Yaratıldığından ve varoluşundan bu yana tarih boyunca insanoğlu çok değişik dinlere inanmış, sığınmak, korunmak iç güdüsü için de inandığı dinin merkezine bazı toplumlarda çok sayıda ilâh, bazı toplumlarda da tek bir ilâh ( Tanrı ) Allah koyarak saygı göstermiş, bu saygıyı da mâbet adını verdiği, ibadet edilen yer uluhiyeti de yüklenerek hürmet edilen bir mekân olarak kabul ettiği genel yerlerde icra etmiştir. Bu bağlamda bu mekânlarda bir yüce varlığa ibadet etmeyi, tapınmayı hayatının bir bölümünde hedef olarak belirlemiştir. Batı dillerinde mabet karşılığı olan " templum " başlangıçta kâhinlerin, gökyüzünü, kuşların, yıldızların hareketini gözetlemek için tahsis edilen dikdörtgen şeklindeki özel mekân iken, daha sonraları " Tanrının Evi " anlamını kazanmış, Yunan'da " temenos " Sümerlerde " Heykel, Tapınak " Babil ve Asurlularda " Zigurat ", Mecusilikte " Ateşkede ", Hinduizm'de ve Budizm'de " Pagoda ", Çin'de " Kuan " adlarını almıştır.
İbadet, insanları Allah'a, inandığı Tanrı'sına yaklaştıran dinin temel unsurlarından biri olduğu için, bütün dinlerin de kendilerine has ibadet ve ibadet yeri olan mâbed anlayışı vardır. İlk dönemlerde açık alanlarda basit ve küçük yapılara, zamanla büyük, geniş, donanımlı ve gösterişli binalara kadar gelen bir gelişme içinde olmuştur. Kutsal mekân ve Tanrının Evi telâkkisi ile uluhiyetin tecelli ettiği yer anlayışıyla kutsal kişilere ait nesnelerin kabirlerin içine sokulması, içinde kurban takdimlerinin yapılması, çeşitli tapınma eylemleri, genellikle sadece gökyüzünde, yukarıda zannedilen Tanrıya yaklaşabilme, onların dünyası ile insanlar arasında bir bağ oluşturma inançları ile yükseltilen mabetlerin ve tapınakların ana unsurları haline getirilmiştir.
Ehli kitap inancı olan İslam'da da genel olarak Allah’a ibadet etmek / kulluk etmek için toplanılan yerlere “ Mabet “ veya ibadethane denildiği gibi, İnsanlar kendi inanç farklılıklarına göre, Müslümanlar mabetlerine Mescit veya Cami, Yahudiler Sinagog veya Havra, Hristiyanlar da " Şapel / Katedral " Kilise isimlerini koymuşlar, dinlerini topluca yerine getirecek ibadet mahallerini oluşturmuşlardır. Ülkemizdeki Aleviler de ibadet ettikleri mekânlarına Cem evi demektedirler. Aslında İslam dini mabet - İbadet ilişkisinde diğer inançlara göre farklılık göstermekte, ibadet sadece mabede, mescide, kiliseye, havraya bağlı olmayıp evde, sokakta, çarşı ve pazarda, iş yerlerinde, yeryüzünün herhangi bir yerinde bireysel olarak da yapılabilmektedir.
Mescit : Arapçada secde edilen / Allah'a yönelip, boyun büküp teslim olunduğu yer demektir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre de 1027 yılına kadar Kuzey Afrika’da Fas, Tunus, Mısır, Orta Doğuda Kudüs, Şam, Bağdat ve Arabistan’da Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların her birinin inançlarının eğitiminin, öğretiminin yapıldığı binalara, mekânlara okul anlamına gelmek üzere Mescit denilmiştir. O zamanlarda her mescide de oranın öğretmeninin adı verilmiştir. Bu nedenle Yüce Rabbimiz de Kur’anda Allah’ın adının anıldığı, secde edildiği, boyun bükülüp teslim olunarak dua edildiği açık kapalı her yere Mescit demiştir.
HAC 40 - 41 : ..... Eğer Allah, bir kısım insanları, diğer bir kısım ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, yapılı bina / manastırlar, kiliseler, havralar tüm salat destek yerleri / eğitim öğretim kurumları, Allah’ın ismi çokça anılan mescitler yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah, Kendisine yardım edenlere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a aittir.
Kur’anda etrafı dört duvarla çevrili, üstü örtülü olup, Allah’ın ilminin, Tevhidin eğitim ve öğretiminin yapıldığı, Allah’ın ve Allah'tan gelen Hakk ve Halis Dininin zikredildiği ( anıldığı ) mekânlar, binalar mescit olarak anılır. Ve dünyanın, Kâinatın rükû ve secde edilen her yeri, her noktası, Allah için olan Mescitlerdir. Kamuya bütün insanlara açık olan secde etme yerleridir. Bu nedenle Müslümanların Camileri, Alevi Müslümanların Cem evleri, Hristiyanların Kiliseleri, Yahudilerin Havraları ve Allah’a ibadet edilen tüm ibadet yerleri ile Allah’ı tanıtan tüm eğitim ve öğretim kurumlarının hepsi, Kur’anda mescit olarak isimlendirilir.
İSRA 7 : Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir. Ve eğer kötülük ettiyseniz o da onun kendisi içindir. Artık diğer bozguna uğrama zamanı gelince de size kötülük yapmaları, ilk kez girdikleri gibi yine mescide / Beytül Makdis’e girmeleri, ele geçirdikleri yerleri yıkıp bozmaları için üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz.
Bu ayette İsrail Oğullarının Süleyman peygamber tarafından yaklaşık M.Ö. 2000 yıllarında Kudüs'te yaptırılmış olan Beytül Makdis adındaki tapınaklarına da mescit denilmekte, Yahudilerin Allah’a verdikleri sözden daha önce döndükleri için mescitlerinin Allah’ın gönderdiği güçlü ordularla yıktırıldığı, tekrar sözlerinden dönerlerse yine güçlü ordularla mescitlerinin yıktırılacağı belirtilerek, Arap olsun, Yahudi olsun, Hristiyan olsun tüm zamanların insanlarına Allah’a verdikleri sözde durmaları konusunda uyarıda bulunulmaktadır. Tarihi bilgilere baktığımız zaman gerçekten de sözlerinde durmayan Yahudilerin bu tapınakları bir dönem Bizanslılar tarafından, bir dönem Persler tarafından istilaya uğrayarak yıkılmış, harabeye döndürülmüştür. Bugün İsrail’de ve Filistin topraklarındaki Kudüs’de bulunan bu tapınak hala yıkık bir harabe halindedir. Yahudilerin ağlama duvarı dedikleri duvar sadece sağlam olarak kalmıştır. Bu harabelerin üzerine Emevi halifelerinden Abdülmelik Bin Mervan tarafından, Peygamberimizin vefatından 60 yıl sonra 692 yılında siyasi amaca yönelik bir Cami yaptırılmış ve adına da özellikle Kur'anda geçiyor diye Mescidi Aksa ismi verilmiştir. Peygamberimizin ölümünden sonra yapıldığı halde bu mescit, miraç olayına uydurma rivayetlerle malzeme yapılmış ve Mekke’den yaklaşık 1200 km. uzaklıktaki bu mescide Peygamberimiz götürülmüş ve buradan da miraca çıkartılarak ütopik bir uzay yolculuğu yaptırılmıştır.
Cami sözcüğü, Türkçeye Arapçadan geçen bir sözcüktür. Cem, “ toplanma, bir araya gelme “ kökünden gelen Cami, toplayan, bir araya getiren Mescit, Cemaatin ibadet etmek için toplandığı yer demektir. Türkçe dini mimari terminolojisinde ibadet edilen yerlerin küçüklerine Mescit, daha büyüklerine de Cami denir. Osmanlıda Cami sözcüğü önceleri “ Cuma namazı mescidi “ anlamında kullanılıyordu. Herhangi bir alanda ibadet etmeye yarayan yerlere de namazgâh deniyordu. Osmanlıda sultanlar adına yaptırılan büyük Camilere de “ Selatin Camileri “ denmiştir. Cami, sözcüğü aynı zamanda Allah’ın 99 isminden birisidir. İstediğini, istediği zaman ve istediği yerde toplayan ve bir araya getiren demektir. Cami sözcüğünün harflerinin dört meleğin isminin baş harflerinden ( Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil ) oluştuğuna dair inançlar ve uydurma iddialar da bulunmaktadır.
Peygamberimizin getirdiği Müslümanlık inancı ile beraber, ilk yıllarda yapılan büyük camiler, sadece dini törenler, namaz kılmak için değil, çok fonksiyonlu bir paylaşma, dayanışma, yardımlaşma binası olarak kullanılıyor, Müslümanlar arasında iletişimi, birliği, sağlıyor ve tevhidi güçlendiriyordu. Bu nedenle büyük camilerin kapsamında, medrese, mektep, aşhane, hastane gibi yapılarla birer imaret ( külliye ) bulunuyordu. Emeviler döneminde yapılan Kudüsteki Mescidi Aksa, Abbasiler döneminde Samerra Camisi, Tolunoğlu Camisi, Fatımiler döneminde Mısırdaki El Ezher Camisi, İspanyada Kurtubi Camisi, Selçuklularda Anadoludaki Ulu Camiler, Osmanlıdaki Sultan Camileri dünyaca bilinen önemli, büyük külliye camilerdir. Camilerde, Kâbe’ye doğru yönelmiş yönüne kıble, cami imamının namaz kılarken cemaatin önünde durduğu girintili yere mihrap , üzerinde hutbe okunan merdivenli yere minber denir.
MESCİTLER SADECE ALLAH İÇİNDİR : İlk peygamber olan Adem ( a.s. ) dan bu yana, son peygamber olan Muhammed ( a.s. ) a kadar gelen bütün insanlar için, Allah katında tek bir din vardır, o da İslam’dır, Tevhit / Allah’ın birliği dini, Hakk Dindir. Rabbimiz, bütün insanların Tevhide / Allah’ın birliğine yönelmelerini, inanmış olanların sürekli olarak sözünde durmalarını, başka ilâhları, putları Allah'a ortak koşmamalarını, ( Yukarıda İsra Sûresinin 7. ayetinde belirtilen şekilde sözden dönülmemesini ) ibadet ve kulluk görevlerini sadece Allah için yapmalarını istemektedir. Hiç bir mescitte ve secde edilen yerde, hiç bir şekilde başka bir insanın isminin anılmasını, Kendisine ortak koşulmasını, yapılan eğitim, öğretim ve diğer kulluk görevlerinde şirke bulaşılmasını istememektedir. Bu nedenledir ki, yanlış olarak da olsa, bilmeden de olsa, ya da iyi niyetle de olsa, Rabbimizin men ettiği halde Müslümanların içine düşebilecekleri şirk konusunda, secdegâh olarak edindikleri Cami ve Mescitlerde, Cin Sûresinin 18. ayetinde " Ve şüphesiz ki mescitler Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. / Kulluk etmeyin " ifadeleriyle belirtildiği gibi daha da fazla dikkatli olunması gerekmektedir.
Ayette Rabbimiz, insanlar Tevhit / Allah’ı birleme / La ilâhe illallah / Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur deme ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde dahi nasıl şirke bulaşılabileceğine işaret etmekte, herkesi bu davranıştan men ederek dikkatli olmaya davet etmektedir. Ayetin açık ve net hükmü gereği, Mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli, sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı peygamber dahi olsa kesinlikle anılmamalıdır. Peki bugün böyle mi olmaktadır, ? Bu uyarılara uyulmakta mıdır ? Bir kocaman hayır. Peygamberimizin vefatından yıllar sonra ortaya çıkan uydurulmuş hadis ve rivayet yazarlarının, Kur’anı tefsir edenlerin eserlerine bağlı kalan, kendilerine Ehli Sünnet alimi, Ulema denilen gelenekçiler, çoğunlukla bu ayetin, Yahudi ve Hristiyanların, Allah ile birlikte, Musa’ya, İsa’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu ileri sürmüşler ve biz Müslümanları ise hiç muhatap kılmamışlardır. Oysa bugün ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerindeki Camilerin yapısına ve içindeki uygulamalarına baktığımız zaman, Kur'anın tanımladığı Mescit anlayışı ile yakından uzaktan bir ilgileri kalmamıştır. Başta Peygamberimizin türbeleştirilmiş kabrinin Medine’de dünyanın ikinci büyüklükte mescidi olan Mescidi Nebevi’nin içinde olması, ülkemizde Padişahların ve ailelerinin yaptırdıkları selatin Camilerinde, Mevlevi dergâhlarında, Eyüp Sultan, Hacı Bayram, gibi bir çok kişinin türbeleştirilmiş mezarlarının Camilerin içinde bulunması, bu kişilerin isimlerinden etkilenen saf ve cahil kimselerin de mezar taşlarına yüz sürüp onlardan yardım isteyip medet umması şirki hep görmezden gelinmiştir. Bugün de hala Hacc ve Umre ziyaretlerinde, Medine'deki Mescidi Nebevi Camisinde Peygamberimizin mezarı / Ravzai Mutahhara denilen yerde namaz kıldırılması, mescit koruma görevlilerinin yapmayın, etmeyin, şirk, şirk deyip uyarmalarına rağmen mermerlerine el sürdürülmesine inanç ve Peygamber sevgisi olarak bakılmakta, göz yumulmaktadır. Camilerin içerisine de sokulan bu sevgi ile, Peygamberin sünneti adı altında Peygamber için de namaz kıldırılmakta, duaların arasında Peygamber sanki bir beşer değilmiş, ölmemiş, her şeyi duymaktadır gibi, Allah'ın yanında muhatap alınmaktadır, " Şefaat ya Rasulullah " denilip Allah'tan değil, bugün hayatta olmayan peygamberden yardım istenmektedir. Allah’ın “ Bana hiç bir yerde ortak koşmayın, sadece Bana kulluk edin “ emri ise tamamen hiçe sayılmaktadır.
Bugün neredeyse bütün Camilerde geleneksel olarak, hem de kıble yönünde asılı olan Muhammed ( a.s ) Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılı tabloların, Allah’ın ismi ile beraber bulunması, Allah’ın emrine ters düşmektedir. Ayrıca büyük Camilerin her tarafı, anlaşılamayan, kimsenin de okuyarak bir şey anlayamayacağı sanatsal ve Arapça yazılarla doludur. Peygamberimizin vefatının ardından Emevi saltanatıyla başlayıp, gereksiz şatafatlı harcamalarla yarışa dönüştürülen bir anlayış ile Camilerin içerisi adeta sanat galerilerine dönüştürülmüş, sözde İslam'la sıvanarak maalesef siyaset mekânlarına, tapınaklara ve şirk yuvalarına dönüştürülmüştür. Bugün Camilerin içine sokulmuş ve gelenekleşmiş, Kur'an dışında küfür niteliğinde bir çok bidat bulunmaktadır. Bu bağlamda ;
* Camilerde kılınan toplu namazlarda, farz namazlarından sonraki müezzinlik fasılaları ile yapılan uygulamalar, emirle tesbih çekilmesi, toplu dua edilmesi, imamın komutuyla duaya son verilmesi tamamen sonradan icat edilmiş uygulamalardır.
* Tespih adı altında Cami'ye sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılarak zorla tespih çektirilmesi, huzur bozulması davranışları ibadette olmaması gereken, sonradan icat edilmiş uygulamalardır.
* Cami duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazılması, dikkat çekici süslü ve anlaşılmaz hat yazıları sonradan icat edilen uygulamalardır ve şirk oluşturmaktadır.
* Mescitlere para toplamak için " sadaka sandıkları " koymak ve para dilenmek, imam ve Cami görevlilerini dilenci yapmak çok yakışıksız ve Camileri küçülten, parayla namaz kıldırılan anlayışa yönelten bir uygulama olmaktadır.
* Tevbe Sûresinin 17. ayetinde " Ortak koşanlar, kendilerinin küfrüne, kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen, Cami inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar gezilmesi, önlerine çıkan dinli, dinsiz herkesten para yardımı istenmesi, dini ve Camileri küçülten bir davranış olduğu için de Diyanet sorumlularının dahi müdahale etmedikleri bir bidattır.
* Mescitlerde Diyanet bütçesini arttırmak amacıyla takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması gibi ticari işler için mescitlerin kullanılması da bidattır. ( Ahmed Kalkan Camilerde 27 bidat ) Dolayısıyla ülkemizdeki Camilerin bugünkü yapı ve işlevi ile Kur'andaki Allah için olması gereken mescit tanımlamalarıyla yakından uzaktan bir ilgisi kalmamıştır.
Tarih boyunca gücü elinde bulunduran medeniyetlerde özellikle din istismarı açısından ibadet yerlerine yönelme ön planda olmuştur. Aslında bu yönelmeler onların riyakârlıklarının da, insanları Allah ile aldatmalarının da kanıtı ve aracıdır. Mısır Firavunlarının medeniyetinin ihtişamını piramitler temsil ettiği gibi, Bazı Halifelerin, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının da en önemli güç sembolü, büyük zulümleri örtbas etmek üzere paravan olarak inşa edilmiş olan " Külliyeler, Ulu Camiler ve Selatin Camileri " olmuştur. Bütün Dünya Toplumları ne zaman sömürüden, zulümden bunalmış ve patlama noktasına gelmişse, teskin etme ve susturma aracı olarak din ve görkemli ibadethaneler öne sürülmüştür. Bu konuda Peygamberimizin " Gördüğüm o ki, sizler benden sonra Mescitlerinizi görkemli, süslü püslü yapacaksınız. Tıpkı Yahudilerin Havralarını, Hristiyanların Kiliselerini görkemli, süslü, püslü yaptıkları gibi ! Bir toplumun ibadetleri ancak mabetlerini süsleyip püsledikten sonra yozlaşır. " ( İbn Mace Mesacid 2 ) sözlerine ve uyarısına baktığımız zaman oysa bugün Cami sayısını arttırmak, görkemli ve şaşaalı kılmak, bir dindarlık veya dinde gelişme belirtisi değildir. Bilakis o toplumda çürümüşlüğün, çöküşün göstergesi, firavunlaşma ve Yahudileşme alametleridir. Halbuki üstü kapalı dört duvarla çevrilmiş sade bir oda dahi, sadece Allah'ın ve Kur'anın konuşularak secde edildiği mescit tanımı için yeterlidir.
Alevilikte de ibadet mekânı olarak Cem / toplanma Evleri kullanılmaktadır. Şii ve Alevi inancında olan Müslümanlar da teberru kuralları gereği, ibadethane duvarlarında Ebu Bekir, Ömer ve Osman adları yazılı Sünni Camilerinden uzak dururlar. Ama onlar da Cem evlerinde Ali ve on iki imamın resim ve isimlerini bulundururlar. Teberru kuralına göre, Şiilikte ve Alevilikte ehlibeyti ( Ali ailesini ve soyunu ) sevmeyenleri sevmemek, düşman olanlara düşman olmak inancı hakimdir. Özellikle Halife Ali ile savaşanlar, ( Ayşe binti Ebu Bekir, Talha ve Zübeyr, Ömer, Ebubekir, Ebu Süfyan, Muaviye, Amr bin As ) ve daha sonra özellikle Peygamberimizin torunu ve yakınlarıyla Hüseyin’i hunharca katleden ve Kur'anın İslam'ını Kerbela'da gömen Yezid, haklı olarak teberra / nefret ile anılır.
Peygamberimizden önceki dönemlerde yaşayan cahil, müşrik kitleler gibi Müslümanlar da bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler türbeleştirmişlerdir. Hatta Evliya denilen bu kişilerin isimleri de Camilere isim olarak verilmiştir. Maalesef ülkemizin neredeyse yerleşik her köşesinde örneğin Hacı Bayram Camisi, Eyüp Sultan Camisi, Ulu Cami, Şemsi Tebrizi türbesi, Mevlevi türbeleri gibi padişahlar, şehzadeler, sultanlar, beyler, babalar, dedeler, hatunlar, efendiler, erenler için yaptırılmış olan yüzlerce binlerce türbe ve cami bulunmaktadır. Ne yazık ki cahil kitleler de türbelerdeki bu kişileri Allah dostu diyerek, Allah ile aralarında şefaatçi yaparak, mezar taşlarına yüz sürerek yardım dilemekte ve imanlarını kirletmektedirler. Tarikat kültüründe de küfür ve şirk olduğu halde, ehli kubura ( kabirde yatanlara ) selam vermek, ehli kuburdan yardım isteme geleneği vardır. Bu çerçevede yapılan Kur’an hatimlerinin sonunda Kadiri Tarikatı müritleri de " medet ya Seydi Abdül Kadir Geylani " diye dua ederler. Oysa Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizler de. " denilerek bütün bu tür uygulamalar şiddetli bir tehditle reddedilmektedir. Üstelik de ayetteki “ Mescitler Allah içindir “ emri ile bağdaşmayan, Allah'a ortakların koşulduğu, Müslümanları şirke ve küfre götüren davranışlardır. İnsanın bu dünyadaki varlığı, yaşamı, bedeninin işlevi, ölümü ile biter. Geriye sadece zamanla çürüyerek, çirkinleşecek, toz toprak olacak cesedi kalır. Bu cesedin artık hiç bir değeri yoktur. Bunun için de Maide Sûresinin 31. ayetinde cansız beden ( ceset ) için “ sevat “ çirkinlik sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte cesedin gömülmesi de bu sebeptendir. Bu cesedin maddi ve manevi herhangi bir değeri olmadığı gibi, kabrinin de, türbesinin de hiç bir değeri yoktur. İslam dini ölüler için değil, dirileri uyarmak için vardır. Yasin Sûresinin 69 - 70. ayetlerinde " Ve Biz O’na şiir öğretmedik. Bu O’nun için yaraşmaz da. O sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine sözün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’andır. " ifadeleriyle belirtildiği gibi Kur'an, sadece bu dünyada yaşayan dirileri uyarmak için indirilmiştir.
İslam’da işin aslı bu iken birtakım kişilerin kabirlerinin kutsallaştırılarak mescitlerin içine, avlusuna, sokulması Kur’an ayetleri ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle ya mescitlerdeki kabirlerin başka yerlere taşınması, ya da mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması gerekmektedir. Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten / şirkten kurtaracak olan Rabbimizin uyarılarını Kur’anda görmekteyiz.
NAHL 20 : Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler, her hangi bir şeyi oluşturamazlar. Kendileri oluşturulmuşlardır. Ölülerdir, diri değillerdir. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler.
FATIR 14 : Rabbinin astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, çağrınızı işitmezler, size cevap veremezler. Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler.
FATIR 22 : Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah her dilediğine işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.
Bu konulardaki Peygamberimizin hassasiyeti ve hasta yatağında ölümünden önce ümmetine son ihtarları ve tavsiyeleri de bazı hadislerde hatta tarihi bir bilgi olarak da anlatılmaktadır. “ İbni Şihab şöyle demiştir. Bana Ubeydullah ibni Abdullah, ibni Hutbe haber verdi ki ; Aişe ve ibni Abbas ikisi de şöyle demişler. Resülullah son hastalığında çektiği zahmetten dolayı, yanında bulunan bir hamisayı / battaniyeyi yüzüne örter dururdu. Hamisa kendisine sıkıntı verdikçe yine atıp yüzünü açardı. İşte o sıkıntılı olduğu hallerden birinde iken, “ Allah’ın laneti Yahudiler ve Hristiyanlar üzerine olsun. Onlar peygamberlerinin kabirlerini kendilerine mescitler edindiler. “ buyurdu ki maksadı onların bu yanlış yaptıklarından ümmetini sakındırmak idi. “ ( Buhari, Kitabül Libas 19. Bab. 33. Hadis )
Bu hadisi ne yazık ki Buhari'yi yere göğe sığdıramayan bizim Ulemamız, ana konusundaki kabirlerin mescit yapılmamasına değil de battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet ederek peşinden gittikleri hadisleri bile saptırarak asıl mesajından yan çizmişlerdir. Kur’an ayetlerini önemsemedikleri gibi, Kur'an ayetlerinin önüne geçirdikleri o hadislerle yatıp kalktıkları sahihi dedikleri Buhari hadislerini de önemsememişlerdir. Yine Buharinin Kitabüs salat 48. Bab. 74. Hadis ile anlattığı ve Hristiyan kiliselerindeki suretler için “ Onlar içlerinde iyi bir kimse bulunup vefat ettiğinde, kabri üzerine bir mescit yaparlar içinde de bu suretleri tasvir ederler. İşte onlar kıyamet gününde Allah katında halkın en şerirleridir. ” diyerek Peygamberimizin gösterdiği Tevhit yolu bu iken, bugünkü Müslüman toplumu kimin izinden gitmektedir. Bu ayet ve çok inandıkları hadislerin aksine, bugün ülkemizdeki Müslümanlar, Camilerde ön duvarda süslü yazılarla Allah'tan başka yer alan isimlerin varlığını umursamamakta, okunan mevlitlerde, hiç bir şey anlaşılmadan Arapça okunarak yapılan Kur’an hatimlerinde, kandil gecelerinde yapılan ibadetlerinde hasıl olan sevabı ölülere göndermeye çalışmaktadırlar. Mezarların ve Mekke müşriklerinin bereket tanrısı yerine koydukları türbelerin başında Yasinler okunmakta, Kur’an ölüler kitabı yerine konulmaktadır. Ölmeden kısa bir süre önce hasta yatağında yaptığı uyarı ile Peygamberimizin korktukları başına gelmiş midir ? Gelmemiş midir ? Medine’deki yapılan en büyük mescit olan Mescidi Nebevi’nin içine Ravzai mutahhara denilip Peygamberimizin de kabri konmuş mudur ? Konmamış mıdır ? İnsanlar o kabrin önünde Peygamber için iki rekât namaz kılarak şirke girmekte midir ? girmemekte midir ?
Oysa Hacc Sûresinin 26. ayetinde " Ve hani Biz bir zamanlar “ Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma, evimi tavaf edenler, Allah’ı birleyenler secde edenler için evimi temiz et ” Diye o evin / Kâbe’nin yerini İbrahim için hazırlamıştık. " denilerek yine Mescitlerin sadece Allah için olması gerektiği, " Temiz tut " ifadesiyle de oranın silinip süpürülmesi değil, aslında orada hiç bir şekilde Allah'a ortak koşulmamasının uyarısı yapılmaktadır.
ALLAH’IN EVİM DEDİĞİ BEYTULLAH ( KÂBE ) : Kur’ana göre İslam adına insanlar için kurulan ilk ibadethane Allah’ın evim dediği Kâbe dir. İnsanların Allah’ı tanımaları, Allah’ı birlemeleri, Tevhit ile / La ilâhe illallah Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur demenin şuuru ve bilinci ile O’na yönelmeleri, dini eğitim ve öğretim alabilmeleri, ibadetlerini toplu yapabilmeleri için dört duvardan oluşmuş olarak yapılan ilk mescit Kâbe, zamanımızdan yaklaşık 4500 yıl önce İbrahim Peygamber ve oğlu İsmail Peygamber tarafından yapılmıştır. Mekke’de bulunan Kâbe’ye, Beytullah / Allah’ın evi / Mescidi Haram isimleri verilmiştir. Elbette ki Allah’ın bir eve ihtiyacı yoktur. Allah’ın bir evi olmaz. Fakat burada maksat, bu evin bütün insanlar için, halk için olması ve her insanın buraya özgürce girerek bu evdeki eğitim olanaklarından yararlanmasıdır. Unutulmamalıdır ki Allah adına olan her şey, kamuya, bütün insanlığa ait olan şeylerdir.
ALİ İMRAN 96 – 97 : Şüphesiz insanlar için bereketli ve alemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dedir / Mekke’dedir. Onda apaçık alametler / göstergeler, İbrahim Makamı / görev yaptığı yer vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i / Evi / Kâbe’yi / Hacc etmesi / İlâhiyat eğitimi için oraya gitmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği inkâr ederse, bilsin ki şüphesiz Allah, bütün alemlerden zengindir.
BAKARA 125 : Ve Biz bir zaman bu Beyt’i / Evi / ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma / dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. Siz de İbrahim’in görev yaptığı yerden bir salat yeri edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e “ Beyt’imi dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler / boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için temiz tutun diye ahit / söz almıştık.
Ayetlerde insanlara doğru yolun gösterilmesi için ilk kurulan evin, mescidin, okulun Bekke'de ( Bekke vadisinde, en çukur yerde ) kurulduğu belirtilmektedir. O zamanlarda tabii ki orada Mekke şehri diye bir şehir yoktur. Daha sonraki yıllarda vadide su bulunması ve ticaret yolu üzerinde olması nedeniyle yerleşim yeri haline gelmiş, nüfusu artmış ve daha sonra da bu yere " en çukur yer " anlamında Mekke ismi verilmiştir. Allah, Kâbe’yi “ Evim “ diye Zatına izafe ederek bu evin şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bu nedenle bu evde kimse hak sahibi değildir. Orası Allah’ındır. Dünya üzerindeki bütün insanlara açıktır. Orası bereketlidir, orada bolluk vardır, orası korunmuştur. Orada hükümdarlık, padişahlık, sultanlık geçmez. Bu nedenle bütün mescitler de aynen Kâbe gibi Allah için, Allah adına halk için olan evlerdir. Kâbe’nin ilk öğretmenleri İbrahim peygamber ve oğlu İsmail peygamberdir. Orada insanlığa Tevhidi / Allah’ı birlemeyi / La ilâhe illallah / Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur deme şuurunu, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Ayette emredildiği gibi bu yolla Allah’ın evini, şirkten uzak tutarak temizliğini sağlamışlardır. Zira ayette konu edilen temizlik, Kâbe’nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması değil, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, putların oraya sokulmaması, Allah’tan başkasının adının anılmaması demektir.
Peki şimdi bugün de istismar edilerek Allah'ın evi diyerek gerekli ve gereksiz yerlere, neredeyse yarış ve gösteriş içerisinde her boşluğa Cami yapılarak bizim Camilerimizdeki uygulamalara bir bakalım. Allah’ın emrettiği bu temizlik, sağlanmakta mıdır.? Camilerimiz şirkten uzak tutulabilmiş midir ? Tevhit ilkesi sapasağlam ayakta durmakta mıdır ? Bugün Tevhidin yegâne kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an, Camilerimizde Arapça okunmasının dışında öğretilebilmekte midir? Camiye ibadet için gelenlerin ve imamların bu ayetlerdeki uyarılardan haberleri var mıdır ? Kur'ana aykırı olarak Din Adamları İmamlar diye bir sınıf oluşturulmuş mudur, oluşturulmamış mıdır ? Camilerde bugün gerçekten peygamberimizin kıldığı namaz mı, yoksa Emevilerin dayattığı şirk ve maun namazı mı kılınmaktadır ? Kur'anda Yüce Rabbimiz hiç bir ayette namaz kılmayanları kınamadığı gibi aksine " Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki " diyerek dırar / zararlı mescitlerinde maun mücrimi olarak kılınan namazları kınamaktadır. Bu soruları, aklını başkasına emanet vermeyen, kendisi kullanabilen, Kur’anı anlayarak okuyup düşünebilen her Müslüman sormalı ve cevabını kendisi bulabilmelidir.
İSLAM’DA İLK MESCİTLER VE KIBLE : Peygamberimizden önce Mekke’de de İbrahimi öğretilerden kalan bir inançla yol kenarlarında Allah’a ibadet için taştan, kerpiçten oluşturulmuş dört duvar ile basit binalar ve sulak dinlenme yerleri kullanılır idi. Bu nedenle Mekke’de Peygamberimizden önce ibadet için yapılmış değişik bölgelerde küçük küçük mescitler ve konaklama yerleri vardı. Taif yolunda Cirane bölgesinde ve Mekke’den 18 km. uzaklıktaki mescit de çok yıllar önce yapılmış ve adına uzak mescit anlamında ( Mescidi Aksa ) adı verilmiştir. Kur’anda İsra Sûresinin 1. ayetinde Peygamberimizin bir gece yürütüldüğünün söylendiği mescit aslında burasıdır. Ama rivayetçiler konuyu bambaşka asılsız taraflara götürmüş ve miraç olayına bu mescidi malzeme oluşturmuşlardır. ( Bu konuda " Miraç Efsanesi İle Kandil Gecesini Yaşamak " başlıklı yazımızda geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Muhammed ( a.s. ) ın Medine’ye hicreti esnasında uğrayarak konakladığı ve Medine yakınlarındaki Kuba denilen yerde, birkaç gün içinde bir mescit yapılmıştır. Kuba Mescidi denilen bu mescit Müslümanlar için yapılmış ilk mescittir. Peygamberimizin Medine’ye yerleşmesinin ardından da Medine’de büyük bir mescit yapılmış ve adına da Mescidi Nebevi denilmiştir. Bunun ardından Medine çevresinde mescitlerin sayısı hızla çoğalmıştır. Bu mescitlerden birisine de iki kıbleli anlamına gelen ( Mescidil Kıbleteyn ) adı verilmiştir. Hicretin ilk yıllarında Müslümanların namazlarında yöneldikleri yön, Kudüs’ün bulunduğu yön idi. Bakara Sûresinin 143. ve 144. ayetlerinin emri ile düz mantıkla yapılan yorumlar sonucunda namazdaki yön, Mekke’ye doğru değiştirildi. Bu yöne de kıble adı verildi.
BAKARA 143 : Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şahitler olasınız, Elçi de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı ve önderli bir toplum yaptık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi / sosyal hedef ve stratejiyi belirlememiz de yalnızca, Elçiye uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri dönecek kimselerden ayıralım / işaretleyip gösterelim, bildirelim diyedir. Tespit ettiğimiz bu kıble / hedef elbette Allah’ın kılavuzluk ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. / ağır gelir. Ve Allah, imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir. Çok merhametlidir.
BAKARA 144 : Biz senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın kıbleye / bir hedefe, stratejiye çevireceğiz. Haydi yüzünü Mescidi Haram’a / dokunulmaz eğitim öğretim kurumuna çevir. Aklın fikrin hep eğitim öğretimde olsun. Siz de nerede olursanız olun yüzünüzü onun tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz, onun Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah onların yapıp durduklarından habersiz, bilgisiz değildir.
Bu ayetlerde, ilk kıbleden ve sonra da kıble değiştirmeden söz edilmektedir. Ancak Ulema bu ifadeleri düz mantıkla yüzün, yani namazdaki yönün Kudüs'e doğru değil de Kâbe’ye doğru çevrilmesi şeklinde algılamış ve bütün Müslümanların inançlarına bu şekilde yerleştirilmiştir. Biz yine yönümüzü namazda Kâbe’ye doğru çevirelim ama, burada aslında anlatılmak istenen yönelmenin de gerçekte ne olduğunu da anlamaya, olaya Kur’anın bütünlüğü ve Peygamberimizin görevinin başlangıcından, geldiği bu noktaya kadar yaşadığı gelişmelerin ve kendisine vahyedilen ayetlerin çerçevesi içerisinde bakmaya çalışalım. Kıble, sözcük olarak “ ön “ anlamı ekseninde “ cihet “ yüzün gösterdiği yön demektir. Fakat Kıble sözcüğünün Kur’anda geçtiği ayetlere dikkat edilirse bu sözcüğün fiziksel konuma göre ön yön anlamında değil, “ görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan ve gidilen yön “ sosyal hedef ve strateji anlamında kullanıldığı görülür. Dikkat edildiğinde bu ayetlerin indiği vakte kadar, Peygamberimize ayetlerle gösterilen “ yön “, “ hedef ve strateji “ Tevhidin öğretilmesi, öğütler, ahiret, uyarılar, Kur’an ile cihat etme, müjdeleme, sabır ve sabrı tavsiye etme, bağışlama ve hoşgörü ile muamele etme “ olduğu anlaşılır. Bunlar, Peygamberimizin ilk stratejisi, öncelikli görevleri ve ilk hedefleridir. Peygamberimizin Medine’ye yerleşmesi, zamanla yavaş yavaş devletleşmeye doğru gidilmesinden dolayı da artık görevlerin yapısı, stratejisi, hedefi değişecektir. Müslümanların yeni kıblesi, yeni hedefi ise, salatın ikamesi, ( Eğitim yerlerinin açılması, sosyal destek ve yardımlaşma kurumlarının oluşturulması, ayakta tutulması, ) bunun için zekâtın / verginin alınması, marufun emredilmesi ( dinimizin öngördüğü hususların, iyinin, güzelin, kardeşliğin ve barışın gösterilmesi, emredilmesi ), münkerden nehy edilmesi ( dinimizin yasakladığı şeylerin, kötünün, yanlışın gösterilmesi, öğretilmesi ve men edilmesi ) adaletle hareket edilmesi, toplumsal yaşam kuralların oluşturulması, gerektiğinde savunmaya yönelik savaşılması, özetle İbrahim Peygamberin Mescidi Haramdaki uygulamalarının aynen tatbik edilmesi, eğitim öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet haline gelinmesidir. İşte bu ayetlerden sonra peygamberimiz de gerçek anlamları doğrultusunda hareket etmiş, bu yeni kıble ( hedef ve stratejiler ) nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehylere başlamış, çevredeki ( Mısır, Habeşistan, Bizans, İran) toplumlarının krallarına, yöneticilerine mektuplar göndermiştir. Bunlardan Mısır Kralı Mukavkıs’a gönderilen mektup örneğine bakacak olursak :
Bismillahirrahmanirrahim / Rahman, Rahim Allah adına. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Kıptilerin büyüğü Mukavkıs’a. Selam, hidayet yoluna tabi olan kimseler üzerine olsun. Buna göre ben, seni tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam’a gir. Sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıptilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki : “ Ey kitap ehli ! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım. Ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı Rabbler edinmeyelim. ” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse artık “ şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şahit olun ” deyin.
Dikkat edilirse mektup, Allah adına ifadesiyle başlamakta ve Rabbimizin Peygamberimize vahyettiği ayetler çerçevesinde ifade edilmektedir. Aynen Peygamberimizin bu yaptığı gibi aslında netice olarak bugünkü Müslümanlar da Allah’ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek, aynen İsa Peygamber’in tanıklığı gibi tanıklık edecektir. Ancak önce biz kendimize bir bakalım ! Dinimizin esaslarını Kur’an doğrultusunda yanlışlarımızdan, hurafelerden, rivayetlerden bidatlardan ayıklayarak gerçeğe ulaşabilmiş miyiz ?
Yukarıda değindiğimiz kıblenin değişmesi ayetleri ile ilgili gerçekler bu şekilde olmasına rağmen klasik tefsircilerin eserlerinde bu ayetlerle ilgili pek çok rivayet yer almaktadır. Aslında 144. ayette, Resulullah’ın bazı sıkıntılarının giderileceği, O’nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejisinin ne olacağı tam olarak açıklanmamasına rağmen, beraberinde yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “ Mescidi Haram “ ( Kâbe ) yönüne çevirmeleri emredilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüzlerin fiziki olarak “ Mescidi Haram’a " yönelmesi değil, “ Mescidi Haram " yönüne çevrileceğidir. Bu da aslında Tevhit öğretisine yönelmedir. Ayetteki yüz ifadesi, sadece sima anlamındaki yüz değil, “ tüm benlik ve varlıktır. ” Ne yazık ki ayetin içerisinde namaz ile ilgili hiç bir ifade bulunmadığı halde yüzün namazda kıble diye Kâbe tarafına döndürülmesi anlayışı yerleşmiş bulunmaktadır. 143. ayette inanmamışlara büyük ve ağır geleceği belirtilen kıble, eğer sadece vücudun yöneldiği yön değiştirme ise, inanmamış veya inanmış insanlara niye zor gelen, ağır gelen bir şey olsun ? Ama burada kıble denilerek, yeni hedefler, yapılması, yerine getirilmesi istenen emirler varsa, elbette ki o istenenler inanmamış insanlara ağır gelir, zor gelir. Üstelik de Rabbimiz yine bize Kur’an ayetleri ile kıblenin Kâbe olmadığını, doğunun da batının da Allah’ın yönü olduğunu, yönelmenin yüzün gösterdiği yön ile değil, bütün benlikle olması gerektiğini anlatmaktadır.
BAKARA 142 : İnsanlardan aklı ermeyenler, “ Bunları mevcut kıbleden / hedef ve stratejiden çeviren nedir ? " diyecekler. De ki : “ Doğu ve batı / tüm yönler yalnız Allah’ındır. O dilediği / dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.
BAKARA 115 : Ve doğu batı / her yön yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır. En iyi bilendir.
ARAF 29 : De ki : “ Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında, toplum içinde yüzünüzü, tüm benliğinizi O’na doğrultun. Ve dini yalnız kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yalnız O’na döneceksiniz.
Bu ayetlerde, namaz esnasında seccade kıbleye tam döndü, ya da biraz kayık oldu hassasiyetinden ziyade, asıl yönün, hedefin, bütün benlikle beraber Allah’a yönelmek, yüzün Mescidi Haram felsefesine yöneltilmesi, dini Allah’a has kılarak Tevhit yolundan sapılmaması gerektiği anlatılmaktadır. Bu da mescitlerde yaşanan dinde Allah’ın koymadığı hiç bir inanç ve amelin bulunmaması, Mümin Suresinin 65. ayetinde " O diridir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Bu nedenle dini sadece O’nun için arındıranlardan olarak O’na dua edin. Tüm övgüler yalnız alemlerin Rabbi Allah’adır. Başkası övülemez. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, Allah’tan başka peygamber dahi olsa hiç bir kimsenin isminin mescitlerde anılmaması anlamına gelmektedir.
Yukarıdaki ayetlerin aksine bugün Camilerimizde dua esnasında Peygamberimiz de sürekli Allah’ın yanında O’nunla beraber anılmakta, Allah’ın ayetleri açıklanırken, sanki Allah yeterince açıklayamamış, eksik bırakmış gibi Peygamberimiz buyurdu ki diyerek hadislerle ayetin açıklaması tamamlanmaya çalışılmaktadır. Camilerdeki namaz ibadeti sadece Allah’a has değil de bir de Peygambere has haline getirilmektedir. İbadet, adeta Allah’la Peygamber arasında paylaştırılmaktadır. Peygamberimizin vefatından ve dört halife devrinden sonra kurulan Emevi Devleti firavunlarının zorlamaları ve baskılarıyla dine sokularak, uydurma hadislerle yozlaştırılan dini anlayış, bugün de bizim Camilerimizde aynen uygulanmaktadır. Budizm rahiplerinden aktarılmış tespih, komutla çektirilmekte, komutla dua ettirilmekte, komutla da duaya son verdirilmektedir. Tespih çeken kişi de ağzından çıkanların anlamını bilmemektedir.
KUR’ANDA MESCİT ADABI : Araf Sûresinin 31. ayetinde " Ey Adem oğulları ! Her mescidin yanında, toplum içinde süslerinizi alın. / temiz giyinin. Yiyin için fakat savurganlık etmeyin. Kesinlikle Allah savurganları sevmez. " ifadeleriyle belirtilerek ayette yer alan, “ mescit “, “ ziynet “, ve “ israf “ sözcükleri ile Rabbimizin insanoğluna verdiği çok önemli mesajlar, mescitlerde ve mescit dışındaki toplumsal yaşama adabının uyarıları yer almaktadır. Kişi her yerde ve her zaman maddi ve manevi ziynetlerini takınmalı, vakarlı olmalı, başkalarını görünümü ile, konuşmaları ile rahatsız etmemelidir. ( Temiz kıyafetini giymeli, pis kirli olmamalı, ağır kokularla insanları rahatsız etmemeli, mescitlerde başkalarına hiçbir şekilde rahatsızlık vermemeli, ıslak, mantarlı ayaklarıyla secde edilecek yerlere basmaktan hicap duymalıdır. ) Kişisel ve toplumsal bütün davranışlarında Allah’ın koyduğu sınırları aşmamalı, sorumluluk içinde davranmalı, halim selim olgun ve onurlu olmalı, başkalarına zarar vermekten korkmalıdır. Bu mesaja uygun olarak, kişiler haramı helalleştirmemeli, helali de haramlaştırmamalıdır. Aksi davranışlar haddi aşmak olur, israf kapsamına giren davranışlar olur.
TEVBE 17 : Ortak koşanlar kendilerinin küfrüne kendileri şahit olup dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar yaptıkları boşa gitmiş kimselerdir.
TEVBE 28 : Ey iman eden kimseler, Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bundan sonra mescide yaklaşmasınlar.
TEVBE 30 : Ve Yahudiler “ Üzeyir Allah’ın oğludur “ dediler. Hristiyanlar da “ Mesih Allah’ın oğludur “ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla daha önce yaşayan kâfirlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar.
TEVBE 18 : Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, salatı ikame eden / mali ve zihinsel açıdan destek olan, ayakta tutan, dine arka çıkan, namazla Allah’a dua eden, zekâtı / vergiyi veren ve sadece Allah’a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir.
Bu ayetlerle mescitlerde dahi Allah’a ortak koşanların, nasıl sapıttıkları, Allah’ın mescitlerinde onların işlerinin olmadığı, bu zihniyette olanlara Allah’ın şiddetle karşı koyduğu belirtilmekte, şirkin Allah’ın mescitlerine sokulmaması konusunda çarpıcı uyarılarda bulunulmaktadır. Ve bu arada da Allah’ın mescitlerinde kimlerin bulunabilecekleri açıklanmaktadır. Fakat biz bu ayetlere göre kendi Camilerimizde bugünkü uygulamalarımıza baktığımızda, durum hiç de bu ayetlerin uyarısına göre hareket edildiğini göstermemektedir. Her dönemde çoğunlukla Müslümanlar, psikolojik olarak içinde bulundukları şirkin tozunu kendi üzerilerine hiç kondurmamakta, Peygamberimizi yücelteceğiz, seveceğiz, sayacağız, anacağız derken, kantarın topuzunun fazla kaçırıldığının, günahsız yere Peygamberimizi Allah’ın yanına ortağı gibi koyarak aynen Yahudi ve Hristiyanlar’ın yaptığı gibi, ikileme ile şirke bulaşıldığının, Peygamber methiyesi ile oluşturulmuş, içerisi şirk ve küfür ifadeleri ile dolu " Sela " denilen duyuru ve okumalarının Cami içerisine sokulmasıdaki, şirkin ve küfrün farkına varamamışlardır. Mescitler, Tevhit'in ve ilâhiyat eğitiminin, öğretiminin yapıldığı, salatın ayakta tutulduğu, sadece Allah’ın ayetlerinin konuşulduğu, orada sadece Allah’ın yüceltildiği, anıldığı yerler olması, bir okul işlevini yerine getirmesi, herkese açık olması, darda olanların sığınacağı bir korunak olması gerektiği halde, bugün sadece beş vakitte toplu olarak namaz kılmakla yetinilen bir yer halindedir. Kapıları kilitlidir, sadece beş vakitte açık tutulmaktadır. ( Sela Nedir Niçin Okunur ? başlıklı yazımızda sela ile ilgili bilgileri bulabilirsiniz. )
BAKARA 114 : Ve Allah’ın tanıtıldığı mescitlerini / öğretildiği okullarını, içlerinde Allah anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir ? Böylelerinin mescide girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.
HAC 25 : Şüphesiz küfreden / Allah’ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddeden, kendi zararına iş yapan, Allah’ın yolundan, orada ibadete kapanan veya dışarıdan gelen insanlar için kılınan Mescidi Haram’dan alıkoyan kimseler ve orada haksızlıkla yanlış yola sapmak isteyen kimse ; Biz ona pek acıklı bir azaptan tattırırız.
Bu ayetlerde de müminleri mescitlerden engelleyenler, uzaklaştırmaya çalışanlar konu edilmektedir. Bu vesile ile bunların iflah olmayacağı, hakirlik, cizye gibi zilletlerle cezalandırılacakları mesajı verilmektedir. Peygamberimizin zamanında da insanları ilâhiyat eğitiminden mahrum bırakmak isteyen, Mescidi Haram’ı kendi malları gibi sahiplenip, kendi keyiflerine göre hareket edenler, istediklerini mescide sokmayanlar vardı. Oysa mescitler Allah için olup, yerli yabancı herkese açık olması gereken bütün insanların ortak yeridir. Dolayısıyla oranın sahibi, kralı, valisi, olamaz. Ancak oranın hizmetkârları, öğrencileri ve öğretmenleri olur. Ayette belirtilen mescitlerin yıkımı ifadesi, onun duvarlarının yıkılması, harap edilmesi anlamında değil, tevhidi ( Allah’ın birliğini ) öğrenecek ve öğretecek kimselerin mescide gelmesini engellemek suretiyle olabileceği gibi, onları yıkıp yok etmek, tahrip etmek suretiyle, ya da mescitlerde Allah’a has olması gereken dinin, Kur’an dışı başka dine dönüştürülmesi ve şirkin, Emeviler döneminde yapıldığı gibi, ihanetin ve siyasetin, Allah'la kandırmanın Mescit içine sokulması yolu ile de olabilir. Mescitlerin sahip olması gereken nitelikleri, Nur ve Tevbe Sûresinin ayetleri ile net olarak ve çarpıcı bir örnekle gözler önüne serilmektedir.
NUR 36 – 38 : Allah’ın yüceltilmesine, içerisinde kendi adının anılmasına izin verdiği mescitlerde / evlerde devamlı olarak Kendisini arındıran öyle adamlar / er kişiler, kadınlar, insanlar vardır ki, ticaret ve alışveriş onları, Allah’ı anmaktan, salatı ikame etmekten ve zekatı vermekten alıkoymaz. Onlar Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık versin ve kendilerine armağanlarından arttırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah dilediği kimseleri hesapsız rızıklandırır.
TEVBE 107 : Ve zarar vermek, küfre yardım etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha önce Allah ve elçisine karşı savaş açmış bozgunculuğa teşebbüs etmiş olanlara gözcülük ve yardım etmek için mescit yapan şu kimseler “ Biz en güzelden başka bir şey istemedik “ diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki şüphesiz bunlar kesinlikle yalancıdırlar.
TEVBE 108 : Sen o mescidin içinde sonsuza dek dikilme. / görev yapma. İlk gününde Allah’ın koruması altına girme üzerine kurulan mescit elbette içinde görev yapmana daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınan kimseleri sever.
TEVBE 109 : Peki temelini Allah’ın koruması altına girme ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır ? Yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı ? Ve Allah şirk koşarak, küfrederek yanlış davrananlar toplumuna kılavuz olmaz.
Bu ayetlerde tarihe “ Mescidi Dırar “ diye geçen ( zararlı mescit ) denilen olay nakledilmiştir. Bu olayda ; Medine’de Hazrec kabilesine mensup ve Ensardan ( Medine’nin yerlisi ) olan ve Peygamberimizi daha önceden de sevmeyen, ama inanmış görünen bir kısım münafıklar, ( iki yüzlüler ) hem hicretten önce hem de hicretten sonra yapılan her mücadele ve öncesinde, bazen ekonomik teşviklerle, bazen de fesat kampanyaları ile, İslam’ın karşısında olmuşlardır. Müşriklere karşı yapılan mücadelelerde, gizliden gizliye müşriklere yardım etmişlerdir. Peygamberimizin Medine’de güçlü bir duruma gelmesinden sonra da, daha fazla rahatsız olduklarından, bu sefer de Peygamberimize karşı Bizans Kralından gizliden gizliye yardım ister olmuşlardır.
Bu münafıklar, Peygamberimizin Bizanslılara karşı sefere hazırlandığı sırada, asıl amaçları casusluk yapmak ve Bizanslılar adına gözcülük yapıp haber uçurmak düşüncesi ile bir mescit yapmaya yeltenirler. Asıl amaçlarını gizlemek için de yaşlı ve sakatların ilk yapılan Kuba mescidine gidip gelmelerinin zor olduğunu, niyetlerinin kötü olmadığını, bir ayrılık yaratmak istemediklerini belirterek yemin de ederler. Seferden dönünce de Peygamberimizin bu mescitte namaz kıldırmasını isterler. Bizans ordusu ile bir karşılaşma olmadan, daha sonra Peygamberimiz Tebük seferinden dönerken, yolda, zararlı ve kötü bir niyetle yapılmış olan bu mescit için, yukarıda değindiğimiz ayetlerle Peygamberimiz bilgilendirilir, uyarılır. Bunun üzerine Peygamberimiz bu mescide uğramaktan vazgeçer, ardından da bu dırar mescidinin yıkılması emrini verir. Mescit yerle bir edilir. İşte Peygamberimiz, Allah için zararlı hale gelmiş mescidi hiç tereddütsüz yıktırabilen ve Allah’ın ayetlerine böylesine bağlılığını ispat eden bir peygamberdir.
MESCİTLERDE ÜMMET VE İMAM : Ümmet, Kendi iradeleri ile veya bir zorunluluk neticesinde, aynı zamanda ve aynı yerde bulunan, iyi yada kötü aynı inanca sahip olan, bir arada yaşayan insanların topluluğudur. Bu topluluklardaki insanları bu inanç etrafında toplayan bir önder vardır. Bu nedenle ümmetler mutlaka önderleri olan, önderli toplumlardır. Ümmet sözcüğü Kur’anda 64 ayette yer alır.
BAKARA 213 : İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi. Kitapları hak olarak indirdi. Aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler.
ARAF 34 : Ve her ümmet / önderli toplum için bir süre sonu vardır. Onun için süre sonu geldiğinde, ne bir an erteleyebilir, ne de öne alabilirler.
ALİ İMRAN 113 : Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet vardır ki, onlar gecenin saatlerinde secde ederek / boyun eğip teslimiyet göstererek, Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler. Hayırda birbirleri ile yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar.
ARAF 181 : Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.
Bu ayetlerde, mescitlere devam eden, secde eden, hayırlarda ve güzel işlerde birbiriyle yarışan, gecenin bir vaktinde Allah’ın ayetlerini okuyan ve doğru yolda olan ümmetlerle, ayrılığa düşmüş olan ümmetlerden ve ümmetlerin süre sonlarından söz edilmektedir. Ümmet sözcüğü gibi “ imam “ sözcüğü de aynı kökten “ emm “ sözcüğünden türemiştir. Buna göre İmam sözcüğü ; Toplumu kendi inancı ve bilgisi doğrultusunda iyi yada kötü bir amaç uğruna, söz ve eylemleri ile yönlendirip arkasında birçok gönüldaş ( ümmet ) toplayan kişidir. Önderdir. İmam sözcüğü Kur’anda tekil olarak 8 yerde, çoğul olarak da 5 yerde geçmektedir. İmam sözü bu ayetlerde hem iyiliğe veya kötülüğe önder olanlar için, hem de insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için kullanılmıştır.
BAKARA 124 : Ve hani Rabbi İbrahim’i birtakım yaralar, sıkıntılar ile sınamış, O da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi “ Ben seni insanlara imam / önder yapanım “ demişti. İbrahim “ Soyumdan da imamlar / önderler yap “ demişti. Rabbi “ Benim ahdim tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz “ dedi.
TEVBE 12 : Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o küfür imamlarıyla / önderleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur.
Örneklediğimiz ayetlerden birinde iyiliğe, diğerinde küfre öncülük eden imamlardan söz edilmektedir. Kur’anda Hud Sûresinin 17. ayetinde ise insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için de imam ifadesi kullanılmıştır. Bu nedenle de Halife Osman zamanında oluşturulan ilk Kur’an Mushafına “ İMAM MUSHAF “ adı verilmiştir. Bilindiği gibi İslam dünyasında “ İmam “ unvanı, fikirleriyle insanları etrafında toplamış olanlara, İmam Azam, İmam Şafi, İmam Malik, İmam Hanbel, İmam Cafer gibi İslam bilginlerine ve müçtehidlerine verilmiştir. Dolayısıyla imamların inancının ardından gidenlere de o imamın ümmeti denir. Bugün de camilerde toplanmış insanların önüne geçerek namaz kıldıranlara imam denilmektedir.
Biz Müslümanların tek bir imamı vardır. O da Muhammed ( a.s. ) dır. Bizler onun ümmetiyiz. Her Müslüman, O’nun güzel ahlâkını, Allah’a ve ayetlerine bağlılığını, sabrını, zekâsını, Devlet Adamlığı vakarını, adaletini, hoşgörüsünü, imanındaki sağlamlığı, doğruluğunu, dürüstlüğünü, ibadetteki samimiyetini, Allah’a çokça yönelen olmasını, kendisine örnek almalıdır. Bunların tamamı da zaten Kur’anın emirleridir, Allah’ın sünnetidir. Peygamberimizin de zaten bize tek bir emaneti vardır, o da Kur’andır. Peygamberimizin yaptıkları da, yaşadıkları da zaten hepsi Peygamberimizin sünneti değil, bizzat Allah’ın Sünnetidir. Bu nedenle Peygamberimizin sünneti deyip de küfre girmekten Allah’a sığınalım. Namazlarımızda peygamberin sünneti diyerek de ibadetimizi Allah’la, Peygamber arasında paylaştırmaya çalışmayalım. Camilerimizi şirk batağından temizleyelim. Peygamberimizin yıktırdığı dırar mescidi yapısından uzak tutalım. Zira Sünnet ; Hüküm, kanun, ilke, kural demektir. Allah’tan başka din adına peygamber dahi olsa hiç kimse kanun, kural, hüküm koyamaz. Allah’ın helal dediğine hiç kimse haram diyemez. Kâinatta bütün düzenler için, kıyamete kadar sürecek olan tek bir sünnet koyucu vardır. O da Allah’tır. Bütün Kâinat yaşamının düzeninin sağlanabilmesi için Allah’ın koyduğu, Fizik, Kimya, Biyoloji, Kozmoloji, Astronomi, Matematik, ölçü, kural ve kanunları, Sünnetullah’tır. Ve aynı zamanda Kur’an ile insanlar için getirilen hükümlerdir.
Maalesef bugün de camilerimizde, Mekke müşriklerinin peygamberimize “ Biz atalarımızdan büyüklerimizden, bize öğrettiklerinden, inançlarımızdan, gelenekselleşmiş teamüllerimizden vazgeçmeyiz “ dedikleri gibi, aynen Emevilerin Camilerimize soktukları Kur’an dışı yanlış uygulamalar, Arapça ne söylendiğinin bilinmediği okumalarla, komutla yat kalktan ibaret kılınan şekli namazlar şirkin ta kendisidir, Allah için olması gereken mescitler, tapınağa, küfür ve şirk yuvasına dönüştürülmüştür. Hiç sorgulanmadan aynen yaşanmaktadır. Yaşanılan din, Kur’an terk edilerek, onun yerine konulan, hadislerin, rivayetlerin, Peygamber sünnetinin, Cemaatlerin farklı farklı yaşadığı, Allah’ın ve Kur'anın Hakk dininden, uzak apayrı bir din haline getirilmiştir, Emevi Arap dini bugün de aynen yaşanmaktadır. Camiye gelmezseniz o ibadetiniz birinci sınıf olmaz, yirmi yedi derece sevap kazanamazsınız denilmiş, Camilerde " Söz gümüşse sükût altındır " yanlış deyişiyle insanlar suskunluğa mahkûm edilmiş, imam olmadığı zaman da camilerde namaz kılınmaz olmuştur. Halbuki Kur'anda mucizevi bir devrim ile resmi mabetler, tapınaklar yıkılmıştır. Bütün yeryüzü mabet kılınmış, secde edilen mescit yapılmıştır. Bu bağlamda evlerin de secdegâh yapılması istenmiştir.
Bugün ülkemizde 84000 in üzerinde Cami, 60000 civarında okul, 80000 civarında dernek ve hayır kurumu, 4400 civarında da vakıf bulunmaktadır. Eğer Peygamberimiz zamanında olduğu gibi Camiler ( Mescitler ) Kur’anın emrettiği ve dinin asıl temelini oluşturan Salatı İkame etme işlevi, aynen yerine getirilmeye devam edilebilseydi, ilave olarak kurulmuş olan, ne dernek, ne vakıf, ne de okul masraflarına ve harcamalarına gerek kalmazdı. Bu sonuçlar bize Camilerin Kur’anın hedeflediği görevi yerine getirmediklerini göstermektedir. Bu kadar çok Cami atıl tutulurken, eğer aslında KUR’AN’ın emirleri doğrultusunda hareket edilseydi, bütün yardımlaşmanın, dayanışmanın, eğitim ve öğretimin, salatın bütün ayrıntıları yerine getirilebilseydi, ülkemizde ne huzursuzluk, ne soygun, ne şiddet, ne işsiz, ne aç insan bizim sorunumuz olarak hayatımızda yer almazdı. Kur’ana ve Peygamberimizin uygulamalarına göre idrak edilebilen Camiler, aslında toplumların gerçek huzur kaynağı olacaktır. Bunu idrak edebilenlere, bugünkü Camilerimizde ibadet adı altında yaşananları, Kur’an ışığında sorgulayarak aklını kullanabilenlere selam olsun !..
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR