 
 İnsan yaşamının, sağlığının ve canlılığının sürekliliği için nasıl ki sürekli ve dengeli bir beslenme gerekiyor ise, insanlık erdeminin sağlanabilmesi ve ayakta tutulabilmesi için de Allah’a olan bağlılığın, kulluğun, ibadetin, inançtaki samimiyet ve kararlılığın sürekliliği esastır. Bu nedenle de Yüce Kitabımız Kur’anda Rum Sûresinin 17. ayetinde “ O halde, yapmanız gereken, akşama erdiğinizde, sabaha erdiğinizde, gece sırasında, öğleye erdiğinizde, her zaman Allah’ın tesbih edilmesidir. / Tüm noksan sıfatlardan arındırılmasıdır. “ denilerek, Yaratanı tüm nitelikleriyle tanımanın ve tanıtmanın, sabah akşam, gece gündüz, mecazi anlatımıyla sürekliliğine dikkat çekilmektedir. İnsanların ibadetine ve kulluğuna Allah’ın ihtiyacı yoktur. Ancak Yüce Allah, kimsenin kimseye zulüm etmeden, zulüm de görmeden kullarının huzurlu, mutlu, sağlıklı ve barış içinde bir hayat yaşamalarını istemektedir. Bunun yollarını da görevlendirdiği Peygamberler ve indirdiği kitaplarla göstermektedir. Maide Sûresinin 46 - 48. ayetlerinde " Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrat'tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'nın gelmesini sağladık.....O'na İncil'i verdik. Sana da Tevrat'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı / Kur'anı indirdik....." ifadelerinde gördüğümüz gibi Allah’ın Hakk Dininde de bir süreklilik vardır. Peygamberimiz Muhammed ( a.s. ) ile Kur’an, Adem peygamberden bu yana gelen dini teyit etmiş, insanlar arasında ise dine yönelme ve birlikte yaşama hukuku ile hayatı geliştirmiştir, yenilemiştir. Bundan dolayı Ali İmran Sûresinin 19. ayetinde ; “ Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. “ ve yine aynı Sûrenin 85. ayetinde de “ Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o din ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. “ denildiği gibi, bütün insanlığın yaşamı boyunca Allah katında tek bir din vardır, o da temelinde Tevhit ( La ilâhe illallah ) ( Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur ) demenin inancının ve bilincinin bulunduğu İslam’dır. Tarih boyunca ise bu inançlara Yahudi, Musevi, Hristiyan, İsevi, Nasrani isimlerini insanların kendileri koymuşlardır, ama Kur'anın İslam'ına göre aslında bu kitapların yok edilmemiş, değiştirilmemiş olan orijinal uyarılarına ve Allah'a inananların hepsi de Müslümandırlar.
İSLAM : Sözcüğü silm kökünden türemiş if'al kalıbında mastar bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Beraet / uzak tutma, korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddi ve manevi her türlü sıkıntıdan, zayıflıktan, çürümüşlük gibi her türlü olumsuzluklardan uzak olma demektir. Bu sözcük, salim, selam, teslim, İslam sözcüklerinin de köküdür. Bu nedenle İslam sözcüğü de barış, esenlik, huzur, mutluluk için her türlü olumsuzluklardan uzaklaştırarak sağlamlaştırmaktır. Ama maalesef Yahudi, Musevi, İsevi, Nasrani, Hristiyan denilen aslında ehli kitabın ve İslam'ın mensupları olması gerekenler, hakikat geldikten sonra kıskançlık ve ihtiras nedeniyle ihtilafa düşmüşler, çoğunlukla Kur'anı ve Resulullah'ı tanımamışlar, kendi içlerinde bir çok mezhep ve meşreplere bölünerek ayrılığa düşmüşlerdir. Onların bu davranışları bir çok ayetle kınandığı gibi, Bakara Sûresinin 89. ayetinde de " Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı doğrulayan bir kitap gelince de ki onu kendileri örttüler. Artık Allah'ın dışlaması / rahmetinden mahrum bırakması, Allah'ın ilâhlığını ve Rabbliğini örtenler üzerinedir. " ifadeleriyle şiddetle reddedilmektedir.
MÜSLÜMAN : Allah’a yönelerek her olumsuzluğu ortadan kaldırıp, olumluya dönüştüren, mükemmelleştirerek sağlamlaştıran, dinamik, çalışkan ve canlı olan kişidir. Fakat bugün Allah katında son Kitabı Kur'anın muhatabı olan dünya Müslümanlığına baktığımız zaman, Müslümanlarca da Kur’anın Hakk Dini İslam’dan ziyade, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerle oluşturulmuş hadislerle, rivayetlerle boğulmuş, süreklilik anlayışı ortadan kalkmış, Tevhit şuurundan uzak bir yapıya dönüştürülmüştür. Bakara Sûresinin 256. ayetinde “ Dinde zorlamak, tiksindirmek yoktur. “ denildiği halde, ibadet ayrıntıları içinden çıkılmaz hale getirilip zorlaştırılmış, Kur’anın Tevhit inancının yerini, Hakk Dinden çok farklı yaşanan, koruyacak, kollayacak ve cennete kavuşturacak aracıların, Efendilerin, İmamların, Velilerin, Seyitlerin, Allah’a ortak edilenlerin hükümlerinin oluşturduğu inançların dinleri almıştır. Bunun sonucunda da insanlara Kur’an terk ettirilmiştir. Bu nedenle Müslümanların büyük çoğunluğu Kur'anın içerisinde nelerin, ne gibi öğütlerin bulunduğunu bilmemektedir. İnsanlar bir takım sonradan uydurulmuş promosyonlu kutsal gecelerde yapacakları ibadetlerle kendilerini kurtaracaklarına inandırılmıştır. Halbuki Peygamberimiz, daha önceki dinlerde, binlerce yıldır dünyanın her köşesinde kapalı mekânlarda, belli günlerde tanrılara tapınak dini olarak yaşanan ibadeti, belli zamanlardaki şekli görünümden arındırarak, tapınak dışına, sürekliliği olan bir yapı ile, halkın arasına, yaşamına ve sokağa çıkarmayı başarmış bir peygamberdir. Buna rağmen O’nun ardından bugün Din, Müceddit / hurafeleri temizleyip yenilik getirecek olarak yola çıkıp, Müteceddit / yenilik getireceğim derken aksine dine hurafeleri yerleştirmiş olan ulemalar eliyle tekrar tapınak dinine dönüştürülmüştür. Halbuki Kur’an öğretisinden, öğüdünden uzaklaşmış, ibadetteki sürekliliği terk etmiş, Kur'andan uzak ve dışında bir hayat yaşamakta olan kişileri ve toplumları Yüce Rabbimiz Allah, Zuhruf Sûresinin 36. ayetinde " Ve her kim Rahmanın öğüdünden, anılmasından körleşirse / uzaklaşırsa Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için yandaştır. Ve şüphesiz ki yandaşlar körleşenleri yoldan çıkarırlar. Onlar da doğru yolda olduklarını sanırlar. " ifadeleriyle çok ciddi bir şekilde uyarmaktadır.
Ülkemizde de bugün yaşanan dine baktığımız zaman, Peygamberimizin vefatından sonra, çoğunlukla Onun adına uydurulan hadislerin oluşturduğu inançlar, din olarak yaşanmaktadır. Belirli aylar, bazen yılın belirli günleri, bilhassa sonradan uydurulmuş Kandil Geceleri kutsallaştırılarak ayrıcalıklı günler olarak görülmekte, o günlerde ve aylarda yapılan ibadetlerin daha çok sevap kazandıracağı inancı hakim kılınmaktadır. İnsanlar sadece o günlerdeki ibadetin büyük karşılıklarının beklentisi ile de ibadetin sürekliliğini göz ardı etmektedirler. Bu duruma Kur’an ayetleri ile çok etkili bir şekilde dikkat çekilmesine rağmen, Allah’ı anmaktan uzak ve ibadetsiz geçen uzun aralardan sonra ister istemez kalpler katılaşmakta, taşlaşmakta ve mühürlenmektedir.
MÜNAFİKUN 3 : Bu onların iman etmeleri, sonra da iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur. Artık onlar iyice kavrayamazlar.
ZÜMER 22 : Peki, Allah kimin göğsünü İslam’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerine olmaz mı ? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun ! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.
BAKARA 7 : Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur. Onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.
Bu ayetlere düz mantıkla bakıldığında, doğrudan doğruya kalplere damgayı ve mührü dilediğine göre Allah’ın vurduğu, kalpleri katılaştırdığı, gözlere perde çektiği anlamları çıkarılabilir. Fakat ayetlerde asıl anlatılmak istenenler çok farklıdır. Çünkü Meşieti ( irade sıfatı ) gereği Rabbimiz iradesini kullanmış, hem hidayet ve hem de dalalet yollarını yaratmıştır. Fakat bunun yanı sıra da kullarına düşünmeleri için akıl, özgürce seçebilmeleri için de irade vermiştir. Yaratılmış olan yollardan birini seçen, kulun kendisidir. Kehf Sûresinin 29. ayetinde “ Ve de ki : O gerçek Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin. “ denilerek inanmak veya inanmamak kişilerin özgür iradelerine bırakılmıştır. Dinde zorlama yoktur. Allah zalim değildir, hiç bir kuluna kâfirliği ve azabı da kader olarak yazmaz. Kul, kendi özgür iradesi, seçimi ile yolunu belirler, tembellik eder, kibir ve büyüklük ile kendini güçlü ve yeterli görür, Allah’ı anmaktan, Kur’anın öğüdünden uzaklaşır, aklının yollarını tıkar, iyi düşünme ve bilgilenmeye engel oluşturur, aklını işe yaramaz hale getirirse, bu onun kalbinin mühürlenmesi anlamına gelir, o kişi kendi kalbini kendisi mühürlemiş olur. Ve yine Yüce Rabbimiz, Kendisinden uzaklaşmış, kalbi katılaşmış, Allah’ı anmaktan, O’na yönelmekten uzak kalmış olanlar için ;
ALAK 6 - 8 : Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil ! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde kesinlikle azar. / Tagutlaşır, tuğyanlaşır, firavunlaşır, her türlü zulmü yapmaya başlar.
ARAF 124 : Kim Benim anılmamdan / Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir yaşam vardır.
BAKARA 152 : Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilik bilmezlik etmeyin, verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.
Diyerek ibadetin sürekliliğine, Allah'ın öğüdünden uzaklaşmış olanların yapabileceklerine dikkat çekerek, Allah’ın yardımının da kulun çabalarına bağlı olduğuna değinerek, aklını kullanabilecekler için uyarısını yapmaktadır.
İbadet : Kulun Yaratanına, Rabbine, Rabbi tarafından verilen dini görevleri ( Kur’an ile verdiği kulluk talimatnamesindeki görevlerin tümünü ) kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesidir. Tabiidir ki bu ibadet, Ankebut Sûresinin 56. ayetinde “ Ey iman etmiş kullarım ! Şüphesiz Benim yeryüzüm geniştir. O halde yalnız Bana kulluk / ibadet edin. “ denilerek belirtildiği gibi sadece Allah için olacaktır. Fakat bugün bu ayetin uyarısının farkında olunmadan herhalde birçok Evliya, Veli, Şeyh, Seyit, İmam ve hatta Peygamberimiz dahi Allah'ın yanına ortak olarak konulmaktadır. Bugün ibadet denilince, Müslümanların belleğine " İslamın şartı beştir " denilerek yerleştirilmiş olduğundan, Müslümanlarca çoğunlukla ve özellikle dinin temeline oturtulmuş olan namaz kılmak, başta olmak üzere oruç tutmak ve Hacca gitmek gibi birkaç şekle ve dış görünüşe dayalı ritüel akla gelmektedir. Bu nedenle yukarıda örneklediğimiz Rum Sûresinin ayetlerinde dile getirilen zaman ifadeleriyle anlatılmak istenen süreklilik, klasik ve gelenekçi yorumcular tarafından sadece namaz kılma vakitlerine endekslenmiş olduğundan, Kur’anın asıl mesajı basite indirgenmekte, bundan dolayı Müslümanlar büyük çoğunlukla, ama doğru, ama yanlış sadece kıldıkları namazla Allah’a karşı görevlerini yerine getirdiklerini ve kurtuluşa erebileceklerini zannetmektedirler. Oysa Kur’anda bulunan 6234 ayet ile verilmek istenen öğütlerin tamamını yerine getirebilmek için yapılanların tamamı da ibadetin, Allah’a yapılacak kulluğun kapsamı içerisine girer. Bunun için de önce Kur’anın anlaşılarak okunması, ardından bu yolla Allah’ın Kur’an ile tanınması ve kulun nasıl bir Allah’a ibadet edeceğinin, O’nu nasıl tesbih edeceğinin ve bunun için nelerin yapılmasının, nelerin de yapılmamasının gerektiğinin bilinmesi, özellikle Allah'tan başka ululaştırılan Velilerin, Ulemanın, İmamların, Şeyhlerin, Seyit ve Efendilerin, Allah'ın yarattığı etten kemikten yapılmış putların da aradan çıkarılması, onların ilâh yerine konulmasından vazgeçilmesi önem kazanmaktadır. Tesbih sözcüğüyle aynı kökten gelip sürekliliği ile Allah’ı tesbih etmeyi, O’nu yüceltmeyi ifade eden Sübhan, Hamd, Şükür, Zikir, Kelimei Tayyibe, gibi sözcükler Kur’anda bir çok ayette yer almaktadır.
KALEM 28 : Onların en hayırlı olanları, “ Ben size Allah’ı tesbih etmiyor musunuz ? dememiş miydim ? “ dedi. 29 : Onlar : “ Rabbimiz seni tesbih / tenzih ederiz, doğrusu bizler yanlış ; kendi zararlarına iş yapan, haksız davranan kimselermişiz ! “ dediler.
ALA 1 – 5 : Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı haline getiren Rabbinin yüce adını temize çıkar. / Tesbih et.
Tesbih : Allah’ı O’na yakışmayacak şeylerden uzak tutmak. ( tenzih etmek ) O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavrayarak yüceltmek, yaşamın içerisindeki her atılan adımda, her vesile ile de ilan etmek demektir. Yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmaktır. Allah’ın azametini her fırsatta hatırlamak, O’nu şirkten, eş ve çocuklar edinmişlik gibi iftiralardan uzak tutmak ve arındırmaktır. Bu da ancak Kur’an ayetlerinin doğru anlaşılması ve Allah’ın yüceliğinin kavranabilmesi ile mümkün olabilir. Aynı kökten gelen “ Sübhan “ Allah’ın bir ismi olup, her türlü kusurdan ve noksanlıktan uzak olan demektir. Kur’anda bir çok ayette, yerde ve gökte olan her şeyin Allah’ı sürekli tesbih ettiği ifade edilir. Çünkü insanoğlunun dışında yaratılmış olan bütün canlı ve cansız varlıklar, Evrendeki işleyişin, düzenin ve dengenin korunması için kendilerine verilmiş olan görevi hiç aksatmadan yerine getirmekte, nankörlük etmemektedir. Bunun anlamı “ Atom, atom altı parçacıkları, molekül, bileşik, virüs, bakteri gibi en küçük mikro organizmalar dahil, yeryüzündeki bitkiler, dağlar, ormanlar, denizde karada yaşayan bütün hayvanlar, gökyüzündeki gezegenler, yıldızlar, galaksiler gibi en büyüğüne kadar Evrendeki tüm varlıkların, Allah’ın bütün kusurlardan eksikliklerden uzak olduğunun delili olması “ demektir. “ Rabbim Sen bunları ne güzel ve ne mükemmel yaratmışsın, Sen bunları mutlaka boşuna yaratmadın “ diyebilen şuurun bilincinde olmaktır. Yoksa halk arasına yerleştirildiği gibi elde tespih aleti ile, yeterince Allah'ı da tanımadan, otuz üç defa papağan gibi Sübhanallah demek değildir. Bu tür uygulamanın namazla da zikirle de bir ilgisi yoktur. Kaf Sûresinin 39.- 40. ayetlerinde de ibadetin ve Allah’ın tesbih edilmesinin sürekliliğine dikkat çekmek üzere ; “ Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce ve geceden bir bölümde ; Her fırsatta Rabbinin övgüsü ile birlikte tesbih et. / arındır. 40 : Ve secde edip / boyun eğip teslim olduktan iman ettirdikten sonra inkârcıya da O’nu tesbih ettir. / arındır. “ denilmektedir.
Bu ayetlerdeki tesbih kavramı, secde ve belirtilen zaman dilimleri ifadeleri de maalesef asıl hedefinden saptırılmış, pek çok uydurulmuş rivayet ve hadis ile gerçek anlamları dışında, namaz kılma ve namaz vakitleri olarak yansıtılmış, böylece İslam’la hiç alakası olmayan namazın içindeki bazı davranışlara ve ritüellere zemin hazırlanmış, dinimizin adeta en önemli ibadetleri haline getirilmek istenmiştir. Halbuki zaten Peygamberimiz, O'na inanmış az sayıdaki sahabe ve bütün müşrikler de namaz kıldıkları halde, “ Bu, Allah Teala’nın Hz. Peygambere namaz kılmasını emreden bir ifadedir, sabah, öğle ve ikindi, akşam ve yatsı namazlarının vaktinin bildirimleridir “ denilmiştir. Halbuki Mekke müşrikleri de Allah var demekte, fakat bunun yanı sıra melekleri Allah'ın kızları olarak bilmekte, meleklere ve oluşturdukları pek çok tanrıya da aracı olarak tapmaktadırlar. Peygamberimizi de elçi olarak reddetmektedirler. Aslında işte bu ayetle, genellikle Mekke’de serinlikten dolayı, bir araya gelerek toplanma vakitleri olan güneşin doğmasından ve batmasından önce ve akşamdan sonraki vakitlerde, Peygamberimize, müşriklere doğruları anlat, İslam’a yeni girmiş olanlara tevhidi öğret, onlar da kötü sıfatlardan Allah’ı arındırsınlar, Rabblerini doğru tanısınlar, ortak koşup şirke girmesinler talimatı verilmektedir.
Bugün ibadet adına doğru bilindiği zannedilerek yaşanan yanlışların, sıkıntıların neredeyse tamamı, Kur’anın terk edilerek anlaşılarak okunmamasından, Tevhit şuurunun tam olarak yerleşmemiş, Allah’ın bu bilinç ile doğru ve yeterince tanınamamış olmasından, Kur'an dışında Mezhep, Tasavvuf, Tarikat ve Cemaatlerin hadis ve rivayetlerle oluşturdukları dinin yaşanmasından kaynaklanmaktadır. Uydurulmuş hadis ve rivayetlerle tıpkı müşriklerin inancında olduğu gibi Allah’ın, gökyüzünde bizden çok uzaklarda ve ulaşılamayan yerde bir taht üzerinde oturduğu düşünülmekte, miraç denilerek uydurulmuş rivayetlerle Peygamberimiz ululaştırılarak ayakları yerden kesilmekte, gökyüzüne Allah'ın huzuruna çıkartılmakta, kıyamet alameti olarak yeryüzüne dünyayı kurtarmak üzere mehdi ile mesih geri dönecek diye, İsa Peygamber gökyüzünde Allah'ın yanında tutulmaktadır. Bu hurafeleri anlatanlar tarafından da Müslümanlar, Allah’a yaklaştıracak aracıların, Velilerin, Evliyanın, Seyitlerin, İmamların, Mürşitlerin, tek cümle ile etten kemikten yapılmış putların olması gerektiğine inandırılmaktadır. Oysa Bakara Sûresinin 186. ayetinde “ Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca yakaranın yakarışına cevap veririm. O halde artık onlar da benim davetime uysunlar. Bana inansınlar. “ denilerek, Allah'ın bize çok yakın olduğu ve her zaman bizimle beraber olduğu, aracılara gerek olmadığı belirtilmektedir.
İbadetin sürekliliğinin sağlanabilmesi için, Allah’ın her an bizi gördüğü, duyduğu bilinerek atılacak her adımda, Allah’ın Kur’an ile bizi uyardığı öğütlerini akılda tutmak ve davranışlarımıza ve ibadetimize bunlara göre yön vermek gerekir. İbadet, sadece namaz kılmak, hacc etmek ve oruçlu olmak değildir. Elbette ki Allah’a yakınlaşmanın araçlarından ve kul ile Allah arasında olan bu nüsuk ibadetleri, belirlenen zamanlarında sürekliliği içerisinde yerine getirilmelidir. Ama Kur’an dışında sonradan dine ilave edilmiş ve kutsallaştırılmış, kandil geceleri gibi özel günlerin ibadetlerinin getireceği abartılı sevap beklentileriyle, on bir ay Allah'tan uzak olup da, Ramazan gelsin de orucumla beraber teravih namazımı da kılayım, mukabele edip Kur'anı dinleyip hatim edeyim, kandil gecelerinde mevlit dinleyip tesbih namazı kılayım, bir ay sıkı bir Müslüman olayım gibi yanlış düşüncelerden vazgeçilmeli, Allah katındaki kurtuluşu sadece bu günlere bağlamamalıdır. Unutulmamalıdır ki toplumsal hayatın akışı içerisinde, insanlar için evrensel olarak görülen çalışmak, üretmek, okumak, öğrenmek, öğrendiğini, kazandığını, emeğini paylaşmak, başkalarının sıkıntılarını eksiklerini gidermek, adil, güvenilen, dürüst, özü sözü doğru olmak, yalan söylememek gibi her güzel davranışın hepsi birer ibadettir, insanı Allah'a yaklaştıran vesilelerdir. Bu güzelliklerin tümünü anlayarak okuyup Kur'anın öğütleriyle sürdürmek ise Allah'la beraber olmaktır. Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir. En iyi işiten, en iyi görendir. Bize şah damarımızdan daha da yakındır. Diridir, O'nu uyuklamak tutmaz, sürekli ayaktadır ve sürekli bir oluşum içerisindedir. Kur’an açısından değerlendirildiğinde ibadetin özel günü, özel gecesi, özel ayı gibi özel zamanları olmaz. Bu, İslam’ın ve Tevhit inancının ruhuna da aykırıdır.
Allah'a yönelmek, ibadeti ve kulluğu sürekli kılmak, sabrı, samimiyeti ve fedakârlığı gerektirir. İşte bu nedenle Furkan Sûresinin 75. ayetinde de, " İşte Rahman'ın kulları sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamlarında, orada sonsuz kalıcı kimseler olarak ödüllendirilecekler, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır. " denilerek mükâfatları belirtilirken, Allah'ın anılmasından uzaklaşmış olanlar için de aynı Sûrenin 77. ayetinde ise, " De ki : Yakarışınız olmasa, Rabbim size değer verir mi ki de siz, kesinkes yakarmadınız, yalanladınız. Artık yakarmama, yalanlama sizin ayrılmazınız olacaktır. Kendinizi bu durumdan kurtaramayacaksınız. " denilerek Allah'ın anılmasından uzaklaşmanın, aynı zamanda Allah'ın ayetlerini yalanlama olduğu ve Mutaffifin Sûresinin 14. ayetinde de bu gibi olanların kazandıklarının, kalpleri üzerinde pas oluşturduğu belirtilmektedir. Pek çok ayette de bu yalancıların korkunç sonları ve hesap günündeki pişmanlıkları açıklanmaktadır. Bilindiği gibi, iyi ya da kötü bir şeyin sürekli yapılması insanda bir alışkanlık, tutku haline dönüşür. Kişi sürekli ve hatta elinde olmadan o işi yapmak ister. İşte bu süreklilik Allah'a yönelmekten uzaklaşmak ve Allah'ın ayetlerini yalanlama olursa, kişi bu alışkanlığın tutsağı olursa, hayatını bu tutsaklıkla devam ettirir gider, gönlü paslanmış olarak başka bir şey yapamaz hale gelir. Bu duruma düşmüş olanlar için de Zümer Sûresinin 7. ayetinde, " Eğer küfredecek / Allah'ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddedecek iyilik bilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre, nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. " denilerek insanların kötü veya iyi olarak yaptıkları bütün amellerin karşılığının sadece yine kendileri için olacağı dile getirilmektedir.
İslam'ın hedefi, önce erdemli, sorumlu, eğitimli, bilinçli, çalışkan, üretken, aklını ve vicdanını kullanabilen bireyler yetiştirmek ve bu bireylerden oluşan, adaletin egemen olduğu, barış içerisinde, sağlıklı, huzurlu, mutlu, kaosun ve zulmün olmadığı toplumları yaratmaktır. Bunun için de Yüce Rabbimizin Kur'an ile indirdiği rehberlik önem kazanmaktadır. İstenilen hedefe ulaşılabilmek için de İbadetin sürekliliğinin ve Kur’an bütünlüğünün gereği olarak, Kur’anın içerisindeki bütün ayetlerde yer alan öğütlerin ve uyarıların tamamı göz ardı edilmeden, aksatılmadan zamanı ve yeri geldiğince akılda tutulmalı ve yerine getirilmelidir. Bu cümleden olarak bireysel ve toplumsal sıkıntıların, eksiklerin, sorunların giderilebilmesi, toplumun aydınlatılması, bilinçlendirilmesi bakımından, insanlarla sürekli bir destekleşme, dayanışma, paylaşma, yardımlaşma halinde, aktif üretken ve çalışkan olunması, kişinin ihtiyacından fazla olan maddi gelirle, ihtiyacı olanlara ve yetimlere yardım edilmesi, zekâtın ( verginin ) hakkıyla verilmesi gerekir.
Sonuç olarak İbadetin sürekliliğinin sağlanabilmesi için özellikle herkes bizzat kendisi Kur’anı anladığı dilden mealini ayırabileceği zaman ölçüsünde sık sık okumaya ve öğütlerini aklında tutmaya çalışmalıdır. Herkesin Kur’anın bütün ayetlerini öğrenmesi, anlaması elbette ki beklenemez. Herkes kendi kapasitesi ölçüsünde, kolay anlayabileceği, çalışma ve ilgi alanına göre değişik ayetlere odaklanabilir. Önemli olan fazla aralık bırakmadan, az da olsa samimi olarak anlaşılmak üzere Kur’anı okumak, Allah’a yönelebilmek, Allah’la beraber olabilmek ve zikretmektir. Ara verilmeden sürekli ve bilinçli olarak kılınan namazlar içerisindeki dualarla Allah'la konuşmak, yakarmak, niyaz etmek de Allah'la beraber olmak ve Allah'ı anmaktır. Mülk Allah'ındır, Hamd ve Şükür Allah'adır deyip, sözde bırakmadan, nankörlük etmeden, sürekli olarak Allah'a hamd ederek, O'nu her türlü noksanlıklardan arındırarak yüceltmek, eldeki mülkün bu bilinçle ihtiyacı olan insanlarla yeri geldiğince paylaşarak şükrü eda etmek de Allah'la beraber olmak ve Allah'a yaklaşmaktır. Ne mutlu ki, ibadetteki sürekliliğin bilincine varıp, yaşadığı hayatı, dinini, sorgulayarak, yanlışlarını, eksiklerini görerek, aklını ve iradesini kullanarak, yanlışlardan ve Allah'a şirk koşmaktan arınmış olarak, sadece Allah’a kulluk ederek, hiç olmazsa asgari ölçüde Kur’anın aydınlığı, nuru, fazileti ile taçlanarak Hakk Dine, Allah’ın saf dinine, İslam’a yönelebilenlere ! Hakk Din İslam ! Kur’anı anlayarak okuyabilen, akledip, düşünüp, sorgulayabilen, tembellik etmeyenlerin süreklilik bilinci ile istikrarlı olarak yaşadığı ve seçtiği yaşam felsefesidir. !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR