Yüce Kitabımız Kur’anın dini, Dinimiz İslam “ La ilâhe illallah “ Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur demenin bilinci, şuuru ile yaşanması ve hiç bir şekilde Allah'a ortak koşulmaması gereken Tevhit dinidir. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberler de önce bu şuuru öğretmek için görevlendirilmiştir. Yüce Rabbimiz Allah da bu şuurun öğretilmesi, yerleştirilmesi için, İbrahim Peygamber'e oğlu İsmail Peygamber ile birlikte Mekke'de, Allah'ın evim dediği ve bütün insanlığa açık ve özgür olması gereken Beytullah'ı / Kâbe'yi / Mescidi Haram'ı Tevhit'in ilk yüksek okulunu inşa ettirmiştir. Yüzyıllarca geçen zaman içerisinde her peygamberin ardından tahrif edilmiş olduğundan, son olarak düzeltilerek Peygamberimizin de tekrar Kur’an ile biz Müslümanlara yerleştirmiş olduğu bu Tevhit şuuru da, yine tahrif edilerek maalesef günümüze gelindiğinde şuursuzluğa dönüşmüş, tabiri caizse Ulemaüs Sû / Kötülük Ulemasının, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin, Kur’an dışı katkı ve dayatmalarıyla bölünmüş, parçalanmış, gruplara ayrılmış, şirkle iç içe yaşanan bir çok dinler haline getirilmiştir. Müminun Sûresinin 117. ayetinde " Her kim hiç bir delili olmadan, Allah ile birlikte başka bir ilâha yakarırsa, bilsin ki o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. " ifadeleriyle belirtilen uyarılarına rağmen bu gruplar, Şeyh ve Evliyalarını Allah'a ortak ettikleri gibi, Peygamber sevgisini, saygısını ve muhabbetini de ön planda kendi menfaatlerine araç yapmak üzere yarışa dönüştürmüş, abartmış, adeta ilâhlaştırmış olarak anlamı da bilinmeden sadece lafta kalan peygamber methiyelerini Dinin içine bir ibadet anlayışıyla sokmuşlardır. Bugün Allah’tan geldiği gibi tertemiz kalamayan Tevhit dininin içine sokulan pek çok bidattan biri de, Cami minarelerinden zamanlı zamansız seslendirilen ve abartılan peygamber sevgisi ile doğru olarak bilindiği halde aslında yanlış, şirk ve küfürle dolu olan, insanları yeise ve tedirginliğe yönelten “ Sela “ ( Sala ) verme geleneğidir.
Bugün ülkemizin her köşesinde, Cuma gecesi yatsı ezanından önce, Cuma günü öğle ezanından önce, Ramazan ayı gecelerinin teravih namazından önce, Bayram sabahlarının ezanından önce ve en çok da ölen birisinin ölümünü duyurmak için, cenaze defin işlemlerinden önce, cami minarelerinden müezzinlerce Sela / Sala okunmaktadır. Okunan bu Selalar, değişik zamanlara göre değişik anlamlar yüklenmiş, makamlandırılmış, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlere göre de değişik ilaveler yapılarak gelenekselleştirilmiş, kanıksanmış, çok doğal ve yerindeymiş gibi dini bir ibadet haline getirilmiştir. Bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı da bu yanlışın içinde olmasından dolayı Selaları makamlara göre okuyan özel hafızlar da yetiştirilmektedir. Zaman zaman okunmayan yörelerde de, içeriği değil de neden okunmadığı sorgulanmakta, okutmayanlar da kınanmaktadır. İçeriğinin anlamı şirkle, küfürle dolu olduğu bilinmeden, İstanbul Selasına kavuştu müjdelemeleri de sevinçle karşılanmaktadır. Bazı bölgelerde değişik zamanlarda okunurken, içerisine el Hayyel, el Kayyum, Estağfirullah el Azim, el Kerim gibi Allah’ın güzel isimleri de kullanılarak, tevbe ederek Selaya başlanmakta, fakat bu tevbenin arkasından söylenenlerle, peygamberi de putlaştırarak içine girilecek şirkin de küfrün de farkında olunamamaktadır.
Kimi Tarikatlarda “ Gönüllere huzur veren muhteşem Sela “ kimi Tarikatlarda da, " Tarikatı Aliyye Nakşibendiye muhteşem sabah Selası " diye lanse edilmektedir. Bazı Selalarda da Peygamber methiyeleriyle yetinmeyip “ Seyyidina ve Senedena ve Mevlâna, Şefi’al Müminun, Aliyel Veliyullah, Ceddel Hasan Hüseyin, İmamen Harameyn “ ( Mekke ve Medine olmak üzere iki haram kentin imamı ) eklemeleri ile şirk batağının dibine inilirken, tüyleri diken diken eden, ağlatan muhteşem Sela diye mütedeyyin insanların duyguları istismar edilirken, bazı bölgelerde bunlarla da yetinmeyip, Ramazan gecelerinin Selalarının içerisine ilâhiler, gazeller ilave edilmektedir. Peygamberimizi seviyoruz, yüceltiyoruz, selamlıyoruz derken, Allah'a ortak yapma şeklindeki Şirk kapısı bir kere aralanmıştır. Kur’andan ve Tevhit bilincinden bihaber olan üstelik de Yüce Rabbimiz Allah'ın çok yakından tanıdığı biz kulları için, Kehf Sûresinin 104. ayetinde “ Onlar yapay olarak güzellik ürettiklerini sanırken, dünyadaki çalışmaları / hayattaki bütün çabaları da boşa gitmiş olan kimselerdir " ifadelerindeki uyarısı ile güzel bir iş yaptığımızı zannederek hatalar ve küfür içerisinde olabileceğimiz önemle vurgulandığı halde, Allah'ın ayetlerini, uyarılarını görmemezlikten gelen veya hiç önemsemeyen kimseler, özellikle de din sorumluları din adına güzel bir şey yaptığını zannederek, bu aralanan şirk kapısından içeriye bir şekilde dahil olmaya çalışmaktadırlar.
Sela verme geleneğine dahil olan, Kur’anın öğüt ve uyarılarını geri planda bırakıp veya hiç önemsemeyen, sünneti seniye dedikleri hadis ve rivayetlerle beslenen gelenekçi ve klasik tefsirciler önce Allah, elhamdülillah ( övgüler sadece Allah içindir ) deyip hemen ardından bütün övgüleri ölmüş olan ama kendilerini duyduğunu zannettikleri peygambere düzmekte ; Örneğin : Ana hatlarıyla İslam ve İhsan.com linkinde :
* Sela, bir haberleşme yöntemidir. Mahiyeti unutulmuş çok incelikli bir gelenektir. ( İlkel dönemden uzaklaşmış bugünkü dünya yaşamında haberleşmenin başka yolları yok mudur ? Demek ki bu uygulama Kur'ana göre değil de kimin oluşturduğu bilinmeyen geleneğe göre yapılmaktadır. ) Sela çok içlidir ve dinleyene hüzün verir. ( Kur'anın, adalete, mutluluğa, huzura ve rüşde erdirmek amacına rağmen siz İnsanları hüzünlendirmek mecburiyetinde misiniz ? ) Davet anlamını içerir. Okunuş şekline göre Müminlere bir ibadeti hatırlatmak veya bir olayın haberini vermek manasında kullanılır. Selayı duyan o günün Cuma olduğunu hatırlar, cenaze Selası ile vefat edenin haberi duyurulur.
* Yine bir başka savunmada, “ Sela, duyulduğu zaman Müslümanların manevi atmosfer içerisinde değişik duygular hissettiği bir güzel sesleniştir. Genel itibarı ile Peygamber Efendimize yapılan methu senalardan oluşmaktadır. İnsanlara ibadetlerini hatırlatma bakımından okunan güzel bir duadır. “ denilmektedir. ( Haber 50. com )
İyi de Kur’anda iki yüz civarında dua örnekleri ile dua adabını ve şeklini öğreten ayet bulunmakta, fakat böyle bir Peygamber methiyesi dua örneği bulunmamaktadır. Üstelik de Resül unvanı ile şereflendirilmiş Peygamberimizin, abartarak hiç kimsenin övmesine ihtiyacı yoktur. Devlet olanaklarıyla defalarca Hacc etmek üzere giden Diyanet İşleri Başkanlığının üst düzey yetkilileri, yönetici müftü, binlerce rehber imamları, milyonlarca Hacc adayları, Mekke ve Medine'de hiç bir neden için sela okunmadığının farkına varamamışlar mıdır ? Kur'an ayetleriyle yapılan bir çok uyarı onları ilgilendirmemekte midir ? Çünkü bu gelenek Dine ifratı sokan Anadolu'daki Tarikat yuvalarında yeşermiştir. Bu inancın paralelinde olan “ Sorularla İslamiyet. com “ sitesinde bir mümin ; “ İnsanlar öldükten sonra defin ve namaz öncesi Camide okunan Selanın anlamı nedir ? Bir çok yerde aramama rağmen bulamadım. “ şeklinde bir soru yöneltmiş. Bu sitede verilen cevaba ( fetvaya ) bir bakalım, neler döktürmüşler ;
“ Değerli Kardeşimiz ! Hanefilere ve bazı fakihlere göre ölüm haberini hısım ve akrabaya, eşe dosta bildirmek caizdir. Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin Salah okuması ile yapılmaktadır. Cuma günleri Peygamberimize çokça salat getirmek sünnettir. Peygamber Efendimizin zamanında müezzinlerin Cuma günleri yüksek sesle salavat getirmeleri uygulaması yoktur. Fakat herkesin Cuma günü Peygamber efendimize salavat getirmesi sünnettir. Bu bakımdan Cuma günleri müezzinlerin minareden salavat getirmeleri, hem insanların salavat getirmelerini hatırlatmak yönünden, hem de yoğun olarak çalışan insanlara Cuma namazını hatırlatmaları bakımından okunmasında bir mahzur yoktur. “ denilmiş.
Bu sitenin verdiği açıklamalara göre aslında Kur’an ayetlerinin uyarılarına aykırı olan uydurma hadis ve rivayetleri elinin tersiyle iten, o zamanın muktedirlerine boyun eğmeyip dik duran, bu nedenle de hayatının 25 yılını zindanlarda geçirip, her gün kırbaçlanarak sonunda öldürülen İmamı Azam Ebu Hanife'nin akılcı ve gerçek fıkhını bilmedikleri halde ve O'na kâfir diyen Buharinin topladığı uydurma hadislerle amel edip Hanefi mezhebine sahip çıktıklarını söyleyenlerin ikiyüzlülüğüne söylenecek pek çok şey bulunmaktadır ama biz konuyu daha fazla dağıtmadan kısa keselim. Ahzab Sûresinin 56. ayetinde aslında Allah’ın ve Meleklerin Peygamberimize, destek olup, yardım ettikleri anlatıldığı halde, salat etme ifadesini sadece namaz kılmak ve Peygamberimize de lafla " salavat getirmek " anlayışı ile temelden yanlış olarak yorumlamaktadırlar. Başka ayetlerde namaz olarak kabul ettikleri salat sözcüğünün karşılığını, bu ayette ise Allah'ın kulları için rahmet etmesi olarak, müminlerin Peygambere salat etmesini ise, dua etmesi olarak kabul edip yanlışa düşmektedirler. Hem peygamberimiz zamanında, salavat getirilmesi yoktu deyip, ardından da bugün sünnettir diyerek de kendi kendilerine çelişkiye düşmekte, mahzur yoktur diye de, Allah’ın yerine kendi zan ve arzularına göre fetva ve hüküm vermektedirler. Yine bu zihniyette olanlar, üstelik çokça salavat getirmeyi, Cennette yetmiş hurinin hediyesi gibi din ticaretinde en geçerli bir kazanç aracı ile, peygamber şefaatine kavuşmanın olmazsa olmazı yapmakla kalmayıp, selanın içerisindeki ifadelerle, Kur’an ayetlerinin aksine girdikleri küfrün, içine bulaştıkları şirkin farkında da olamamaktadırlar. ( Salat ve Salavat konularında daha geniş bilgiyi, " Kur’anda Salat Gerçekten Namaz mıdır ? " başlıklı yazımızda bulabilirsiniz. )
Cenaze definlerinin öncesinde Cami minaresinden verilen Selalar esnasında, hemen hemen duyanların büyük bir çoğunluğunun aklında, “ Kim öldü acaba ? “ diye tek bir soru veya tek bir merak olur. Hiç kimse de okunan sela ile, bu esnada neler söyleniyor acaba diye merak etmez, sorgulamaz, kendisini, okunan armoniye veya makama kaptırır. Her halde Kur'anın dışında hadis ve rivayetlerle aldıkları eğitimden dolayı, Selayı okuyan hafızlar da ne dediklerinin, içine girdikleri şirk gerçeğinin farkında değiller, ağızlarından çıkanın ne olduğunu da sorgulamamaktadır. Şimdi biz de sanki merak etmişler, sormuşlar gibi, dinimizin yegâne kaynağı Kur’an ve onun öğretisinde eğitilmiş, üzerine atılmış olan bütün iftiralardan, yapılan seslenmelerden tamamen habersiz olan Peygamberimizin şahsında sela konusunu değerlendirmeye çalışalım, minarelerden seslenirken hafız ve müezzinlerin ağızlarından çıkanları masaya yatıralım.
Es Salatu Ve’s Selamu Aleyke Ya Resulallah ( Ey Allah’ın Resulü ! / Elçisi salatu selam senin üzerine olsun.) Sanki Peygamberimiz bir beşer, bir insan değilmiş, ölmemiş ve bizi duyuyormuş gibi özellikle ( aleyke ) sana diyerek doğrudan doğruya O'na seslenmeye ve hitap edilmeye başlanmaktadır. Oysa Kur’anda bir çok ayette değinildiği gibi Fatır Sûresinin 22. ayetinde de “ Ölüler ve diriler eşit olmaz. Şüphesiz Allah her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdekine işittiren biri değilsin. “ denilerek, ruhun ayrılmasıyla artık sadece maddeden ibaret olan ve bedenen ölen bir insanın bu dünyadan hiç bir sesi duymayacağı, onun dünya ile ilişkisinin bittiği birçok ayetle anlatılmaktadır. ( Kabir Ziyareti Ve Ölülerle Konuşma başlıklı yazımızda geniş bilgi bulabilirsiniz ) Ahzab Sûresinin 56. ayetinde aslında Peygamberimizin sağlığında, Medine döneminin karşı karşıya kaldığı saldırıların ardından Hendek savunması esnasında, Allah’ın ve Meleklerin ( Allah'ın vahyi, doğa güçlerinin, şimşek, yıldırım, yağmur, kum fırtınası, boran ile ) Peygamberimize destek oldukları, yardım ettikleri “ Salat “ sözcüğüyle ifade edilirken, bütün müminlerin, münafıklık yapan Müslümanların da Peygambere yardım etmesi, O'nun yanında olması, Hendek savunmasında, sağlığındaki mücadelelerinde, O’na destek olmaları, O’nu koruyup kollamaları istenir. Maalesef bu mesaj, saptırılarak olduğundan çok farklı bir şekilde sadece lafla, ölmüş ve artık dünyadan hiç bir şeyi duymayacak olan Peygambere seslenerek selam ( barış, mutluluk, esenlik ) gönderme anlayışına dönüştürülmüştür.
Enbiya Sûresinin 34. ayetinde ise “ Biz senden önce de hiç bir beşer için sonsuzluk tanımadık. 35 : Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. " Ve yine Zümer Sûresinin 30. ayetinde " Şüphesiz sen kesinlikle öleceksin, şüphesiz onlar da kesinlikle öleceklerdir. " denildiği gibi, herkes gibi bir beşer olan Peygamberimiz de vefat etmiştir, bu dünyadan ayrılmıştır, cismi aramızda değildir. Üstelik de salat sözcüğünün karşılığını kendileri " namaz " diye çevirerek çelişkiye düştükleri halde, buna rağmen bu ayetleri yanlış yorumlayıp sadece lafla salavat getirme, sela okuma ve okutturma kültürüne sahip olanlar, herhalde Kur'ana ve İslam'a tamamen aykırı, şirk ve küfür içerisinde olan Tasavvuf dini inancındakiler gibi Peygamberin, Gavsların ölmediğini, yedi kat göğün tabakalarında hayatın ikinci mertebesinde maişetsiz olarak yaşamakta olup, zaman zaman da aramızda dolaştıklarını zannetmektedirler. Halbuki gerçekte her insan gibi ölmüş ve artık hiç bir şeyi duymayacak olan, aramızda olmayan Peygamberimiz için peki bu yardımı, desteği ve kollama görevini bugünün Müslümanları nasıl yapacaktır ? Elbette ki sadece lafla salavat getirip ( Allahümme salli ala Muhammedin ve ala / Adeta ben yardım etmem Allah'ım Muhammed'e Sen yardım et anlamında olan seslenme ile ) salatu selam her türlü yardım, destek, güzellik, barış, mutluluk senin üzerine olsun deyip, duyamayacağı halde Ona seslenerek değil, bize yegâne emaneti olan Kur’ana sahip çıkmak, anlayarak okumak, Onun yolundan gitmek, gerçek Hakk Dine arka çıkmak, Kur'anın gerçek İslam'ını yaşayarak ve uydurma rivayetlerle Peygamberimizin üzerine atılmış olan iftiralardan Onu Kur'an ayetleriyle tanıyarak arındırmakla, eylemlerle olabilecektir.
Es Salatu Ve’s Selamu Aleyke Ya Habiballah ! ( Ey Allah’ın sevgilisi ! Salatu selam senin üzerine olsun. ) Tevbe Sûresinin 30. ayetinde, “ Ve Yahudiler, Üzeyir Allah’ın oğludur dediler. Hristiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları dışlamıştır. / Rahmetinden mahrum bırakmıştır. Nasıl da haktan / gerçekten çevriliyorlar. “ ifadeleriyle biz Müslümanların da kendi Peygamberimizi, böylesine ululaştırarak Allah'ın yanında denk ve ortak koşmamamız, aynı hataya düşmememiz için uyarılar yapılmaktadır. Bunun yanı sıra Nisa Sûresinin 125. ayetinde " Ve Allah İbrahim'i halil / çığır açan, iz bırakan imam / önder edindi. " ifadeleri yer almaktadır. Ulema hemen bu ayetteki " halil " sözcüğünü gerçek anlamından saptırarak İmamı Kastalani'nin Mevahib'i Ledünniyye adlı eserinde " Ey Rasulüm ! İbrahim'i Halil / dost, seni de Habib / sevgili edindim. Senden daha sevgili hiç bir şey yaratmadım. Senin Benim indimdeki yüksek derecenin bilinmesi için dünyayı ve ehlini yarattım. Sen olmasaydın Kâinatı yaratmazdım. " uydurma hadisine dayandırarak " dost " yapıp İbrahim Peygambere " Halilullah " ( Allah'ın dostu ) deyince, ardından bizim Peygamberimiz de Allah'a " habib " sevgili yapılıvermiş ve O'na da " Habiballah " demişlerdir. Böylece bizim Müslüman Ulemamız da, Kur’anın hiç bir ayetinde yer almayan Habiballah sözcüğü ile tamamen Kur'anın dışında şirk ve küfürle dolu olan Tasavvuf Aşk Dininin, Allah'ın yarattığı nuruna aşık olduğu inancıyla, Gavsları ve Peygamberimizi de Allah’ın ulaşamadığı, aşık olduğu sevgilisi yapmışlardır. Muhammed ismi yanında olmadan Allah'ı anmamaktadırlar. Bir taraftan lafla " La ilâhe illallah " Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur diyen mütedeyyin Müslümanlar, diğer taraftan anlamını düşünmeden, İhlas Sûresindeki " ehad " kavramını da ortadan kaldırarak, hemen ardından farkında da olmadan, tesniye ( ikileme ) şirki ile Allah'ın yanına Peygamberi de denk olarak koymakta, ortağı yapmaktadırlar.
Böylece yine Kur'andaki ayetlerle yapılan uyarıların aksine, diğer Peygamberlerden de O’nu ayrıcalıklı ve üstün gösterme gayreti içerisine girmektedirler. Peygamberimizin ismi Kur'anda ( Fetih 29, Ahzab 40, Muhammed 2. Ali İmran 144. ) Sûrelerinde Muhammed olarak dört ayette, İbrahim, Nuh ve Musa peygamberlerin ismi ise daha fazla sayıda yer almaktadır. Bundan dolayı biz bu peygamberleri Allah katında daha üstün, daha büyük ve ayrıcalıklı peygamber olarak görebilir miyiz ? Asla ! Çünkü Adem Peygamberden başlayarak son Peygamber Muhammed ( a.s. ) a gelinceye kadar gelmiş geçmiş, ismi bildirilen veya bildirilmeyen bütün peygamberler İslam'ın Elçileridirler / peygamberidirler, biz onların hepsine iman ederiz. Bakara Sûresinin 136, 285, Ali İmran Sûresinin 84. ayetlerinde Peygamberimize, ardından da bizlere “ La nufarriku beyne ehadin mirrrusulih “ ( Biz Peygamberlerin hiç birini diğerlerinden ayırmayız ve onları birbirinden üstün tutmayız ) dedirttirilmekte olduğundan, aksi halde bu ayetler inkâr edilmiş ve küfre girilmiş olunmaktadır. Kur'anda Tevhit ( La ilâhe illallah ) lafzı yirmi dört ayette yer almaktadır. Hiç birinin ardında da Muhammed sözcüğü veya herhangi bir peygamber ismi yoktur. Allah O'na zaten bir insanın ulaşabileceği en büyük payeyi, Resulullah / Allah'ın elçisi unvanını vermiştir. Bununla yetinmemek ne demektir, kimin haddinedir ? Yüce Rabbimiz Allah, bütün yarattıklarını beğenir, Tin Sûresinin 4. ayetinde " Le kad halaknel insanefiy ahseni takvim " ( Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık ) denildiği gibi, çünkü Rabbimiz kullarını ve her şeyi en mükemmel olacak şekilde yaratmıştır, kullarını sever, övünür, övülmeye yegâne sahip olandır, rahmet eder ama bütün yarattıklarından da münezzehtir ve ulaşamadığı aşık olduğu sevgilisi de yoktur.
Es Salatu Ve’s Selamu Alayke Ya Nure Arşillah ! ( Ey Allah’ın Arşının Nuru ! Salatu selam senin üzerine olsun. ) Oysa Kâinatı, Arş'ı, Arş'ın nurunu yaratan, Arş'a istiva edip egemenlik kuran, Evrenin, Kâinatın, her zerresine hükmeden, dünyanın her zerresinde nurunu yansıtan, Kur'an ile bizleri nurlandıran, aydınlatan sadece ve sadece Yüce Rabbimiz Allah'tır. Ve yarattığı bütün varlıklara göre, mutlak varlık, Allah’ın bizatihi Kendisidir. Kehf Sûresinin 26. ayetinde “ Göklerin ve yerin gaybı yalnızca O’nun içindir. O ne güzel görür, O ne güzel işitir. Onlar için O’nun astlarından bir veli / dost, yardım edip, koruyup kollayanı yoktur. Allah Kendi hükmüne kimseyi ortak etmez. " uyarısında görüldüğü gibi peygamberler de dahil Allah'ın ortağı yoktur. Nur Sûresinin 35. ayetinde de “ Allah, gökleri ve yeryüzünü : Evreni aydınlatan nurun tek sahibidir. Başkasının aydınlatması mümkün değildir. " ifadelerinin aksine Peygamberimize " Arşın nuru " demek şirktir. Enbiya Sûresinin 107. ayetindeki “ Ey resulüm ! Biz seni de ancak alemlere rahmet olarak gönderdik “ ifadesi ile de sadece bizim Peygamberimizin değil, Peygamberimizden önce insanoğluna gönderilen bütün peygamberlerin de Alemlere, insanlığa ışık tutmak, doğru yola iletmek için rahmet ve elçi olarak gönderildiği belirtilmektedir. Tamamen Tasavvufi olan, Kur'anın onaylamadığı böyle düşüncelere alet olmak, peşinden gitmek insanı Allah katında zor durumlarda bırakır. Bu tür düşünce ve inançlara temel yapılmış olan “ Levlâke Levlâke lema halaktul eflâk “ ( Sen olmasaydın Ben bu alemi yaratmazdım ) ifadesi ile bilinen Mevahib'i Ledünniyye eserindeki hadis ise, Kur’an öğretisi ve ahlâkı ile yoğrulmuş olan Peygamberimizin, Kur'anda olmayan böyle bir sözün kendisine Allah tarafından söylenmiş olduğunu dile getirmesi asla mümkün değildir, iftiradır, tamamen uydurma bir hadistir. Allah'ı tanımaz, Kur'anı ve kendini bilmezlerin işgüzarlığıdır. Bunların hepsi Allah'ın hükmüne Peygamberi ortak yapma çabasıdır, şirktir.
Es Salatu Ve’s Salatu Aleyke Ya Hayra Halgillah ! ( Ey Allah’ın yarattıklarının, mahlûkatının en hayırlısı Salatu selam senin üzerine olsun. ) Mahlûkatı yaratan Allah’tır ve en hayırlısının kimler olacağına ancak Allah karar verebilir. İsra Sûresinin 70. ayetinde de " Ve andolsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi yaptık.....Ve onları oluşturduklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, Rabbimiz bütün insanları, diğer yarattığı varlıklara üstünlüklü ve donanımlı olarak yarattığını belirtmektedir. Dolayısıyla Allah’a ve Hakk Dine yönelmiş bütün insanlar, varlıklar aleminin en hayırlı olanıdır ve Allah katında Eşrefi Mahlûkattır. Kur'anda da Bakara Sûresinin 165. ayetinde, " İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan ( ortak koşan ) kimselerdir. Onları Allah'ı sever gibi seviyorlar. " denilerek adeta Peygamber de olsa, çünkü onu da Ben yarattım diyerek, sevgisini abartarak Allah'a ortak koşmayın uyarısı yapılmaktadır. Üstelik de Rabbimiz, sadece bizim peygamberimizi değil, ismini bildiğimiz ve Kur'anda ismi bildirilmeyen bir çok peygamberi de alemlere rahmet olarak görevlendirmiştir.
Es Selatu Ve’s Salatu Aleyke Ya Seyyidel Evveline Vel Ahirin ! ( Ey öncekilerin ve sonrakilerin efendisi, salatu selam senin üzerine olsun. ) Öncekileri yaratan ve sonrakileri de yaratacak olan, sadece ve sadece Yüce Rabbimiz ( Efendimiz ) Allah’tır. Burada efendi anlamında olan Seyyid sözcüğünün karşılığı, Efendimiz demektir ve Kur’anda bunun karşılığı Rabb sözcüğüdür. Rabb : Yarattıklarını terbiye edip eğiten, belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeleri programlayıp yöneten demektir. Bu nedenle Şura Sûresinin 6. ayetinde " Ve sen onların üzerinde canlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri değilsin. " denilerek özellikle Peygamberimizin yetkisinin sınırı hatırlatılmaktadır. Bu açıdan bütün insanların bir tek efendisi vardır, o da Rabbimiz Allah’tır. Burada Peygamberimize Seyyid olarak hitap edilmesi, tamamen Allah’a ait olan yetkisinin, peygambere atfedilmesiyle, içine düşülen şirklerin en tehlikelilerinden biridir. Din sorumlularına efendimiz demek şirktir. Hadid Sûresinin 3. ayetinde, “ O, el Evvel / ilktir, el Ahir / sondur, Vezzahiru / açıktadır, Velbatinu / içtedir ve O Alimdir / her şeyi en iyi bilendir. “ denilerek evvelin, sonun, her şeyin sahibi ve yaratıcısının Allah olduğu anlatılmaktadır. Evveli ve ahiri, bu dünyada fani olan ölümlü bir insana veya bir peygambere atfetmek, öldüğü halde yaratılanların, yaratılacak olanların efendisi yapmak, Allah'a ortak koşmanın, şirkin en büyüğüdür.
Vel Hamdü lillâhi Rabbil Alemin ! ( Hamd övgü Alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Allah her türlü noksanlıklardan arınıktır. ) İyi, güzel de, ama önce söylenenlerle pek çok Kur’an ayetlerini inkâr et, küfre gir, Peygamberimi methedeceğim diye abartarak, Allah’ın sıfatlarını ve hükmünü elinden alarak Peygambere verdikten ve ortağı yapıldıktan sonra şirke gir, en sonunda da sanki günah çıkartır gibi Hamd ve övgü, sadece Alemlerin Rabbi Allah içindir, Allah her türlü noksanlıklardan arınıktır de ! Kimi kandırmaya çalışıyorsunuz ? Halbuki Kur’anda Ali İmran Sûresinin 80. ayetinde Yüce Rabbimiz ; “ Ve Allah size melekleri, zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabbler / Efendiler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi ? “ demiş ve hiç bir şeyin, hiç bir kimsenin, peygamberlerin dahi Kendisine ortak yapılmaması uyarısında bulunmuştur. Eh artık ne desin ? Ama yine de aklını kullanmayanlara demeye devam etmiş. Mürselat Sûresinin 48. ayetinde " Onlara rükû edin / Allah'a ortak koşmayın dendiği halde rükû etmezler / ortak koşmaktan vazgeçmezler. " demekte, Mürselat Sûresinin 49. ayetinde “ O gün onların vay haline “ Ankebut Sûresinin 51. ayetinde “ Onlara okuyup durduğun bu kitap yetmedi mi ? yine Mürselat Sûresinin 50. ayetinde de “ Artık onlar Kur’andan sonra hangi hadise / söze inanacaklar ? ” diye Kur’anı terk edip de uydurma hadis ve rivayetlerle başka bir din oluşturacak, Tevhit ilkesinden saparak Allah'a ortak koşacak olanları şiddetle uyarmaktadır.
Sela okumanın bir gelenek olduğunu kendileri de söylüyorlar ya !. Bu gelenek Kur’anda, Hakk Din'de, Peygamberimiz ve sahabe zamanında olmadığı gibi, bugünkü yaşanan haliyle dine sonradan ilave edilmiş, üstelik de şirk ve küfür ile dolu bir bidattır. Taşıdığı küfür ve şirkten dolayı da Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “ Sela verdiren de, Sela veren de tevbe etmelidir. “ demiştir. Bugün ise Anadolu'da yaşanan dinin en önemli vazgeçilemezi haline getirilmiş olan Sela okuma geleneği, 1301 yılında ilk defa Cuma ezanından önce Mısır’da Memluk sultanı Kalavun’un iradesiyle okunmaya başlanmış, daha sonra Mısır Osmanlı topraklarına katılınca da Osmanlıda ise Muhammed ismi anıldığında O’na Salatü Selam getirilmesi tavsiye edilmiş, abartılarla da Salavat getirmek, Salavat çekmek, Sala vermek gibi metinler ortaya çıkartılmıştır. Okundukları yere ve zamana göre adlandırmalarla beraber, Tarikatlarda Sabah Salası, Cuma Salası, Bayram Salası, Cenaze Salası, Salatı Ümmiye, gibi adlarla inanç geleneğinin içerisinde kökleştirilmiştir. Değişik zamanlarda, değişik vesilelerle okunan Salalar da ayrı ayrı makamlandırılarak okunmaya başlanmıştır. Daha sonraları hacmi ve sözleri de geliştirilerek, hepsi birer Tarikat yuvası olan Tekkelerde, “ Salatı Kemaliyye “ adıyla çağırma, davet etme anlamında, Mevlevi dergâhlarında yemek vakti için “ Lokmaya Sala “, mukabele vakti için “ Destur Tennureye Sala ya hu “ diyerek haber için kullanılmaya başlanmıştır. Zamanla öyle abartılara girilmiş ki ; Ya Seyyidina ve Senedena ve Mevlâna Muhammede gibi ilavelerle, her türlü ihtiyacı Allah'ın karşıladığı, koruyup gözettiği gibi yalnızca Allah'ın sahip olduğu sıfatları dahi gasp edilerek, neticede bir insan olan Peygamberimize aktarılmaya çalışılmıştır.
Oysa mevlâ sözcüğü Bakara Sûresinin 286. ayetinin içerisinde, " Ente mevlâna fensurna " ifadesiyle, Hacc Sûresinin 78. ayetinde " feni'mel mevlâ " ifadesiyle ( O ne güzel mevlâ ) diye, Tahrim Sûresinin 2. ayetinde " sizin mevlânız " ifadeleriyle Allah'ın ismi olarak yer almaktadır. Allah'ın isimlerinden biri olan Mevlâna : Yardım eden, koruyan, yol gösteren yakınımız, gözetenimiz demektir. Sela içerisinde " Ya Mevlâna Muhammeda demek ise " Ey sığındığımız, koruyup gözetenimiz, kollayanımız, yakınımız Muhammed " demektir. Bu nedenle bu isim ve hitaplar, Allah'tan başkası için kullanılamaz. Aksi ise şirk olur. Senedena : Güvencemiz, dayanağımız demektir. Ki artık aramızda olmayan Peygamberimiz bizim için nasıl güvencemiz, dayanağımız olacaktır ? Peygamberimiz için Kur'anda böyle ifadeler yer almadığı halde, bunları kullanmak, Allah'a iftira etmektir, Allah adına yalan uydurmaktır. Maide Sûresinin 18. ayetinde " Yahudiler ve Hristiyanlar " Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz " dediler. De ki : " Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor ? " Tam tersi siz, O'nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. " denilerek, neticede Allah'ın yarattığı insanların, ilâhlık iddiasında bulunmamaları, hadlerini bir beşer olarak bilmeleri gerektiği, ardından da bütün yaratılanların Allah'a döndürülecekleri uyarısı yapılmaktadır. İnsanlar anlamadan Kur’anı dinledikleri gibi Selayı da anlamadan, sorgulamadan yüzlerce yıldır dinlemişler, her nasılsa kendilerini makam ve armoninin hüzünlü etkisine kaptırarak, tüyleri diken diken olmakla avunmuşlardır. Müslümanlar da çoğunlukla Kur'andan uzak kaldıkları için, yüzyıllardır gelen bu bidat uygulamalara, sorgulamadan Peygamberimizin karşısındaki müşriklerin dedikleri gibi “ Biz atalarımızın üzerinde bulduğumuz geleneklerinden vazgeçmeyiz “ diyerek sahip çıkmışlardır. Halbuki Kur’an, bazı ayetlerde " Ya ataları bir şey bilmiyor idiyse " demekte ve İsra Sûresinin 36. ayetinde de “ Bilmediğin şeyin ardına düşme “ diyerek biz Müslümanlara uyarısını da yapmaktadır.
Kur’anın dışına çıkarak, Allah’ın bazı sıfatlarını Peygamberimize atfederek, Kur’an ayetlerini inkâr edip küfre girerek, çok sevme abartıları bahanesiyle, bu şekilde gösterilen saygı ve sevgi, kimseye Allah katında bir şey kazandırmamakla beraber, aksine en büyük günahlardan olan küfür ve şirk suçlaması ile muhatap kılar. Peygamber sevgisini göstermek için böyle lafta kalan methiyelere gerek yoktur, Peygamberimizin buna ihtiyacı da yoktur. Oysa Peygamber sevgisi ile Allah'a ve Peygambere karşı duruşun ölçüsü ve adresi Rad Sûresinin 43. ayetinde " Ve küfretmiş / Allah’ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler : “ Sen elçi değilsin “ diyorlar. De ki : “ Benimle sizin aranızda en iyi tanık olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi bulunan kişi yeter. “ denilerek bizlere Kur’an olarak gösterilmektedir. Kur’an ayetlerini anlayarak okuyanlar ve öğütlerini rehber edinenler elbette ki bu duruşun ölçüsünü ve yollarını hakkıyla öğrenecek, Peygamberinin Kur’an ahlâkı ile yoğrulmuş mümtaz şahsiyetini bilecek, bidatlardan, Peygamberi Allah'a ortak koşmaktan mutlaka uzak duracaktır. Yine Necm Sûresinin 2 - 4. ayetlerinde " Arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. O boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. O’nun size söyledikleri ; inen o ayet grupları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. " denilerek Peygamberimizin tamamen vahye göre hareket ettiği belirtilirken, O'nu bir arkadaş olarak, Ahzab Sûresinin 40. ayetinde Allah'ın Resulü / Elçisi ve peygamberlerin sonuncusu, Furkan Sûresinin 56. ayetinde müjdeleyici ve uyarıcı, İsra Sûresinin 93. ayetinde beşer, Kalem Sûresinin 4. ayetinde çok büyük bir ahlâk ile, Yasin Sûresinin 4. ayetinde de Hakim ve Hüküm içeren Kur'an ile dosdoğru bir yol üzerinde olduğu şeklinde tanıtmaktadır.
Sonuç olarak bugün şirk dininin yaşanmasında, Müslümanların büyük ölçüde karşı karşıya kaldığı sorun, İlâhi rehberliğe, Kur’ana ve Allah’a kapılarını kapatmış olmalarına, anlayarak okumadıkları için, Kur’anın içinde nelerin olduğunun bilinememesine, Din görevlilerinin ve sorumlularının dahi çoğunlukla uydurulmuş hadislerin, rivayetlerin, Tarikat ve Cemaatlerin oluşturduğu geleneklerin esaretinden kurtulamamalarına, aklın kullanılamayıp sorgulamasının yapılamamasına dayanmaktadır. Oysa Yüce Kitabımız Kur'anda Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde, " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizler de. " denilerek yapılan uyarılardan herhalde haberleri bulunmamaktadır. Üstelik aynı Sûrenin 6. ayetinde de bu duaların kabul edilmeyeceği, onlardan şikâyetçi olunacağı belirtilmektedir. Peygamber dahi olsa Allah’a ortak / şirk koşarak Tevhit davası güdülemez. Büyüklük sadece Allah’a aittir. Şeytan / İnsanın içindeki kötü duygular ve düşünceler, büyüklük ve kibre yönelttiği için Cennete sokulmamıştır. Cennette böyle bir kavram, böyle kibir ve büyüklük gibi kötü duygulara yer yoktur. Övgüyü sadece Allah’a has kılamayanlar, hiç olmazsa peygamberi tesniye ederek / ikileme ile Allah’a şirk koşma sorumluluğu kaçınılmaz olacaktır. Kur'anı, akıl ve vicdanlarını kullanmadan, şirkin tozunu üzerilerine kondurmayanlar, sadece Allah’a inandıklarını söylemekle veya bilinçsizce sadece lafla " La ilâhe illallah " demekle sorumluluktan kurtulamazlar. Zümer Sûresinin 65. ayetinde " Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi : Andolsun ki ortak koşarsan amelin kesinlikle boşa gider. Ve kesinlikle kaybedenlerden olacaksın. " denilerek şirk konusundaki uyarısı, üstelik de Yüce Rabbimizin aynı ayet içerisinde iki defa and içmesi ifadesiyle kasem etmesi ( kanıt göstermesi ) ile, aksi halde dikkat çektiği sonucun muhatabı olurlar. Bundan dolayı iman ettiğini söyleyen her mümin, din adına attığı her adımda bütün amelinin boşa gitmemesi için dikkatli olmak, Kur'anın doğrularına göre hareket etmek zorundadır. Tek kurtuluş, Kur’ana yönelerek, tevbe ederek, gerçek Tevhit şuuruna kavuşmaktadır. Allah'ın selamı, rahmeti ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR