Kur'anda onaylanmamasına rağmen, ülkemizde Din adına bölünmüş, parçalanmış, gruplaşmış Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerce sünneti seniye denilip, adeta Kur'anın önüne geçirilen hadis, rivayet ve ulema fetvalarıyla oluşan ritüellerle yerine getirilen namaz ibadeti, Müslümanlığın ve dini inançların temeline ilk şart olarak konulmuştur. Bu bağlamda bin dört yüz yıldır Camilerde, evlerde gece gündüz kılınan namazlarla, oysa iki namaz arasındaki yaşanan hayatlara baktığımız zaman, güzel ahlâk, huzur, mutluluk, adalet, barış ve insanlık, toplumsal refah ve kalkınma adına kazanımların genel olarak iyi bir seviyede olduğu söylenemez. Bu çerçevede aslında dinin ve Kur'anın temelinde ve peygamberimize ilk vahiyde " ikra " sözcüğüyle emredilenin namaz değil de Kur'anı anlayarak okumak, Allah'ın vahyine çağırmak ve öğrenerek öğretmek olduğu halde, Emevi saltanatının bütün kötülüklerini örtbas etmek amacına yönelik olan uydurulmuş hadis ve rivayetlerle kanıksanmış ritüellerle dinin temeline oturtulup Allah'a kulluk etmenin en önüne geçirilmiş olan namaz ibadetinde, alınacak abdestle kılınacak namazların, her mezhebe göre farklı olan farz, vacip, sünnet, müstehab, mekruh denilen bir çok ayrıntısı, adeta yerine getirilmesi mümkün olamayacak kadar zorlaştırılmıştır. Bu çelişkili, karışık ve farklı şartlardan dolayı bugün artık aklını kullanan, düşünebilen, sorgulayabilen bir çok mümin kardeşimiz, namaz kılarken hangi ayrıntıları nasıl yerine getireceğini, namazı nasıl ve neye göre kılacağını, Kur'andan okuduğu Arapça sûre veya ayetlerin nedenlerini, ana dilimizdeki karşılıklarını merak etmekte, okuduğu ve yaptığı ile bütünleşemediğini, dünya telaşı ve beklentilerinden dolayı aklının odaklanamadığını, kalben de tam tatmin olamadığını dile getirerek bir çıkış ve yardım arayışı içerisinde olmaktadır.
Yüzyıllardır ülkemizdeki Kur'anı anlamak üzere okutulmayan insanlarımıza, bu konuda ehli sünnet ekolü Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerince aslında şirkin ve Allah'a ortak koşmanın ta kendisi olan, Kur'an yetmez, haşa adeta Allah anlatmak istediğini tam olarak anlatamamış, eksik bırakmış da hadis ve sünnet olmazsa Kur'anda bunları bulamazsınız denilerek, bütün bunları bize peygamberimiz göstermiş ve söylemiştir şartlandırmaları yapılmıştır. Namazda vaktine göre sesli veya sessiz Kur'andan Arapça okunacak değişik zammı sûreler önerilmiş, kimi hadislerde Fatiha okunmadan namaz olmaz, kimi hadislerde okunmasa da olur denilmiştir. Tekbirden başlayarak, kıyam, rükû, secde, oturuş esnasındaki sürelerin kısalık ve uzunluklarına, ayrıntılarına, ellerin kaldırılış ve bağlanma şekillerine, el ve ayaklarda kıbleye göre parmak duruşlarına varıncaya kadar, bazı hadislerde Kur'an dışında namaz için dua örnekleri öğretilirken, bazılarında da Kur'andan başka bir şey okunmaz denilmiştir. Böylece her nakleden râvi'ye ve imama göre değişen, farklılık gösteren, tutarsız, birbiri içerisinde çelişkilerle dolu, saçma ve uydurma olduğu çok belli olan yüzlerce hadisle yol gösterilerek kıldırılan namaz, her mezhebin, her cemaatin farklı farklı ayrıntı ve uygulamalarla kabul ettikleri ve önerdikleriyle bugün adeta yerine getirilemez, karmakarışık, içinden çıkılamaz bir ritüeller topluluğu haline getirilmiştir. Kur'anın dışındaki bu şartlandırmalarla genel olarak sanki bir din dersini eda eder gibi Kur'an ayetlerinin uyarılarının, öğütlerinin, anlamlarının da bilinmeden namaz Sûresi denilerek Arapça okumalarla Allah'ın huzurunda, Müslümanlara adeta Allah'a Kendi dinini öğretir gibi namaz kıldırıldığından, tam tatmin olamayan, kıldığı namazı ile bütünleşemeyen, sorgulamaya başlayan mümin kardeşlerimize biz de bir nebze olsun yol göstererek yardımcı olabilmek amacıyla bu yazımızı kaleme aldık. Peki bu kadar devasa ayrıntılarla ve şartlarla önümüze konulmuş olan namaz ibadeti aslında nedir ? Namazımızı nasıl kılabiliriz ?
Bilinçsiz bir korkudan ve farz olarak görüldüğünden değil, Kur'ana ve Allah'a yönelme niyetinde olan bir mümin, önce namazın tam olarak ne olması gerektiğini öğrenerek bilmelidir. Kişi aslında Namaz'ın, Allah'ın huzurunda anlamını da bilmediği Arapça ezberlediği Sûreleri okumalarla Allah'ın biz insanlara yönelttiği öğütleri aynen gerisin geriye O'na yöneltmesi ile bir din dersi midir ? Yoksa tesbih ve yüceltme ile Allah'a yönelerek ve O'nunla beraber olarak huzurunda yakarmalarını, isteklerini, dertlerini bildirerek yerine getirebileceği, bugün namaz diye bildiğimiz ibadet şeklinin, Kur’anda Araf Sûresinin 55. ayetinde " Ud’u Rabbekum tezarru’an ve hufyeten, innehu la yuhibbul mu’tediyn. " ( Rabbinize alçalarak tevazu üstüne tevazu göstererek ve gizlice, açıkça göstererek dua edin. / namaz kılın. Kesinlikle O haddi aşanları sevmez. ) denilerek emir kipi ile Arabın dilinde ( tazarrulu dua ) ifadesiyle yer aldığı gibi, bir dua mıdır ? olduğuna karar vermelidir. Birinci kabul çerçevesinde zaten bütün Müslümanlara bireysel ve toplu namazlarında hadis ve sünnetlerle açıklandığı ve yukarıda bizim de değindiğimiz gibi bir namaz kıldırılmaktadır. Eğer kararı ve kabulü ikinciden yana Dua olduğu şeklinde ise, bunun ardından isteyerek ve ne dediğini bilerek, bütün içtenliği, samimiyeti ile kendi dilinden, her türlü noksanlıklardan karalamalardan arındırarak, yücelterek Allah'ü Ekber diyerek namaza başlarken, önce Yüce Rabbimiz Allah' ı tesbih etmelidir. Konsantrasyonu, biyoenerjisi ve bütün benliği ile bütünleşerek yürekten konuşmak üzere, aslında böylece bir Dua ve Yakarmak, dertlerini, tasalarını, isteklerini belirterek gönlünü açarak kendi dili ile yalvarmak olması gereken, Huşu ve hudu ile dosdoğru namazı yakalayabilmek isteyen kişi, namaza başlamadan önce beyni ve ruhu ile hazır olmalıdır. Sıradan birisiyle görüşmeye gitmediğinin, Yaratan, yaşatan, söz, fiil ve düşünceleri en iyi işiten, gören ve bilen, * Rahman, rahmet eden, bütün nimetleri yaratıp her isteyene istediğini veren, * Malik, her şeyin sahibi, * Rahim, bağışlaması, merhameti sınırsız olan, acıyan, terbiye eden Mümin Sûresinin 60. ayetinde " Ve sizin Rabbiniz Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. " diyen Yüce Allah’ın huzuruna çıkacağının bilincinde olmalıdır. Aldığı abdestle beden ve kalp temizliği ile hazır olmalı, kendisine çeki düzen vermelidir. Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Her an bizimle beraberdir. Ama lütuf buyurmuş isteklerimizin yerine gelebilmesi için bizim Kendisine niyazda bulunmamızı istemiştir.
Öyleyse bu randevu bizim için çok değerli olmalıdır. Çünkü o an Rabbimizin tüm sıfatlarıyla tecelli edip bizi kuşattığını hissedecek, benliğimizi buna odaklayacak, azameti karşısında el pençe divan durarak ve ayakta iken ( kıyamda ) Duaya / namaza başlarken, ellerimizi kulak arkasına veya göğsümüze kadar kaldırarak veya serbest bırakarak aslında bütün kaygılarımızı, dünya güzelliklerini ve telaşlarımızı, her türlü tutkularımızı arkamıza atarak, geride bırakarak huzurunda olduğumuz bilinciyle “ Allah'u Ekber / Allah, en yücedir " diyeceğiz. Bu hitap, daha peygamberimiz ilk görevine başlatılırken Müddessir Sûresinin 2 - 3. ayetlerinde " Kum fe enzir ve rabbekefekebbir " ( Hemen kalk, Rabbinin en yüce olduğunu ilan et.) ifadeleriyle bize öğretilir. Biz de bu nedenle ayağa kalkarak, tesbih ederek, her türlü karalamalardan arındırmış olarak, Rabbimizin en yüce olduğunu ilân ederek namazımıza başlamaktayız. Namaza, örneğin " Niyet ettim senin rızan için namaz kılmaya denilip " niyet edilerek ve Kur'an bilinciyle Allah'a ve Hakk dinine yönelerek başlanır. ( Fıkıh ve hadis kitaplarında niyet esnasında rekâtın, vaktin, farzın, sünnetin veya vacibin mutlaka belirtilmesi şart koşuluyor ise de, Allah bizim hangi vakitte olduğumuzu, niyetimizin ne olduğunu, ne yapmak istediğimizi görmüyor mu ? ) Namaza başlarken bu ayrıntıları belirtmek, Allah'ı yeterince tanımamaktır, gerçekte namazın ne olduğunu bilmemektir. Namazın rekâtı diye bir sözcük Kur'anda doğrudan doğruya yer almaz. Ancak bazı müfessirler bazı ayetlerin lafzından namazın 2 rekât olması gerektiği anlamını çıkartmaktadırlar. Namazın zamlandırılan rekâtları ile ilgili olarak da yüzlerce hadis ortada dolaşmaktadır. Allah'ın sayılarla işi olmaz. Allah'la konuşmanın ve yakarmanın, istekte bulunup dua etmenin farz, sünnet, vacip ayrımı, süre, zaman kısıtlaması veya uzatması da olmaz. Aslında o an için Allah'a niyaz ile dua etmek olan namazın kazası da cezası da olmaz. Kılan ise Allah'a yaklaşmış, zikretmiş, isteklerini dile getirmiş, karşılığını görmek ve hasene sevabı almak üzere de hazır hale gelmiştir. Ayrıca her ne kadar geleneksel ve fiziki olarak yüzümüzü, seccademizi kıble diye bizim güneye, Mekke'deki Kâbe yönüne döndürme alışkanlığımız var ise de, ancak kıbleye yönelmek aslında Kur'ana göre namazdaki yönümüzün fiziki olarak mutlaka güneye, Kâbe'ye doğru yönelmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü dünyanın çeşitli bölgesinde namaz kılan Müslümanların kimileri kuzeye, kimileri batıya, kimileri de doğuya yönelmektedirler. Bu nedenle Kur'anımızda !
BAKARA 144 : Biz senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık senin hoşnut olacağın kıbleye / bir yöne, stratejiye çevireceğiz. Haydi yönünü Mescid- i Haram’a çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin.
Bu ayette Kâbe / Mescid-i Haram Peygamberimize ve dolayısıyla tüm Müslümanlara kıble, Yahudi ve Hristiyanlardan farklı, yeni bir strateji, yeni bir hedef olarak işaret edilmektedir. Namazdaki yönelmelerin önce Mescidi Aksa ve ardından Kâbe yönü ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Oysa Diyanet vakfı 2004 yılı Kur'an mealinde ;
BAKARA 144 : ( Ey Muhammed ! ) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu ( vahiy beklediğini ) görüyoruz. ( Merak etme ) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. ( Bundan böyle ) yüzünü Mescid i Haram yönüne çevir. Ey Müslümanlar ! Siz de nerede olursanız olun, ( namazda ) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin.
Açıklamalarında görüldüğü gibi ayetin orijinalinde namaz sözcüğü olmadığı halde, Prof. Mehmet Okuyan, Hasan Basri Çantay, Ali Fikri Yavuz, Hayrat Neşriyatı, Süleyman Vakfı, İsmail Yakıt, Muhammed Esed gibi birçok müfessir, ayetin asıl mesajını saptırarak, katlederek, parantez içinde birçok eklemeler yaparak ne yazık ki namazla bağlantı kurmaya çalışmıştır.
Kıble : Ön anlamı ekseninde cihet, yüzün gösterdiği yön demektir. Fakat Kur’anımızda kıble sözcüğünün geçtiği ayetlere dikkat edilirse aslında bu sözcüğün, fiziksel konuma göre ön yön anlamında değil de, görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulacak, takip edilecek yol ( sosyal hedefler, strateji ) anlamında kullanıldığı görülür. Namaz esnasındaki yüzün yönü ile yakından ve uzaktan ilgisi yoktur. Kâbe / Mescid i Haram, Yüce Allah’ın İbrahim Peygamber’e ilk defa kurdurduğu Tevhit inancının yüksek okuludur. Ayette söz konusu olan kıble / yön / strateji, hedef de, bulunulan her yerde Kâbe nispeti bir okulda olduğu gibi Kur'anı anlayarak okumak, öğrenmek ve öğretmektir. Burada kastedilen yön de Hristiyan, Yahudi, Müslüman ayrışmasına son verilerek birlikte olunacak sosyolojik yöndür. ( Hedef, strateji, Allah'a ve Hakk Dine yönelmedir.) Aynı zamanda Tevhit / Allah'ı birleme / Lâ ilâhe illallah / Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. demenin, Allah'a ortak koşmadan yaşamanın şuuru ve bilinciyle hareket etmektir. Yoksa fiziki olarak mutlaka namazda milimi milimine seccadenin yönünün hassasiyeti kastedilmemektedir. Bu konudaki gereksiz hassasiyetler Allah’ı tam olarak tanımamaktan, Kur'anı doğru olarak anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah, sadece gökyüzünde de, sabit bir yönde de değildir. Allah'tan vahyi alan Peygamberin gökyüzüne Allah'ı arar gibi bakması da söz konusu olamaz. Allah’a yönelerek ibadet etmek için fiziki yön belirlenmesi, Bakara Sûresinin 115. ayetinde, " Ve doğu batı her yön yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah’ındır. Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve Rahmeti geniş ve sınırsız olandır. En iyi bilendir. " denilerek ifade edildiği için, her şeyden önce Kur'ana aykırıdır, her yön Allah'ındır. Kişinin fiziki olarak yöneldiği her yönde Allah vardır. Allah'ın huzurunda beden dilimizle tevazu göstererek alçak gönüllülükle yerine getireceğimiz namazdaki, Tazarrulu dua halindeki yönelme, Rum Sûresinin 31. ayetinde " Kalben O’na yönelenler olarak, / yüzünüzü Hakk Dine çevirin Allah’ın koruması altına girin " denildiği gibi kalben ve anlamı bilinerek, yüzün fiziki olarak herhangi bir yöne çevrilmesinden ziyade, yüzün Allah'a ve Hakk Dine çevrilmesidir. Biz yine namaza dururken alışıla gelmiş yöne yönelelim ama kıblenin gerçek anlamını da aklımızda tutalım, neye, niçin yöneldiğimizin farkında olalım. Yabancı bir ortamda Kıble hangi taraftadır gibi adeta riyaya dönüşebilecek olan gereksiz arayışların içerisinde olmayalım.
Bu anlayışla ve bilinçle kıyamda / ayakta iken “ Allahu Ekber “ ( Allah en büyüktür ) diyerek Namaza / Duamıza başladık. Peki Allah, nelerden en büyüktür ? Allah, ortak koşulmaması gereken bütün putlardan, yarattığı bütün insanlardan, Peygamberler de dahil, Şeyh, İmam, Mürşit, Evliya, denilen sahte ilâhlardan, yapay tanrılardan, maldan, mülkten, çıkardan, tutkulardan, paradan, kadından, çocuklardan, makamdan, aşktan, cinsellikten, dünyanın bütün güzelliklerinden daha büyüktür.
Namazın başlangıcında içtenlikle bu ilân yapılırken, beden hareketleri ile de desteklenir. Eller baş hizasına, ( kadınlar göğüs hizasına ) kaldırarak Allah’ın dışındaki her şey adeta elin tersiyle arkaya atılır. Baş öne eğilir, eller bağlanır. İsteyen yana salar. Ellerin bağlanması ile ilgili yüzlerce farklı farklı birbiri ile çelişen hadis bulunmaktadır. Siz nasıl isterseniz, nasıl rahat edecekseniz o şekilde bağlayın veya bağlamayın. Burada asıl önemli olan ellerin nereye bağlanacağı değil, Allah'ın kalbe bağlanabilmesidir. Allah'a ve Hakk Dine yönelmiş, teslim olmuş kul, Allah’ı yücelttikten sonra Rabbine karşı bir nevi selamlaşmaya geçer ve Allah'ı tesbih etmenin ( Allah'ın üzerine sürülen karaları temizlemenin ) en iyi örneklerinden biri olan Sübhaneke’ yi okuyabilir !
Sübhaneke Allahümme ( Yunus 10 ) , Vebihamdike ( Nasr 3 ), Ve tebarekesmüke ( Rahman 78 ), Ve Teala ceddüke ( Cin 3 ), Ve lailâhe gayrük ( 24 ayette )
Bu selamlaşma ve tesbihat ile kul, “ Allah’ım Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Ve Seni hamdinle / övgülerle tesbih ederim. Ve Senin adın mübarektir. Ve senin şanın çok yücedir. Ve Senden gayrı / başka ilâh diye bir şey yoktur. “ demiş olur. Bunları Türkçe olarak da söyleyebilir.
Bu olmazsa olmaz bir kural değildir. Herkes Rabbini kendi algısına, kendi diline göre başka ifadelerle ta’zim ve tekbir edip de selamlayabilir. Bunlar kurallaştırılamaz. Kur'anımızda Araf Sûresinin 55. ayetinde " Tazarrulu Dua " denilen Namazın, Rabbimizin huzuruna çıkarken zillet zinciri oluşturmanın rükûnlarının başlangıcı olan ayakta ve el pençe durmak, Kıyam dır. Namazda kıyam, ayağa kalkmak, ayakta durmak gibi yalnızca bedensel, fiziki bir şekil değildir. Rabbinin huzurunda kulun tam bir teslimiyet, derin bir alçak gönüllülük, tevazu ve saygıyı göstermesidir. Namazda kıyamın, ( Allah’tan başka hiç kimsenin önünde böyle boyun büküp, el bağlanıp divan durulamayacağının, tevhit şuuru ile ayağa kalkmanın, her türlü haksızlıklara karşı konulup ayağa kalkılacağının ilânı ve bütün dünya düşüncelerinden sıyrılmanın, önemsememenin gösterilmesi ) olmak üzere iki yönü vardır. Namaza başlarken Araf Sûresinin 205. ayetinde " Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, zihnen dünya düşüncelerinden ve tasalarından sıyrılabilmenin en etkili yöntemi olarak, namazda kişinin kendi sesini duyabileceği ölçüde sesli konuşmalar yapması, mümkün olabildiği ölçüde de yalnız olabileceği mekânı seçmesi namazdaki huşû ve Hudûyu sağlamasında yararlı olacaktır. Bunun diğer bir adı da itaat ve saygı olan kunuttur. Ali İmran Sûresinin 190. ayetinde " Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün art arda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde iken Allah'ı anan.. " Nisa Sûresinin 103. ayetinde " Sonra salatı / eğitim ve öğretimi tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yanlarınız üzerinde iken anın. " ifadelerinde görüldüğü gibi, namazda Allah'ın mutlaka hasta ve engelliler için ayakta / kıyamda durma veya Camide sandalye üzerinde oturarak namaz kılınamaz şartı yoktur. Rabbimiz her durumda, ayakta, binekte, yan yatarken Kendisinin anılabileceğini dua edilebileceğini bildirmektedir. " Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim " ( İçimdeki her türlü olumsuz düşüncelerimden, kovulmuş şeytanın yönlendirmelerinden, Kur'anın ayetlerinin doğruları ile Rahman ve Rahim olan Allah'ım sana sığınırım ) diyerek Allah'ı selamlamış olduktan sonra Kur’anda, dua örneklerinin, Allah ile konuşmanın, yakarmanın ( münacatın ) en güzelinin yer aldığı Fatiha Sûresinin 1 - 7. ayetleri ;
" Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülillahi rabbil alemin errahmanerrahim, malikiyevmiddin iyyakena'budu ve iyyakenastain, ihdinas sıraatel mustakim sıraatelleziyne enamte aleyhim gayril mağdubi, aleyhim veladdaalin. "
" 1 : Rahman ve Rahim olan Allah adına 2 - 4 : Tüm övgüler / hamd alemlerin Rabbi, / Efendisi ve yöneticisi Rahman / yarattığı bütün canlılara nimet veren Rahim / Yarattıklarına çok merhametli olan din gününün sahibi / Herkesin iyi ya da kötü yaptığı tüm amellerin ve eylemlerin karşılığını göreceği ahiret ve hesap gününün sahibi Allah’adır. Allah dışında hiç kimse övgüye layık değildir. 5 : Yalnız Sana kulluk / ibadet eder ve yalnız Senden yardım isteriz. 6 - 7 : Bize üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve sapkınlığa saplanmışların / dalalete düşenlerin yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan sıratel mustakimi / dosdoğru yolu göster. "
Mealindeki anlamı, içeriği bilinerek, düşünülerek ve hatta yaşanarak okunur. Namazın ilk kıyamında öncelikle " euzubillahimineşşeytanirracim " denilerek başlandığı için tekrar Fatiha Sûresinin birinci ayetindeki " Bismillahirrahmanirrahim " demenin gereği yoktur. İkinci kıyamda ise söylenir. Okunan ayetlerde yer alan Hamd sözcüğü : Nimetleri veren, gerekli yardımları yapan Yaratıcının sonsuz güç ve kuvvetine, nimetlerinin çokluğuna, zenginliğine, O’nun her türlü noksanlıklardan arınık olan Rabliğine ( Çekip, çeviren, programlayan, bütün oluşumları yöneten Efendi olmasına ) duyulan saygı, haşyet ve hayranlık nedeniyle dile getirilen bir övgüdür. Rabbimizin “ Elhamdülillah “ deyin diye bir isteği yoktur. Çünkü anlamı bilinmeden, düşünülmeden bilinçsizce sadece lafta kalan, hayata geçirilemeyen, kalplerde olmayan söylemlerin Allah katında hiçbir değeri olmaz. Ali İmran Sûresinin 80. ayetinde Yüce Rabbimiz ; “ Ve Allah size melekleri, zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabbler / Efendiler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi ? “ demiş ve hiçbir şeyin, hiçbir kimsenin, peygamberlerin dahi Kendisine ortak yapılmaması uyarısında bulunmuştur. Dolayısıyla Rabbimizin isteği ise, tüm övgülerin sadece Kendisi için olduğunun bilinerek, Kendisinden başka Evliya, Mürşit denilen kişilerin veya Peygamber de olsa abartılar düzülerek övülmemesi, ortak koşulmamasıdır.
İbadet : Kulun sahibine / Yaratanına, Kur’an ile bildirilen görevlerin, yaşam talimatnamesinin, kullar tarafından kayıtsız şartsız itaat edilerek, teslimiyet gösterilerek / boyun eğilerek yerine getirilmesidir. Halk arasında Namaz, Oruç, Hacc, Zekât, Kelimei şahadet ile İslam'ın şartı beştir denilip yaygınlaştığı gibi sadece üç beş ameli yerine getirmekten ibaret değildir. Ünlü filozof ve düşünür Muhammed İkbal " Benim ibadetim iki rekât namaza sığmaz " Dostun yüzüne gülmek de ibadettir demektedir. Kur'ana göre bütün meşru fiiller, Allah'ın Kur’an içerisinde vermiş olduğu görevlerin tümünü yerine getirmeye çalışmak, yapmayın dediklerini yapmamak da ibadettir. Dolayısıyla Namazında / Duasında bu ayetlerle kul, böylece Allah'ın huzurunda önce Rabbini yüceltip tesbih etmekte, Kendisine hiç bir kimseyi ortak koşmayacağını belirterek O'nunla sözleşmekte, hesap gününün yegâne sahibi olduğunu tasdik etmekte, dosdoğru yolun kendisine gösterilmesini talep etmektedir.
İbrahim Sûresinin 4. ayetinde " Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. " denildiği gibi, bizim Peygamberimizden önceki, başka dili konuşan peygamberlere ve onların nesillerine de namaz emredilmiştir. Onlar da ibadetlerini, Allah'la konuşmalarını, niyaz ile yakarmalarını kendi dillerinde yapmaktaydı ve üstelik Kur'andaki sûrelerle ve Arapça da değildi. Bu nedenle biz de Fatiha Sûresinin ardından, namaz Sûreleri denilerek Müslümanların yanlış olarak yönlendirildiği, Kevser, İhlas, Kâfirun, Kureyş gibi kısa Sûreler değil, yine anlamı bilinerek Kur’ andan dua içerikli ayetler, Arapça veya Türkçe karşılıkları okunarak istekte bulunup dua edebiliriz, ya da kişi gönlünden geçirdiği seslenmeyi kendi diliyle Türkçe olarak yapabilir. Ya da önündeki " kul " ( deki ) ifadesi kaldırılarak " Euzu " ifadesiyle başlanarak " Felak ve Nas " gibi dua formuna dönüştürülebilen Sûreler okunarak da dua edilmiş olunabilir.. Unutulmamalıdır ki namazda dua okunmaz, dua edilir, böylece önce tesbih edilip yüceltilmiş olan Allah'tan istekte bulunulur. Kıyamda Fatiha Sûresinin ardından okunan namaz Sûreleri ile ilgili olarak birbiri ile çelişen çok sayıda hadis vardır. Müslim’de peygamberimizin kıyamda Fatiha Sûresinin ardından her hangi bir Sûre okumadan rükû ettiği, çoğunlukla da Allah'ı tesbih ederek yücelten dua şeklindeki ayetleri okuyarak, bazen de Kur'an dışında kendi dilinden istekte bulunduğu belirtildiği hadisler bulunmasına rağmen, Müminleri yanlışa yönlendiren örneğin, Kâfirun Sûresi ile günlerce sabah namazını kıldığı veya değişik vakitlerde uzun veya kısa başka Sûreleri veya ayetleri okuduğunun belirtildiği hadisler de vardır. Fakat anlamı bilinmeden sadece Arapça bazı Sûre ve ayetlerin rastgele okunması, küfür ve şirk tehlikesini beraberinde getirmektedir. ( " Namaz Allah'la Konuşmaktır " başlıklı yazımızda bu konunun ayrıntılarını bulabilirsiniz ) Kur'anda kıyam ile ilgili de ayetlerle öğütlerin yer aldığını görüyoruz.
ŞUARA 218 : Ve sen kalktığın / kıyam ettiğin ve secde edenler / boyun eğip teslimiyet gösterenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz ve Rahim olana sonucu havale et.
SEBE 46 : De ki : “ Ben size sadece bir tek Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker teker kalkmanızı, düşünmenizi öğütlüyorum. “ Arkadaşınız Muhammed ‘de cinnetten eser yoktur. O, şiddetli bir azaptan önce sizin için sadece bir uyarıcıdır.
El bağlanıp, divan durup, boyun bükerek tevazu ile oluşturulan alçalmanın, yapılan duaların ardından, kıyamdan sonra " Allah'u Ekber " denilerek Rükû edilir. Rükû : Namazda ayakta dururken fiziki şekil olarak eğilip belin bükülmesi, ellerin iki diz üzerine dayanması demektir. Ancak namazdaki gerçek anlamı, Allah’tan başka canlı cansız hiç bir putun, hiç bir kimsenin önünde eğilmeyeceğinin, Allah'a ortak koşulmayacağının bedenle ifade edilmesidir. Rükûda iken 3,5,7,9…defa veya daha çok kez “ Sübhane Rabbiyelazim “ denilerek sadece büyük Rabbimi tesbih ederim ifadesi ile Allah’a yönelinir. Bu eğilme kulun, Rabbinin huzurunda küçülüşünün bir göstergesidir. Kul beli bükük iken de kendi dilinden dertlerini dile getirerek niyazını yapar, isteklerini dile getirebilir. Buhari Muhtasarı sa. 270 deki hadiste Resulullaha sorulan bir soruya " Allah'ım ! doğu ile batı arasını nasıl birbirinden ayırdı isen, benimle hatalarım arasını da böyle uzaklaştır. " diye kıyam esnasında da olsa namazda kendi dilinden dua edilebileceği örneğinden dolayı, herkes de Allah'tan kendi dili ile buna benzer şekilde terk edilmemeyi, yardım edilmeyi, hatalarından bağışlanmayı dileyebilir. Rükûda iken Peygamberimizin de Allah’ı yüceltmek, azametini dile getirmek şeklinde çeşitli tesbih duaları okuduğu nakledilmektedir. Bu eylem şekli Kur'anda da çeşitli ayetlerle gösterilmektedir.
ALİ İMRAN 43 : Ey Meryem ! “ Rabbine divan dur. Secde et ve O’nun huzurunda rükû edenlerle beraber rüku et. “ demişlerdi.
BAKARA 43 : Salatı ikame edin zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.
MÜRSELAT 48 : Onlara rükû edin / Allah'a ortak koşmayın denildiği zaman rükû etmezler. / Allah’a ortak koşmaktan uzak durmazlar.
Kul, rükûda eğilip, bükülüp hayranlıkla teslim olduğu Rabbini " Sübhane rabbiyel azim " diyerek tesbih edip O'nu her türlü noksanlıklardan arındırarak yakarırken, O'na hiç kimseyi ortak koşmayacağını bedeni ve kalbi ile gösterirken, sanki Allah ona “ Ey kulum kalk, başını kaldır, karşımda dik dur “ der. Kul başını kaldırır ve “ Semiallahu limen hamideh “ Rabbena lekel hamd. ( Allah kendine hamd eden ( öven ) kuluna kulak verir, işitir, isteklerini kabul eder. ) der. O anda namazının ayrıntılarını, şuurunu tam anlamıyla kavrayabilmiş olan kul, fakat Allah’ın istediği gibi yaşamadığını, O’na layık olamadığını düşünerek ayakta duramaz. " Allah’u Ekber " der ve hemen yüz üstü düşer, acizliğini göstererek yere kapanır, secde eder. Secde : Kişinin, kendisinden daha güçlü olduğunu bilerek bir başkasına boyun eğmesi, teslim olması, onun otoritesini, gücünü kabul etmesi, onun koyduğu kurallara göre hareket etmesidir. Başlı başına secde sözcüğü yere kapanmak veya namaz kılmak değildir. Arapçada “ harru sücceden “ ifadesi yere kapanarak teslim olmak demektir. Allah’a samimiyetle inananlar, Allah’ın dışında hiç bir varlığın, makamın, menfaatin, gücün, esiri olmazlar, önünde yere kapanmazlar, boyun eğip teslim olmazlar. Yere kapanmanın toprağa yapılmasının bir başka anlamı da vardır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi, tazarru ve tevazuun, değersizliğin, hiçliğin, küçülmenin en güzel tezahürüdür. İnsan toprak misali, kendini Rabbinin karşısında küçültürse işte o zaman Allah’a en yakın makama ulaşmış olabilecektir.
SECDE 15 : Gerçekten Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde eden / boyun eğen yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte hamd eden, büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.
İSRA 107 - 109 : De ki : “ Siz Kur’ana ister inanın, ister inanmayın, şu daha önce kendilerine bilgi verilenler, Kur’an onlara okunduğunda onlar secde edip / boyun eğip çeneleri üstü kapanırlar. Ve Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir. “ derler. Ve onlar ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’an onların saygılarını, alçak gönüllülüklerini arttırır.
Bu duygular ve bilinç içerisinde yere kapanmış iken kul “ Sübhane Rabbiyel Alâ “ ( Ey her türlü noksanlıktan arınık olan Rabbim, Sen en yücesin ) der. Bu tesbihin sayısı, üç, beş, yedi ve secdenin süresi kişinin kendi takdirine kalmıştır. Aslında biz desek de, demesek de Allah zaten en yücedir. Ama insanın toprak misali Allah'a en yakın olabileceği yer olan secdede kulun asıl olarak dertlerini, isteklerini samimi olarak dile getirmesi ise çok daha anlamlı ve muteber olacaktır. Geleneklere göre kılınan namazda secdeden kalkan kul, aynı tekrarla ikinci rekâta kalkar ve önceki gibi onu da tamamlayıp sonra da Kade denilen son oturuşa geçer. Genellikle bu oturuşta Tahiyyat denilen Teşehhüt ( şehadet getirmek ) okunur. Ancak bunun içinde " Es selamu aleyke ya eyyuennebiyyi " denilirken ve önceden de tüm selam ve Tayyibat Allah içindir deyip hemen ardından “ Selam sana ey peygamber “ denildiği zaman, namazda Peygamber de doğrudan muhatap alınmaktadır. Bu ifade peygamberi de namazın içine katmaktır ve bir şirktir. Bu nedenle bilinçli olan çoğu kişi tarafından namazda teşehhüt okunmaz. Ama ben okuyorum ne olacak ki sünnettir diyen Akademisyen ilâhiyatçılar da bulunmaktadır. Namaz yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek, sadece O’nu muhatap alınarak yapılması gereken bir ibadettir. Namazda, Peygamber dahi olsa hiç bir kimse Allah’ın yanında muhatap alınamaz. Namazda tekbirden son selama kadar muhatap sadece Allah’tır. Hatta Sünnet diye niyet edilen nafile namazlar dahi Allah için değil, Peygamber için kılınan namazlara dönüşür ki bu da Kur'ana göre şirk olur.
Her Müslüman’ın, Allah’a en yakın olduğu bir anda, en çok dikkat etmesi gereken şey, ağzından çıkanı kulağının duyması, namazın başından itibaren sonuna kadar ne dediğinin bilinmesidir. Aksi halde bu tutum insanı küfre, Allah’a ortak koşmaya ve Kur’an ayetlerini inkâra götürür. Namaz oturuşunda okunması gelenek haline getirilmiş olan Tahiyyat duası, gerçekte olmayan uydurma miraç olayı içerisinde uydurulan hadislerle oluşturulmuştur. Okunmasının mecburiyeti de yoktur. Okunması da gerekmez. Bu nedenle eğer Tahiyyat duası mutlaka okunmak isteniyorsa ;
Ettehiyyatu lillahi vessalavatu vettayyibatu
Esselamu alennebiyyi ve Rahmetullahi ve berekâtûhu ( Esselamu aleyke ya eyyuennebiyyi ) demenin yerine
Esselamu aleyna ve ala ibadillahis salihin
Eşhedu enlailâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu
Şeklinde okunup ( Dilim ile, bedenim ile, malım ile yaptığım güzel olan bütün ibadetlerim, mülk ve azamet sahibi Allah içindir. Peygambere selam olsun “ barış ve esenlik üzerine olsun “ Barış ve esenlik bize ve Allah’ın Salih kullarının üzerine olsun. Ben şahadet ederim ki Allah’tan başka bir ilâh yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.) Denildiğinde ( Esselamu aleyke ya eyyüennebiyyu) Yerine ( Esselamu alennebiyyi ) konulduğunda, peygamber doğrudan doğruya karşımızda o anda Allah'ın yanında ikinci bir şahıs olarak değil, orada karşımızda bulunmayan üçüncü bir şahıs halinde anılmış, şirk tehlikesinden uzaklaşılmış olunur.
Kade oturuşunda Tahiyyat duasının ardından yine rivayetlere dayandırılarak Müslümanlara Salavat ı Şerif adı altında Muhammed ve İbrahim peygamber için Allah ümme Salli – Barik duaları okutulmaktadır. Bu uygulama “ Biz peygamberlerin hiç birini diğerinden ayırmayız. ” Denildiği ( Bakara Sûresinin 136. ve 285. ile Ali İmran Sûresinin 84. ) ayetlerine ve Ahzab Sûresinin 56. ayetindeki aslında Peygambere verilecek destek anlamındaki Salat kavramının çarpıtılması ile aykırı bir durum ve peygamberler arasında ayrıcalık oluşturmaktadır. En doğrusu Kur’anda yer alan dua ayetlerinin veya kişinin kendi dilinden duygularının dillendirilmesidir.
Rabbena Atina fiddünya haseneten vefil Ahireti haseneten vekına azaben nar.
Ey Rabbimiz, Bize dünyada da Ahirette de iyilik ver. Bizi Cehennem ateşinden ( azabından ) koru.( Bakara 201 )
Rabbenağfirli velivalideyye velilmü’minine yevme yekumül hisab. ( İbrahim 41 )
Ey Rabbimiz ! beni anamı babamı ve bütün müminleri hesap gününde bağışla .
Rabbena amenna fağfirlena verhamna ve ente hayrurrahimin. ( Mü’minun 109 )
Ey Rabbimiz ! biz iman ettik. Artık bizi bağışla. Bize merhamet et. Sen merhametlilerin en hayırlısısın.
Kade oturuşundaki bu dualardan sonra önce sağa ve sonra sola “ Esselamu aleyküm ve Rahmetullah “ diyerek selam verilir.
RAD 24 : Sabretmenize karşılık selam sizlere. Dünya yurdunun sonucu ne güzeldir.
NAHL 32 : Melekler onların canlarını alırken iyi kimseler olarak “ Selam size ! ” Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin cennete derler.
Namazın kade denilen oturuşunda selamdan sonra aslında namaz, Allah'a dua ederek konuşma ibadeti sona erer. Bu selamdan sonra " Allahümme ente's selamu ve minke's selam. Tebarekte ya zel Celali ve'l ikram " ( Allah'ım selam, barış, huzur, esenlik, her türlü güzellik sensin, bütün bunlar Sendendir. Sen çok yüce ve mübareksin. Ey Celal ve ikram, her türlü zenginliklerin sahibi Allah'ım ! ) diyerek kişi duasına ve Allah'ı yücelterek, isteyen herkes kendine göre istediği şekilde dua ve tesbih etmeye devam edebilir. İçinde Allah’ın yüceltildiği, tesbih edildiği, güzel isimlerinin yer aldığı Ayetül Kürsü denilen Bakara Sûresinin 255. ayeti anlamları bilinerek ve düşünülerek müsait olunan herhangi bir zamanda da okunur. Ardından da yine “ La ilâhe illallahu vahdehu la şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey’in Kadir. " ( Allah’tan başka ilâh yoktur. O, tektir. Eşi ve ortağı yoktur. Mülk onundur. Hamd, her türlü övgü O’nadır, her türlü noksanlıklardan arınıktır, her şeye gücü yetendir, Kadirdir. ) Denilerek devam edilebilir ve namaza son verilerek kalkılır. Camilerde kılınan toplu namazlarda namazın bitmesiyle bazen müezzin " Ala resulüna salavat " diyerek davetiye çıkarmakta, yapılan duanın ardından imam da, el fatiha demekte, cemaat ise hemen Fatiha okumanın yerine " Allah ümme salli ala seyidina Muhammedin ve ala " diyerek peygamber için salavat getirmekte ve namazından kalkmadan önce peygamberi Allah'ın yanına ortak etmekte, caminin ve ibadetin içine sokmakta ve şirke girdiğinin de farkında olamamaktadır. Kur'ana göre peygambere salavat getirme diye bir ibadet yoktur. ( Ayrıntısını " Kur'anda Salat Namaz mıdır ? " başlıklı makalemizde bulabilirsiniz )
Bu arada biten namazın ardından örneğin ; " Kim namazdan sonra 33 defa sübhanallah, 33 defa elhamdülillah, 33 defa Allah'ü ekber der, yüze tamamlamak için de Lâ ilâhe illallah derse günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir. " ( Müslim Mesacid 146 ) hadisinde söylendiği gibi, Allah'ın yerine hüküm verilerek, hadis ve rivayetlere dayandırılarak Müslümanlara 33 er defa tesbih zikirleri çektirilmektedir. Bu uygulama, Peygamberimiz ve dört halife dönemlerinden sonra Emevi Devleti zamanında, yapılan zulümleri gizlemek, Mescitlerdeki salat uygulamalarını ortadan kaldırmak, soru sorulmasını yasaklayıp adeta bir an önce tespihlerini çeksinler, gitsinler zihniyeti ile namaz ibadetinin içine sonradan sokulmuş bir bidattır. Tespih denilen aleti çekerek şu kadar kez şu ifadeyi anlamını bilmeden de tekrar etmek, veya şu kadar kere şu duayı okursan şuna erişirsin demek ve inanmak Tevhidin, asıl Allah’a yapılacak zikrin huşu özelliğini zedeler. Bu tür zikir uygulamaları Kur’anda yoktur. Zikr, Kur’an ayetlerini anlayarak okumaktır, okunan ayetleri düşünmek, tefekkür etmek, akılda tutmak, belleğe yerleştirmektir. Zikir, şu kadar kez, şu kadar zaman değil, hiç bir kimsenin dayatması olmadan içimizden geldiği kadar olmalı, akla geldiğinde bir defa " Sübhanallah " veya " La ilâhe illallah " demek dahi Allah'ı anmaktır ve zikretmektir. ( Bu konuda geniş bilgiyi Zikir Çekmek başlıklı yazımızda bulabilirsiniz. )
Kur’anda doğrudan doğruya namaz şu kadar rekâttır diye bir hüküm ve ayrıntı yoktur. Araştırmacı ve Tebyin ül Kur’an yazarı Hakkı Yılmaz, Namazın rekâtı olmaz, bunu niyazda bulunan kişiler o andaki psikolojik durumlarına göre tekbirden oturuşa ve selama kadar hudu, tazarru ile ve şekilciliğe düşmemek şartıyla istedikleri kadar bir süre uzatabilirler demektedir. Rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk namaz bütün vakitlerde iki rekâttır demiştir. Yine bazı yazarlar ve müfessirler Kur’andaki zorunluluk ve savaş anındaki salatın nasıl yapılması gerektiğinin anlatıldığı Nisa Sûresinin 101. ve 102. ayetlerine dayandırarak namazın her vakitte iki rekât olduğunu söylemektedirler. Öte yandan, Emeviler ve Abbasiler döneminde Peygamberimize atfedilen hadis ve rivayetlerle, Peygamberin dahi Hacc esnasında Mina'da namazı 2 rekât kıldırdığı anlatılmaktadır. ( Sahihi Buhari Muhtasarı sa. 342 ) Bunlara rağmen Ulema icmalarıyla 2 rekât farz namazı, Medine'de 2 rekâtı da nafile olarak peygamberin kendisinin kılarak sonradan ilave ettiği müekked sünneti denilerek 4 rekâta çıkarılmış, ardından da ön sünnet, son sünnet ilaveleriyle namaz zamlandırılmış, nafile denilen birtakım namazlar da sünnet adı altındaki dayatmalarla camilerin içine bile sokulmuş, Allah'ın yanında peygamber için de namaz kılınır hale getirilmiştir. Öyle ki " Sünnet olmazsa namazın kaç rekât olduğunu nereden bileceğiz ? " inancı, namazda en öne geçen bir ibadet hükmü haline getirilmiştir.
Ulema denilen birileri uydurma hadislere dayandırarak ölümünden sonra Peygambere hüküm oluşturma ( teşri ) yetkisi vererek, adeta hüküm koymada Allah'a ortak etmişlerdir. Tabiidir ki Kalem Sûresinin 36 - 41. ayetlerinde " Sizin neyiniz var ? Nasıl hükmediyorsunuz ? 37 - 38 : Yoksa içinde ders aldığınız şeyler : " Siz bu alemde neyi beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak " garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi / kitabınız mı var ? 39 : Ya da size karşı kıyamet gününe kadar sürecek, " Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak " diye üzerimizde yeminler / taahhütler, üstlenmeler mi var ? 40 : Sor bakalım ahireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir ? 41 : Yoksa onların ortakları mı var ? O halde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler. " ifadeleriyle yapılan uyarılardan ve Kehf Sûresinin 26. ayetinde " Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez. " denildiği gibi Peygamberin dahi Allah'ın ortağı olamayacağı, din adına hüküm oluşturamayacağı uyarıları dikkatlerden kaçmaktadır veya hiç umursanmamaktadır.
Bunlara rağmen yine de artık terk edilmesinden bugün korkulan sünnet inancı, kökleşmiş bir ibadet ve gelenek haline getirilmiş, namazda asıl önemli olan riyaya girmemek, huşu ve hudu anlayışından uzaklaşılmıştır. Oysa Peygamberimiz, Mekke döneminin çok sıkıntılı ve mücadeleli geçen zamanlarında namazı sabah, öğle ve akşam olmak üzere her vakitte ikişer rekât olarak günde üç vakitte kılmış, Medine döneminde ise savaşlara, mücadelelere bağlı olarak azalan namaz ilgisinden dolayı, toplumu bir arada ve diri tutmak, motife etmek amaçlarıyla dört rekâta çıkartarak kıldırmıştır. Kendisi öğle ve akşam arasında, akşamdan sonra da ilerleyen vakitlerde dörder rekât daha namaz ilaveleriyle vakti beşe çıkarmıştır. Bazen öğle ile ikindi namazını, bazen de akşam ile yatsı namazını, öne ve arkaya alıp cemederek ( birleştirerek ) namazını yine günde üç vakte indirerek kılmıştır. Farz namazlarının dışında sünnet denilen hiç bir nafile ( ilave ) namazı mescide sokmamıştır. Dolayısıyla kişi, kendi içinde bulunduğu haleti ruhiyesine göre istediği kadar, ama iki rekât, ama dört rekât, ama on rekâtlık duası ile Allah’a yönelebilir, her yönelmesinde de hudu ve huşu içerisinde olabilmeyi hedeflemeli, haddi ve sınırı aşmaktan, riyadan, şuursuzluktan sakınmalı, namazın ne olduğunu, niçin ve kimin için kıldığını, tazarrulu bir dua, Allah'la konuşmak ve yakarmak olduğunu bilmelidir.
Namaza başlanırken falanca vaktin farzına veya falanca vaktin sünnetine diye ayrımlı niyetler, namazı Allah ve Peygamber arasında ikiye bölüştürmek anlamına gelir. Oysa bütün namazlar sadece Allah için kılınır. Namazı kabul edecek olan ve dualarımızı, isteklerimizi karşılıklandıracak olan sadece ve sadece Allah'tır. Peygamberimizi Allah’a ortak koşarak şirk tehlikesine maruz kalmamak için kılınan bütün namazlara " Allah rızası için namaza " denilerek niyet edilmelidir. Vaktin ve rekât sayısının bildirilmesinin gereği yoktur. Ahkâf Sûresinin 5. ayetinde " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizler de. " denilen uyarı akıldan çıkarılmamalıdır. Allah'ın selamı, rahmeti, Allah katında huşû ve hudû ile yaşanabilmiş, kabul olmuş bir namaz ibadeti sizinle olsun !..
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !...
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur'an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR