Adem Peygamber ile başlayarak, Peygamberimizle beraber hayata geçirilmiş olan, Kur’anın dini, ( La ilâhe illallah ) ( Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur ) demenin şuuru ve bilincinin temel olduğu Tevhit dini İslam, Allah’a halis kılınmış Hakk Din, saf, katkısız, tertemiz iken, her peygamberden sonra olduğu gibi, maalesef Peygamberimizin vefatından sonra da geçen zaman içerisinde, Allah'tan geldiği gibi aynı saflıkta korunamamıştır. Dört halife döneminden sonra kurulan Emevi Devletinin halifelerinin, kendi zalimliklerini örtbas etmek, din kılıfına uydurabilmek amacıyla, tabiri caizse Ulemaus sû / kötülük Uleması denilen saray beslemesi kişilere verdirdikleri fetvalarla, Peygamber böyle buyurdu denildiği ve ona istinaden uydurulan hadis ve rivayetlerle halis din bozulmaya, yozlaşmaya başlamıştır. Peygamberimizin gözünü kapatmasıyla beraber gücü ele geçirme ve saltanat çekişmeleri başlamış olduğundan, aslında asrı saadet denilen dört halife dönemi de yoktur. Dirayetli ve güçlü olan ikinci halife Ömer'in ölümü ile yerine üçüncü halife olarak geçen Osman zamanında yıllardır Mekke'de süren Haşimoğulları ve Ümeyye oğulları ailelerinin gücü ve yönetimi ele geçirme savaşı, daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dördüncü halife Ali'ye biat etmeyen o esnada Şam Valisi iken Ümeyye oğulları ailesinden ve peygamberimizin baş düşmanı Ebu Süfyan'ın oğlu, Emevi Devletinin kurucusu ve Halifesi olan Muaviye, satın alarak etrafında topladığı kötülük uleması kişilere, Ehli Sünnet Vel Cemaat mezhebini kurdurup, Kur'an Müslümanlığının tarihte ilk defa parçalanmasının kapısını aralamış, siyaseti dinin içine sokarak aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Önce Ulemaüs sû / Kötülük Ulema sınıfı, ardından da icma ve fetva verme makamı oluşturulmuş, böylece aslında Kur'anla uyumlu olmayan yüzlerce, binlerce fetva, Din diye Kur'anın önüne geçirilmeye başlanmıştır. Zamanla eklenen bu katkı maddelerinin dozu iyice arttırılmış, Kur’an ayetlerinin uyarıları bir tarafa bırakılıp, peygamber adına uydurma hadislerin binlercesinin yer aldığı kitaplar dini istila etmiştir. İki ailenin saltanat mücadelesi katliamlarla kan akıtma ve savaşa bile dönüşmüş, yüzyıllarca İslam'ı oyalamıştır, parçalamıştır. Yaşanan Din, Kur’anın Hakk Dini İslam, Dinü'l Rahman / Allah’a halis Tevhit dini olmaktan çıkarılmış, Ehli Sünnet inancı ile Kur’anın dışında bambaşka bir din anlayışı yaşanır olmuştur. Ardından bu yozlaştırma ve çekişmelerle İslam’a mal edilen, ama Kur’anla hiç ilgisi olmayan pek çok Sufi Tarikatlar, Sünni, Şii, Selefi Mezhepler, bunlara bağlı olarak Cemaatler ortaya çıkmıştır.
DİNİN YOZLAŞTIRILMASI : İnsanların Allah katında yaşaması gereken Din, Allah’ı birleyen, ( La ilâhe illallah ) Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur demenin bilinci ve inancı olan Tevhit dini, İslam’ dır. İslam’ın sahibi, onu tarih boyunca korumuş ve bundan sonra da koruyacak olan da Allah’ın bizatihi Kendisidir. Allah’a teslim olan, gönderdiği peygamberlere, indirilen Kitabın öğütlerine uyan, sorgulayan, bilgi sahibi olarak tahkik ederek gerçekten iman edenlerin hepsi de Müslümandır. Ancak tarih boyunca dini değerlerin, Allah'ın indirdiği kitapların ve en sonunda da Kur'an ayetlerinin eğilip bükülerek, yanlış yorumlanıp insanlar tarafından özel çıkarlara yönelik kullanılması, pek çok kavramın saptırılarak bozulması, Yahudilerin uydurma rivayetlerle Din adamı saptırma müdahaleleri, Hristiyanların ruhban sınıfında olduğu gibi dinde aşırılığa gidilmesi, ayetlerin inkârı ile tasavvufa yönelinmesi, Peygamberin söylediğinin kandırmacası olan uydurma hadislerle zorlamalar ve Kur'an ayetlerindeki bir çok uyarının görmemezlikten gelinmesi, dinde yozlaşmaları meydana getirmiştir. Halbuki Hucurât Sûresinin 14. ayetinde " Bedevi Araplar " amenna / inandık " dediler. De ki : " Siz inanmadınız, ama eslemna / İslamlaştık / Yanlışı terk ettik, kendimizi sağlama aldık deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. " ifadeleriyle belirtildiği gibi sadece lafla " Ben Müslümanım " demekle Müslüman olunamamaktadır.
Rahman Sûresinin 1 - 2. ayetlerinde " Rahman ! Allemel Kur'an " ifadeleriyle Kur'anı Peygamberimize ve dolayısıyla bizlere doğrudan doğruya Rahman sıfatıyla Allah'ın öğrettiği belirtilmektedir. Bu nedenle İslam'ın en büyük ve baş öğretmeni Rahman'dır. Kur'an da Rahman'ın gönderdiği bir Kitaptır. Ama İslam dünyası Kur'anı sadece dekoratif olarak duvara asmıştır. Tarih boyunca Tevhit esaslı olan Allah’ın Hakk Dini, her dönemin peygamberinin ardından yozlaştırılmış olduğundan, her yozlaştırmanın ardından da belirli süreler sonunda, Allah, insanlara katındaki dinin özüne dönebilmeleri için yeniden ve o toplumun kendi dillerinde konuşan peygamberler göndermiştir. Onları içinde bulundukları zamanın ilk Müslümanları yapmış, insan eliyle yapılmış saptırma ve dindeki bozulmaları düzelterek, öncekileri tasdik eden kitaplar indirmiştir. Böylece Adem peygamberden, Peygamberimiz Muhammed ( a.s. ) a gelinceye kadar, birbirinin ardından gönderilen peygamberler ve indirilen kitaplarla, her dönemdeki insan eliyle oluşturulmuş yozlaşmalar giderilmiş, Yüce Rabbimiz de Kendi katındaki tek din olan İslam’ı Kendisi korumuştur. Ancak Peygamberimizden sonra geçen 1400 yıllık zaman içerisinde bu güne geldiğimizde, yaşanılan, tanık olunan Dine bakılınca Kur’anın tanımlamalarına göre Kur'anı anlamak üzere okuyup ayetleriyle bilgilenen, sorgulayan, araştıran, düşünen, tahkiki iman sahibi olmuş az da olsa, belki de ancak yüzde bir oranında gerçek Müslüman var, çoğunlukla anlamak üzere okumadığı için Kur'andan bilgisi olmayan, sorgulamayan, aklını kullanmayan, Tarikat ve Cemaat bölünmeleriyle öğretilen veya atalardan gelen kulaktan dolma eksik ve yanlış bilgilerle taklidi imanla yaşayan, Kur'an ile ilgisi sıfır olan Müslüman var, gerektiği zamanda, zeminde bir öyle bir böyle gösteriş içinde olan münafık / infak etmeyen, iki yüzlü riyakâr Müslüman var, Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelen veya bilmeyen, inkâr eden, ortak koşarak şirk batağının içerisine gömülmüş, Mezhep, Tarikat, Cemaat bölünmeleriyle Dinde ayrılığa düşmüş olduğunun bile farkında olmayan büyük çoğunlukta kâfir Müslüman var.
Bu nedenle Yüce Kitabımız Kur’anda öğüt verilerek eğitilecek olan insanlara hiç bir ayette “ Ey Müslümanlar ! “ diye değil de, “ Ey insanlar !, Ey iman edenler ! Ey kâfirler ! “ şeklinde hitap edilmektedir. Müslümanların yaşadığı dine baktığımız zaman bugün Allah’ın Hakk Dini İslam’ın yine yozlaştırıldığını, Kur’anımızın onaylamadığı pek çok farklı dini anlayışların ortaya çıktığını görüyoruz. Üstelik de Ahzap Sûresinin 40. ayetinde bildirildiğine göre bizim peygamberimiz son Nebi ve O’na indirilmiş olan Kitap da, İslam’ın son Kitabıdır. Peygamberimizden sonra, artık insan eliyle oluşturulmuş yozlaşmaları, Allah’tan aldığı yeni mesajlarla düzelten bir peygamber gelmeyecektir. Bu bakımdan, Allah’ın, tarih boyunca koruyuculuğunu üstlendiği İslam'ın mesajlarını koruma görevini, bundan böyle de bugüne kadar korunmuş olarak elimizde bulunan, ama hadislere mahkûm edilmemiş ana dildeki çevirileri ( Mealleri ) ile yüce Kitabımız Resûl Kur'an yerine getirecektir. Böylece Kitabımız Kur’an, aynı zamanda da yozlaşarak tekrar bozulmuş olan Allah katında tek din olan İslam’ın mesajlarını hatırlatan, tekrar insanlara ulaştıran Resul / elçi ve bozulmaların, sapmaların denetçisi olacaktır. Bu nedenle Kur'anda olmayan, Kur'ana aykırı olan, Kur'anın dışında oluşturulmuş her inanç, Allah'ın Hakk Dininin, İslam'ın dışında bir dindir.
Dinin yozlaştırılması, Hucurât Sûresinin 1. ayetinde " Ey iman etmiş kimseler ! Allah'ın ve Elçi'sinin iki eli arasında öne geçmeyin / dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. " ifadeleriyle Rabbimizin yaptığı uyarılara rağmen, bir çok bahane ve nedenlerle Kur’an terk ettirilerek, insanların özel eğilimleri ve çıkarları doğrultusunda kendi akıllarının ürünü olan uydurma hadis ve rivayetlerle, İslam’ın özüyle bağdaşmayan söylemlerin, davranışların, Allah’ın Hakk Dininin mesajları yerine geçirilmesi, Sünneti Seniye denilerek yaşatılması ile başlamıştır. İnsanların yaşamında, maddiyat ve maneviyat arasındaki güçlü ilişki ve menfaat dürtüsüne gem vurulamadığı zaman siyasetin de ön plana çıkmasıyla, dinde yozlaşmalar da kaçınılmaz olmuştur. Zuhruf Sûresinin 36 - 37. ayetlerinde " Ve her kim Rahman'ın öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır / yandaştır. Ve şüphesiz ki yandaşlar körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen, Tarih içinde tabiri caizse " Ulemaüs sû " Kötülük Uleması denilebilecek kişilerce Rahman'ın Dinini, uydurulmuş hadislerle ortak ve yandaş oldukları " ed Dinü'l Şeytan " şeytanın dini yaptılar. Bugün Kur'anın indirilişinden sonra geçen 1400 yıllık zaman diliminde ilerisinin görülemeden üzerine atfedilen hadislerle üstelik de Peygamberimizin ismi kullanılarak Dinde hüküm koyucu olarak Şari yapılması ile içine düşüldüğü fanatizm, Tasavvuf inancının getirdiği Sufilik ile dindeki aşırılık da yozlaşmayı ve dindeki tahribatı geri dönülemez hale getirmiştir. İnsanlar, zorlamalarla, dayatmalarla, Kur'anın dışındaki bu inançlara gerçekmiş gibi hakikat diye çağrılırken, yanlışın, küfrün, şirkin, içine çekildiklerinin farkına varamamışlardır. Ülkemizde bu çerçevede birtakım Evliya, Şeyh, İmam Allah dostu denilen insanlar ortaya çıkmış, Kur’anda Allah’ın Dinine sımsıkı sarılmaları emredildiği halde, Tekke, Zaviye, Dergâh, gibi yerleri, kendi amaç ve faaliyetleri için “ okul “ yapmış, kendilerine uyan cahil kişileri de buralarda toplayarak Tarikatlar oluşturmuşlardır. Zaman içinde kendi Mezhep ve Tarikatlarına göre de hizipleşerek / gruplaşarak Kur’anın yerine kendi din ve kitaplarını, öne çıkarmışlardır. Böylece yerden ot biter gibi Mezhepler, Sufi Tarikatlar, Cemaatler ve Kur'an dışında yaşanan dinler Kur'anın İslam'ının yerini almıştır.
Ortaya çıkmış olan bütün Tasavvuf, Tarikat ve Cemaatler, kendilerinin yaşayışlarını ve inanç ritüellerini aksi olduğu halde İslam’a mal etmekte, yaşadıkları ile de övünmektedirler. Oysa Kur’ana uymayan, Kur’an gerçekleriyle örtüşmeyip Kur’andan onay almayan, hiçbir dini inanç, Kur’andaki İslam olarak ele alınamaz. Biz de burada Kur’anın dışında yaşanan yozlaşmaları ve inançların dinini, din adına yaşanan bütün yanlışları düzeltecek olan, Allah’ın kıyamete kadar yaşayacak dini İslam’ın son elçisi ve denetleyicisi / Resulü Yüce Kitabımız Kur’an ile test edelim ve sorgulayalım.
DİNDE YOZLAŞMA NASIL BAŞLAR : Tevhit inancı / La ilâhe illlallah sadece lafta kalmaya başlayınca, bilinci ortadan kaldırılıp, Allah, görülemediği için sadece gökyüzünde arşın ötesinde, çok uzaklarda, ulaşılamayan, yaşamın ve Evrenin dışında olarak düşünülmeye başlanınca, bunun üzerine de yeryüzünde insanı Allah'a yaklaştıracak, Allah'ın bir gölgesinin, halifesinin, aracının olması gerektiği insanların inancına yerleştirilince, veyahut sen ben hepimiz ve bütün mevcudat Allah'ın birer parçasıyız denilerek vahdeti vücut inancı icat edilince, Şeyhler, Gavslar, Kutuplar, Din adamları sınıfı Allah yapılmaya, ortaklar oluşturulmaya başlayınca böylece Dine ilaveler, katkı ile yozlaşma genellikle şirk yolundan / Kur'anın deyimiyle ortak ve yandaş edilerek peşine düşülen şeytanlar / Ulemaüs sû / Kötülük Uleması eliyle girer. Aslında dindeki yozlaşmanın kökeni tarihin çok eski dönemlerine kadar dayanmaktadır. Allah’ın vahyi olması gereken İslam, özellikle Yahudilerin egemen olmaya başladığı dönemlerden itibaren Tevrat ve ardından da İncil, vahyin bile üstünde görülen rivayetlerle ve İbranice Bet-Din denilen din adamları kurulları tarafından tahrif edilmeye başlanmış ve bu tahrife hâlâ zamanımızda da devam edilmektedir. Yahudi ve Hristiyan denilen Ehl-i kitabın din adamları sınıfının Allah’ın vahyine müdahalesi sadece hükümlerde kalmamış, aynı zamanda o kitaplarda geçen peygamber isimleri ve kıssaları da ilave edilmiş mitolojik rivayetlerle büyük tahrifata uğratılmıştır. Elde bulunan Tevrat ve İncil ne yazık ki bu din adamlarının yüzyıllarca süren ihanetinin her türünü görmüştür ve hâlâ da görmektedir. Orijinal Tevrat’ın yerini alan ve yüzyıllar içerisinde sayıları arttırılan Tora ve Tannan rivayet kitaplarında anlatılan peygamber kıssaları hep bu din adamlarının ustaca dizaynları ile şekillenmiş, Hristiyan İncillerine de bu yapısıyla geçmiştir. Bu din adamı tahrifatçılar nereye ne sokacaklarını, hangi kelimeyi gizleyip hangisinin altını çizeceklerini, kendi sözlerini vahyin neresine monte edebileceklerini ustalıkla çok iyi becermişlerdir.
Bugün Kur’an’ın kendinden önceki kitapları tasdik etmesi ise, tam da bu yalanları, gerçek vahyi tahrifleri, değiştirmeleri, insan sözünü sıkıştırmalarını ortaya çıkarmak içindi. Bu nedenle Tevrat ve İncil’de anlatılan kıssalara Kur’an’ın ayırdığı ayet sayısı 3000 den fazla olmuştur. O kıssalara bu kadar ayet ayrılması daha önceki kitaplarda olanların yanlışlarının ortaya çıkarılıp tekzip edilmesi, doğruların ortaya çıkarılıp onaylanması içindir. Sadece kıssalar değil, önceki kitaplardaki her bilginin Kur’an süzgecinden geçmedikten sonra herhangi bir başvuru kaynağı olmaması gerekir. Ne yazık ki elimizdeki İslam Tarihi kaynaklarının müellifleri böyle bir işlem yapmamış, Kur’an’daki kıssaları eksik, tamamlanması gereken yanları olan anlatımlar olarak görmüşler ve başka kaynak da bulamadıkları için bu eksikleri de aslında zaten saptırılmış olan İsrailiyat ile tamamlamaya kalkışmışlardır. Onları böyle davranmaya sürükleyen sebebin, Kur’an’ın kıssa anlatmada kullandığı mekân ve zaman belirtmeme metodunun olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an inerken gelen her ayet o şeytani suratlarını gizleyen maskelerini adeta parçalarcasına sıyırıp atmakta, ortaya dökmektedir. Yalanları ortaya çıkarıp tekzip etmekte, doğruyu ortaya çıkarmaktadır. Saptırılmış ve değiştirilmiş olan Ehli kitap peşinde olanlar da Kur’an indikçe eski hallerini ve güçlerini kaybedeceklerine dair derin bir ümitsizliğin ve endişenin içine de düşüyorlardı. Bu yönüyle o kitaplardaki kıssaların, Kur’an’da da anlatılan kıssaların tamamlayıcı bir yönünün olamayacağı açıktır. Kur’an tüm bunlardan dolayı Yahudi ve Hıristiyanları anlatırken, kötü bir örnek olarak deşifre etmektedir. Gerçek İslam Alimlerince ise Kur’an varken, ehli kitap kaynaklarındaki o kıssalara sadece eklenen yalanları tespit edip tekzip etmek, gizlenen doğruları ortaya çıkarmak yani tasdik etmek için başvurulur. Bunun haricinde bir başvurunun olması, hele hele dini referans ve kaynak olarak kullanılması asla doğru bir yaklaşım olmamıştır, böylece Müslümanlar da yanlışlıklara sevk edilmişlerdir.
Peygamberimizin zamanında Allah Resulü ve beraberinde olanlar tek bir kere bile Kur’an’da anlatılan hükümler veya kıssalarla ilgili olarak ne Bet-Dine / İbranice Din Adamları Kuruluna, ne de Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’e başvurmadılar. Parça parça anlatılan İsrail oğulları kıssaları hakkında bile başvuran olmadı. Yani onları anlatan ayetleri gidip onlara sormadılar. Çünkü apaçık / mubin ve eksiksiz olan Kur’an onlara yetiyordu. Ehli kitabın, Kur’an’ın ele aldığı tüm konularla ilgili bilgi ve kalıplarının olması, Bakara Sûresinin 113. ayetinde “ Ve Yahudiler, “ Hristiyanlar, bir şey üzerinde değillerdir / Onların kayda değer bir yanları yoktur “ dediler. Hristiyanlar da “ Yahudiler bir şey üzerinde değillerdir “ dediler. Oysa onlar kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde anlaşmazlık edip durdukları şeylerde, kıyamet günü aralarında Allah hüküm vereceketir. “ ifadeleriyle Yahudilerin sadece kendilerinin doğru yolda olduğunu, Hristiyanlar da sadece kendilerinin doğru yolda oldukları inancıyla, birbirlerini itibar edilecek konumda görmemekte ve birbirlerini aşağılamakta oldukları aktarılırken nasıl da yanlışın içinde oldukları belirtilmektedir. Kur’an’ın onların bu tutumlarını, geçmişlerinin yalan olduğunu söylemesi, onları Müşrikler, Budistler, Mecusiler ve daha birçok putperestlikten daha kötü duruma düşürüyordu. Ehli kitap dışındakiler hiç olmazsa kimseye ihanet etmemiş, vahyi tahrif etmemişlerdi. Kur’an’ın ehli kitabı kötü olarak nitelemelerinin hepsi onlar için, içine düştükleri kör kuyular gibi olmuştur. Düştükleri bu kör kuyuyu benimsemiş, orayı kendilerine ev edinmişlerdir. Uzatılan Allah’ın Hablullah / Allah’ın ipi / Kur’anı ısrarla tutmamış ve hala da tutmamakta kararlıdırlar. Halbuki onları şirk mertebesindeki kör kuyuya Allah atmamıştır. O kör kuyu din adamları tarafından kazılmış ve onlar da bu kör kuyuya gönüllü atlamışlardır. Kuyudan çıkmaları için uzatılan ipi / Kur'anı ise, ev olarak benimsedikleri kör kuyunun düşmanı olarak görmüşlerdir. Üzücü olan da Müslüman Ulemanın çoğunlukla bu sapkınlıkları ve tahrifatları göremeden bu kaynaklara referans olarak sarılmış olmalarıdır.
Kabul edilmesi zor gelse de Kur’an’ın indirilmesinden ve peygamberimizin vefatından kısa bir süre sonra ehli kitabın kör kuyularının hemen yanı başına aynı yöntemlerle açılmış bir kör kuyu da Kur’an’a inandığını söyleyenler Ulemaüs sû / kötülük Uleması tarafından kazılmıştır. O kör kuyuya da Kur’an cahili bırakılmış olan Müslümanlar gönüllü olarak atlamışlar, onlar da kendilerine uzatılan Hablullah’ı / Allah’ın ipini / Kur’anı, yetersiz olarak kabul etmiş, ev olarak benimsedikleri kör kuyunun düşmanı olarak görmüşlerdir. Bu süreç de tıpkı Yahudi ve Hıristiyanlardaki gibi aynen işlemiştir. Bunun için önce Allah’ın kitabının çok değerli olduğu, Yüce Allah’ın her insanın anlayacağı basit konuşmalar yapmayacağı, şifre ve sırlarla dolu bu konuşmaların ancak Resul tarafından çözülebileceği, Resulün Kur’an’ı sadece tebliğ eden / ileten değil, bunun yanı sıra tafsil eden / açıklayan olduğu, Kur’an’ın ise Resul olmaksızın anlaşılamayacağı söylendi. Amaç “ Alemlere Rahmet ” olarak gönderilen Muhammed (a.s)’in abartı yüceltmeleriyle görevinin basit bir aracı rolü olamayacağı, O’nun dindeki yerinin çok daha üstün olduğunu ispatlamaktı. Onlara göre Resulün görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu söyleyen ayetler, Resulü aracı gibi önemsiz bir göreve layık görmek anlamına geliyordu. Yani o ayetleri resmen inkâr ediyorlardı. Onlara göre ayetleri tebliğ etmek, bunun için ölümü göze almak, her türlü zorluğa göğüs germek, ayetler kendisini yerden yere vuran cinsten de olsa örneğin Abese 1 – 10. ayetlerinde olduğu gibi eksiltmeden, çoğaltmadan olduğu gibi tebliğ etmek basit bir işti. Ama yanıldıkları bir nokta vardı, Halbuki aksine örneğin ; Abese 1-10, Enfal 67 - 68 ve İsra Sûresi 73 – 75. ayetlerinde “ Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni Halil / iz bırakan bir önder edinirlerdi. Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin. O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiç bir yardımcı da bulamazdın. “ denildiği gibi ayetlerde Allah Resulüne tebliğ görevinden başka davranışlar için yapılan çok şiddetli ve azarlamalar niteliğinde uyarılar bulunmaktadır.
Ama bu konuda işin ve Peygamberimizin gerçeğine baktığımızda, bu gibi uyarılar aslında Muhammed (a.s)’ı yerden yere vurmasına rağmen O bu tür ayetlerin tek bir harfini bile eksiltmeden, değiştirmeden, yumuşatmadan olduğu gibi tebliğ etmiştir. Bunu görmeyerek, O’na güya daha fazla değer verdiğini söyleyenler, acaba hangi hata ve günahlarının tüm aleme ifşa olmasından kendileri samimi olarak hoşlanır, razı olurlar. Sadece tebliğ eden bir Resul olmayı aracı olmaya denk görenler, kendilerini ne kadar da büyük gördüklerinin farkında bile olamamışlardır. Sadece tebliğ eden bir Resul olmak, oysa sanıldığından çok daha büyük bir görevdir. Bu görev yetmezmiş gibi bir de Resule vahiyleri hadislerle açıklama görevi yüklemek Allah Resulüne yapılan en büyük haksızlıktır. Bu O’na asla altından kalkamayacağı bir görev yüklemek demektir. Alemlerin Rabbinin sözünü açıklamak Alemlerin Rabbinin ayarında biri olmayı gerektirir. Oysa Resul yaratılmış ve seçilmiştir, Alemlerin Rabbi de değildir. Üstelik Alemlerin Rabbi kapalı konuşmaz ki başkası onu açıklasın. Sözleri başkasının açıklamasına muhtaç biri ise zaten Alemlerin Rabbi olamaz.
Bunun sonucunda Tevhidin ne olduğunu bilmeyen, cahil bırakılan kişiler, Peygamber de dahil birtakım insanları kutsallaştırıp, yüceltip ilâhlaştırarak, ululaştırıp Rabbleştirmişler, ( Halife, Allah'ın gölgesi Sultan, Kral, Padişah, Şeyh, Mürşit, Şıh, İmam, Veli denilen ) kişilere Efendimiz Hazretleri demeye başlamışlardır. Artık onların ağzından çıkanlar ve yaptıkları böylece din olmaya başlamıştır. Aslında tamamen şirkin dibine inilmiş olunmasına rağmen, Kur'anda her aradığınızı bulamazsınız, Din Kur'andan öğrenilmez, siz Kur'anı anlayamazsınız, Arapçadan başka dilde okunmaz deyip, üstelik de bir çok Kur'an ayeti saklanıp veya görmemezlikten gelinip insanlara aktarılmayınca, Kur'anı anladığı dilden okutulmayan Müslümanların da elbette ki Rabbimizin bu konudaki uyarılarından haberleri olamayacaktır.
ALİ İMRAN 80 : Ve Allah size, melekleri, zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabbler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi ?
TEVBE 31 : Onlar Allah’ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini / din adamlarını Tanrı edindiler.
MAİDE 73 : Andolsun “ Allah üçün üçüncüsüdür “ diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse kesinlikle onlara acı bir azap dokunacaktır.
Bu ayetlerin uyarılarının aksine, bugün zamanlı zamansız, değişik nedenlere bağlı olarak Cami minarelerinden okutturulan selalarla, Seyyidel evveline vel ahirine, / önceki ve sonraki yaratılanların efendisi, Senedena / güvendiğimiz, Mevlâna / koruyup kollayanımız, Habiballah / Allah'ın sevgilisi denilerek Allah'ın sıfatları sevgi abartılarıyla Peygamberimize atfedilerek, maalesef Rabb edinilip Kâinatın Efendisi yapılmakta, Peygamberimiz de adına söylenen hadisleriyle Kur'anın önüne geçirilmekte, Allah'a ortak koşulmaktadır. O'nun vefatından sonra O'na aşırı duyulan saygının ve sevginin bilinçsizce ifrata dönüştürülmesi neticesinde veya dini yozlaştırma peşinde olan çıkarcıların marifetiyle veya Kur’anı bilmeyen liderler eliyle böylece din yozlaştırılmıştır. Sadece bununla kalınmamış, birtakım kişiler Şeyh, Veli, Evliya adı altında Allah'a yakınlaştıracak aracılar yerine konulmuştur. Onlar da birer insan oldukları halde, onlara insan üstü birtakım ilâhi güçler atfedilmiş, onlar adına kerametler, rivayetler, hikâyeler düzülmüş, hükümler uydurulmuş, böylece onların oturması, kalkması, giyimi kuşamı, yediği içtiği, her hareketi ve söyledikleri bir yaşam biçimi ve din olmuştur. Böylece Allah'ın vahyinin ve dinin tahrif edilmesinde Müslümanlar Yahudi ve Hristiyanların da önüne geçmişlerdir.
Ne yazık ki, bugün ülkemizde yaşanan din anlayışı, bu hastalığın, şirk ile yozlaşmışlığın pençesindedir. Din yaşamını, haramı, helalı, ibadetin rükûnlarını, şekillerini Cemaatler ve Tarikatlar yönetmektedir. Bu grupların içerisindeki müritler, Kur’anı anladıkları dilden okutulmadıkları için, Arapça Kur’an okuyup hatim etmenin dışında Kur’anın içinde ne gibi uyarıların olduğunu bilmemektedirler. Dini yaşamak için İmamlarının, Mürşitlerinin ağzına bakmaktadırlar. İbadet adına neden öyle yapıldığının, ne söylendiğinin bilinmediği, sadece yatıp kalkmaktan ibaret namazlar kılınmaktadır. Zikrin gerçek anlamının ne olduğu bilinmeden pazarlık usulü binlerce defa zikir saatleri ve tespihlerle zikir çekmek adı altında papağan gibi kelime tekrarları yaptırılmakta, bilinçsizce sadece lafta kalan bu tür uygulamaların ardından kendilerine Cennetler vaat edilmektedir. Bugün Kur’anın denetiminden çıkartılarak yaşatılan dinde, Kur’an sadece Ramazan ayında hiç bir şey anlamadan, Arapça okunup hatim edilmek üzere ele alınabilmekte, hasıl olan sevabı ölülere bağışlanmakta ve görev tamamlanmış olarak addedilmektedir.
Kur’anda olmayan, sonradan icat edilmiş olan uydurma Kandil gecelerinde ilave namazlar kıldırılmakta, Allah için yapılması gereken ibadetin samimiyeti, sürekliliği gözardı edilmekte, insanlar bir gecelik promosyonlu ibadetlere alıştırılmaktadır. Oysa Cinn Sûresinin 18. ayetinde " Ve şüphesiz ki mescitler Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın / kulluk etmeyin. " denilerek üstelik sadece Allah’ın anılması için olması gereken Mescitler, bugünkü yapısı ile maaşlı imamların arkasında kılınan namazların fasık olduğu, Maun / Kamunun, yetimin hakkı olan gereksiz harcamaları ile Kur'anın tabiriyle Mescidil Dırar / Zararlı Mescit haline getirilmiştir. Mescitlere, içerisinde saçmalıklarla, küfürlerle dolu şiir, allanıp pullanarak mevlit adı altında sokulmakta, Kandil gecelerinin vazgeçilmezi haline getirilmektedir. Üstelik Din yetkililerinin, görevlilerinin, pişkin pişkin ne var canım bunda, insanlar hazır bu bahane ile ne güzel ibadet etmekte, bir araya gelmektedirler savunması, astarın yüzünden pahalı olduğunu, en büyük günahlardan biri olan şirk suçunu unutturur nitelikte olmaktadır. ( " Allah'a Ortak Koşmak ve Şirk " başlıklı makalemize bakabilirsiniz ) Bütün bu ortaya çıkarılmış kötülüklerin sonunun " Kavmin sûen / Kötülük toplumu, Sûed dar / Kötülük yurdu, olacağını çok çarpıcı deyim ve ifadelerle Kur'an bize bildirmektedir. Bu duruma gelindiği zaman da Rad Sûresinin 11. ayetinde Rabbimiz " Gerçekte bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe / akıllarını kullanmadıkça Allah hiç bir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa Suen / kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur. " diyerek pisliğin, aklını kullanmayan toplumların üzerinden belanın kaldırılmayacağı, ortak oldukları kötülük ulemasının / şeytanların da onlara yardımcı olup onları kurtaramayacakları belirtilmektedir.
ALLAH’LA ALDATMA : Dünyada insanı kandırmanın en iyi ve kolay yolu, anlamak üzere de okumadıklarından dolayı, Kur'anın içinde nelerin olduğunu, hangi uyarıların bulunduğunu bilmedikleri için, cübbe, sakal, sarık kıyafetleriyle din kisvesi altındaki görünümü ile din ehli, alim diye bilinen kişilerin, bir iki Arapça laf ederek söze başlayıp, her zaman Allah’ı, Peygamberi, Kur’andaki saptırılmış ayetleri, kısacası dini inançları kullanarak istismar etmesi şeklinde olmaktadır. Daha önce hiç bir dilde olmadığı halde, " Allah ile aldatma " kavramı, Kur'anımızın mucizevi bir devrimi olarak ilân etmesiyle ilk defa din diline sokulmuştur.
FATIR 5 : Ey insanlar ! Hiç şüphesiz, Allah’ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya hayatı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
LOKMAN 33 : Ey insanlar ! Rabbinizin koruması altına girin. Ve babanın çocuğuna hiçbir yarar sağlamadığı, çocuğun da babasına hiçbir şeyle yarar sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi / kıyamet gerçektir. O halde basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
HADİD 14 – 15 : Onlara “ Biz sizinle beraber değil miydik ? “ diye seslenirler. Müminler, “ Evet ama siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda Allah’ın emri gelip çattı. O, çok aldatan sizi Allah ile aldattı. “ Bugün artık sizden kurtulmalık alınmaz, sizin varacağınız yer ateştir. O siz kâfirlere yaraşandır.
Allah ile aldatmak, Allah’ın emretmediği veya yasaklamadığı, herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kişilere Allah adına farzdır, sünnettir, vaciptir diyerek emretme ve yasaklama girişimidir. Allah’ın sıfatlarını çarpıtarak, onların güvenlerini kazanıp, cahil insanlardan menfaat elde etmek için, onların günaha ve şirke girmelerine yol açmak, yine Allah’la aldatmaktır. Kur'anı anlamadan sadece Arapça okutturup, hatim ettik demek de Allah'la ve Kur'anla aldatmaktır. Kur'anı ölülerinize okuyun onlara hediye edin, Yasin Sûresini mezarlıklarda okuyun ölülerinizi rahatlatın demek de, insanları Allah'la ve Kur'anla aldatmaktır. Adaletten uzaklaşmış ve zulüm ile sorumluluğunu yerine getirmemiş yöneticilerin, meydana gelen olumsuzlukları, musibetleri, kendi hata ve eksikliklerinden oluşan kazaları kader diye örtbas etmeye çalışmaları da Allah'la aldatmaktır. Bir çok ayette değinildiği gibi, Bakara Sûresinin 150. ayetinde " İnsanların elinde, sizin aleyhinizde hüccet / delil bulunmasın. Onların zulme sapanları müstesna. " denilen ifadelerinde gördüğümüz gibi hücceti / Kur'andan bilgisi ve delili olanın aldatmayla susturulması ve kandırılması mümkün değildir. Hüccet iki zıttan birinin sağlamlığını gerektiren, hakikatlere dayanan bütün delillerdir / beyyinedir. En büyük hüccet / delil / hakikat de Allah'tır. Bütün peygamberlerin mücadelesinin temeli, Kur'anın açık beyanıyla oluşturduğu hüccettir / bilgidir. Beyyine / hüccet / bilgi ve hakikat üzerine oturmayan iman, din sömürücülerinin, Allah'la aldatanların tuzaklarına karşı koyamaz. Bu da toplumların felâketine neden olur. Şura Sûresinin 16. ayetinde " Ve kendisine hüccet / karşılık / hakikat / bilgi verildikten sonra Allah hakkında tartışanlar ; onların delilleri Rabbleri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır. Çetin azap da onlar içindir. " denildiği gibi, İnsanlar susturulmak, kandırılmak için Allah'ı kanıt / hüccet olarak kullanamazlar. Bu nedenle Allah'la aldatma olan şirkte hüccet aranılmaz. Bu tip aldatmalar genellikle din adamı kisveli kişilerce yapılmaktadır.
BAKARA 79 : Artık yazıklar olsun ki o kimselere, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “ Bu Allah katındandır “ derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun ! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun.
EN AM 21 : Ve Allah’a karşı yalan uydurandan ve ayetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan, kendi zararına iş yapan kim olabilir. Hiç şüphe yok ki, şirk koşarak yanlış davranan, kurtuluşa eremez.
Allah’a karşı yalan uydurmak, Allah’ın sözlerini çarpıtmak, söylemediği şeyleri söylediğini ileri sürmektir, Allah'la aldatmaktır. Bu, Allah adına konuşmak, kendisinin peygamber olduğunu iddia etmek, rüyada ilham ile kendisine seslenildiğini, Peygamberi gördüğünü, kendisinin ilâhi niteliklerle donatıldığını anlatarak ve yazdıklarını kendisinin yazmadığını, onların kendisine yazdırıldığını söyleyerek insanları kandırmaktır. Fatır Sûresinin 40. ayetinde " De ki : “ Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri hiç düşündünüz mü ? Gösterin Bana, yeryüzünde neyi oluşturmuşlar ? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var ? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler “ Tam tersi, şirk koşarak ; kendi zararına yanlış iş yapan o kimseler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar. " yine Kalem Sûresinin 36 - 38. ayetlerinde " Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz ? Yoksa içinde ders aldığınız şeyler : “ Siz bu alemde neyi seçip beğenirseniz / hoşunuza gidecek “ size ait bir kitabınız mı var ? " ifadeleriyle bu konularda gerekli uyarıların yapılmış olmasına rağmen bu kandırmalarla bugün, her Tarikatın ve onlara bağlı Cemaatlerin şeyhinin veya imamının, kendisinin yazdığı kitaplar, o Tarikatta bulunanların inançlarının, dinlerinin ve yaşamlarının rehberi olmakta ve Kur’an terk edilerek o kitaplara göre dinler yaşanmaktadır.
DİNDE BÖLÜNMELER : Müslümanların en çok aldatıldığı, Hakk Dinin yozlaştırıldığı inanç ve uygulamalar, Beyyine Sûresinin 4. ayetinde " Ve o Kitap verilen kişiler, ancak kendilerine açık kanıt geldikten sonra ayrılığa düştüler. " açıklamalarına ve Rum Sûresinin 31 - 32. ayetlerinde de " Kalben O'na yönelenler olarak Allah'ın koruması altına girin, salatı ikame edin, ortak koşanlardan ; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. Her ayrılıkçı gup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen dindeki bölünmelerle, gruplaşmalarla ortaya çıkmaktadır. Zamanında Mezhepleşmenin, Tasavvufun, Tarikatın, Cemaat bölünmelerinin bulunmadığı, Peygamberimizin vefatından yaklaşık 100 yıl sonra, Hakk Dindeki yozlaşma, O’na nispet edilen uydurma hadis ve rivayetlerin ortaya çıkması, yaklaşık 200 yıl sonra da bunların kitaplar haline getirilerek Kur’an yerine okunması ile başlamıştır. Bunun yarattığı tahribatla kalınmamış, Kur’an ayetlerinin üzerine çeşitli kişilerin yaptığı farklı yorumlarla Mezhepler, Tarikatlar, Cemaatler ortaya çıkmış, insanlar yaşadıkları din bakımından İslam’dan ayrılarak grup grup bölünmüşlerdir. Oysa Kur'anda bu bölünmelere onay verilmemekte ve daha pek çok ayetle de uyarılar yapılmaktadır.
ŞURA 14 : Ve onlar ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler…Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab ‘a varis kılınan kişiler, Kur’andan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler.
MİMİNUN 53 : Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir.
ALİ İMRAN 105 – 107 : Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ayrılığa düşen kimseler gibi de olmayın. İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere “ siz inandıktan sonra yeniden kâfir mi oldunuz. ? Öyleyse küfretmenizden dolayı tadın cezayı “….
Bu ayetlerde, insanların cahilce taassubuna, bağnazlıklarına, fanatizmlerine işaret edilmektedir. Dinde tefrikaya düşenler, Mezheplere, Cemaatlere ayrılanlar, ölçmeden, tartmadan, düşünmeden, aklını kullanmadan, sorgulamadan içinde bulunduğu grubun yaşamı ile övünmekte, en doğru Din yaşamının kendilerinde olduğu fikri sabitine kapılmaktadır. Bu inanç ise onları sadece kendilerinin Cennete gireceği ve diğer 72 fırkanın helâk olacağı kabulüne sürüklemektedir. Cahil Müslümanlar, Tarikat ve Cemaatlerle önüne konulan dini sorgulamadığı için, adeta futbol takımlarının taraftarları gibi fanatizme bürünerek sahip çıkmaktadır. Varını, yoğunu, bu yoldaki hizmete adamakta, aslında sömürüldüğü için de maddeten tükenme noktasına gelmektedir. Hem bu dünyasını ve hem de Ahiret dünyasını kaybettiğinin farkında da değildir.
Peygamberimizin vefatından yaklaşık 70 yıl sonra ilk defa, İmam ı Azam Ebu Hanefi, din adına fıkıh amellerinin nasıl yapılacağını sistemleştirmiş, aklın süzgecini ön planda tutmuş, uydurma hadis ve rivayetleri elinin tersiyle itmiş, zamanının muktedirlerinin çıkarlarına hizmet etmemiş, onlara biat etmemiş, bundan dolayı da hayatının son yirmi beş yılını zindanlarda geçirerek dövülerek öldürülmüş, kitaplar yazmış İslam bilginidir. Ölümünden sonra onun ortaya koyduğu fıkıh ilminin, içtihatlarının ardından gidenler bir araya toplanmış ve Hanefi mezhebini oluşturmuşlardır. Ardından, İmam Şafii, İmam Malik, İmam Hanbel de fıkıh amelleri ile ilgili farklı görüşlü kitaplar yazmışlardır. Onların eserlerini benimseyip, öngördükleriyle amel edenler de grup grup bir araya gelmişler ve böylece Şafii, Maliki, Hanbeli Mezheplerini oluşturmuşlardır. Aslında her mezhep de diğerlerini kendi görüşlerinden farklı görerek karalamış, birbirlerini kötülemişlerdir. Bu bağlamda hem Hanefi mezhebindeyiz demekte olanlar, İmamı Azam için " Güvenilmez adam " ( Tarihu'l Kebir c. 8, sa. 81 ) " Sapık Mürcie mezhebinin mensubu " ( Tarihu'l Evsat c. 2, sa. 93 ) " Küfründen dönmesi için iki defa tevbeye çağrılan adam Kâfir gitti " ( Kitabuz Zuafa s. 132 ) diyen İmam Buhari'yi hem de yere göğe sığdıramamakta ve onun topladığı hadislerle dinlerini yaşamaktadırlar. Daha sonra ortaya çıkan her yazarın eseri de yeni yeni Mezhepleri doğurmuş, Ehli sünnet, Sünni Mezhepler, Ehli Sünnet sayılmayan Ehlibeyte bağlı Şii Mezhepler diye sınıflamalarla, sayıları da almış yürümüş. Daha sonra bir araya gelen din Ulemasının oluşturduğu komisyonlar bu Mezheplerin çoğunu saf dışı ederek, adeta Hristiyanları da taklit etmiş gibi, 4 tanesinde Hakk Mezhep olarak karar kılmışlardır. Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli olmak üzere bu dört Sünni Mezhep hakktır, her biri diğer üçünü hakk bilir demişlerdir.
Ancak Ulema denilen bazı kişilerin kendi tercih ve düşünceleriyle üstelik de Kur'anımıza aykırı olarak belirledikleri bu ifade ve kabullerin mantık ve Kur’an açısından kabulü ve tutarlılığı yoktur. Mezhepler 4 değil, Sünni, Şii diye iki de olsa, dinde parçalanma Kur’ana aykırıdır. Enam Sûresinin 159. ayetinde " Şüphesiz dinlerinde parça parça grup grup olan şu kimseler ; Sen hiç bir şekil ve davranışça onlardan değilsin Şüphesiz onların işi Allah'adır. " denilerek Peygamberimizin bu bölünmelerle hiç bir ilgisinin olamayacağı belirtilmekte, Ali İmran Sûresinin 103. ayetinde de " Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın " denilerek ve daha bir çok ayette bölünmeme, parçalanmama, gruplaşmama uyarıları yapıldığından dolayı dinimizde Mezhepleşme yoktur. Buna rağmen bugün bu Mezhepler yaşanacak Din adına insan hayatının her alanına, işine aşına, namazına, niyazına, abdestine, ibadetine, oturmasına, kalkmasına, Sünneti Seniye denilerek müdahale ederken, her konuda ihtilaflı ve farklı hükümler öne sürmüşler, birinin olur dediğine diğerleri olmaz demişlerdir. Halbuki İslam dininin kaynağı, İcma, İçtihat, Fetva, Mevzuu ( uydurma ) Hadisler değil, Kur'andır. Müslümanların birleşmesi gereken tek yol, tek akıl vardır, o da gruplara ayrılıp Mezhepleşmek değil, bütün ihtilafların, soruların tek cevabının ve çözümünün yer aldığı Kur'an ayetleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hüküm Allah'ındır. Allah hiç kimseyi hükmüne ortak etmez. Yukarıda değindiğimiz Kur’an ayetlerine rağmen, bugünkü din anlayışında Mezhepler dinimizin zenginlikleridir kandırmacasına aldanarak hala Mezheplerin dinin olmazsa olmazı halinde kabul edilmesi anlaşılabilecek bir şey değildir. Üstelik de tarih boyunca Mezhep bölünmeleri, Müslümanların geri kalmışlığının, iktidarlar arasındaki saltanat çatışmasının temelini oluşturan sebepler olmuştur.
Mezheplerin ardından, İslam dinindeki en büyük sapmalar, çarpıtmalar ve yozlaşmalar, Tevhit'den uzaklaşılarak bir şirk ve küfür dinine dönüşen Kur'anın dışındaki Tasavvufi Tarikatların ve Cemaatlerin eliyle olmuştur. Tarikatlaşma ve Cemaatleşme ile sömürü düzeninin kurulması, Maide Sûresinin 35. ayetinde " Ey iman etmiş olan kişiler ! Kurtulmanız, zafer kazanmanız için Allah’ın koruması altına girin. O’na yaklaştıracak şeyleri vesile arayın ve O’nun yolunda gayret gösterin. " ifadelerindeki anlamın saptırılarak, yanlış kullanılmasının ardından yaygınlaşmıştır. Bu ayette, kurtulmak / felaha ermek, Cennete kavuşabilmek için, aslında müminlerin kendilerini takva / sakınma bilincinin sahibi yapacak, Allah’a yaklaştıracak şeyleri sebep olarak, araç olarak kullanmaları, her türlü fırsatı, davranışı, ameli vesile olarak bilmeleri ve Allah yolunda her türlü çabayı harcamaları önerilmektedir. Burada Allah'a yaklaştırmak üzere kastedilen vesile, herhangi bir kişinin Velinin, Evliyanın, Mürşidin kendisi veya onun aracılığı değil, çabalardır, fırsatlardır. Kur'anımız bin dört yüz yıl önce Allah'a yaklaştıracak vesilelerin neler olacağını da Hucurât Sûresinin 13. ayetinde " Takva sahibi olmak / her türlü kötülüklerden uzak durmaya çalışmak " olduğunu ifade ederek, mucizevi bir devrim olarak " Dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü olduğu anlayışını yıkmış ve Allah ile kul arasında olduğunu belirtmiştir.
Alak Sûresinin 19. ayetinde " Allah'a secde etmek / boyun eğip teslim olmak, Allah'ın uyarılarına uymak " Sebe Sûresinin 37. ayetinde " İman etmek, salihatı işlemek / Toplumda iyileştirmeye düzeltmeye yönelik işler yapmak " Tevbe Sûresinin 100. ayetinde " Sabikun / öne geçenlerden olmak, iyilik, güzellik, yardımlaşma ve dayanışmada yarışların içerisinde olmak. " gibi yine Kur'anımızda çeşitli ifadelerle Allah'a yaklaştıracak vesilelerden örnekler verilerek gösterilmiştir. Üstelik ayetteki emirler ve uyarılar sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda Peygamberimize de yöneltilmektedir. Peygamberimiz de mi aksi halde kendisine doğru yol için, bir başka kişiyi vesile olarak arayacaktır. Buna rağmen fırsatçılar, buradaki vesile sözcüğünü, " Mürşidi olmayanın Mürşidi Şeytandır " uydurma hadisini de kullanarak “ Allah’a götürecek, yaklaştıracak, aracı olacak mürşit “ manası ile nasıl olsa Kur’anı okumayan, sorgulamayan cahil insanları kandırarak, etraflarında toplamayı başarmışlar, böylece de Tarikatlaşmanın, Cemaatleşmenin yolunu açmışlardır. Bu gruplaşmayı sağlayan, kendisine Mürşit, Evliya dedirttiren kurnazlar, kendilerini hesap vermeyen, her şeyi bilen, kişilere ve müritlere vesile olan, ruhani bir büyük olarak tanıtır. Peşin peşin de otoriteye soru sorulmaz, hadsizlik edilmez korkusu da kafalara yerleştirilir. Tarikatlarda, mürşitler müritlerini kul yerine koyar, müritler de mürşitlerini efendi ( Rabb ) edinirler. Cenneti birlikte parsellerler, ama şirk ve küfür batağına saplandıklarının farkında da olmazlar. Kur'anı da anladıkları dilden okutturmadıkları için, şirk batağının tozunu bile üstlerine kondurmazlar. Oysa Kur’andaki, ayetlerin uyarılarına göre, Ahkaf Sûresinin 9. ayetinde " De ki : Ve ben bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım. " yine Araf Sûresinin 6. ayetinde " Andolsun, elçileri de elçi gönderilenleri de sorguya çekeceğiz. " denilerek ifade edildiği gibi, Peygamberler de dahil Veliler, ( Evliya ) İmamlar, Seyyitler, Mürşitler de, hiç bir kimse sorgulanmaktan, hesap vermekten muaf değildir, hiç kimsenin Cennet garantisi yoktur. ( Tarikatlarla ilgili geniş bilgi için " Tasavvuf Dinindeki Kerametler " başlıklı makalemize bakabilirsiniz )
KUR’ANIN YERİNİ HADİSLERİN ALMASI : Kur’an, içine yerleştirildiği mucizelerle Allah’ın bizzat koruduğu, bundan dolayı da ayetlerinin tahrif edilemeyeceği muhkem bir kitaptır. Kur’anı tahrif edemeyeceklerini görenler, Peygamberimizin vefatından sonra, O’nun adına uydurulan yalan sözlerle ve rivayetlerle özel emellerine ulaşabilmişlerdir. Bugün görülen dindeki yozlaşmanın, Kur’an dışında yaşanan din olgusunun, bir ayağı da Hadis denilen ve Peygamberimize ait olduğu kesin olmayan ve çok tartışmalı, bazıları da çok tutarsız, Kur’ana tamamen aykırı olan uydurma sözlerin büyük bir heyecanla ve de hiç sorgulanmadan kabul edilmesidir. Halbuki Allah’ın halis dini İslam ‘ın tek ve ana kaynağı olan Kitabımızda, ayetlerle en güzel sözün ( Ahsenel Hadis ) denilerek, Kur’an ve içindeki sözlerin olduğu bildirilmekte, bu sözün üzerine başka bir sözün söylenemeyeceği uyarısı yapılmaktadır. Hucurât Sûresinin 1. ayetinde de " Ey iman etmiş kimseler ! Allah'ın ve Elçi'sinin iki eli arasında öne geçmeyin / dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. " ifadeleriyle belirtilerek adeta " Allah ve Elçi'sini yalan ve iftiralarınıza alet etmeyin. Allah'ın kitabında olmayanı var göstermeyin, Rasûlullah'ın söylemediği, yapmadığı bir şeyi söylemiş, yapmış gibi aktarmayın, size bir emir verildiğinde onu tartışmadan, itiraz etmeden uygulayın " denilmektedir. Ama buna rağmen insanları etraflarında toplayarak, kendilerine bir itibar ve dünya çıkarlarını elde etme amacında olan bir takım önder, Veli, Evliya, Seyit, İmam denilen kişiler, daha sonraki zamanlarda Peygamber adına söylenen sözleri daha işin başında din eğitimi için “ Hadislere inanmamak, güvenmemek, insanı dinden çıkarır, hadissiz din olmaz. " ( Müslim 833 ) gibi hadislerle insanları tehdit etmekte, aslında Mubin / apaçık, Mufassal / eksiği, gediği, olmayan Kur'anın yetersiz ve eksik görülmesiyle şirkin dibine inilmekte, Ulema, Hoca Efendi dedikleri kişiler de ısrarla Kur’anın hadislere ihtiyacı vardır şartlandırmasıyla beyinleri yıkamaktadır.
ZÜMER 23 : Allah, ahseni'l hadis / sözün en güzelini, benzeşen anlamlı olarak, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir. Ondan Rablerine saygısı olanların tüyleri ürperir.
MÜRSELAT 50 : Artık onlar Kur'andan sonra hangi hadise / söze inanacaklar ?
VAKIA 81 : Peki şimdi siz bu hadisi / Sözü / Kur’anı mı küçümsüyorsunuz. ?
TUR 33 – 34 : Yahut vahyedilenleri “ Kendi uydurup söyledi “ mi diyorlar. Aslında onlar inanmıyorlar. Peki onun gibi bir sözü onlar getirsinler. Eğer doğru kimseler iseler.
HADİS : Sonradan meydana getirilen, yaratılmış olan söz demektir. Ayetlerde, Rabbimiz en güzel sözü Kur’an olarak Kendisinin söylediğini ifade etmektedir. Öte yandan birçok ayette de Rabbimiz, Kendisinin bu en güzel sözünün üzerine Peygamberimizin dahi söz söyleyemeyeceği, Allah’ın vahyettiklerinin üzerine ( dine ) herhangi bir hüküm ilave etmesi veya eksiltmesinin söz konusu olamayacağı bildirilmektedir.
YUNUS 15 : Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar ; “ Bundan başka bir Kur’an getir, yahut bunu değiştir. “ dediler. De ki : “ O’nu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.
HİCR 9 : Hiç kuşkusuz Biz, o öğüdü / Kur’anı, Biz indirdik Biz. Ve kesinlikle Biz onun için koruyucularız.
HAKKA 44 – 47 : Eğer Elçi / Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O’ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O’ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O’na siper de olamazdınız.
Bu ayetlerde Peygamberimizin şahsında tüm insanlığa açık ve net mesajlar ve tehdit vardır. Hiç kimse Kur’ana, dolayısıyla Allah’ın Hakk Dinine müdahalede bulunamaz. Ekleme, çıkarma, değiştirme yapamaz. Aksi halde azap ile cezalandırılır. Bundan dolayı da hiç kimse Allah veya Peygamber adına laf üretmemelidir. Din adına verilecek hükümler, mutlaka Kur’andan olmalıdır. Ama yine de Enam Sûresinin 38. ayetinde Rabbimiz, “ Biz bu Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık “ dediği halde, bütün bu konudaki başka ayetlere rağmen, Peygamberimizin vefatının ardından, O’na atfedilen binlerce söz ( Hadis ) ortaya çıkmış ve Kur’an ayetlerinin yerine kullanılır olmuştur. Önce dinin Kur’andan öğrenilemeyeceği düşüncesini yaygınlaştıran bir ulema sınıfı ortaya çıkmıştır. Arapça olduğu için siz Kur’andan bir şey anlayamazsınız, sadece hatim edin biz ölülere bağışlayalım uygulaması yerleştirilmiştir. Giderek uydurulan binlerce hadis ve nüzulü sebep rivayetleri, Kur’an ayetlerinin ve dini ilkelerin yerini almış, saf ve tertemiz din, hurafelerin istilasına uğramıştır. Bunun sonucunda din paramparça olmuş, mezheplerin, tarikatların doktriner hüküm ve kuralları egemen olmuştur. ( Sitemizde " Hadislerle Yaşanan Din " başlıklı makalemizde daha geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Kur’anı terk eden, Allah’a gerçek manada yönelmeyen, Allah’tan başka Rabbler edinip şirke bulaşan ve parça parça bölünen Müslümanlar, Kur’an dışında yaşadıkları yozlaşmış dini terk etmedikçe, akıllarını kullanmazlarsa, bu dünyada da üzerilerindeki belalardan, musibetlerden, huzursuzluklardan, mutsuzluklardan ve kavgadan asla kurtulamayacaklardır. Ama en ciddi, korkunç ve ürkütücü olanı da Enam Sûresinin 22 - 23. ayetlerinde " Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz ortak koşan kimselere " Hani nerede o gerçeğe aykırı olarak inandığınız ortaklarınız ? " diyeceğiz. 23 : Sonra onların ateşlere atılmaları " Ey Rabbimiz Vallahi / Allah'a yemin olsun ki biz ortak koşanlardan değildik, demekten başka bir şey değildi. " ifadelerinde gördüğümüz gibi, Allah'ın huzurundaki küfür ve şirkin muhatabı olarak sorgulanmaları olacaktır. Öte yandan Şura Sûresinin 30. ayetinde " Ve size musibetten isabet eden şeyler, işte kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. " ifadeleriyle belirtilen Rabbimizin uyarısı unutulmamalıdır ki, elbette ki, insanların ve toplumların lehinde ve aleyhinde tecelli eden tüm olaylar bizzat kendi fiillerinin ve yaptıkları tercihlerinin birer sonucudur. Yüce Rabbimizden dileyelim ki, ben Müslüman’ım diyenler, şirkten, Allah’a ortak koşmaktan, çok sevdiğimiz Peygamberimizi dahi Allah’ın yanında ikileme yaparak ortak koşmaktan uzak durabilsinler. Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. " denilerek belirtildiği gibi, Allah’tan başka Şefaat ya Resulullah deyip peygamberden, türbelerdeki ölülerden, Evliya ve Velilerden yardım istemekten vaz geçsinler. Tarikat ve Cemaat esaretinden akıllarını kullanarak şirk batağından kurtulabilsinler. Kendi durumlarını Kur’an ışığı altında değerlendirebilsinler. Tevbe ederek Allah’a sığınsınlar, gerçek manada Kur’an mümini olarak, din gününün azabından kurtulabilen, Allah katında zafere ulaşabilen kullar olsunlar. Allah'ın selamı, rahmeti ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
Ramazan Demir : Hadım Edilen Nebi Yusuf I.