Velâkin  onların  çoğu  bilmiyorlar. "  ifadeleriyle  Müslümanları  Mekkedeki  Kâbe'ye  sokmayan  müşriklere  atıf  yapılırken, aynı  zamanda  Evliyaullah'ın  " muttaki  müminler "  takva  saibi,  sakınan,  Allah'ın  ayetlerine  uyan  müminler  olduğu  belirtilmektedir. Onlar  da  aslında  bir  çok  ayette  dile  getirilen  Allah'ın  dünya  yaşamı  için  kurduğu  ve  sağlanmasını  istediği  düzen  için  gerekli  mücadeleyi  ve  çabaları  gösterebilen  insanlardır.

Tarikatlarda  Müritler  kesinlikle  özgür  değillerdir,  özgür  düşünce  üretemez,  özgür  davranış  gösteremezler.  Mürşidin  emirlerini  mutlak  yerine  getirmekle  yükümlüdürler,  bütünüyle  teslimiyet  ve  itaat  etmek  mutlak  esastır.  Herhalde  müritlere  anlaşılmak  üzere  okutturulmadığı  için,  Kur’anda  Tevbe  Sûresinin  31. ayetinde  “ Onlar  Allah’ı  bırakıp  bilginlerini  ve  rahiplerini  /  din  adamlarını  tanrı  edindiler. “  uyarısı  da  görülmemezden  gelinmektedir.  Kadiri,  Nakşibendi,  Mevlevi,  Rufailik,  Uşakilik,  Bektaşilik  gibi,  Tarikatlar  genellikle  kurucularının  ismi  ile  adlandırılırlar. Ülkemizde  de  900  lü  yıllardan  itibaren  Anadolu  Selçuklu  Devleti  zamanında  vücut   bulmaya   başlamış,  Kassariye,  Cüneydiye,  Muhasibiyye,  Üveysiyye,  Melâmi,  Halveti,  Yesevilik,  Bayramilik,  Cevetiyye,  Sadiyye,  Nurculuk,  Süşeymancılar  gibi  zat  isimleriyle  kök  salmıştır.  Bağdat'ta  Nizamiye  Medreselerinin  kurulmasından  sonraki  dönem  olarak  da  İmam  Kuşeyri,  İmam  Gazali,  Baba  Eftal,  İbnül  Ferit,  İbnü'l  Arabi,  Abdül  Kadir  Geylani,  Celaleddin  Rumi,  Bahaeddin  Nakşibendi,  İmam  Rabbani  gibi  akımlar  ve  onların  kolları  ile  Evliya,  Mürşit,  Şeyh,  Kutbul  Aktab,  Ricalül  Gayb,  Gavs  Hazretleri  denilen  isimlerle  yaygınlaşmıştır.  Medreseler,  Tekkeler,  Zaviyeler,  önceleri  inanç  ve  din  eğitiminin  verildiği  okullar  yerine  konulmuş,  cahil  halk  tarafından  çok  itibar  görmüş,   ama  daha  sonraları  amacından  saptırılarak  miskinler  yuvası  haline  getirilmiştir.  Müslümanlar  daha  önce  "  At  üstünde  doğar,  at  üstünde  ölür  "  anlayışıyla  yaşarken,  Tasavvufla  tanıştıktan  sonra,  cihadı,  çalışmayı,  üretmeyi,  ilim  ve  irfanı,  terk  etmiş, Tekke  ve  Zaviyelere  kapanarak  uykuya  dalmıştır.

Tarikatta  amel  yönünden  zikir,  tespih  çekmek,  rabıtaya  girmek,  nafileye  koşmak,  raks  etmek,  tef  çalmak,  ney  üflemek,  ölülerden  yardım  istemek,  evliyaları  anmak  ibadet  haline  getirilmiştir. Tarikatta  kul  ( mürit ),  mürşidinin  önünde  Allah’ı  sayar  gibi  saygı  ile  boyun  büküp  el  pençe  divan  duracak,  hiç  bir  şeyi  sorgulamayacak,  her  gördüğünü  olumsuz  da  olsa,  bunda  bir  hikmet  vardır  diyecek,  Şeyhin  her  şeyi  bildiğine,  doğru  bildiğine,  görüp  işittiğine  güvenilecektir. Tarikatlar,  rabıta  dedikleri  kol  kola  girerek  zikre  başlayacakları  zaman  da   Ali  İmran  Sûresinin  200.  ayetinde  yer  alan  “  Ey  iman  etmiş  kimseler !  Kurtulmanız,  başarı  kazanmanız  için,  sabredin  ve  birbirinizin  sabırlı  olmasını  sağlayın.  Rabıta  edin  /  birbirinize  bağlanın  ve  Allah’ın  koruması  altına  girin. “  ifadeleri  okurlar  ve  yaptıklarının  doğru  olduğunu,  bu  ayetin  anlamını  saptırarak,  bunun  Kur’anda  Allah’ın  bir  emri  olduğunu  ileri  sürerek  müritlerini  ikna  ederler.  Aslında  ayette  gerek  düşmanlara  karşı  yürütülecek  savaşta,  gerekse  Allah  katında  insanların  başarılı  olması  ve  zafer  kazanmaları  üç  şeye ( sabra,  sabırlaşmaya,  kenetlenmeye )  bağlanmıştır.  Ama  bazı  kurnazlar  hemen  bu  ayetteki  Rabıta  sözünü  buradan  cımbızla  çekerek  kendi  emellerine  alet  etmişlerdir.

RABITA  :  Birbirine   bağlanmak,  kenetlenmek,  birlik  olmak,  güçlü  olmak  demektir. Rabıta  ilk  defa  1388  yılında  ismi  ( Dinin  bahası,  değer  verdiği,  dine  değer  katan )  anlamlarında  olduğundan  dolayı  müritleri  onun  sevgisini  kalplerine  kazıdıkları,  nakşettikleri  için  Nakşibendi  lakabını  ilave  ettikleri  Bahaeddin  Nakşibendi  ( 1318 – 1389 ) ile  asıl  anlamından  saptırılarak  Tasavvufa  sokulmuştur. Bahaeddin  Nakşibendi,  Nakşibendi  Tarikatının  kurucusudur. Tasavvuf  inancında  olmasına  rağmen  Sünnilik  ilkelerine  de  bağlıdır.  Bundan  dolayı  Allah’ın  adlarını  anarak  derin  düşünceye  dalmak  anlamına  gelen  “ Zikri “  de  ibadet  anlayışına  ekleyendir.  Böylece  tekkede  topluca  Cuma  ve  Pazartesi  günleri  yatsı   namazından  sonra  zikir  çekme  ritüeli  düzenlenmeye  başlanmıştır. Ona  göre  insan  görünüşte  halk  arasında,  gerçekte  ise  Allah’la  birlikte  olmalıdır.  Bu  da  Allah’ın  adlarını  dilden  düşürmemekle  sağlanmalıdır.  Prof  Dr.  Said  Hayrullah  Şanzumi  de  3. Harname  adlı  kitabında  "  Eşek,  hayvanlar  aleminin  dervişidir,  günde  beşbin  defa  Allah'ı  zikreder,  bundan  dolayı  eşeklerden  aşağı  kalmamak  için  Nakşibendi  Tarikatında  olanlar  da  zikri  en  az  beşbinden  başlatırlar. "  demektedir.  Gavsların  Bekabillah  makamına  ulaşıp  ölümsüzleşmiş  olduklarına  inanıldığından  dolayı,  her  zaman  hazır  ve  nazır  anlamına  gelen  Hazret  unvanı,  isimlerinin  arkasına  mutlaka  eklenerek  anılırlar.  Abdülkadir  Geylani  Hazretleri,  Seyid  Ahmet  er  Rifai  Hazretleri,  Seyid  Ahmet  Bedevi  Hazretleri  ile  beraber  Bahaeddin  Nakşibendi  Hazretleri, Tasavvufun  ikinci  döneminin  en  ünlü  dört  kutublarıdır. Hepsinde  Allah’ın  aşık  olduğu  bir  nurun  bulunduğuna  inanılır. 

Bu  nedenle  Tasavvuftaki  rabıtanın  amacı,  Şeyhin  nurunun  müritlere  de  aktarılabilmesidir.  Şeyhinin  iki  dizinin  arasına  sol  dizini  koyarak  karşısına  oturup  Rabıtaya  giren  bir  mürit,  dilini  damağının  üst  tarafına  yapıştırarak  nefes  almadan  ona  bakarken,  nurani  bir  zincir  ile  Üstadının  kalbinden,  kendi  kalbine  nurun  aktığını  hissedeceği  inancındadır.  Buna  nasıl  inanmasın  ki,  dilini  damağına  yapıştırarak  bir  iki  dakika  nefes  almadan  durup  bunalan  mürit,  rabıta  tamamlandığında  ancak  oh  çekerek  derin  bir  nefes  alabilmektedir.  Böylece  kul  ile  Allah  arasında  da  bir  rabıta  ihdas  edilmiş  olacak  ve  o  saf,  temiz,  fakat  aklını  kullanmayan  mürit  kardeşimiz  de  basamak  basamak  balık  kavağa  çıktığı  zaman  Allah’la  buluşmak  mertebesine  ulaştırılacaktır.  Halbuki  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  Zariyat  Sûresinin  56. ayetinde  “ Ben  bilmediğiniz  ve  bildiğiniz  /  gelmiş  geçmiş  herkesi  yalnızca  Bana  kulluk  etsinler  diye  oluşturdum.  “  yine  Yasin  Sûresinin  60. ayetinde  “ Ben ;  Ey  Ademoğulları !  Şeytana  kulluk  etmeyin,  kesinlikle  o  size  apaçık  bir  düşmandır  ve  Bana  kulluk  edin,  işte  bu  dosdoğru  yoldur. “  denilerek  biz  insanların  Allah’la  buluşmak  için  değil,  ubudiyet,  yaratılış  amacına  hizmet  etmek,  Allah’a  kulluk  etmek  için  yaratıldığımız,  ibadetin  şeytana  tapmamak,  şeytan  tiplerin  peşinden  gitmemek  olduğu,  bu  gibi  Velilerin  şeytan  olabileceği,  onların  yolunun  dosdoğru  yol  olmadığı  anlatılmaya  çalışılmaktadır.

Kur’an   dosdoğru  yol  için  vesileye  yer  verir  ama  aracıya  yer  vermez.  Fakat  kurnazlar  Maide  Sûresinin  35. ayetinde  “  Ey  iman  etmiş  olan  kişiler !  Kurtulmanız,  zafer  kazanmanız  için  Allah’ın  koruması  altına  girin.  O’na  yaklaştıracak  şeyleri  vesile  arayın  ve  O’nun  yolunda  gayret  gösterin. “  diye  belirtilen  ifadeleri  de  saptırmışlar,  aslında  müminlerin,  felaha  ermek,  kurtulmak,  cennete  kavuşabilmek  için,  kendilerini  takva  sahibi  yapacak,  Allah’a  yaklaştıracak  şeyleri  araç  olarak,  kullanmaları,  her  türlü  fırsatı,  davranışı  vesile  olarak  bilmeleri  ve  Allah  yolunda  her  türlü  çabayı  harcamaları  önerilmektedir.  Burada  kastedilen  vesile,  herhangi  bir  kişinin  kendisi  veya  onun  aracılığı  değil,  gösterilecek  çabalardır,  fırsatlardır. Üstelik  ayetteki  emir  sadece  Müslümanlara  değil,  aynı  zamanda   Peygamberimize  de  yöneltilmektedir.  Peygamberimiz  de  mi  aksi  halde  kendisine  doğru  yol   için,  bir  başka  kişiyi  vesile  olarak  arayacaktır.  Buna  rağmen  fırsatçılar   buradaki  vesile  sözcüğünü,  “ Allah’a  götürecek,  yaklaştıracak,  aracı  olacak  mürşit  “  manası  ile,  Kur’anı  okumayan  ve  sorgulamayan  cahil  insanları  kandırarak,  etraflarında  toplamayı  başarmışlardır.  Böylece  de  tarikatlaşmanın  ve  cemaatleşmenin  yolunu  açarken,  Kur'anı  da  tahrif  ederek  amaçları  için  bir  araç  olarak  kullanabilmişlerdir.

İkibinli  yılların  en  büyük  İslam  alimi  olduğu  söylenen  İmam  Rabbani  ( Müceddidi  Elf’i  Sani ) ( Kuddise  Sırruhu )  Hazretleri ( Hindistan 1564 – 1622 ) de  Nakşibendi  Tarikatı  Müceddidiye  kolunun  Şeyhi  ve  Kutbul  Aktab’ıdır.  Pek  çok  Tarikatla  bağlantısı  olduğundan  çok  saygındır.  Tasavvufu  İslam  hükümleriyle  ve  sünnet  denilen  uydurulumuş  hadislerle   birleştirmeye  çalışmış, “ Tarikat  gaye  değil,  vasıtadır,  ama  vasıtanın  da  en  etkili  olanıdır,  dini  hükümleri  kendi  aklıyla  anlamak  ve  aklı  ana  rehber  etmek  isteyen,  Peygamberliğe  inanmamış  olur. Onunla  konuşmak  akıl  işi  değildir. “  demiş  ve  inanç  için  aklı  o  da  devreden  çıkarmıştır. “  Bir  tarikatta  şeriat  yoksa,  o  tarikat,  tarikat  değildir  “  dediği  halde  Mektubat  adını  verdiği  eserlerinin  187.  Mektub 1. Cildinde “  Mürşidin  suretini  düşünmek,  Allah’ı  zikretmekten  daha  evlâdır.  "  ( Müridin  şeyhinin  hayalini  düşünmesinin  dahi  Allah’ı  zikretmesinden  daha  önemli  olduğunu )  söyleyerek  kendi  kendine  çelişkiye  düşmüştür,  aynı  zamanda  da  Şirkin  ve  küfrün  dibine  inmiştir. Bu  yorumunu  açıklamak  için  de  “  Çünkü  yolun  başında  olanlar  Allah’a   yakınlığı   beceremezler,  bu  nedenle  mutlaka  bir  Mürşidin,  Şeyhin  eğitiminden  geçmesi,  Allah’a  yakınlığa  götürecek  birini  mutlaka  hayal  etmesi  gerekir.  “  demiştir. Bu  zihniyetin  günümüze  kadar  ulaşmış  kolları  da  bilhassa  sünnete  sarılma  adına  uydurma  peygamber  hadislerini   ve  rivayetlerini,  mucizelerini  sürekli  kullanarak  insanları  yönlendirmeye  çalışırlar.

İmam   Rabbani,  Mebdeb  ve  Maat  risalesinde  Tasavvufun  ilkelerini  ve  kendi  konumlarını  tarif  ederek  “  Bütün  ferdi  kemaleti  üzerinde  toplayan  insanın  varlığı  azizdir. "  ( İzzetli,  dokunulmaz,  çok  yüce,  mukaddesdir ) Onların  varlığı  uzun  zamanlardan  sonra  ortaya  çıkarlar. Zulüm  içinde  olan  alem,  onların  irşadı  ve  nuru  ile  nurlanır.  Bu  nur  ve  irşad  bütün  alemi  kuşatır.  İlim  irfan  ne  varsa  onlar  vasıtasıyla  ortaya  çıkar.  Öyle  ki  arşı  aladan,  yerin  merkezine  kadar  sorumludur.  Bütün  havadisi  külliye  onların  iradesiyle  gerçekleşir.  İsterlerse  yağmuru  yağdırırlar,  izni  olmadan  bir  söğüt  yaprağı  dahi  kıpırdamaz  demektedir. Bu  mektubatları  evinde  bulunduranların  evinde  yangının  dahi  çıkmayacağını  iddia  etmektedir.  256. Mektubunda  da  kimin  Kutup,  kimin  Gavs,  kimin  halife,  kimin  imam,  olabileceğini  ve  onların  gaibden  alınacak  bir  nida  ile  gerçekleşeceğini,  kendisinin  Allah’la  konuştuğunu  dile  getirirken,  18. Mektubunda  da  bu  makamlara  ermek  için  de  ilim  sahibi  olmaya  gerek  olmadığını  ifade  etmektedir. 

İmam  Rabbani   Üstahzi  Baki  Billaha  Arizatul  adlı  mektubatında,  Allah’ı  gördüğünü   iddia  etmektedir.  Bazen  Rabbim  bana  kara  çirkin  bir  kadın  suretinde  zuhur  ediyor,  bazen  de  kadının  bir  uzvu  olarak  tecelli  ediyor  demektedir. Buna  benzer  şekilde  Bayezid i  Bistami  de  Allah’ı  tıfıl  bir  oğlan  suretinde  gördüğünü,  Celaleddin  Rumi  de  Mesnevisinde  Şeb i Aruz ( Düğün  gecesi ) ( Gerdek  gecesi ) dediği  ölümünü,  aşık  olduğu  Allah'la  kavuşma  ve  evlenmeye  benzetmiş, Menakıbü'l  Arifin  2. cilt  214.  sahifesinde  yardımcısı  Kimya  Hatun  olayını  anlatırken  Allah’ı  Kimya  Hatun  suretinde  Şemsle  halvet  ederken  gördüğünü  belirtmiştir. Tabii  ki  bu  Tasavvuftaki  Allah'ın  insan  bedeninde  göründüğü  sapkın  iddia  ve  inançlar,  Kur’an  ayetlerine  tamamen  aykırıdır  ve  ters  düşmektedir.  Oysa  Kitabımız  Kur’anda  Araf  Sûresinin  143. ayetinde  "  Ne  zaman  ki  Musa,  belirlediğimiz  vakitte  geldi  ve  Rabbi  ona  söz  söyledi.  Musa,  “ Ey  Rabbim ! Göster  bana  kendini  de  bakayım   Sana  “  dedi.  Rabbi  ona  dedi  ki :  “  Beni  sen  asla  göremezsin,  velâkin  şu  dağa  bak,  eğer  o  yerinde  durabilirse,  sen  de  Beni  göreceksin.  “  Daha  sonra  Rabbi  dağa  tecelli  edince  onu  paramparça  ediverdi.  Musa  da  baygın  olarak  yere  yığıldı.  Ayılıp  kendine  gelince  de  “  Seni  tenzih  ederim,  Sana  döndüm  ;  Tevbe  ettim  ve  ben  inananların  ilkiyim  “  dedi. "  ifadeleriyle  Musa  Peygamberin  durumu  örnek  gösterilerek  hiç  bir  insanın  gözü  ile  Allah’ı  göremeyeceği,  Bakara  Sûresinin  78. ayetinde  de  onların  aslında  Allah’ın  Kitaplarından  bilgisi  olmayan  ümmiler  cahiller  olduğu,  onların  bütün  bildiklerinin  bir  sürü  kuruntu  ve  zandan  ileri  gitmediği  dile  getirildikten  sonra  da  79.  ayette  de  yazıklar  olsun  denilerek,  onların  yazdıkları  bu  kitaplar  yüzünden  çok  büyük  bir  azapla  karşı  karşıya  olacakları  dile  getirilmektedir.

Tasavvuf  ve  Tarikatlarda  Kutbul  Aktab,  Gavs  Hazretleri  Şeyhe  iman  etmek  için  Keramet  şarttır.  Keramet  olmadan  iman  gerçekleşmez. Mürit,  Şeyhinde  olağan  üstü  halleri  görecek  ki  Şeyhine  bağlansın.  Tasavvufta  inanç  akla  kapalıdır,  sorgulama  ve  düşünme,  Kur'anı  anlayarak  okumak  yasaktır. Bu  nedenle  Tasavvuf  bilgi  ve  ilim  üretmez.  Sürekli  keramet  üretir.  Şeyhin  kerameti  sadece  ona  aittir  ve  ne  zaman  gerçekleşeceği  ona  bağlıdır.  Halbuki  Kur’an,  ayet  sözcüğü  ile  ifade  edilerek,  yaratılışı  Allah'a  ait  olan  bütün  varlıkların  ve  gerçekleşmekte  olan  bütün  olayların  mucizeleri  ile  doludur.  Sahabeler  Peygamberimize  gösterdiği  herhangi  bir  mucize  için  iman  etmemişlerdir. Peygamberimizin  "  Ya  Ebu  Zer !  bu  güne  kadar  senin  gibi  iman  dolu  bir  kimseyi  görmedim  "  diyerek  övdüğü,  Peygamberimizin  vefatından  sonra  her  gün  saray  kapısında  Muaviye'ye  saray  paralarının  hesabını  soran,  daha  önceden  de  kendisinin  bir  eşkiya  olduğu  bilinen  Ebu  Zer  El  Gufari,  o  yüce  imana  Akait,  Buhari  okuyarak  Tasavvufa  girerek   bir  Mürşit  ile  değil,  Resulüne  vahyedilmiş  olan  Kur'an  ayetleri  ile  ulaşmıştır.  Bundan  dolayı  İslam'ın  gerçek  imanının  yegâne  kaynağı  akıl  ve  Kur'andır. Neml  Sûresinin  63. ayetinde  de “  Onların  ortak  koştukları  şey  mi  hayırlıdır  ya  da  kendine  yalvardığı  zaman  bunalmışa  karşılık  veren  ve  kötülüğü  gideren,  sizi  yeryüzünün  halifeleri  yapan  mı ?  Allah’ın  yanında  başka  bir  ilâh  mı  var ?  Çok  az  düşünüyorsunuz.  64  :  De  ki  :  Eğer  doğru  kimseler  iseniz,  kesin  delilinizi  getirin. “  ifadeleri  ile  keramet  uyduranlar  ve  onlara  inananlar  uyarılmaktadır.

Arapça'da  " kerem "  kökünden  türemiş  olan  Keramet  sözcüğü,  Kur'anda   şeref,  izzet,  bağış,  ikram,  lütuf,  ihsan  gibi  anlamlarda  kullanılmasına  rağmen,  anlamları  saptırılarak  Tasavvufta  “  Bir  takım  kimselerden  sadır  olan  olağan  üstü  haller "  olarak  tanımlanmış,  Allah  tarafından  Velilere,  Şeyhlere  verilen  olağan  üstü  hadiseler,  haller  denilmeye  başlanmıştır.  Bu  nedenle  Tasavvufta  " Keramet  haktır "  dendiğinde  Gavsa  inanmış  olursunuz. Tasavvufta  kerametler  900  lü  yıllardan  itibaren   akait  kitaplarına  da  girmeye  başlamıştır.  Allah'ın  yarattığı  bütün  varlıklara,  tabiata  koyduğu  kanunlardan,  Sünnetullah'tan  haberi  olmayan  Müslümanlar,  artık  Kur’anla,  vahiyle,  ayetlerle  ilgilenmeyi  bırakıp,  Peygamberin  atıklarıyla ( Sakalı  şerif,  sümükü  şerif,  hadisi  şerif,  hırkai  şerif,  fırka i  şerif, )  hadisleriyle,  kerametlerle,  hurafelerle,  rivayetlerle  ilgilenmeye  başlamıştır,  kavramlar  değiştirilmiş,  Şeyh,  Pir,  Mübarek,  Hazret,  Kuddusu  Sırruh, Gavs  unvanları  kişilere  eklenmeye,  etekleri,  elleri  öpülmeye,  önlerinde  divan  durup,  boyun  büküp  yerlere  kapanmaya,  onlardan  yardım  dilenmeye  başlanmıştır.  Fatiha  Suresi  ile  günde  kırk  defa   sözde  "  Yalnız  Sana  ibadet  ( kulluk )  ederiz  "   denildiği   halde,  bu  verilen  sözler  lafta  ve  havada  kalmıştır. Tasavvufta  keramet  uyduranların  atası  Habibi  Acemidir.  Bu  zatın  Tezkiret  ul  Evliya  adlı  eserinde  uydurduğu  keramet  örneklerinden  birkaçındaki  incilere  yer  vermeye  çalışalım.

* Bir  gün  Hasan  Basri  Habibi  Acem’in  namaz  kıldırdığını  gördüğünde  Fatiha  Suresini  eksik  ve  yanlış  okuduğuna  tanık  olur.  Ve  artık  bunun  arkasında  kimse  namaza  durmasın  der.  Fakat  ardından  bir  süre  sonra  gördüğü  rüyada  Allah,  Hasan  Basri’ye  “  Sen  onun  arkasında  namaz  kılsaydın  senin  bütün  namazlarını  kabul  ederdim.  Çünkü  o  namaz  dualarını  bilmiyor  ama  onda  büyük  bir  ihlas   ve  samimiyet  vardır. “  der.

* Bir  gün  Habibi  Acemi  bir  suçlunun  asılacağı  anda  oradan  geçerken  o  kişiye  bakar. O  gece  ise  bazı  veliler  o  asılan  suçluyu  rüyalarında  görürler  ve  “  Sen  suçlu  bir  kişi  olduğun  halde  cennetin  bu  en  üstün  makamında  nasıl  oldu  da  bulunuyorsun?  Diye  sorarlar.  O  kişi  de  “  Ben  asılırken  o  esnada  Habibi  Acemi  bana  baktı.  Onun  bakışı  hürmetine  Cenabı  Allah  benim  bütün  günahlarımı  affetti  ve  beni  cennetine  koydu.”  Der.

* Hz. Pir  Abdülkadir  Geylani ( Bağdat  1077 – 1166 )  vaaz  ederken  bir  ejderhanın  caminin  ortasına  çok  şiddetli  bir  şekilde  düşmesi  üzerine  herkes  kaçıştı.  Hz.  Pir  kaçmadı, onun  şeytan  olduğunu  Allah’ın  nuru  ile  bildi.  La  havle,  euzubillah  çekti.  Ejderha  kayboldu  gitti.  Şeytanla  ilgili  buna  benzer  başka  bir  keramet  hikayesinde  de  Şeytan ;  Benim  iblis  olduğumu  nasıl  bildin  diye  sorar.  Hz.  Pir  de  Şeriat,  Tarikat  ve  Hakikat,  üç  ilimle  bildim  der.  Şeytan,  Ey  Abdülkadir  sen  o  üç  ilmine  dua  et  sende  olmasaydı  seni  de  azdırırdım.  Dedi. ( Ramuzul  ehadis  no. 914 ) Kendisine  Abdülkadir  Geylani  Gavsül  azam  Şeyh  Efendi  Hazretleri  denilerek,  Mürşidi  kâmilin  yedi  yüz  yılda  bir  gelecek  olan  en  büyüğünün  ilki  olan  Veysel  Karani’den  sonra  gelen  ikinci  büyüğü  olduğuna  inanılır. Uydurduğu  bir  hadisi  şerifte  de  “  Müminin  firasetinden ( keşfinden )  sakınınız,  Çünkü  onlar  Allah’ın  nuruyla  bakarlar. “  diyerek,  Gavsların,  Şeyhül  azamların,  diğer  varlıkların  ve  olayların  iç  yüzünü  keşfettiklerini,  geleceği  tahmin  ederek  gaybi  de  bildiklerini  ima   etmeye  çalışmaktadır.  Ama  Kur’ana  göre  metafizik  olarak  şeytan  diye  bir  varlığın  olmadığından  haberi  bulunmamaktadır,  şeytan  ve  Kur’andaki   pek  çok  kavramı  da  gerçek  anlamıyla  bilmediğinin  farkında  değildir.  Abdülkadir  Geylani   mesnevi  şiirinde  de ;  * Bizi  aracı  yap  her  korku  ve  darlıkta  *  Her  şeyde  her  zaman  candan  koşarım  imdada  *  Ben  korurum  müridimi  her  şeyden  *  Koruyuculuk  ederim  ona  her  şer  ve  fitneden  *  Müridim  ister  doğuda  ister  batıda  olsun,  hangi  yerde  olursa  olsun  yetişirim  imdada.  Diyerek  Yüce  Rabbimizin  bütün  gücüne,  kudretine  ve  vasıflarına  kendisinin  vakıf  olduğunu  ifade  etmiş.  Açıkça  kendisini  Allah’ın  yerine  koymuştur. 

Bugün  de  hala   bir  çok  tarikat  sözcüleri  bu  minvaldeki  ifadelerle  insanları  kandırmaya  devam  etmekte,  on  mertebeli  harfi  tariklerden,  zikri  esas  tutan  yedi  mertebeli  cehri  tariklerden  ayrı  olarak  dört  mertebeli  tarikimden  dolayı  ben  Tasavvufun  dışındayım  dediği  halde,  Bediüzzaman  Üstat  Hazretleri  dedikleri   Saidi  Nursi  de,  Sikkei  Tasdiki  Gaybi  Sözler  Neşriyatı  sayfa  91.  de  Abdülkadir  Geylani’nin  bu  sözlerini  yaklaşık  sekiz  yüz  yıl  sonra  kendisi  için  söylendiğini  iddia  etmektedir  ve  Allah'ın  vasıflarının  onda   olduğunu  onaylamaktadır. Risalei  Nur'u  tanımlarken  de  "  Mev i  di  Ahmed  Aleyhisselam  (  Muhammed  Aleyhisselamın  vaadidir )  Müjdei  Haydari,  beşaret  ve  teavünü  diyerek  (  Müjdesi  ve  yardımı  Ali  radyallahu  an,  ve   mana  aleminde  görüştüğü  Gavsül  azam  Hazretleri,  Kuddusırruhu  Abdülkadir  Geylani  ve  İmam  Gazali  tarafından  tavsiye  ve  tasdik  edilmiş,  İmam  Rabbani  tarafından  ihbar  edilmiş  ) olduğunu  iddia  etmektedir. Günümüzde  de  bir  başkası  okunmuş  kefenler  satmakta,  Nakşibendi  tarikatının  Halidi  kolundanım  diyenleri,  ölüm  meleklerinin   sorgulamadan  hemen  cennete  koyacağını  söyleyenler  bulunmakta,  bir  başkası  da  keşke  on  tane  elim  olsaydı  da  daha  çok  kişiye  elimi  öptürerek  daha  çok  kişiyi  cennete  sokabilseydim  diyebilmekte,  kendi  bedeni  ihtiyaçlarını  dahi  göremeyen,  elini  ayağını  kıpırdatmaktan  aciz  olan  Şeyhlerin  eteğinin  öpülmesi  kuyruğuna  girilmektedir. Halbuki  bu  kadar  saçma,  absürt  ve  tutarsız  olan  bu  kandırmacalara  karşın,  Yüce  Kitabımız  Kur’anda ; 

ARAF  37  :  Öyleyse  Allah’a  karşı  yalan  uyduran  veya  ayetlerini  yalanlayandan  daha  yanlış ;  Kendi  zararına  iş  yapan  kimdir ?  İşte  onlara  Kitaptan  payları  erişecektir.  Sonunda  elçilerimiz  canlarını  almak  üzere  onlara  gelince  “  Allah’ın  astlarından  yakardıklarınız  nerede ? “ derler.  Onlar, “  Yakardıklarımız  bizden  sapıp  ayrıldılar. “  derler.  Ve  kâfirler  /  Allah’ın  ilâhlığını  ve  Rabliğini  bilerek  reddedenler  olduklarına  bizzat  kendileri  tanıklık  ederler.

FATIR  40  :  De  ki  :  “  Allah’ın  astlarından  yakarıp  durduğunuz  ortak  koştuğunuz  kimseleri  hiç  düşündünüz  mü ?  Gösterin  bana,  yeryüzünde  neyi  oluşturmuşlar ?  Ya  da  onlar  için  göklerde  bir  ortaklık  mı  var ?  Ya  da  Biz  kendilerine  bir  kitap  vermişiz  de  onlar,  ondan  bir  delil  üzerinde  midirler “  Tam  tersi,  şirk   koşarak ;  kendi  zararına  yanlış  iş  yapan  o  kimseler,  birbirlerine  aldatmadan  başka  bir  vaatte  bulunmuyorlar.

ARAF  3  :  Rabbinizden  size  indirilene  uyun.  O’nu  bırakıp  başka  velilere  /  koruyacak,  yardım  edecek  dostlara  uymayın.  Ne  kadar  da  az  öğüt  alıyorsunuz.

ZÜMER  65 – 66  : Ve  andolsun  ki,  sana  ve  senden  öncekilere  şöyle  vahyedildi : “  Andolsun  ki  ortak  koşarsan  amelin  kesinlikle  boşa  gider.  Ve  kesinlikle  kaybedenlerden  olacaksın.  Onun  için  tam  aksine  yalnız  Allah’a  kulluk  et  ve  sahip  olduğun  nimetlerin  karşılığını  ödeyenlerden  ol. “

Kur’anı  anlayarak  okutturulmayan  toplumumuz,  içindeki  uyarıları  da  bilmediğinden,  yüzyıllardır  mehter  marşının  da  içine  katılarak  ( Allah’ın  yerine  Kâinattaki  bütün  olayların  sevk  ve  idaresini  Gavs,  Kutbul  Aktab  ve  yardımcıları  Evliyalara  yönettirdikleri ) üçler,  yediler,  kırklar  ya  hu  denilerek  ve  de  coşturularak,  her  vesilede  mevlit  okutturularak,  türbelerde  eren  Evliyaların  yüzü  suyu  hürmetine  diyerek  dua  ettirilerek,  miraç  kandili  gecelerinde  peygamberimiz  uçurularak  uyutulmuşlardır. Halbuki  İslam  Dininde  hiç  kimsenin  Allah  adına  konuşma  yetkisi  yoktur.  Peygamberler  dahi  vahiyle  konuşmuş,  Allah  adına  ise  görev  yapmışlardır.  Kur'anda  Kehf  Sûresinin  26.  ayetinde   " Onlar  için  O’nun  astlarından  bir  veli  ( dost,  yardım  edip,  koruyup  kollayanı )  yoktur.  Allah  Kendi  hükmüne  kimseyi  ortak  etmez. "  ifadeleriyle  de  belirtildiği  gibi  Allah  hükmüne  bırakın  velileri  hiç  kimseyi,  peygamberleri  dahi  ortak  etmez.  

Kur'anda  yasaklanmış  olan  Tasavvuf  ve  Tarikatçılık  inancı,  Müslümanların  eğitimde,  bilimde,  teknolojide,  sanayide,  ekonomide  geri  kalmasına  neden  olmuştur.  İbadeti,  ahlakı  tahrif  etmiş,  Müslümanlar  arasındaki  bölücülüğü  oluşturmuş,  birliği  ve  beraberliği  bozmuştur.  Hele  ülkemizde  son  yıllarda  çoğalmış  olan  Tarikat  yurtları  ile  çocuk  evlilikleri  ve  tecavüzleri  ile  istismarlar,  kadınların  çalışma,  eğitim  ve  sosyal  hayattan  tecrit  edilmeye  çalışılması  eğilimi  ve  kadın  cinayetleri  çoğalmıştır.  Mehmet  Akif  Ersoy’un  “  Nebiye  atıfla  binlerce  herze  uydurdun,  yıktın  da  dini  mubini  yeni  bir  din  uydurdun “  dediği  gibi,  Kur’anın  ve  İslam  dininin  dışında  oluşturulmuş  Tasavvuf  Dini,  bilmeden,  düşünemeden   bu  inanca  girmiş,  aslında  gerçekten  de  takva  sahibi  olmak  isteyen,  namazına  namaz,  orucuna  oruç,  haccına  hacc,  gecesine  gündüz,  nafileye  nafile  katmak  isteyen,  büyük  ölçüde  maddi  ve  manevi  fedakârlıklar  içinde  bulunan  fakat  aklını  kullanamayıp  içinde  bulunduğu  durumu  sorgulayamayan,  bundan  dolayı  bütün  yaptıkları  Kur’ana  göre  nafileye  dönüşecek  ve  onları  küfür  ve  şirkin  muhatabı  edecek  insanların  hazin  dramıdır.

Tasavvuf  dini  ile  dolandırılan  bu  insanlar  Allah  katında  mahşer  günü  hesap  vermek  üzere  toplandıkları  zaman,  Kur’ana  göre  Enam  Sûresinin  22 – 24.  ayetlerinde ;  “  Ve  o  gün  hepsini  toplayacağız.  Sonra  Biz,  ortak  koşan  kimselere :  Hani  nerede  o  gerçeğe  aykırı  olarak  inandığınız  ortaklarınız ?  diyeceğiz.  23  :  Sonra  onların  ateşlere  atılmaları,  Rabbimiz  Allah’a  and  olsun  ki  / Yemin  ederiz  ki,  biz  ortak  koşanlardan  değildik,  demekten  başka  bir  şey  değildi.  24  :  Bak  kendi  aleyhlerine  nasıl  yalan  söylediler.  O  uydurdukları  şeyler  de  kendilerinden  ayrılıp  kayboldu. " ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  karşılaştıkları  korkunç  bir  tablo  ve  soru  karşısında  kendilerini  savunmak  zorunda  kalacaklar,  fakat  bu  savunmaları  da  boşuna  olacaktır.  Peşinden  gittikleri  önderleri  o  Gavs,  Kutbul  Aktab,  Şeyh  ve  Üstat  hazretleri  ortada  görünmeyecektir.  Cehennem  azabı  ile  karşılaşacakları  zaman  da  yine  Kur’andaki   Araf  Sûresinin  38.  ayetinde  : “  Allah,  şöyle  der !  “ Sizden  önce  cinn  ve  insan  /  gelip  geçmiş  bildiğiniz  bilmediğiniz  toplulukları  ile  birlikte  ateşe  girin  “  Her  topluluk  arkasından  gidip  sapıklığa  düştüğü  yoldaşına  lanet  eder /  dışlar.  Nihayet  hepsi  orada  toplandığı  zaman,  peşlerinden  gidenler,  kendilerine  öncülük  edenler  için ; “  Ey  Rabbimiz !  şunlar  bizi  saptırdılar,  onlara  bir  kat  daha  ateş  azabı  ver “  derler.  Allah,  der  ki ;  “  Her  biriniz  için  bir  kat  daha  fazla  azap  vardır. “  Fakat   bilmiyorsunuz. “  denilerek  belirtildiği  gibi  birbirlerini  suçlarlar.

Tasavvuf  dininde  aklın  aşılması  ile  ancak  aşka  ve  tasavvufa  ulaşılabilir,  akıl  varsa   tasavvuf  yoktur  denilir  ve  insanlar  akılla  kavranamayacak  olan  mana  alemi  ile  kandırılırlar.  Halbuki  Yüce  Rabbimiz  düşünsün  diye  insana  akıl  vermiş,  bu  yetmez  diye  Kitaplar  indirmiş,  Peygamberler  göndermiştir.  Kur'an  ise  akıl  yoksa  din  yoktur  demektedir.  Bu  nedenle  sorgulamadığın  din  senin  değildir. İman  gaybidir  ve  dinin  temelidir.  Allah'ın  bildirdiği  ve  bildirecekleridir. Bu  da   sadece  vahiydir  ve  Kur'andadır.  Dininin  asıl  kaynağı  Kur'an  ile  yaşadıklarını  sorgulamayan,  aklını  kullanmayanlar,  elbetteki  önlerine  konan  dini,  doğrumudur,  yanlış  mıdır ? süzgecinden  geçiremeyecek,  başkalarının  gütmesi  ile  başkalarının  dinini  yaşayacaklardır. Bu  nedenle  de  Mülk  Sûresinin  10. ayetinde  "  Ve  onlar  derler  ki  :  "  Eğer  biz  dinlemiş  olsaydık  yahut  akletmiş  olsaydık  şu  çılgın  ateşin  ashabı  içinde  olmazdık. "  ifadeleriyle  dünya  yaşamında  aklını  kullanmayarak  içine  düştükleri  yanlışlardan  dolayı  mahşer  gününde  görecekleri  azap  karşısında  kâfirlerin  dile  getirdikleri  pişmanlıkları,  zaman  varken  bizim  için  aklımızdan  çıkarmayacağımız  bir  hatırlatma  ve  öğüt  olmalıdır.  Gayb  ispat  edilemez  ancak  akıl  ederek  kabul  edilebilir,  ya  da  reddedilir.  Her  insan  yaratıldığında  İslam  fıtratında  doğar,  fakat  rüşde  erme  çağında  eğer  aklını  kullanıp  sorgulayamazsa,  içinde  bulunduğu  toplumun  dinine  uyar  ve  onu  yaşar.  Hindistan’da  Budist,  Orta  Asya'da  Şamanist,  Avrupa’da  ve  batıda  Hristiyan,  ya  da  Yahudi,  İran’da  Mecusi,  Müslüman  olduğunu  söyleyen  toplumlarda  da  ama  doğru  veya  ama  yanlış  atalarının  dininden  olur.  Ya  da  hepsini  reddeder  Ateist  olur,  Deist  olur,  Ataist (  atalarının  dininden ) olur,  iki  arada  bir  derede  kalan  bilinmezci  Agnostik  olur. 

Kur’anımızda  ise  yukarıda  örneklediğimiz  gibi  “  Ey  iman  ettiğini  ( Allah’a  güvendiğini )  "  söyleyenler  aklınızı  kullanın,  akledin  uyarısında  bulunan  pek  çok  ayeti  görmekteyiz. Bu  nedenle  hakikatın  gerçeği  olan  İslam  Dini,  okuyarak,  öğrenerek,  düşünerek  aklını  kullanabilen,  sorgulayabilenlerin  dinidir. Kur’anda  Mezhepleşme,  Tasavvuf,  Tarikat  ve  Cemaat   bölünmelerine  Mürşit  denilen  etten  kemikten  yapılmış  mübarek  aracı  putlarla   Allah’a  ulaşabilme  eğilimlerine  yer  yoktur. O  nedenle  Yüce  Rabbimiz  Allah,  Kur'anda  Kaf  Sûresinin  16. ayetinde  “  Ve  andolsun  insanı  Biz  oluşturduk.  Nefsinin  kendisine  neler  fısıldadığını  da  biliriz.  Ve  Biz  ona  şah  damarından  daha  yakınız. ”  Diyerek  aracıları  aradan  kaldırmaktadır. Gerçek  Hakk  Din  İslam,  Tevhit  dini,  Lailâhe  illallah  diyerek  Allah’ı  birleme,  bu  şuuru  yaşama  ve  birilerini  ortak  etmeme  dinidir. Bunun  yerine   bugün  hala  Tasavvuf  Şeyhlerinden   Arifüddin  Tülemsani’nin   “ La  mevcuda  İllallah,  Allah  kendinden  başka  bir  şey  yaratmamıştır,  Kur’anın  zahiri  manası  şirktir,  Batıni  manası  ise  önemlidir  ve  onu  da  ancak  Gavs  Hazretleri  anlar,  gerçek  tevhit  vahdeti  vücuttur, "  demenin  şuuruna  inananlar  ve  yaşayanlar,  "  Biz  öyle  bir  deryaya  mana  alemine  daldık  ki, "  diyenlere  inanıp  aslında  şirk  ve  küfür  batağının  deryasına   dalanlar,  mutlaka   Allah’ın   korkunç  azapları  dile  getirdiği  ayetlerinin  muhatabı  olacaklardır.  Bu  nedenle  bugünün  Müslümanlarından  da,  hala  Allah’ın  onaylamadığı  bu  şuur  ve  davranışla  gaflet  içerisinde  olanlara  dinimizin  yegâne  kaynağı  olan  Kur’anda  Yasin  Sûresinin  2 - 6. ayetleriyle  "  Ataları  /  babaları  uyarılmamış,  bu  yüzden  de  kendileri  gafil  / duyarsız  bir  toplumu  uyarasın  diye,  mutlak  güç  sahibi,  çok  merhametli  / Aziz  ve  Rahim   Allah’ın  indirdiği  hikmet  dolu  /  Yasalar,  içeren  Kur’an  kanıttır  ki  sen  o  elçilerdensin.  Hiç  şüphesiz  sen  doğru  bir  yol  üzerinesin ifadelerinde  belirtildiği  gibi  İslam’ın  Hakk  Dininin  öngördüğü  dosdoğru  yolun  bütün  ayrıntılarının,  hükümlerinin  sadece  ve  sadece  şerefli  ve  yasalar  içeren  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  ve  Peygamberimizin  yolunda  olduğunu  "  Emri  bil  maruf,  nehyi  anil  münker  "  olarak,  iyiyi  ve  kötüyü  göstererek  hatırlatmak  istedik.  Allah’ın  selamı,  rahmeti,  bereketi  aklını  kullanıp  düşünebilen,  sorgulayabilen,  Tasavvufun  dininin  tutsaklığından  kendisini  Kur’anın  doğruları  ile  kurtarabilenlerin  üzerine  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR !  RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !..

Temel  Kaynak  :  Hakkı  Yılmaz  (  Tebyin  ül  Kur’an )

Tasavvufta  Çok  Mübarek  Putlar  ( Psikiyatrist  Dr. Hamdi  Kalyoncu )

Tasavvufun  5  Atlısı  ( Mehmet  Erol )

Muhyiddini  Arabinin  Tasavvuf  Felsefesi  Çeviri  ( Dr.  Mehmet  Dağ )

Sufi  Gelenekler,  Dört  Kapı  Kırk  Eşik (  Prof. Dr. Süleyman  Uludağ )

Mesnevi  Tercemesi  İnkilap  Yayınları ( Abdülbaki  Gölpınarlı )

T.D.V.  İslam  Alimleri  Ansiklopedisi

İmam  Rabbani  Mektubatları

Risalei  Nur  Mektubatları  ve  Külliyesi  ( Hizmet  Vakfı )

Ramazan  Koyuncu   Ali  Akın,  İmam  Muzari  Yüzleşme

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET