Toplumumuzda, Cuma günlerinde, dini bayram günlerinde, ölüm yıl dönümlerinde, vefat etmiş olan yakınlar veya büyükler için ataların geleneğine bağlı olarak büyük bir sorumluluğun ve görevin yerine getirildiği, böylece vicdanları rahatlatarak huzura kavuşulduğu, özlemin giderildiği zannedilerek kabir ziyaretleri yapılmaktadır. Bu ziyaretlerde kabrin başında ölen yakınlarla konuşulması, selamlaşma, üç İhlas ve bir Fatiha Sûresinin, Yasin Sûresinin veya anlamları bilinmeden sadece Arapça Kur’anın okunması, Kandil gecelerindeki okunan mevlit ve yerine getirilen ibadetler ile bütün bunlardan hasıl olan sevabın ölmüşlerin ruhuna hediye edilmesi inancı ve geleneği, çok yaygın olarak yaşanmaktadır. Bu düşüncelerle mezarlıklar da dolup taşmaktadır. Bugün yerleşmiş olan bu inanç ve geleneği sanki doğruymuş gibi dayatan, zorunluluk haline getiren, fakat aslında Kur’anın bir çok ayetine de aykırı düşen, aklı, mantığı zorlaması, sorgulanması gereken bir çok uydurma hadis ve rivayet bulunmaktadır. Camilerde, ekranlarda, İmam ve hatipler tarafından yapılan dini sohbetlerde her fırsatta Kur'anı anlayarak okuma alışkanlığı olmayan, içinde nelerin olduğunu çoğunlukla bilmeyen Müslümanların önüne, sürekli olarak bu uydurma hadisler ve rivayetler konulmaktadır. Ama atalardan gelen, gelenekleşmiş olan bu şekildeki bir uygulama ile * Yaşamakta olan diriler için bir öğüt, hidayet rehberi olması gereken Kur'anı anlamadan Arapça bir şeyler okuyanın aslında kendisi ne anlamıştır, hangi öğüdü almıştır ? * Okunanlardan acaba gerçekten başkalarına hediye edilebilecek bir Fatiha sevabı hasıl olmuş mudur ? * Kabirdeki meyyit gerçekten konuşulanı duymakta mıdır ? * Genellikle Allah işittirir inancı hakim olduğu için eğer duydu ise hangi öğütleri almıştır ? * Bu öğüdü nerede, nasıl kullanacaktır ? * Zümer Sûresinin 19. ayetinde, " Peki üzerine azap kelimesi hak olmuş kimse de mi ? Artık o ateşteki kimseyi sen mi kurtaracaksın. ? " ifadelerinde belirtildiği gibi, eğer günahları çok ise, Allah'ın rahmet ve Tevvablığından başka Mahşer günü sorgulamasında Peygamberin dahi yardım / şefaat edip kurtaramayacağı azap hak olmuş kişiyi, o hediye edilmiş sevap, indirilmiş Kur'an hatmi mi kurtaracaktır ? * Kur'an, bu inançlarla yapılan uygulamaları gerçekten onaylamakta mıdır ? gibi akla gelebilen sorular, maalesef Kur'an öğretisiyle sorgulanmamaktadır. İnançlara yerleştirilmiş ve Müslümanları yanlış yönlendiren bu tür uygulamalar için ortaya atılmış bazı uydurma rivayet örneklerine baktığımızda, neler söylenmektedir ? Bir görelim !..
* Ruh ölmez, sadece şehitler ve peygamberler değil, diğer ölüler de işitir. “ Ölü kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır. “ ( İbni Ebiddünya, Beyhaki ) ( Bu iddiaların kanıtı nedir ? Kabre girip yaşayıp çıkmışlar mıdır ? Öldükten sonra tekrar hayata dönen tanıkları mı vardır ? )
* Bütün ölüler, şehitler gibi diri olup rızıklandırılır. ( İbni Teymiye, İmam ı Ahmed ) ( Kur'andaki şehit kavramının gerçekte ne olduğunu bu arkadaşlar bilmemektedir. Bu rivayete inananların öncelikle Kur'andaki şehit kavramının doğrusunun ne olduğunu öğrenmeleri gerekmektedir. )
* Her ölünün ruhu, cesedine bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. ( Süyuti El mütekaddim ) ( İznin verildiğini kendilerine acaba bizzat Allah mı söylemiştir ? )
* Resulullah Efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere “ Rabbinizin size vadettiğine kavuştunuz mu ? “ buyurunca, Hz. Ömer “ Ya Resulullah, cansız ölülere neden söylüyorsun ? “ dedi. Cevaben buyurdu ki “ Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitemezsiniz, ama cevap veremezler. “ ( Buhari Cenaiz 68, Müslim Cennet 76 - 77 )
* Peygamber Efendimiz bir kabrin yanından geçerken, yanındakilere “ Selam size ey müminler yurdunun sakinleri “ diyerek selam vermelerini emir buyurmuştur. ( Müslim Cenaiz 102 ) ( Ölenlerin gerçekten mümin olup olmadığı nereden bilinmektedir ? )
* Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez. Bir mümin salavat okuyunca bir melek salavatı bana haber verir. ( İbn Mace, Ebu Davud ) ( Kim demiş onu Peygamberler de beşer olarak bütün insanlar gibi etten kemikten maddesel olan bir bedenle yaratılmamışlar mıdır ? )
* Selam anlayana verileceğine göre ölüler kendilerini ziyaret edenleri tanıyorlar demektir. Müdakkik ( dikkatle araştıran ) alimlerden ibn Kayyım el Cevziyye de ölülerin özellikle Cuma ve Cumartesi günleri ziyaret edip dua edenlerden ve çocuklarının güzel davranışlarından duydukları sevinci nakleder. ( İbn Kayyım Kitabu’r Ruh 10 ) ( Saçmalığa, tutarsızlığa, mantıksızlığa bakar mısınız ? Ölen kişi herhalde cep telefonunu yanına alabilmiş, toprak altında olsa da günleri ve dışarıda olanları takip edebilmekte, ziyaretçinin Cuma günü geldiğini dahi bilebilmekte, sevinebilmekte, çocuklarının mutlu olup olmadıklarını da anlayabilmektedir. Kabirde de olsalar her halde üç öğün tabildotla rızıklandırılmakta, yiyip içip yatmaktadırlar. Arkadaşlar ruhun kemiklere nasıl bağlı olduğunu bilmedikleri halde, cesetlere kabirde tesir ve tasarruf etme izninin verildiğine de herhalde mana aleminde tanık olmuşlardır !..)
Oysa Saffat Sûresinin 20. ayetinde " Bir de bakmışsın ki onlar karşıda duruverirler. " Ve eyvah bizlere ! İşte bu Din / hesap günü'dür ! " derler. " Tekvir Sûresinin 10. ayetinde " Amel defterleri açılıp yayınlandığında. " Hakka Sûresinin 19 - 24. ayetlerinde " İşte kitabı sağından verilen kişiye gelince ; İşte o " Alın okuyun kitabımı. Şüphesiz ben hesabıma kavuşacağıma inanıyordum / kesinlikle biliyordum " der. " ifadelerinde gördüğümüz gibi sorgulama sadece mahşer günü Allah katında toplanma anında yapılacaktır, hesap mahşerde görülecektir. Üstelik, ruhu olmayan beden bir cesettir ve hiç bir canlılık özelliği kalmamıştır, artık kabirde yatan için hayat da, canlılık fonksiyonları da yoktur, ceset ne görür, ne de işitir. Kur'anın hiç bir ayetinde de iki defa hesaptan, Dünya ve Ahiret hayatından başka üçüncü bir hayattan da söz edilmez. Yunus Sûresinin 64. ayetinde " Onlara dünya hayatında ve ahiret hayatında müjde vardır. Allah’ın sözlerinde değişiklik diye bir şey yoktur. İşte bu en büyük kurtuluşun ta kendisidir. " Zümer Sûresinin 26. ayetinde " Onlardan önceki kimseler yalanladılar da kendilerine düşünemedikleri yönden azap geliverdi. Sonra Allah, onlara basit dünya hayatında rüsvalığı tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilir olsalardı. " ifadelerinde ve ( Hud 15. ) ( İsra 19. ) ( Fussilet 30. ) ( Sebe 34. ) ( Kasas 42. ) ayetlerinde de gördüğümüz gibi, dünya ve Ahiret hayatlarından olmak üzere sadece iki hayattan söz edilmektedir. Böylece de “ Berzah Alemi “ veya kabir hayatı diye üçüncü bir alemin olmadığı, Kur’an ayetleri ile de kanıtlanmaktadır. Bir çok ayette söz edildiği gibi, Yunus Sûresinin 45. ayetinde " Ve insanlar Allah’ın onları toplayacağı günde, sanki onlar gündüzden bir saat kalmışlar gibi aralarında tartışırlar. " Rum Sûresinin 55. ayetinde " Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı. " ifadesinde de belirtildiği gibi, Kur’an ayetlerindeki temsili anlatımlara göre yine Mahşer günü hesap vermek üzere uyandırılanların hiç biri kabirden, kabir hayatında gördükleri herhangi bir azaptan, sorgulanmaktan da söz etmemektedirler. Çünkü ölen bir insan için artık zaman mefhumu diye bir kavram yoktur. Ruhu adeta bir bilgisayar disketi gibi fişi çekilip kapatılmıştır. Bu disket kıyametten sonra mahşer günündeki diriltmede Allah tarafından tekrar açılacaktır.
Bütün bunlara rağmen, Kur'anın bir çok ayetine aykırı olduğu halde Kabir hayatı ve azabı inancına bağlı olarak, kabirde olan ölülere konuşmalarla iletişime geçilebileceği, onların da seslerinin duyulacağı, hasıl olan sevapların da kendilerine hediye edilebileceği inancı ile ilgili olarak uydurulmuş olan hadis ve rivayetler, aslında Kur’anın dışında bambaşka bir din olan, Tasavvuf Dininin bütün Evliyaları tarafından oy birliği ile onaylanmaktadır. Bu konuda bir çok Kur'an ayetinin uyarılarına rağmen Ehli Sünnet denilen ekolün bütün mezhepleri de yine bu inancın ve uygulamaların arkasında durmakta oldukları gibi, Kur’an ayetlerine göre kabirde yatanların, gerçek ölülerin, artık hiç bir şeyi işitmeyeceğini dile getirenlere bu çevreler, bazı ayetleri eğip, bükerek, anlamını saptırarak, hadis inkârcıları deyip suçlamalarda bulunabilmektedirler. Şirk ve küfür olduğu halde peygamberin adını da kullanarak kimlerin uydurduğu belli olmayan hadis ve rivayetleri de din diye Kur'anın önüne geçirmektedirler.
Örneğin Kur’anda Rum Sûresinin 51 – 53. ayetlerinde " Ve andolsun ki Biz, rüzgâr göndersek de Allah'ın rahmetinin eseri olan bitkileri sararmış görseler, kesinlikle onun arkasından küfretmeye başlarlar. Bu nedenle sen ölülere işittiremezsin. O daveti arkalarını dönmüş giderlerken sağırlara da dinletemezsin.... Sen ancak ayetlerimizi, iman edeceklere duyurursun. " ifadeleriyle Müşrik Ebu Cehil gibi arkasını dönüp gidenler, Kur'anın ve Allah'ın ayetlerinin öğüdüne uymayıp dışında kalıp inkâr edenler de ölüler olarak nitelendirilmekte, Neml 80 - 81. Enam 35 - 36. ayetlerinde de yine aynı şekilde ana hatlarıyla bu dünyada yaşadığı halde mecazen ölü olarak nitelendirilerek yaşayan ölülere benzetilmektedir. Ama bu hadisçi çevreler ise eğip, büküp, saptırarak bu gibi ayetleri kabir ziyaretleri için delil olarak gösterip, kendilerine göre değerlendirmeler yapmakta, işin doğrusuna göre ise, hasıl olan sevapların ölenin kabrinde arkasından gönderilebileceğinin, kabirlerin mutlaka ziyaret edilmesi gerektiğinin önemini vurgulamaya çalışmaktadırlar. Böylece Kabir ziyaretleri ve ölülerle konuşmanın var olduğu inançlarına malzeme olarak kullanmaktadırlar. Oysa değişik ayetlerde yer alan ölüler ifadesi, aslında hem bu dünyada yaşadığı halde insanlıktan nasibini alamamış, Allah’ın ayetlerinden uzak durmuş, üstelik Allah’ın kulak, göz, akıl, irade, vicdan, merhamet gibi güzel hasletlerle donatarak “ Şüphesiz Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık. “ demesine rağmen, insan olmayı başaramamış, tahakkümü, bencilliği, zalimliği, azgınlığı, ön plana çıkmış, akıl ve vicdanı dumura uğramış, kalben ölmüş olanlar için mecazi olarak kullanıldığı gibi, hem de gerçekten bu dünyadaki hayatını kaybetmiş olup, kabirde yatan, farklı şekillerde ölüp bedeni toprak veya deniz altında saklanmış, cesedi kül olmuş savrulmuş, parçalanıp etrafa, bulunduğu ortama dağılmış bütün gerçek ölüler için de kullanılmaktadır.
Enam Sûresinin 122. ayetinde de yine aynı şekilde " Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir ? İşte kâfirlere yapmakta oldukları böyle süslü ve çekici gösterilmiştir. " denilerek, " ölü iken kendisini dirilttiğimiz " ifadesi ile dünya hayatında " cehalet, gaflet ve duyarsızlık içinde yaşadığı halde mecazen ölü olarak nitelendirilen insanların, Kur’an ayetleri ile bilgi, duyarlılık, nur, ışık verilerek, gerçeği görebilecek bilince, canlılığa kavuşturduk " denilerek, onların Kur'an ayetleriyle tanıştıktan sonra, Allah katında karanlıktan kurtulduğu belirtilmektedir. Rabbimiz burada, Kur’an ayetleriyle beraber olan mümini, canlı, aydın, aydınlık yolda yürüyen diri bir kimseye, Kur’andan uzak bir hayat yaşayan kimseyi ise, önünü göremeyen, karanlıklar içine düşmüş, ölü ve zavallı bir insana benzeterek, akli selim insanlara bu iki kişinin farklı olup olmadığını sormaktadır.
Gerçekten de doğruyu eğriden ayıramayan, doğru yolu göremeyen bir kimse, fiziki olarak canlı kabul edilebilirse dahi, aslında insanı insan yapacak değerlerden uzak, hayvana kıyasla canlı, ama insana kıyasla Allah katında ölü mertebesinde olan bir canlıdır. Rum Sûresinin 51 – 53. ayetlerinde aynı tema işlenmekte, dolayısıyla, Kur’an ile tanışmak istemeyen, Allah'ın ilâhlığını ve Rabbliğini reddeden kâfirler, Kur’anda pek çok ayette mecazi ifadelerle yaşayan ölüye benzetilmektedir. Aynı şekilde Fatır Sûresinin 19 - 21. ayetlerinde de ; " Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. " ifadesiyle yine bu ayetlerde de zıt şeyler kıyaslanmak suretiyle, iman edenlerle Cennetin, küfür edenlerle Cehennemden daha iyi olduğu örneklerle açıklanmakta, yaşayan ölüler kıyaslama öğütleriyle uyandırılmaya çalışılmaktadır. Kıyaslamalarda, mecazi anlatım sanatı ile Allah’ın ayetlerine inananlar gören, inanmayanlar kör olarak nitelendirilmektedir. Cennet gölgelik, Cehennem ise sıcaklık olarak, iman aydınlık, küfür karanlık olarak, yine Fatır Sûresinin 22. ayetinde de Allah'ın ayetlerine yönelebilen müminler diri, ayetlerini inkâr edip, Allah'a ortak koşan kâfir müşrikler ise mecazen ölü olarak nitelenmiş ve kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır. Buna rağmen Fakat gerçek ölülerin kabir hayatı esnasında konuşulanları duyacaklarına, Allah'ın onlara hasıl olan ve bağışlanarak gönderilen sevapları ileteceğine inananlar ;
FATIR 22 : Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine / her dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.
Ayetinin son bölümündeki ifadelerle ilgili olarak yaptıkları açıklamalar ile bir kavram karışıklığının içine girdiklerinin farkında olamamaktadırlar. Biz Fatır Sûresinin 22. ayetinde yer alan son cümlesindeki “ Şüphesiz Allah her dilediğine işittirir “ ve “ Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin “ bölümünün değerlendirilmesinde ise onların görüşlerine katılamıyoruz. Çünkü bu ayetin ifadelerine göre yaşadığı halde mecazi anlamda ölü olarak nitelendirilen kişilere dahi işittiremeyen insan veya Peygamber, üstelik de gerçekten ölmüş ve kabre girmiş ölülere nasıl işittirecektir ? Elbetteki Kabir Hayatı diye üçüncü bir hayat olmadığı için, onlara artık hiç bir şey işittirilemez. Uydurma hadis ve rivayetlerle Kabir hayatının var olduğunu söyleyenler, bu bölümü düz mantıkla bizden farklı olarak yorumlamakta, ölenin kabrinin başında konuşulanların, okunanların, hasıl olan sevapların Allah tarafından ölene ulaştırılabileceğine inanmaktadırlar.
Bize göre ise bu ayette yer alan “ Şüphesiz Allah her dilediğine işittirir “ ifadesiyle, aslında Allah yaşamakta olan ve mecazi olarak nitelendirilen ölülerden keyfi olarak istediğine değil, “ her isteyene / dileyene, çaba gösterene işittirir, onları hidayet yoluna döndürür “ mesajı ile vicdanları dumura uğramış fakat pişman olabilecek sapkın kişilere atıfta bulunmaktadır. Çünkü Yüce Rabbimiz Allah, meşieti ( mutlak iradesi ) gereği zaten hem hidayet, hem de dalâlet yolunu Kendisi yaratmıştır. Ama bunun yanında insana da fıtri olarak akıl, vicdan, irade ile seçme özgürlüğünü de bahşetmiştir. Aksi halde Peygamberlerin elçilik yapmasının, Kitabın indirilmesinin, hayatta olan bir insan için o zaman hayatın imtihanının, mahşer günü sorgulamasının da, insana verilen aklın ve iradenin de bir anlamı kalmaz. Elbette ki Allah her istediğine işittirir, elbette ki dünya yaşamında insanlık için güzel bir eser bırakan bir kişinin kazanımları amel defterine iletilmeye devam edecektir. Tabii ki ölümden sonra kabzettiği yerde bekleyen ruhlara, mahşer günündeki diriliş esnasında o duyuruyu ve daveti Rabbimiz zaten işittirecektir. Bu ayetteki işittirme ise, kabirde yatan birine, ölüye seslenenleri, ona gönderilen hediyeleri duyurmak, iletmek değil, bizzat yaşamakta olup karanlıklar içerisinde olan, Allah'ın öğüdünden, Kitabından uzaklaşmış, kalpleri taşlaşmış, mühürlenmiş olanların seçimlerine, pişmanlıklarına, yaklaşımlarına göre yapılabilecek bir duyurudur.
Allah, gerçekten ölmüş, kabre girmiş hiç kimsenin postacısı değildir. Kabirdekilere işittirme, okunan ayetlerden hasıl olan sevapları hediye gönderme inancında olanlar, bu ayetteki “ Şüphesiz Allah her dilediğine işittirir. “ ifadesini delil olarak kullanmakta, ama ayeti doğru olarak yorumlayamamaktadır. Halbuki bu cümlenin anlatmak istediklerinden tamamen bağımsız olan ayetin en sonundaki “ Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin “ ifadesi ise, artık bu dünyadan ayrılmış, gerçekten vefat etmiş ölülere, Peygamberin ve hiç bir kimsenin bir şey duyuramayacağını kesin ve net olarak ortaya koymaktadır. Ayetteki bu son cümlenin eğilip bükülecek, başka mecralara taşınacak bir tarafı yoktur. Üstelik de ayetteki ifadeyle ister yaşayan ölüler, ister kabirdeki ölüler olsun, neticede insanların ölülere hiç bir şeyi duyuramayacağı gerçeği ortaya konulmaktadır. Buna göre Peygamber kabirlerdeki gerçekten ölmüş, bütün vücut fonksiyonları kapanmış, kalbi artık çalışmayan, onunla hissetmeyecek, gözü ile göremeyecek, kulağı ile işitemeyecek, konuşamayacak kişilere bir şey işittiremeyecektir de, peki “ Sen kabirdeki gerçek ölülere bir şey işittirebilecek misin ? “ Aslında okuduğun zaman senin anlaman için, bir öğüt olması gereken Fatiha, İhlas, Yasin Sûrelerinden kendin bir öğüt alabildin mi ? Bir şey anlayabildin mi ? Senin için gerçekten bir sevap hasıl oldu mu ? Eğer gerçekten senin için bir sevap hasıl olabildi ise, artık form değiştirerek bu dünyadaki bedensel yapıdan ayrılıp başka bir forma geçmiş olan ve Yasin Sûresinin 52. ayetinde de " Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı ? " ifadeleriyle uykuda olduğu ve o an artık hiç bir şeyi görmediği ve duymadığı kesin olan ölülere sen o sevap hediyesini g - mail ile mi gönderebileceksin ?
Şu bir gerçektir ve ne acıdır ki, maalesef ülkemizdeki Mezhep, Tarikat ve Cemaatler eliyle toplumu dizayn etmek için uydurulmuş olan hadis ve rivayetlerle klasik ve geleneksel olarak yerleştirilmiş Din anlayışında, dirilere Kur'anın dışında oluşturulmuş hadis ve rivayetler Türkçeleştirilerek, mecazi ve gerçek ölüler için ise hiç bir şey anlaşılmadığı halde Kur’anın Arapçası okutturulmaktadır. Bu nedenle de asıl inananlarla bizzat diriler için, anlayarak okuduktan sonra bir öğüt ve hidayet rehberi olması gerektiği bildirilen Kur’anın içerisinde nelerin olduğu da büyük bir çoğunlukta yaşayan Müslümanlarca bilinmemektedir. Önlerine konulanların doğru olup olmadığını Kur'an ayetleri ile kendileri de test edememektedirler. Bu nedenle yine büyük çoğunlukla Müslümanlar, yüz yıllardır kabir ziyaretleriyle ölenlere bir şeylerin işittirildiğini, okunanlardan hasıl olan sevabın, onların ruhuna hediye edildiğini zannetmekte, Kehf Sûresinin 104. ayetinde, “ Onlar yapay olarak güzellik ürettiklerini sanırken, dünyadaki çalışmaları / hayattaki bütün çabaları da boşa gitmiş olan kimselerdir. “ denilerek yapılan uyarıdan bihaber, belki de yaşamın içerisinde yerine getirilemediği düşünülen yükümlülüklerin vicdani sorumluluğundan dolayı rahatlama yolları aranmakta, arkadan gönderilen Kur'an hatimleriyle teselli bulunmaya çalışılmaktadır. İşin ilginç tarafı da kabirden gelen seslerin duyulduğunu, oradaki yaşantının bütün ayrıntılarını, rızıklandırmaya varıncaya kadar da anlatan pek çok uydurma hadis ve hikâyenin de Müslümanların önüne konulmuş olmasıdır. Meryem Sûresinin 98. ayetinde, “ Ve Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Onlardan herhangi bir kimse hissediyor musun ? Yahut onlara ait hafif bir ses duyuyor musun ? “ denildiği halde, Peygamberimizin duyamadığı sesleri eğer birileri duyabiliyorsa ve hissedebiliyor, kabirdekiler ile ilgili bir çok hikâyeyi kaleme alabiliyorlarsa, onlara da helâl olsun ! Daha ne diyelim. Halbuki kabirde yatan meyyitin işitebilmesi veya ses çıkarabilmesi için bedenden ayrılmış ve bizim bilemeyeceğimiz bir yerde kıyamet gününe kadar Allah tarafından kapatılmış bir bilgisayar disketi, bir uçağın kara kutusu gibi kabzedilmiş olan ruhun, tekrar bedenle beraber kabirde olması gerekir. Ama artık çürümüş, parçalanmış, molekül ve atomlarına ayrılmış olup toprağa karışmış olan toprak altındaki bir ceset için böyle bir olanak yoktur.
Kabir hayatının varlığına ve ölenlerin ardından okunmuş Sûre ve hatimlerin hasıl olan sevabının gönderilebileceğine inanmış olanların, ölenin ardından hiç bir şey anlamadan sadece Arapçası okunup, hediye olarak gönderilen Sûrelerden biri olan Mülk Sûresinin 1 – 2 ayetlerinde, “ Hükümranlık elinde bulunan Allah, ne cömerttir / Ne bol nimet verendir. Ve O, her şeye güç yetirendir. O, hanginizin amelce daha iyi olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O azizdir. Gafurdur. “ ifadeleriyle halbuki Allah’ın ölüm ve hayatı insanları sınava çekmek için yarattığı, Allah’ın her şeye gücünün yettiği ve ayetin orijinalinde “ Tebarekellezi “ denilerek çok cömert olup her şeyi bol bol verdiği, bunlara karşılık da nankörlük ederek inanmayan ve bu hayat sınavını başaramayan kâfirler için hazırlanan cehennem azabı anlatılmaktadır. Ayetlerde ve Sûrenin tamamında hasıl olan sevabı ölülere gönderin diye herhangi bir öğüt de yoktur. Öte yandan çeşitli Kur’an ayetlerine baktığımızda :
NECM 39 : Gerçek şu ki insan için çalışıp didindiğinden / alın terinden, emeğinden başka bir şey yoktur.
İSRA 13 : Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık.
YASİN 54 : Artık bugün kişi herhangi bir haksızlığa uğramaz. Ve sadece yapmış olduklarınızla karşılıklandırılırsınız.
MÜMİN 17 : Bugün her kişi kazandığının karşılığını alacaktır. Bugün haksızlık diye bir şey yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.
İfadelerinde görüldüğü gibi artık ölülere herhangi bir şeyin duyurulamayacağı, herhangi bir şeyin gönderilemeyeceği, kabir hayatında değil, mahşer günündeki Allah'ın sorgulaması ile hesabın görülmesi anında onların sadece yaşarken kendi çabaları, kazandıkları, yapmamaları gerektiği halde yaptıkları ve yapmaları gerektiği halde yapmadıkları ile herhangi bir haksızlığa uğramadan karşılık görecekleri belirtilmektedir.
Dolayısıyla ölünün kabrinin başında okunan Yasin Sûresinin, Kur’an ayetlerinin, üç İhlas ve bir Fatiha okuyup ruhuna hediye edilmesinin ona hiç bir katkısı olmayacaktır. Üstelik de bu tür uygulamalar Allah'ın ayetlerinin inkârıdır, yapmayın dediklerinin aksini yapmaktır ve küfürdür. Ayetler eğer anlaşılmak üzere okunuyorsa, sevapları ve olumlu kazançları sadece okuyan ve bu okuduklarından öğüt alan, diri olan kişinin kendisine olacaktır. Bu nedenle nerede olursa olsun bu Sûre ve ayetleri okuyanlar, mutlaka Türkçe meallerini anlamak ve öğüt almak üzere okumalıdırlar. Üstelik kabirdeki meyyit önündeki bu tür uygulamalar aynen, dünya yaşamında trafik kurallarına dikkat etmeden trafik kazasında hayatını kaybetmiş birinin mezarının başında, ona trafik kurallarını okumaya benzer. İyi bilinmelidir ki, herkes bu dünyada yaptıkları ve Ahiret hayatına, önceden sağlığında gönderdikleri ile sorgulanacaktır. Hayatını kaybetmiş yakınlarımız, sevdiklerimiz, ana ve babamız, bizden önceki Müslüman kardeşlerimiz için bizim yapabileceğimiz tek bir şey vardır. O da bazı ayetlerde örnekleriyle gösterildiği gibi, onların bağışlanmaları, Cehennem azabından uzak tutulmaları için sık sık dua etmek ve Rabbimizden rahmet talep etmek olabilir. Bunun için de nasıl dua edebileceğimiz, yine bizzat Rabbimiz tarafından değişik ayetlerde bizlere gösterilerek tavsiye edilmektedir.
HAŞR 10 : Ve peygamber döneminden sonra gelen kimseler, “ Rabbimiz ! bizi ve iman ile bizi geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma ! Rabbimiz ! şüphesiz Sen çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın, engin merhamet sahibisin “ derler.
İBRAHİM 41 : “ Rabbimiz ! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam babam için ve müminler için bağışlamada bulun. “ dedi.
Ayetlerde görüldüğü gibi ölenlerimiz, yakınlarımız, Ahirete irtihal etmiş ana ve babamız için bizim yapabileceğimizin, sadece bir dua etmek olduğu bildirilmektedir. Bu dua da her zaman, her yerde yapılabilir, kabirde meyyitin baş ucuna gitmek şart değildir. Çünkü orada kemik parçalarından başka kişinin sesini, konuşmasını duyabilecek, iletişim kurulabilecek canlı hiç bir şey bulunmamaktadır. Bizim dualarımızı, yakarmalarımızı işitecek olan da sadece ve sadece her yerde, her zaman diri ve hazır olan, bize şah damarımızdan daha yakın olan Yüce Rabbimiz Allah'tır. Sadece bayram günlerinde kabirlerinin başında değil, her zaman, her yerde Kur’anın bize önerdiği gibi duamız, onlar için rahmet, bağışlanmak, Cehennem azabından uzak tutulmalarını dilemek şeklinde olmalıdır. Peki kabirlere hiç mi gidilmeyecektir ? Kur'anımızda bu konuda 13 ayette gerekli öğütler yapılmakla beraber, örneğin Yusuf Sûresinin 109. ayetinde " Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin kendi halkından kendilerine vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde gezip dolaşmadılar mı ? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin ne olduğuna bir baksalar ! " yine Hacc Sûresinin 45 - 46. ayetlerinde " Sonra nice kentler de vardı ki, şirk koşmak suretiyle Biz onları helâk ettik / değişime yıkıma uğrattık. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. " ifadelerinde gördüğümüz gibi, Rabbimiz, elbette ki kabirlere Yasin, Kur'an hatmi hediye etmek, ölenlerle konuşmak için değil, bilakis ibret almak, düşünmek, ders çıkarmak amacıyla kabirlerin ve ören yerlerinin, tarihi harabelerin, şaşaalı medeniyet kalıntılarının, o yerlerde yaşamış olanların içine düştüğü hata ve sonuçlarının gezilip görülmesini istemektedir.
Düşünme ve sorgulama aslında Yüce Rabbimizin bize lütfederek bağışladığı bir nimettir. Descartes'in " Düşünüyorum öyleyse varım " dediği gibi, insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran ise düşünebilme yeteneğinin kullanılabilmesidir. Yüce Rabbimiz Allah da hiç bir şeyi akıl ve mantık dışı, ölçüsüz, bozuk, eksik tutarsız ve gereksiz bir şekilde yaratmamıştır. Kur'anda Dünya ve Ahiret olmak üzere iki hayattan söz edilir, Kabir hayatı diye üçüncü bir hayat da yoktur. Üstelik de düşünüldüğünde akla ve mantığa aykırı olan herhangi bir şey Dinde olamaz. Bu nedenlerle Kur'anda olmayan kabir hayatı ve ziyareti inancı ile yapılmaya çalışılanlar da Kur'ana, akla ve mantığa aykırıdır. Üstelik kabirler konusunda bundan daha önemli olarak dikkat etmemiz, uymamız, düzeltmemiz gereken başka yanlış inançlar ve uygulamalar da bulunmaktadır. Ölmüş olanların kabirlerini mermer taşı işlemeleriyle türbeye dönüştürür gibi, süslü yazılarla " Ruhuna El Fatiha " yazdırılması, okunması çağrılarının yapılması yanlışından, sınırlandırılan aile mezarlıkları ile sadece Allah'a ait olan mülkün satın alınıp sahiplenilerek putlaştırma şeklindeki geleneklerden, inançlardan vazgeçilmelidir. Keşke mezar taşına hiç olmazsa ölen için Fatiha okunması değil de " Allah Rahmet eylesin " yazısı yazdırılabilseydi, küfürden uzak daha yerinde bir uygulama olurdu. Bunun yanı sıra Hacc ibadeti için Mekke ve Medine'ye gidip oradaki kabirlerde yatan sahabelerin türbesiz, sade toprak yığını halindeki isimsiz kabirlerini ziyaret ederek gören hacılar bunlardan, gördüklerinden bir ders çıkarmalı, ülkemizdeki yanlışların farkına varmalı, aslında İslam'a göre kabirlerin nasıl olması gerektiği, yakınlara anlatılmalıdır. Kur'ana göre aykırı ve yanlış olan bizdeki uygulamalara, oradaki kabirlerin yapısı örnek olmalıdır. Kabirler ancak ibret almak, sonumuzun da böyle toprak altına girmek olacağını her zaman aklımızda tutmak, bizim için henüz vakit varken, bir an önce Dinimizin yegâne kaynağı olan, Yüce Kitabımız Kur’ana yönelebilmemiz için bir hatırlatma ve uyarı olmalıdır. Böylece dinimizin yegâne kaynağı Kitabımızı anlayabildiğimiz dilden okuyup, gerekli öğütleri alarak ve hayatımızın rehberi yaparak yaşamak, kendimize çeki düzen vererek hazırlıklı olmak, ilkemiz olmalıdır. Kur'anın doğruları ile Allah’ın selamı, rahmeti bütün hayatını kaybetmiş büyüklerimizin, mümin kardeşlerimizin ve sizin üzerinize olsun !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR