Konu Detay

KUR'ANDA MESCİTLER

 22.11.2016
 3781

Yaratıldığından  ve  varoluşundan  bu  yana  tarih  boyunca  insanoğlu  çok  değişik  dinlere  inanmış,  sığınmak,  korunmak  iç  güdüsü  için  de  inandığı  dinin  merkezine  bazı  toplumlarda  çok  sayıda  ilâh,  bazı  toplumlarda  da  tek  bir  ilâh ( Tanrı )  Allah  koyarak  saygı  göstermiş,  bu  saygıyı  da  mâbet  adını  verdiği,  ibadet  edilen  yer  uluhiyeti  de  yüklenerek  hürmet  edilen  bir  mekân  olarak  kabul  ettiği  genel  yerlerde  icra  etmiştir.  Bu  bağlamda  bu  mekânlarda  bir  yüce  varlığa  ibadet  etmeyi,  tapınmayı  hayatının  bir  bölümünde  hedef  olarak  belirlemiştir.  Batı  dillerinde  mabet  karşılığı  olan  " templum "  başlangıçta  kâhinlerin,  gökyüzünü,  kuşların,  yıldızların  hareketini  gözetlemek  için  tahsis  edilen  dikdörtgen  şeklindeki  özel  mekân  iken,  daha  sonraları  " Tanrının  Evi "  anlamını  kazanmış,  Yunan'da  "  temenos "  Sümerlerde  "  Heykel, Tapınak "  Babil  ve  Asurlularda  "  Zigurat ",  Mecusilikte  " Ateşkede ",  Hinduizm'de  ve  Budizm'de  " Pagoda ",  Çin'de  "  Kuan "  adlarını  almıştır.

İbadet,  insanları  Allah'a,  inandığı  Tanrı'sına  yaklaştıran  dinin  temel  unsurlarından  biri  olduğu  için,  bütün  dinlerin  de  kendilerine  has  ibadet  ve  ibadet  yeri  olan  mâbed  anlayışı  vardır. İlk  dönemlerde  açık  alanlarda  basit  ve  küçük  yapılara,  zamanla  büyük,  geniş,  donanımlı  ve  gösterişli  binalara  kadar  gelen  bir  gelişme  içinde  olmuştur. Kutsal  mekân  ve  Tanrının  Evi  telâkkisi  ile  uluhiyetin  tecelli  ettiği  yer  anlayışıyla  kutsal  kişilere  ait  nesnelerin  kabirlerin  içine  sokulması,  içinde  kurban  takdimlerinin  yapılması,  çeşitli  tapınma  eylemleri,  genellikle  sadece  gökyüzünde,  yukarıda  zannedilen  Tanrıya  yaklaşabilme,  onların  dünyası  ile  insanlar  arasında  bir  bağ  oluşturma  inançları  ile  yükseltilen  mabetlerin  ve  tapınakların  ana  unsurları  haline  getirilmiştir.

Ehli  kitap  inancı  olan  İslam'da  da   genel  olarak  Allah’a  ibadet  etmek  /  kulluk  etmek  için  toplanılan  yerlere  “  Mabet “  veya  ibadethane  denildiği  gibi,  İnsanlar  kendi  inanç  farklılıklarına  göre,  Müslümanlar   mabetlerine  Mescit  veya  Cami,  Yahudiler  Sinagog  veya  Havra,  Hristiyanlar  da  "  Şapel  / Katedral  "  Kilise  isimlerini  koymuşlar,  dinlerini  topluca  yerine  getirecek  ibadet  mahallerini  oluşturmuşlardır.  Ülkemizdeki  Aleviler  de  ibadet  ettikleri  mekânlarına  Cem  evi  demektedirler. Aslında  İslam  dini  mabet - İbadet  ilişkisinde  diğer  inançlara  göre  farklılık  göstermekte,  ibadet  sadece  mabede,  mescide,  kiliseye,  havraya  bağlı  olmayıp   evde,  sokakta,  çarşı  ve  pazarda,  iş  yerlerinde,  yeryüzünün  herhangi  bir  yerinde  bireysel  olarak  da  yapılabilmektedir. 

Mescit :  Arapçada  secde  edilen  /  Allah'a  yönelip,  boyun  büküp  teslim  olunduğu  yer  demektir.  Yapılan  bilimsel  araştırmalara  göre  de  1027  yılına  kadar  Kuzey  Afrika’da  Fas,  Tunus,  Mısır,  Orta  Doğuda  Kudüs,  Şam,  Bağdat  ve  Arabistan’da  Yahudilerin,  Hristiyanların  ve  Müslümanların  her  birinin  inançlarının  eğitiminin,  öğretiminin  yapıldığı  binalara,  mekânlara  okul  anlamına  gelmek  üzere  Mescit  denilmiştir. O  zamanlarda  her  mescide  de  oranın  öğretmeninin  adı  verilmiştir.  Bu  nedenle  Yüce  Rabbimiz  de  Kur’anda  Allah’ın  adının  anıldığı,  secde  edildiği,  boyun  bükülüp  teslim  olunarak  dua  edildiği  açık  kapalı  her  yere  Mescit  demiştir.

HAC  40 -  41  :  ..... Eğer  Allah,  bir  kısım  insanları,  diğer  bir  kısım  ile  defedip  önlemeseydi,  mutlak  surette,  yapılı  bina  /  manastırlar,  kiliseler,  havralar  tüm  salat  destek  yerleri  /  eğitim  öğretim  kurumları,  Allah’ın  ismi  çokça  anılan  mescitler  yerle  bir  edilirdi.  Şüphesiz  ki  Allah,  Kendisine  yardım  edenlere  kesinlikle  yardım  eder.  Hiç  şüphesiz   Allah,  çok  güçlüdür,  mutlak  galiptir.  İşlerin  sonucu  da  sadece  Allah'a  aittir.

Kur’anda  etrafı  dört  duvarla  çevrili,  üstü  örtülü  olup,  Allah’ın  ilminin,  Tevhidin  eğitim  ve  öğretiminin  yapıldığı,  Allah’ın  ve  Allah'tan  gelen  Hakk  ve  Halis  Dininin  zikredildiği  ( anıldığı )  mekânlar,  binalar  mescit  olarak  anılır.  Ve  dünyanın,  Kâinatın  rükû  ve  secde  edilen  her  yeri,  her  noktası,  Allah  için  olan  Mescitlerdir.  Kamuya  bütün  insanlara  açık  olan  secde  etme  yerleridir.  Bu  nedenle  Müslümanların  Camileri,  Alevi  Müslümanların  Cem  evleri,  Hristiyanların  Kiliseleri,  Yahudilerin  Havraları  ve  Allah’a  ibadet  edilen  tüm  ibadet  yerleri  ile  Allah’ı  tanıtan  tüm  eğitim  ve  öğretim  kurumlarının  hepsi,  Kur’anda  mescit  olarak  isimlendirilir.

İSRA  7  :  Eğer  iyilik  ettiyseniz,  kendinize  iyilik  etmişsinizdir.  Ve  eğer  kötülük  ettiyseniz  o  da  onun  kendisi  içindir.  Artık  diğer  bozguna  uğrama  zamanı  gelince  de  size  kötülük  yapmaları,  ilk  kez  girdikleri  gibi  yine  mescide  /  Beytül  Makdis’e  girmeleri,  ele  geçirdikleri  yerleri  yıkıp  bozmaları  için  üzerinize  güçlü  kullarımızı  tekrar  göndereceğiz.

Bu  ayette  İsrail  Oğullarının  Süleyman  peygamber  tarafından  yaklaşık  M.Ö. 2000  yıllarında  Kudüs'te  yaptırılmış  olan  Beytül  Makdis  adındaki  tapınaklarına  da  mescit  denilmekte,  Yahudilerin  Allah’a  verdikleri  sözden  daha  önce  döndükleri  için  mescitlerinin  Allah’ın  gönderdiği  güçlü  ordularla  yıktırıldığı,  tekrar  sözlerinden  dönerlerse  yine  güçlü  ordularla  mescitlerinin  yıktırılacağı  belirtilerek,  Arap  olsun,  Yahudi  olsun,  Hristiyan  olsun  tüm  zamanların  insanlarına   Allah’a  verdikleri  sözde  durmaları  konusunda  uyarıda   bulunulmaktadır. Tarihi  bilgilere  baktığımız  zaman  gerçekten  de  sözlerinde  durmayan  Yahudilerin  bu  tapınakları  bir  dönem  Bizanslılar  tarafından,  bir  dönem  Persler  tarafından  istilaya  uğrayarak  yıkılmış,  harabeye  döndürülmüştür. Bugün  İsrail’de  ve  Filistin  topraklarındaki  Kudüs’de   bulunan  bu  tapınak  hala  yıkık  bir  harabe  halindedir. Yahudilerin  ağlama  duvarı  dedikleri  duvar  sadece  sağlam  olarak  kalmıştır.  Bu  harabelerin  üzerine  Emevi  halifelerinden  Abdülmelik  Bin  Mervan  tarafından,  Peygamberimizin  vefatından  60  yıl  sonra  692  yılında  siyasi  amaca  yönelik  bir  Cami  yaptırılmış  ve  adına  da  özellikle  Kur'anda  geçiyor  diye  Mescidi  Aksa  ismi  verilmiştir. Peygamberimizin  ölümünden  sonra  yapıldığı  halde  bu  mescit,  miraç  olayına  uydurma  rivayetlerle  malzeme  yapılmış  ve  Mekke’den  yaklaşık  1200  km.  uzaklıktaki  bu  mescide  Peygamberimiz  götürülmüş  ve  buradan  da  miraca  çıkartılarak  ütopik  bir  uzay  yolculuğu  yaptırılmıştır.

Cami  sözcüğü,  Türkçeye  Arapçadan  geçen  bir  sözcüktür.  Cem, “ toplanma,  bir  araya  gelme “  kökünden  gelen  Cami,  toplayan,  bir  araya  getiren  Mescit,  Cemaatin  ibadet  etmek  için  toplandığı  yer  demektir. Türkçe  dini  mimari  terminolojisinde  ibadet  edilen  yerlerin  küçüklerine  Mescit,  daha  büyüklerine  de  Cami  denir. Osmanlıda  Cami  sözcüğü  önceleri  “ Cuma  namazı  mescidi “  anlamında  kullanılıyordu.  Herhangi  bir  alanda  ibadet  etmeye  yarayan  yerlere  de  namazgâh  deniyordu.  Osmanlıda  sultanlar  adına  yaptırılan  büyük  Camilere  de  “ Selatin  Camileri “  denmiştir. Cami,  sözcüğü  aynı  zamanda  Allah’ın  99  isminden  birisidir. İstediğini,  istediği  zaman  ve  istediği  yerde  toplayan  ve  bir  araya  getiren  demektir. Cami  sözcüğünün  harflerinin  dört  meleğin  isminin  baş  harflerinden  ( Cebrail,  Azrail,  Mikail,  İsrafil  )  oluştuğuna  dair  inançlar  ve  uydurma  iddialar  da  bulunmaktadır.

Peygamberimizin  getirdiği  Müslümanlık  inancı  ile  beraber,  ilk  yıllarda  yapılan  büyük  camiler,  sadece  dini  törenler,  namaz  kılmak  için  değil,  çok  fonksiyonlu  bir  paylaşma,  dayanışma,  yardımlaşma  binası  olarak  kullanılıyor,  Müslümanlar  arasında  iletişimi,  birliği,  sağlıyor  ve  tevhidi  güçlendiriyordu. Bu  nedenle  büyük  camilerin  kapsamında,  medrese,  mektep,  aşhane,  hastane  gibi  yapılarla  birer  imaret  (  külliye )  bulunuyordu. Emeviler  döneminde  yapılan  Kudüsteki  Mescidi  Aksa,  Abbasiler  döneminde  Samerra  Camisi,  Tolunoğlu  Camisi,  Fatımiler  döneminde  Mısırdaki  El  Ezher  Camisi,  İspanyada  Kurtubi  Camisi,  Selçuklularda  Anadoludaki  Ulu  Camiler,  Osmanlıdaki  Sultan  Camileri  dünyaca  bilinen  önemli,  büyük  külliye  camilerdir. Camilerde,  Kâbe’ye  doğru  yönelmiş  yönüne  kıble,  cami  imamının  namaz  kılarken  cemaatin  önünde  durduğu  girintili  yere  mihrap ,  üzerinde  hutbe  okunan  merdivenli  yere  minber  denir.

MESCİTLER  SADECE  ALLAH  İÇİNDİR  :  İlk  peygamber  olan  Adem ( a.s. )  dan  bu  yana,  son  peygamber  olan   Muhammed ( a.s. )  a  kadar  gelen  bütün  insanlar  için,  Allah  katında  tek  bir  din  vardır,  o  da  İslam’dır,  Tevhit  /  Allah’ın  birliği  dini,  Hakk  Dindir. Rabbimiz,  bütün  insanların  Tevhide / Allah’ın  birliğine yönelmelerini,  inanmış  olanların  sürekli  olarak  sözünde  durmalarını,  başka  ilâhları,  putları  Allah'a  ortak  koşmamalarını,  ( Yukarıda  İsra  Sûresinin  7. ayetinde  belirtilen  şekilde  sözden  dönülmemesini ) ibadet  ve  kulluk  görevlerini  sadece  Allah  için  yapmalarını  istemektedir.  Hiç  bir  mescitte  ve  secde  edilen  yerde,  hiç  bir  şekilde  başka  bir  insanın  isminin  anılmasını,  Kendisine  ortak  koşulmasını,  yapılan  eğitim,  öğretim  ve  diğer  kulluk  görevlerinde  şirke  bulaşılmasını  istememektedir. Bu  nedenledir   ki,  yanlış  olarak  da  olsa,  bilmeden  de  olsa,  ya  da  iyi  niyetle  de  olsa,  Rabbimizin  men  ettiği  halde  Müslümanların  içine  düşebilecekleri  şirk  konusunda,  secdegâh  olarak  edindikleri  Cami  ve  Mescitlerde,  Cin  Sûresinin  18.  ayetinde   "  Ve  şüphesiz  ki  mescitler  Allah  içindir.  O  nedenle  Allah  ile  birlikte  herhangi  kimseye  yalvarmayın. / Kulluk  etmeyin  "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  daha  da  fazla  dikkatli  olunması  gerekmektedir.

Ayette  Rabbimiz,  insanlar  Tevhit  / Allah’ı  birleme  / La  ilâhe  illallah  / Allah'tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  deme  ilkesinden  sapmasınlar  diye  mescitlerde  dahi  nasıl  şirke  bulaşılabileceğine  işaret  etmekte,  herkesi  bu  davranıştan  men  ederek  dikkatli  olmaya  davet  etmektedir.  Ayetin  açık  ve  net  hükmü  gereği,  Mescitlerde  sadece  Allah’a  dua  edilmeli,  sadece  Allah’tan  yardım  dilenmeli,  yönelmek  şöyle  dursun,  bir  başkasının  adı  peygamber  dahi  olsa  kesinlikle  anılmamalıdır.  Peki  bugün  böyle  mi  olmaktadır, ?  Bu  uyarılara  uyulmakta  mıdır ?  Bir  kocaman  hayır. Peygamberimizin  vefatından  yıllar  sonra  ortaya  çıkan  uydurulmuş  hadis  ve  rivayet  yazarlarının,  Kur’anı  tefsir  edenlerin  eserlerine  bağlı  kalan,  kendilerine  Ehli  Sünnet  alimi,  Ulema  denilen  gelenekçiler,  çoğunlukla  bu  ayetin,  Yahudi  ve  Hristiyanların,  Allah  ile  birlikte,  Musa’ya,  İsa’ya,  Meryem’e  de  dua  etmelerine  yönelik  olduğunu  ileri  sürmüşler  ve  biz  Müslümanları  ise  hiç  muhatap  kılmamışlardır.  Oysa  bugün  ülkemizde  ve  diğer  Müslüman  ülkelerindeki  Camilerin  yapısına  ve  içindeki  uygulamalarına  baktığımız  zaman,  Kur'anın  tanımladığı  Mescit  anlayışı  ile  yakından  uzaktan  bir  ilgileri  kalmamıştır.  Başta  Peygamberimizin  türbeleştirilmiş  kabrinin  Medine’de  dünyanın  ikinci  büyüklükte  mescidi  olan  Mescidi  Nebevi’nin  içinde  olması,  ülkemizde  Padişahların  ve  ailelerinin  yaptırdıkları  selatin  Camilerinde,  Mevlevi  dergâhlarında,  Eyüp  Sultan,  Hacı  Bayram,  gibi  bir  çok  kişinin  türbeleştirilmiş  mezarlarının  Camilerin   içinde  bulunması,  bu  kişilerin  isimlerinden  etkilenen  saf  ve  cahil  kimselerin  de  mezar  taşlarına  yüz  sürüp  onlardan  yardım  isteyip  medet  umması  şirki  hep  görmezden  gelinmiştir.  Bugün  de  hala  Hacc  ve  Umre  ziyaretlerinde,  Medine'deki  Mescidi  Nebevi  Camisinde  Peygamberimizin  mezarı  /  Ravzai  Mutahhara  denilen  yerde  namaz  kıldırılması,  mescit  koruma  görevlilerinin  yapmayın,  etmeyin,  şirk,  şirk  deyip  uyarmalarına  rağmen  mermerlerine  el  sürdürülmesine  inanç  ve  Peygamber  sevgisi  olarak  bakılmakta,  göz  yumulmaktadır.  Camilerin  içerisine  de  sokulan  bu  sevgi  ile,  Peygamberin  sünneti  adı  altında  Peygamber  için  de  namaz  kıldırılmakta,  duaların  arasında  Peygamber  sanki  bir  beşer  değilmiş,  ölmemiş,  her  şeyi   duymaktadır  gibi,  Allah'ın  yanında  muhatap  alınmaktadır,  " Şefaat  ya  Rasulullah  "  denilip  Allah'tan  değil,  bugün  hayatta  olmayan   peygamberden  yardım  istenmektedir.  Allah’ın  “  Bana  hiç  bir  yerde  ortak  koşmayın,  sadece  Bana  kulluk  edin  “  emri  ise  tamamen  hiçe  sayılmaktadır. 

Bugün  neredeyse  bütün  Camilerde  geleneksel  olarak,  hem  de  kıble  yönünde  asılı  olan  Muhammed ( a.s ) Ebu  Bekir,  Ömer,  Osman,  Ali,  Hasan,  Hüseyin  yazılı  tabloların,  Allah’ın  ismi  ile  beraber  bulunması,  Allah’ın  emrine  ters  düşmektedir.  Ayrıca  büyük  Camilerin  her  tarafı,  anlaşılamayan,  kimsenin  de  okuyarak  bir  şey  anlayamayacağı  sanatsal  ve  Arapça  yazılarla  doludur.  Peygamberimizin  vefatının  ardından  Emevi  saltanatıyla  başlayıp,  gereksiz  şatafatlı  harcamalarla  yarışa  dönüştürülen  bir  anlayış  ile  Camilerin  içerisi  adeta  sanat  galerilerine  dönüştürülmüş,  sözde  İslam'la  sıvanarak  maalesef  siyaset  mekânlarına,  tapınaklara  ve  şirk  yuvalarına  dönüştürülmüştür.  Bugün  Camilerin  içine  sokulmuş  ve  gelenekleşmiş,  Kur'an  dışında  küfür  niteliğinde  bir  çok  bidat  bulunmaktadır.  Bu  bağlamda ;

*  Camilerde  kılınan  toplu  namazlarda,  farz  namazlarından  sonraki  müezzinlik  fasılaları  ile  yapılan  uygulamalar,  emirle  tesbih  çekilmesi,  toplu  dua  edilmesi,  imamın  komutuyla  duaya  son  verilmesi  tamamen  sonradan  icat  edilmiş  uygulamalardır. 

*  Tespih  adı  altında  Cami'ye  sokulan  bazı  araçlar,  onların  cemaat  arasında  ona  buna  atılarak  zorla  tespih  çektirilmesi,  huzur  bozulması  davranışları  ibadette  olmaması  gereken,  sonradan  icat  edilmiş  uygulamalardır. 

*  Cami  duvarlarına,  kubbesine  levhalar,  yazılar  yazılması,  dikkat  çekici  süslü  ve  anlaşılmaz  hat  yazıları  sonradan  icat  edilen  uygulamalardır  ve  şirk  oluşturmaktadır. 

*  Mescitlere  para  toplamak  için  "  sadaka  sandıkları "  koymak  ve  para  dilenmek,  imam  ve  Cami  görevlilerini  dilenci  yapmak  çok  yakışıksız  ve  Camileri  küçülten,  parayla  namaz  kıldırılan  anlayışa  yönelten  bir  uygulama  olmaktadır.

*  Tevbe  Sûresinin  17. ayetinde "  Ortak  koşanlar,  kendilerinin  küfrüne,  kendileri  şahit  olup  dururlarken  Allah'ın  mescitlerini  imar  etmeleri  söz  konusu  olamaz.  İşte  onlar  işleri  boşa  gitmiş  kimselerdir.  Ve  onlar  ateş  içinde  sürekli  kalacaklardır. "  ifadeleriyle  yapılan  uyarılara  rağmen,  Cami  inşaatı  için  elde  makbuz,  çarşı  pazar  gezilmesi,  önlerine  çıkan  dinli,  dinsiz  herkesten  para  yardımı  istenmesi,  dini  ve  Camileri  küçülten  bir  davranış  olduğu  için  de  Diyanet  sorumlularının  dahi  müdahale  etmedikleri  bir  bidattır. 

*  Mescitlerde  Diyanet  bütçesini  arttırmak  amacıyla  takvim,  dergi,  kitap  ve  makbuzlarının  satılması  gibi  ticari  işler  için  mescitlerin  kullanılması  da  bidattır. ( Ahmed  Kalkan  Camilerde  27  bidat )  Dolayısıyla  ülkemizdeki  Camilerin  bugünkü  yapı  ve  işlevi  ile  Kur'andaki  Allah  için  olması  gereken  mescit  tanımlamalarıyla  yakından  uzaktan  bir  ilgisi  kalmamıştır.

Tarih  boyunca  gücü  elinde  bulunduran  medeniyetlerde  özellikle  din  istismarı  açısından  ibadet  yerlerine  yönelme  ön  planda  olmuştur. Aslında  bu  yönelmeler  onların  riyakârlıklarının  da,  insanları  Allah  ile  aldatmalarının  da  kanıtı  ve  aracıdır.  Mısır  Firavunlarının  medeniyetinin  ihtişamını  piramitler  temsil  ettiği  gibi,  Bazı  Halifelerin,  Selçuklu  ve  Osmanlı  İmparatorluklarının  da  en  önemli  güç  sembolü,  büyük  zulümleri  örtbas  etmek  üzere  paravan  olarak  inşa  edilmiş  olan  "  Külliyeler,  Ulu  Camiler  ve  Selatin  Camileri  "  olmuştur.  Bütün  Dünya  Toplumları  ne  zaman  sömürüden,  zulümden  bunalmış  ve  patlama  noktasına  gelmişse,  teskin  etme  ve  susturma  aracı  olarak  din  ve  görkemli  ibadethaneler  öne  sürülmüştür. Bu  konuda  Peygamberimizin  "  Gördüğüm  o  ki,  sizler  benden  sonra  Mescitlerinizi  görkemli,  süslü  püslü  yapacaksınız.  Tıpkı  Yahudilerin  Havralarını,  Hristiyanların  Kiliselerini  görkemli,  süslü,  püslü  yaptıkları  gibi !  Bir  toplumun  ibadetleri  ancak  mabetlerini  süsleyip  püsledikten  sonra  yozlaşır. "  ( İbn  Mace  Mesacid  2 )  sözlerine  ve  uyarısına   baktığımız  zaman  oysa  bugün  Cami  sayısını  arttırmak,  görkemli  ve  şaşaalı  kılmak,  bir  dindarlık  veya  dinde  gelişme  belirtisi  değildir. Bilakis  o  toplumda  çürümüşlüğün,  çöküşün  göstergesi,  firavunlaşma  ve  Yahudileşme  alametleridir. Halbuki  üstü  kapalı  dört  duvarla  çevrilmiş  sade  bir  oda  dahi,  sadece  Allah'ın  ve  Kur'anın  konuşularak  secde  edildiği  mescit  tanımı  için  yeterlidir.

Alevilikte  de  ibadet  mekânı  olarak  Cem / toplanma  Evleri  kullanılmaktadır. Şii  ve  Alevi  inancında  olan  Müslümanlar  da  teberru  kuralları  gereği,  ibadethane  duvarlarında  Ebu  Bekir,  Ömer  ve  Osman  adları  yazılı  Sünni  Camilerinden  uzak  dururlar.  Ama  onlar  da  Cem  evlerinde   Ali  ve  on  iki  imamın  resim  ve  isimlerini   bulundururlar.  Teberru  kuralına  göre,  Şiilikte  ve  Alevilikte  ehlibeyti  (  Ali  ailesini  ve  soyunu )  sevmeyenleri  sevmemek,  düşman  olanlara  düşman  olmak  inancı  hakimdir.  Özellikle  Halife  Ali  ile  savaşanlar, ( Ayşe  binti  Ebu  Bekir,  Talha  ve  Zübeyr,  Ömer,  Ebubekir,  Ebu  Süfyan,  Muaviye,  Amr  bin  As )  ve  daha  sonra  özellikle   Peygamberimizin  torunu  ve  yakınlarıyla  Hüseyin’i  hunharca  katleden  ve  Kur'anın  İslam'ını  Kerbela'da  gömen  Yezid,  haklı  olarak  teberra / nefret  ile  anılır.

Peygamberimizden  önceki  dönemlerde  yaşayan  cahil,  müşrik  kitleler  gibi  Müslümanlar  da  bazı  kimselerin  kabirlerine  kutsallık  vermişler  türbeleştirmişlerdir. Hatta  Evliya  denilen  bu  kişilerin  isimleri  de  Camilere  isim  olarak  verilmiştir.  Maalesef  ülkemizin  neredeyse  yerleşik  her  köşesinde  örneğin  Hacı  Bayram  Camisi,  Eyüp  Sultan  Camisi,  Ulu  Cami,  Şemsi  Tebrizi  türbesi,  Mevlevi  türbeleri  gibi  padişahlar,  şehzadeler,  sultanlar,  beyler,  babalar,  dedeler,  hatunlar,  efendiler,  erenler  için  yaptırılmış  olan  yüzlerce  binlerce  türbe  ve  cami  bulunmaktadır.  Ne  yazık  ki  cahil  kitleler  de  türbelerdeki  bu  kişileri  Allah  dostu  diyerek,  Allah  ile  aralarında  şefaatçi  yaparak,  mezar  taşlarına  yüz  sürerek  yardım  dilemekte  ve  imanlarını  kirletmektedirler. Tarikat  kültüründe  de  küfür  ve  şirk  olduğu  halde,  ehli  kubura  ( kabirde  yatanlara )  selam  vermek,  ehli  kuburdan  yardım  isteme  geleneği  vardır.  Bu  çerçevede  yapılan  Kur’an  hatimlerinin  sonunda   Kadiri  Tarikatı  müritleri  de  "  medet  ya  Seydi  Abdül  Kadir  Geylani  "  diye  dua  ederler.  Oysa  Ahkaf  Sûresinin  5. ayetinde   Ve  Allah'ın  astlarından  kıyamet  gününe  kadar  kendisine  hiç  bir  cevap  veremeyecek  olan  kimselere  dua  eden  kimseden  daha  sapık  kim  olabilir ?  Üstelik  tapılan  kimseler,  o  kimselerin  yalvarışından  habersizler  de. "  denilerek  bütün  bu  tür  uygulamalar  şiddetli  bir  tehditle  reddedilmektedir.  Üstelik  de  ayetteki  “  Mescitler  Allah  içindir  “  emri  ile  bağdaşmayan,  Allah'a  ortakların  koşulduğu,  Müslümanları  şirke  ve  küfre  götüren  davranışlardır.  İnsanın  bu  dünyadaki  varlığı,  yaşamı,  bedeninin  işlevi,  ölümü  ile  biter.  Geriye  sadece  zamanla  çürüyerek,  çirkinleşecek,  toz  toprak  olacak  cesedi  kalır.  Bu  cesedin  artık  hiç  bir  değeri  yoktur.  Bunun  için  de  Maide  Sûresinin  31. ayetinde  cansız   beden ( ceset )  için  “ sevat  “  çirkinlik  sözcüğü  kullanılmıştır.  Dolayısıyla  bu  çirkinliğin  kokuşup  çevreye  zarar  vermeden  ortadan  kaldırılması  gerekir. İşte  cesedin  gömülmesi  de  bu  sebeptendir. Bu  cesedin  maddi  ve  manevi  herhangi  bir  değeri  olmadığı  gibi,  kabrinin  de,  türbesinin  de  hiç  bir  değeri  yoktur.  İslam  dini  ölüler  için  değil,  dirileri  uyarmak  için  vardır.  Yasin  Sûresinin  69 - 70. ayetlerinde  "  Ve  Biz  O’na  şiir  öğretmedik.  Bu  O’nun  için  yaraşmaz  da.  O  sadece  diri  olanları  uyarmak  ve  kâfirlerin  üzerine  sözün  hak  olması  için  bir  öğüt  ve  apaçık  bir  Kur’andır. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  Kur'an,  sadece  bu  dünyada  yaşayan  dirileri  uyarmak  için  indirilmiştir.

İslam’da  işin  aslı  bu  iken  birtakım  kişilerin  kabirlerinin  kutsallaştırılarak  mescitlerin  içine,  avlusuna,  sokulması  Kur’an  ayetleri  ile  bağdaşmamaktadır.  Bu  nedenle  ya  mescitlerdeki  kabirlerin  başka  yerlere  taşınması,  ya  da  mescitlerin  kabirlerden  uzaklaştırılması  gerekmektedir.  Her  konuda  olduğu  gibi  kabirler  ve  ölüler  konusunda  da  bizi  felâketten / şirkten   kurtaracak  olan  Rabbimizin  uyarılarını  Kur’anda  görmekteyiz.

NAHL  20  :  Ve  onların  Allah’ın  astlarından  yakardıkları  şeyler,  her  hangi  bir  şeyi  oluşturamazlar.  Kendileri  oluşturulmuşlardır.  Ölülerdir,  diri  değillerdir. Ne  zaman  dirileceklerini  de  tam  bilemezler.

FATIR  14  :  Rabbinin  astlarından  yakardığınız  kimseler  bir  hurma  çekirdeğinin  zarına  bile  sahip  olamazlar.  Onları  çağırırsanız,  çağrınızı  işitmezler,  size  cevap  veremezler.  Kıyamet  günü  de  ortak  koştuğunuzu  kabul  etmezler.

FATIR  22  :  Ölüler  ve  diriler  de  eşit  olmaz. Şüphesiz  Allah  her  dilediğine  işittirir. Sen  ise  kabirlerdeki  kişilere  işittiren  biri  değilsin. 

Bu  konulardaki   Peygamberimizin  hassasiyeti  ve  hasta  yatağında  ölümünden  önce  ümmetine  son  ihtarları  ve  tavsiyeleri  de  bazı  hadislerde  hatta  tarihi  bir  bilgi  olarak  da  anlatılmaktadır. “ İbni  Şihab  şöyle  demiştir.  Bana  Ubeydullah  ibni  Abdullah,  ibni  Hutbe  haber  verdi  ki ;  Aişe  ve  ibni  Abbas  ikisi  de  şöyle  demişler.  Resülullah  son  hastalığında  çektiği  zahmetten  dolayı,  yanında  bulunan  bir  hamisayı  /  battaniyeyi  yüzüne  örter  dururdu. Hamisa  kendisine  sıkıntı  verdikçe  yine  atıp  yüzünü  açardı.  İşte  o  sıkıntılı  olduğu  hallerden  birinde  iken,  “  Allah’ın  laneti  Yahudiler  ve  Hristiyanlar  üzerine  olsun.  Onlar  peygamberlerinin  kabirlerini  kendilerine  mescitler  edindiler. “  buyurdu  ki  maksadı  onların  bu  yanlış  yaptıklarından  ümmetini  sakındırmak  idi. “ ( Buhari,  Kitabül  Libas  19.  Bab.  33.  Hadis )

Bu  hadisi  ne  yazık  ki  Buhari'yi  yere  göğe  sığdıramayan  bizim  Ulemamız,  ana  konusundaki  kabirlerin  mescit  yapılmamasına  değil  de  battaniye  örtmenin  bir  sakıncası  olmayacağına  mesnet  ederek  peşinden  gittikleri  hadisleri  bile  saptırarak  asıl  mesajından  yan  çizmişlerdir. Kur’an  ayetlerini  önemsemedikleri  gibi,  Kur'an  ayetlerinin  önüne  geçirdikleri  o  hadislerle  yatıp  kalktıkları  sahihi  dedikleri  Buhari  hadislerini  de  önemsememişlerdir. Yine  Buharinin  Kitabüs  salat  48. Bab. 74. Hadis  ile  anlattığı  ve  Hristiyan  kiliselerindeki  suretler  için  “ Onlar  içlerinde  iyi  bir  kimse  bulunup  vefat  ettiğinde,  kabri  üzerine  bir  mescit  yaparlar  içinde  de  bu  suretleri  tasvir  ederler. İşte  onlar  kıyamet  gününde  Allah  katında  halkın  en  şerirleridir. ”  diyerek  Peygamberimizin  gösterdiği  Tevhit  yolu  bu  iken,  bugünkü  Müslüman  toplumu  kimin  izinden  gitmektedir. Bu  ayet  ve  çok  inandıkları  hadislerin  aksine,  bugün  ülkemizdeki  Müslümanlar,  Camilerde  ön  duvarda  süslü  yazılarla  Allah'tan  başka  yer  alan  isimlerin  varlığını  umursamamakta,  okunan  mevlitlerde,  hiç  bir  şey  anlaşılmadan  Arapça  okunarak  yapılan  Kur’an  hatimlerinde,  kandil  gecelerinde  yapılan  ibadetlerinde  hasıl  olan  sevabı  ölülere  göndermeye  çalışmaktadırlar.  Mezarların  ve  Mekke  müşriklerinin  bereket  tanrısı  yerine  koydukları  türbelerin  başında  Yasinler  okunmakta,  Kur’an  ölüler  kitabı  yerine  konulmaktadır.  Ölmeden  kısa  bir  süre  önce  hasta  yatağında  yaptığı  uyarı  ile  Peygamberimizin  korktukları  başına  gelmiş  midir ?  Gelmemiş  midir ?  Medine’deki   yapılan  en  büyük  mescit  olan  Mescidi  Nebevi’nin  içine  Ravzai  mutahhara  denilip   Peygamberimizin  de  kabri  konmuş  mudur ?  Konmamış  mıdır ?  İnsanlar  o  kabrin  önünde   Peygamber  için  iki  rekât  namaz  kılarak  şirke  girmekte  midir ?  girmemekte  midir ?

Oysa  Hacc  Sûresinin  26. ayetinde  "  Ve  hani  Biz  bir  zamanlar  “ Sakın  Bana  hiçbir  şeyi  ortak  koşma,  evimi  tavaf  edenler,  Allah’ı  birleyenler  secde  edenler  için  evimi  temiz  et ”  Diye  o  evin  /  Kâbe’nin  yerini  İbrahim  için  hazırlamıştık. "  denilerek  yine  Mescitlerin  sadece  Allah  için  olması  gerektiği,  " Temiz  tut  "  ifadesiyle  de  oranın  silinip  süpürülmesi  değil,  aslında  orada  hiç  bir  şekilde  Allah'a  ortak  koşulmamasının  uyarısı  yapılmaktadır.

ALLAH’IN  EVİM  DEDİĞİ  BEYTULLAH  ( KÂBE )  :  Kur’ana  göre  İslam  adına  insanlar  için  kurulan  ilk  ibadethane  Allah’ın  evim  dediği  Kâbe  dir.  İnsanların  Allah’ı  tanımaları,  Allah’ı  birlemeleri, Tevhit  ile  / La  ilâhe  illallah   Allah'tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  demenin  şuuru  ve  bilinci  ile  O’na  yönelmeleri,  dini  eğitim  ve  öğretim  alabilmeleri,  ibadetlerini  toplu  yapabilmeleri  için  dört  duvardan  oluşmuş  olarak  yapılan  ilk  mescit  Kâbe,  zamanımızdan  yaklaşık  4500  yıl  önce  İbrahim  Peygamber  ve  oğlu  İsmail  Peygamber  tarafından  yapılmıştır.  Mekke’de  bulunan  Kâbe’ye,  Beytullah  /  Allah’ın  evi  /  Mescidi  Haram  isimleri  verilmiştir.  Elbette  ki  Allah’ın  bir  eve  ihtiyacı  yoktur.  Allah’ın  bir  evi  olmaz.  Fakat  burada   maksat,  bu  evin  bütün  insanlar  için,  halk  için  olması  ve  her  insanın  buraya  özgürce  girerek  bu  evdeki  eğitim  olanaklarından  yararlanmasıdır. Unutulmamalıdır  ki  Allah  adına  olan  her  şey,  kamuya,  bütün insanlığa  ait  olan  şeylerdir. ​

ALİ  İMRAN  96 – 97 :  Şüphesiz  insanlar  için  bereketli  ve  alemlere  yol  gösterme  olarak  konulan  ilk  ev,  Bekke'dedir  /  Mekke’dedir.  Onda  apaçık  alametler  /  göstergeler,  İbrahim  Makamı  /  görev  yaptığı  yer   vardır.  Ve  oraya  kim  girerse  güvende  olmuştur. Ve  yoluna  gücü  yeten  herkesin  Beyt’i  /  Evi  /  Kâbe’yi /  Hacc  etmesi  /  İlâhiyat  eğitimi  için  oraya  gitmesi,  Allah’ın  insanlar  üzerinde  bir  hakkıdır.  Kim  de  gerçeği  inkâr  ederse,  bilsin  ki  şüphesiz  Allah,  bütün  alemlerden  zengindir.

BAKARA  125  :  Ve  Biz  bir  zaman  bu  Beyt’i  /  Evi  /  ilk  yapılan  okulu,   insanlar  için  bir  sevap  kazanma  /  dönüş  yeri  ve  bir  güven  yeri  yapmıştık. Siz  de  İbrahim’in  görev  yaptığı  yerden  bir  salat  yeri  edinin.  Ve  Biz  İbrahim  ile  İsmail’e  “  Beyt’imi  dolaşanlar,  ibadete  kapananlar  ve  secde  edenler  / boyun  eğip  teslimiyet  gösterenler,  Allah’ı  birleyenler  için  temiz  tutun  diye  ahit  / söz  almıştık.

Ayetlerde  insanlara  doğru  yolun  gösterilmesi  için  ilk  kurulan  evin,  mescidin,  okulun  Bekke'de  ( Bekke  vadisinde,  en  çukur  yerde )  kurulduğu  belirtilmektedir.  O  zamanlarda  tabii  ki  orada  Mekke  şehri  diye  bir  şehir  yoktur.  Daha  sonraki  yıllarda  vadide  su  bulunması  ve  ticaret  yolu  üzerinde  olması  nedeniyle  yerleşim  yeri  haline  gelmiş,  nüfusu  artmış  ve  daha  sonra  da  bu  yere  "  en  çukur  yer "  anlamında  Mekke  ismi  verilmiştir.  Allah,  Kâbe’yi  “  Evim “  diye  Zatına  izafe  ederek  bu  evin  şerefine,  değerine  ve  önemine  işaret  eder.  Bu  nedenle  bu  evde  kimse  hak  sahibi  değildir. Orası  Allah’ındır. Dünya  üzerindeki  bütün  insanlara  açıktır.  Orası  bereketlidir,  orada  bolluk  vardır,  orası  korunmuştur.  Orada  hükümdarlık,  padişahlık,  sultanlık  geçmez.  Bu  nedenle  bütün  mescitler  de  aynen  Kâbe  gibi  Allah  için,  Allah  adına  halk  için  olan  evlerdir.  Kâbe’nin  ilk  öğretmenleri  İbrahim   peygamber  ve  oğlu  İsmail  peygamberdir.  Orada  insanlığa  Tevhidi  /  Allah’ı  birlemeyi  /  La  ilâhe  illallah  /   Allah'tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  deme  şuurunu,  şirke  karşı  direnmeyi  ve  onurlu  yaşamayı  öğretmişlerdir.  Ayette  emredildiği  gibi  bu  yolla  Allah’ın  evini,  şirkten  uzak  tutarak  temizliğini  sağlamışlardır. Zira  ayette  konu  edilen  temizlik,  Kâbe’nin  süpürülmesi,  tozunun  alınması,  yıkanması  değil,  Allah  dışında  tapılan  her  şeyin  yok  edilmesi,  putların  oraya  sokulmaması,  Allah’tan  başkasının  adının  anılmaması  demektir.

Peki  şimdi  bugün  de  istismar  edilerek  Allah'ın  evi  diyerek  gerekli  ve  gereksiz  yerlere,  neredeyse  yarış  ve  gösteriş  içerisinde  her  boşluğa  Cami  yapılarak  bizim  Camilerimizdeki  uygulamalara  bir  bakalım.  Allah’ın  emrettiği  bu  temizlik,  sağlanmakta  mıdır.?  Camilerimiz  şirkten  uzak  tutulabilmiş  midir ?  Tevhit  ilkesi  sapasağlam  ayakta  durmakta  mıdır ?  Bugün  Tevhidin  yegâne  kaynağı  olan  yüce  kitabımız  Kur’an,  Camilerimizde  Arapça  okunmasının  dışında  öğretilebilmekte  midir?  Camiye  ibadet  için  gelenlerin  ve  imamların  bu  ayetlerdeki  uyarılardan  haberleri  var  mıdır ?  Kur'ana  aykırı  olarak  Din  Adamları  İmamlar  diye  bir  sınıf  oluşturulmuş  mudur,  oluşturulmamış  mıdır ?  Camilerde  bugün  gerçekten  peygamberimizin  kıldığı  namaz  mı,  yoksa  Emevilerin  dayattığı  şirk  ve  maun  namazı  mı  kılınmaktadır ? Kur'anda  Yüce  Rabbimiz  hiç  bir  ayette  namaz  kılmayanları  kınamadığı  gibi  aksine  "  Yazıklar  olsun   o  namaz  kılanlara  ki  "  diyerek  dırar  /  zararlı  mescitlerinde  maun  mücrimi  olarak  kılınan  namazları  kınamaktadır. Bu  soruları,  aklını  başkasına   emanet   vermeyen,  kendisi  kullanabilen,  Kur’anı  anlayarak  okuyup  düşünebilen  her  Müslüman  sormalı  ve  cevabını  kendisi  bulabilmelidir.

İSLAM’DA  İLK  MESCİTLER   VE  KIBLE  :  Peygamberimizden  önce  Mekke’de  de  İbrahimi  öğretilerden  kalan  bir  inançla  yol  kenarlarında  Allah’a  ibadet  için  taştan,  kerpiçten  oluşturulmuş  dört  duvar  ile  basit  binalar  ve  sulak  dinlenme  yerleri  kullanılır  idi.  Bu  nedenle  Mekke’de  Peygamberimizden  önce   ibadet  için   yapılmış  değişik  bölgelerde  küçük  küçük  mescitler  ve  konaklama  yerleri  vardı. Taif  yolunda  Cirane  bölgesinde  ve  Mekke’den  18  km.  uzaklıktaki  mescit  de  çok  yıllar  önce  yapılmış  ve  adına  uzak  mescit  anlamında  ( Mescidi  Aksa )  adı  verilmiştir. Kur’anda  İsra  Sûresinin  1. ayetinde  Peygamberimizin  bir  gece  yürütüldüğünün  söylendiği  mescit  aslında  burasıdır.  Ama  rivayetçiler  konuyu  bambaşka  asılsız  taraflara  götürmüş  ve  miraç  olayına  bu  mescidi  malzeme  oluşturmuşlardır. ( Bu  konuda  " Miraç  Efsanesi  İle  Kandil  Gecesini  Yaşamak  "  başlıklı  yazımızda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Muhammed  ( a.s. )  ın  Medine’ye  hicreti  esnasında  uğrayarak  konakladığı  ve  Medine  yakınlarındaki  Kuba  denilen  yerde,  birkaç  gün  içinde  bir  mescit  yapılmıştır. Kuba  Mescidi  denilen  bu  mescit  Müslümanlar  için  yapılmış  ilk  mescittir.  Peygamberimizin  Medine’ye   yerleşmesinin   ardından   da  Medine’de  büyük  bir  mescit  yapılmış  ve  adına  da  Mescidi  Nebevi  denilmiştir. Bunun  ardından  Medine  çevresinde  mescitlerin  sayısı  hızla  çoğalmıştır. Bu  mescitlerden  birisine  de  iki  kıbleli  anlamına  gelen  ( Mescidil  Kıbleteyn )  adı  verilmiştir.  Hicretin  ilk  yıllarında  Müslümanların  namazlarında  yöneldikleri  yön,  Kudüs’ün  bulunduğu  yön  idi.  Bakara  Sûresinin  143. ve  144.  ayetlerinin  emri  ile  düz  mantıkla  yapılan  yorumlar  sonucunda  namazdaki  yön,  Mekke’ye  doğru  değiştirildi.  Bu  yöne  de  kıble  adı  verildi.

BAKARA  143 :  Ve  işte  böyle  Biz,  siz  insanlar  üzerine  şahitler  olasınız,  Elçi  de  sizin  üzerinize  şahit  olsun  diye  sizi  hayırlı  ve  önderli  bir  toplum  yaptık.  Üzerinde  olduğun  bu  kıbleyi  /  sosyal  hedef  ve  stratejiyi  belirlememiz  de  yalnızca,  Elçiye  uyan  kimseleri,  iki  ökçesi  üzerinde  geri  dönecek  kimselerden  ayıralım  /  işaretleyip  gösterelim,  bildirelim  diyedir.  Tespit  ettiğimiz  bu  kıble  /  hedef  elbette  Allah’ın  kılavuzluk  ettiği  kimselerin  dışındakilere  çok  büyüktür. /  ağır  gelir.  Ve  Allah,  imanınızı  kaybedecek  değildir.  Hiç  şüphesiz  Allah,  bütün  insanlara  çok  şefkatlidir.  Çok  merhametlidir.

BAKARA  144  :  Biz  senin  Bizden  ne  beklemekte  olduğunu  kesinlikle  görüyoruz.  Artık  seni  hoşnut  olacağın  kıbleye  /  bir  hedefe,  stratejiye  çevireceğiz.  Haydi  yüzünü  Mescidi  Haram’a  /  dokunulmaz  eğitim  öğretim  kurumuna  çevir.  Aklın  fikrin  hep  eğitim  öğretimde  olsun. Siz  de  nerede  olursanız  olun  yüzünüzü  onun  tarafına  çevirin.  Kendilerine  kitap  verilmiş  olan  kimseler  de  kesinlikle,  şüphesiz,  onun  Rabbinden  gelen  bir  gerçek  olduğunu  bilirler. Ve  Allah  onların  yapıp  durduklarından  habersiz,  bilgisiz  değildir.  

Bu  ayetlerde,  ilk  kıbleden  ve  sonra  da  kıble  değiştirmeden  söz  edilmektedir. Ancak  Ulema  bu  ifadeleri  düz  mantıkla  yüzün,  yani  namazdaki  yönün  Kudüs'e  doğru  değil  de  Kâbe’ye  doğru  çevrilmesi  şeklinde  algılamış  ve  bütün  Müslümanların  inançlarına  bu  şekilde  yerleştirilmiştir.  Biz  yine  yönümüzü  namazda  Kâbe’ye  doğru  çevirelim  ama,  burada  aslında  anlatılmak  istenen  yönelmenin  de  gerçekte  ne  olduğunu  da  anlamaya,  olaya  Kur’anın  bütünlüğü  ve  Peygamberimizin  görevinin  başlangıcından,  geldiği   bu  noktaya  kadar  yaşadığı  gelişmelerin  ve  kendisine  vahyedilen  ayetlerin  çerçevesi  içerisinde  bakmaya  çalışalım.  Kıble,  sözcük  olarak “ ön “  anlamı  ekseninde  “ cihet “  yüzün  gösterdiği  yön  demektir. Fakat  Kıble  sözcüğünün  Kur’anda  geçtiği  ayetlere  dikkat  edilirse  bu  sözcüğün  fiziksel  konuma  göre  ön  yön  anlamında  değil,  “  görüş,  inanç,  ilke  olarak  üzerinde  bulunulan  ve  gidilen  yön “  sosyal  hedef  ve  strateji  anlamında  kullanıldığı  görülür.  Dikkat  edildiğinde  bu  ayetlerin  indiği  vakte  kadar,  Peygamberimize  ayetlerle  gösterilen  “ yön “, “ hedef  ve  strateji  “  Tevhidin  öğretilmesi,  öğütler,  ahiret,  uyarılar,  Kur’an  ile  cihat  etme,  müjdeleme,  sabır  ve  sabrı  tavsiye  etme,  bağışlama  ve  hoşgörü  ile  muamele  etme “  olduğu  anlaşılır.  Bunlar,  Peygamberimizin  ilk  stratejisi,  öncelikli   görevleri  ve  ilk  hedefleridir.  Peygamberimizin   Medine’ye  yerleşmesi,  zamanla  yavaş  yavaş  devletleşmeye  doğru  gidilmesinden  dolayı  da  artık  görevlerin  yapısı,  stratejisi,  hedefi  değişecektir.  Müslümanların  yeni  kıblesi,  yeni  hedefi  ise,  salatın  ikamesi, (  Eğitim  yerlerinin  açılması,  sosyal  destek  ve  yardımlaşma  kurumlarının  oluşturulması,  ayakta  tutulması, ) bunun  için  zekâtın  /  verginin  alınması,  marufun  emredilmesi ( dinimizin  öngördüğü  hususların,  iyinin,  güzelin,  kardeşliğin  ve  barışın  gösterilmesi,  emredilmesi ),  münkerden  nehy  edilmesi ( dinimizin  yasakladığı  şeylerin,  kötünün,  yanlışın  gösterilmesi,  öğretilmesi  ve  men  edilmesi ) adaletle  hareket  edilmesi,  toplumsal  yaşam  kuralların  oluşturulması,  gerektiğinde  savunmaya  yönelik  savaşılması,  özetle  İbrahim  Peygamberin  Mescidi  Haramdaki  uygulamalarının  aynen  tatbik  edilmesi,  eğitim  öğretim  eksenli  bir  yapılanma  ile  devlet  haline  gelinmesidir. İşte  bu  ayetlerden  sonra  peygamberimiz  de  gerçek  anlamları  doğrultusunda  hareket  etmiş,  bu  yeni  kıble ( hedef  ve  stratejiler ) nedeniyle  sınır  ötesi  tebliğlere,  emir  ve  nehylere  başlamış,  çevredeki  ( Mısır,  Habeşistan,  Bizans,  İran)   toplumlarının  krallarına,  yöneticilerine  mektuplar  göndermiştir. Bunlardan  Mısır  Kralı  Mukavkıs’a  gönderilen  mektup  örneğine  bakacak  olursak  :

Bismillahirrahmanirrahim  /  Rahman,  Rahim  Allah  adına.  Allah’ın  kulu  ve  elçisi  Muhammed’den  Kıptilerin  büyüğü  Mukavkıs’a.  Selam,  hidayet  yoluna  tabi  olan  kimseler  üzerine  olsun.  Buna  göre  ben,  seni  tam  bir  İslam  daveti  ile  çağırıyorum.  İslam’a  gir.  Sonunda  emniyet  ve  selamet  içinde  olursun.  Allah  sana  ecrini  iki  kere  verecektir.  Şayet  bundan  geri  duracak  olursan  bütün  Kıptilerin  günahı  senin  üzerinde  toplanacaktır.  De  ki  : “ Ey  kitap  ehli !  Sizinle  bizim  aramızda  ortak  olan  bir  söze  geliniz.  Allah’tan  başkasına  kulluk  etmeyelim.  O’na  hiçbir  şeyi  eş  tutmayalım. Ve  Allah’ın  astlarından  bazımız  bazımızı  Rabbler  edinmeyelim. ”  Buna  rağmen  eğer  onlar,  yüz  çevirirlerse  artık  “  şüphesiz  bizim  Müslümanlar  olduğumuza  şahit  olun ” deyin.

Dikkat  edilirse  mektup,  Allah  adına  ifadesiyle  başlamakta  ve  Rabbimizin  Peygamberimize  vahyettiği  ayetler  çerçevesinde  ifade  edilmektedir. Aynen  Peygamberimizin  bu  yaptığı  gibi  aslında  netice  olarak  bugünkü  Müslümanlar  da  Allah’ın  mesajlarını  tüm  insanlara  ulaştıracak  ve  onların  iman  edip  etmediklerini  izleyecek,  aynen  İsa  Peygamber’in  tanıklığı  gibi  tanıklık  edecektir.  Ancak  önce  biz  kendimize  bir  bakalım !   Dinimizin  esaslarını  Kur’an  doğrultusunda   yanlışlarımızdan,  hurafelerden,  rivayetlerden  bidatlardan  ayıklayarak  gerçeğe  ulaşabilmiş  miyiz ?

Yukarıda  değindiğimiz  kıblenin  değişmesi  ayetleri  ile  ilgili  gerçekler  bu  şekilde  olmasına  rağmen  klasik  tefsircilerin  eserlerinde  bu  ayetlerle  ilgili  pek  çok  rivayet  yer  almaktadır.  Aslında  144. ayette,  Resulullah’ın  bazı  sıkıntılarının  giderileceği,  O’nun  da  hoşnut  olacağı  müjdesi  verilirken,  hedef  ve  stratejisinin  ne  olacağı  tam  olarak  açıklanmamasına  rağmen,  beraberinde  yeni  kıbleye  işaret  edilerek,  önce  Peygamberimize  sonra  da  tüm  Müslümanlara  yüzlerini  “ Mescidi  Haram “  ( Kâbe )  yönüne  çevirmeleri  emredilmektedir. Burada  dikkat  edilmesi  gereken  nokta,  yüzlerin  fiziki  olarak  “ Mescidi  Haram’a "  yönelmesi  değil, “  Mescidi  Haram "  yönüne  çevrileceğidir. Bu  da  aslında  Tevhit  öğretisine  yönelmedir.  Ayetteki  yüz  ifadesi,  sadece  sima  anlamındaki  yüz  değil,  “ tüm  benlik  ve  varlıktır. ” Ne  yazık  ki  ayetin  içerisinde  namaz  ile  ilgili  hiç  bir  ifade  bulunmadığı   halde  yüzün  namazda  kıble  diye  Kâbe  tarafına  döndürülmesi  anlayışı  yerleşmiş  bulunmaktadır.  143. ayette  inanmamışlara   büyük  ve  ağır  geleceği  belirtilen  kıble,  eğer  sadece  vücudun  yöneldiği  yön  değiştirme  ise,  inanmamış  veya  inanmış  insanlara  niye  zor  gelen,  ağır  gelen  bir  şey  olsun ?  Ama  burada  kıble  denilerek,  yeni  hedefler,  yapılması,  yerine  getirilmesi  istenen  emirler  varsa,  elbette  ki  o  istenenler  inanmamış  insanlara  ağır  gelir,  zor  gelir.  Üstelik  de  Rabbimiz  yine  bize  Kur’an   ayetleri  ile  kıblenin  Kâbe  olmadığını,  doğunun  da  batının  da  Allah’ın  yönü  olduğunu,  yönelmenin  yüzün  gösterdiği  yön  ile  değil,  bütün  benlikle  olması  gerektiğini  anlatmaktadır.

BAKARA  142 :  İnsanlardan  aklı  ermeyenler, “ Bunları  mevcut  kıbleden  /  hedef  ve  stratejiden  çeviren  nedir ?  "  diyecekler.  De  ki  :  “  Doğu  ve  batı  /  tüm  yönler  yalnız   Allah’ındır.  O  dilediği  /  dileyen  kimseyi  dosdoğru  yola  kılavuzlar.

BAKARA  115  :  Ve  doğu  batı  /  her  yön  yalnızca   Allah’ındır.  Öyleyse  her  nereye  yönelirseniz,  artık  orası  Allah’ın  yüzüdür. Şüphesiz  Allah  bilgisi  ve  rahmeti  geniş  ve  sınırsız  olandır.  En  iyi  bilendir.

ARAF  29  :  De  ki  :  “  Rabbim  hakkaniyeti  emretti.  Her  mescidin  yanında,  toplum  içinde  yüzünüzü,  tüm  benliğinizi  O’na  doğrultun.  Ve  dini  yalnız  kendisine  has  kılarak  Rabbinize  yalvarın.  İlkin  sizi  yarattığı  gibi  yalnız  O’na  döneceksiniz.

Bu  ayetlerde,  namaz  esnasında  seccade  kıbleye  tam  döndü,  ya  da  biraz  kayık  oldu  hassasiyetinden  ziyade,  asıl  yönün,  hedefin,  bütün  benlikle  beraber  Allah’a  yönelmek,  yüzün  Mescidi  Haram  felsefesine  yöneltilmesi,  dini  Allah’a  has  kılarak  Tevhit  yolundan  sapılmaması  gerektiği  anlatılmaktadır. Bu  da  mescitlerde  yaşanan  dinde  Allah’ın  koymadığı  hiç  bir  inanç  ve  amelin  bulunmaması,  Mümin  Suresinin  65. ayetinde  "  O  diridir.  O’ndan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur.  Bu  nedenle  dini  sadece  O’nun  için  arındıranlardan  olarak  O’na  dua  edin.  Tüm  övgüler  yalnız  alemlerin  Rabbi  Allah’adır.  Başkası  övülemez. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  Allah’tan  başka  peygamber  dahi  olsa  hiç  bir  kimsenin  isminin  mescitlerde  anılmaması  anlamına  gelmektedir.

Yukarıdaki  ayetlerin  aksine  bugün  Camilerimizde  dua  esnasında  Peygamberimiz  de  sürekli  Allah’ın  yanında  O’nunla  beraber  anılmakta,  Allah’ın  ayetleri  açıklanırken,  sanki  Allah  yeterince  açıklayamamış,  eksik  bırakmış  gibi  Peygamberimiz  buyurdu  ki  diyerek  hadislerle  ayetin  açıklaması  tamamlanmaya  çalışılmaktadır. Camilerdeki  namaz  ibadeti  sadece  Allah’a  has  değil  de  bir  de  Peygambere  has  haline  getirilmektedir.  İbadet,  adeta  Allah’la  Peygamber  arasında  paylaştırılmaktadır. Peygamberimizin  vefatından  ve  dört  halife  devrinden  sonra  kurulan  Emevi  Devleti  firavunlarının  zorlamaları  ve  baskılarıyla  dine  sokularak,  uydurma  hadislerle  yozlaştırılan  dini  anlayış,  bugün  de  bizim  Camilerimizde  aynen  uygulanmaktadır. Budizm  rahiplerinden  aktarılmış  tespih,  komutla  çektirilmekte,  komutla  dua  ettirilmekte,  komutla  da  duaya  son  verdirilmektedir. Tespih  çeken  kişi  de  ağzından  çıkanların  anlamını  bilmemektedir.

KUR’ANDA  MESCİT  ADABI  :  Araf  Sûresinin  31. ayetinde  "  Ey  Adem  oğulları !  Her  mescidin  yanında,  toplum  içinde  süslerinizi  alın. /  temiz  giyinin.  Yiyin  için  fakat  savurganlık  etmeyin.  Kesinlikle  Allah  savurganları  sevmez. "  ifadeleriyle  belirtilerek  ayette  yer  alan,  “  mescit  “,  “ ziynet “,   ve  “ israf “  sözcükleri  ile  Rabbimizin  insanoğluna  verdiği  çok  önemli  mesajlar,  mescitlerde  ve  mescit  dışındaki  toplumsal  yaşama  adabının  uyarıları  yer  almaktadır.  Kişi  her  yerde  ve  her  zaman  maddi  ve  manevi  ziynetlerini  takınmalı,  vakarlı  olmalı,  başkalarını  görünümü  ile,  konuşmaları  ile  rahatsız  etmemelidir. ( Temiz  kıyafetini  giymeli,  pis  kirli  olmamalı,  ağır  kokularla  insanları  rahatsız  etmemeli,  mescitlerde  başkalarına  hiçbir  şekilde  rahatsızlık  vermemeli,  ıslak,  mantarlı  ayaklarıyla  secde  edilecek  yerlere  basmaktan  hicap  duymalıdır. )  Kişisel  ve  toplumsal  bütün  davranışlarında  Allah’ın  koyduğu  sınırları  aşmamalı,  sorumluluk  içinde  davranmalı,  halim  selim  olgun  ve  onurlu  olmalı,  başkalarına  zarar  vermekten  korkmalıdır.  Bu  mesaja  uygun  olarak,  kişiler  haramı  helalleştirmemeli,  helali  de  haramlaştırmamalıdır.  Aksi  davranışlar  haddi  aşmak  olur,  israf  kapsamına  giren  davranışlar  olur.

TEVBE  17  :  Ortak  koşanlar  kendilerinin  küfrüne  kendileri  şahit  olup  dururken,  Allah’ın  mescitlerini  imar  etmeleri  söz  konusu  olamaz.  İşte  onlar  yaptıkları  boşa  gitmiş  kimselerdir.

TEVBE  28  :  Ey  iman  eden  kimseler,  Ortak  koşan  bu  kimseler  sadece  bir  pisliktirler.  Artık  bundan  sonra  mescide  yaklaşmasınlar.

TEVBE  30  :  Ve  Yahudiler  “ Üzeyir  Allah’ın  oğludur “  dediler.  Hristiyanlar  da  “  Mesih  Allah’ın  oğludur “  dediler.  Bu  onların  ağızlarıyla  geveledikleri  sözler  olup,  güya  bununla  daha  önce  yaşayan  kâfirlerin  sözlerini  taklit  ediyorlar.  Allah  onlarla  savaşmıştır.  Nasıl  da  döndürülüyorlar.

TEVBE  18  :  Allah’ın  mescitlerini,  ancak  Allah’a  ve  ahiret  gününe  inanan,  salatı  ikame  eden  /  mali  ve  zihinsel  açıdan  destek  olan,  ayakta  tutan,  dine  arka  çıkan,  namazla  Allah’a  dua  eden,  zekâtı  /  vergiyi  veren  ve  sadece  Allah’a  saygıyla,  sevgiyle,  bilgiyle  ürperti  duyan  kimseler  açar  ve  yaşatırlar.  Artık  işte  onların,  kılavuzlandıkları  doğru  yol  üzere  olan  kimselerden  olmaları  beklenir.

Bu  ayetlerle  mescitlerde  dahi  Allah’a  ortak  koşanların,  nasıl  sapıttıkları,  Allah’ın  mescitlerinde  onların  işlerinin  olmadığı,  bu  zihniyette  olanlara  Allah’ın  şiddetle  karşı  koyduğu  belirtilmekte,  şirkin  Allah’ın  mescitlerine  sokulmaması  konusunda  çarpıcı  uyarılarda  bulunulmaktadır. Ve  bu  arada  da  Allah’ın  mescitlerinde  kimlerin  bulunabilecekleri  açıklanmaktadır. Fakat  biz  bu  ayetlere  göre  kendi  Camilerimizde  bugünkü  uygulamalarımıza  baktığımızda,  durum  hiç  de  bu  ayetlerin  uyarısına  göre  hareket  edildiğini  göstermemektedir. Her  dönemde  çoğunlukla  Müslümanlar,  psikolojik  olarak  içinde  bulundukları  şirkin  tozunu  kendi  üzerilerine  hiç  kondurmamakta,  Peygamberimizi  yücelteceğiz,  seveceğiz,  sayacağız,  anacağız  derken,  kantarın  topuzunun  fazla  kaçırıldığının,  günahsız  yere  Peygamberimizi  Allah’ın  yanına  ortağı  gibi  koyarak  aynen  Yahudi  ve  Hristiyanlar’ın  yaptığı  gibi,  ikileme  ile  şirke  bulaşıldığının,  Peygamber  methiyesi  ile  oluşturulmuş,  içerisi  şirk  ve  küfür  ifadeleri  ile  dolu  "  Sela "  denilen  duyuru  ve  okumalarının  Cami  içerisine  sokulmasıdaki,  şirkin  ve  küfrün  farkına  varamamışlardır.  Mescitler,  Tevhit'in  ve  ilâhiyat  eğitiminin,  öğretiminin  yapıldığı,  salatın  ayakta  tutulduğu,  sadece  Allah’ın  ayetlerinin  konuşulduğu,  orada  sadece  Allah’ın  yüceltildiği,  anıldığı  yerler  olması,  bir  okul  işlevini  yerine   getirmesi,  herkese  açık  olması,  darda  olanların  sığınacağı  bir  korunak  olması  gerektiği  halde,  bugün  sadece  beş  vakitte  toplu  olarak  namaz  kılmakla  yetinilen  bir  yer  halindedir. Kapıları  kilitlidir,  sadece  beş  vakitte  açık  tutulmaktadır. ( Sela  Nedir  Niçin  Okunur ?  başlıklı  yazımızda  sela  ile  ilgili  bilgileri  bulabilirsiniz. )

BAKARA  114  :  Ve  Allah’ın  tanıtıldığı  mescitlerini  /  öğretildiği  okullarını,  içlerinde  Allah  anılmasın  diye  engelleyen  ve  onların  yıkımı  için  uğraşan  kişiden  daha  zalim  kim  olabilir ?  Böylelerinin  mescide  girmeleri  ancak  korka  korka  olacaktır.  Onlar  için  dünyada  bir  rezillik  vardır.  Bunlar  için  ahirette  de  büyük  bir  azap  vardır.

HAC  25  :  Şüphesiz  küfreden  /  Allah’ın  ilâhlığını  ve  Rabbliğini  bilerek  reddeden,  kendi  zararına  iş  yapan,  Allah’ın  yolundan,  orada  ibadete  kapanan  veya  dışarıdan  gelen  insanlar  için  kılınan  Mescidi  Haram’dan  alıkoyan  kimseler  ve  orada  haksızlıkla  yanlış  yola  sapmak  isteyen  kimse ;  Biz  ona  pek  acıklı  bir  azaptan  tattırırız.

Bu  ayetlerde  de  müminleri  mescitlerden  engelleyenler,  uzaklaştırmaya  çalışanlar  konu  edilmektedir.  Bu  vesile  ile  bunların  iflah  olmayacağı,  hakirlik,  cizye  gibi  zilletlerle  cezalandırılacakları  mesajı  verilmektedir. Peygamberimizin  zamanında  da  insanları  ilâhiyat  eğitiminden  mahrum  bırakmak  isteyen,  Mescidi  Haram’ı  kendi  malları  gibi  sahiplenip,  kendi  keyiflerine  göre  hareket  edenler,  istediklerini  mescide  sokmayanlar  vardı.  Oysa  mescitler  Allah  için  olup,  yerli  yabancı  herkese  açık  olması  gereken  bütün  insanların  ortak  yeridir.  Dolayısıyla  oranın  sahibi,  kralı, valisi,  olamaz. Ancak  oranın  hizmetkârları,  öğrencileri  ve  öğretmenleri  olur. Ayette  belirtilen   mescitlerin  yıkımı  ifadesi,  onun  duvarlarının  yıkılması,  harap  edilmesi  anlamında  değil,  tevhidi (  Allah’ın  birliğini )  öğrenecek  ve  öğretecek  kimselerin  mescide  gelmesini  engellemek  suretiyle  olabileceği  gibi,  onları  yıkıp  yok  etmek,  tahrip  etmek  suretiyle,  ya  da  mescitlerde  Allah’a  has  olması  gereken  dinin,  Kur’an  dışı  başka  dine  dönüştürülmesi  ve  şirkin,  Emeviler  döneminde  yapıldığı  gibi,  ihanetin  ve  siyasetin,  Allah'la  kandırmanın  Mescit  içine  sokulması  yolu  ile  de  olabilir. Mescitlerin  sahip  olması  gereken  nitelikleri,  Nur  ve  Tevbe  Sûresinin  ayetleri  ile  net  olarak  ve  çarpıcı  bir  örnekle  gözler  önüne  serilmektedir.

NUR  36 – 38  :  Allah’ın  yüceltilmesine,  içerisinde  kendi  adının  anılmasına  izin  verdiği  mescitlerde  /  evlerde  devamlı  olarak  Kendisini  arındıran  öyle  adamlar  / er  kişiler,  kadınlar,  insanlar  vardır  ki,  ticaret  ve  alışveriş  onları,  Allah’ı  anmaktan,  salatı  ikame  etmekten  ve  zekatı  vermekten  alıkoymaz. Onlar  Allah,  kendilerine  işledikleri  amellerin  en  güzeliyle  karşılık  versin  ve  kendilerine  armağanlarından  arttırsın  diye  kalplerin  ve  gözlerin  ters  döndüğü  bir  günden  korkarlar.  Ve  Allah  dilediği  kimseleri  hesapsız  rızıklandırır.

TEVBE  107  :  Ve  zarar  vermek,  küfre  yardım  etmek,  müminlerin  arasına  ayrılık  sokmak  için  ve  daha  önce  Allah  ve  elçisine  karşı  savaş  açmış  bozgunculuğa  teşebbüs  etmiş  olanlara  gözcülük  ve  yardım  etmek  için  mescit  yapan  şu  kimseler  “  Biz  en  güzelden  başka  bir  şey  istemedik “  diye  yemin  de  ederler.  Allah  da  tanıklık  eder  ki  şüphesiz  bunlar  kesinlikle  yalancıdırlar.

TEVBE  108  :  Sen  o  mescidin  içinde  sonsuza  dek  dikilme. /  görev  yapma.  İlk  gününde  Allah’ın  koruması  altına  girme  üzerine  kurulan  mescit  elbette  içinde  görev  yapmana  daha  layıktır.  Onun  içinde  arınmayı  seven  er  kişiler  vardır.  Allah  da  arınan  kimseleri  sever.

TEVBE  109  :  Peki  temelini  Allah’ın  koruması  altına  girme  ve  hoşnutluk  üzerine  kurmuş  olan  kimse  mi  hayırlıdır ?  Yoksa  temelini  yıkılmak  üzere  olan  bir  uçurumun  kenarına  kurup  da  onunla  birlikte  cehennemin  ateşine  yuvarlanan  mı ?  Ve  Allah  şirk  koşarak,  küfrederek  yanlış  davrananlar  toplumuna  kılavuz  olmaz.

Bu  ayetlerde  tarihe  “ Mescidi  Dırar “  diye  geçen  (  zararlı  mescit )  denilen  olay  nakledilmiştir.  Bu  olayda ;  Medine’de  Hazrec  kabilesine  mensup  ve  Ensardan  ( Medine’nin  yerlisi )  olan  ve  Peygamberimizi  daha  önceden  de  sevmeyen,  ama  inanmış  görünen  bir  kısım  münafıklar, ( iki  yüzlüler )  hem  hicretten  önce  hem  de  hicretten  sonra  yapılan  her  mücadele  ve  öncesinde,  bazen  ekonomik  teşviklerle,  bazen  de  fesat  kampanyaları  ile,  İslam’ın  karşısında  olmuşlardır. Müşriklere  karşı yapılan  mücadelelerde,  gizliden  gizliye  müşriklere  yardım  etmişlerdir. Peygamberimizin  Medine’de  güçlü  bir  duruma  gelmesinden  sonra  da,  daha  fazla  rahatsız  olduklarından,  bu  sefer  de  Peygamberimize  karşı  Bizans  Kralından  gizliden  gizliye  yardım  ister  olmuşlardır.
Bu  münafıklar,  Peygamberimizin  Bizanslılara  karşı  sefere  hazırlandığı  sırada,  asıl  amaçları  casusluk  yapmak  ve  Bizanslılar  adına  gözcülük  yapıp  haber  uçurmak  düşüncesi  ile  bir  mescit  yapmaya  yeltenirler.  Asıl  amaçlarını   gizlemek  için  de  yaşlı  ve  sakatların  ilk  yapılan  Kuba  mescidine  gidip  gelmelerinin  zor  olduğunu,  niyetlerinin  kötü  olmadığını,  bir  ayrılık  yaratmak  istemediklerini  belirterek  yemin  de  ederler.  Seferden  dönünce  de  Peygamberimizin  bu  mescitte  namaz  kıldırmasını  isterler.  Bizans  ordusu  ile  bir  karşılaşma  olmadan,  daha  sonra  Peygamberimiz  Tebük  seferinden  dönerken,  yolda,  zararlı  ve  kötü  bir  niyetle  yapılmış  olan  bu  mescit  için,  yukarıda  değindiğimiz  ayetlerle  Peygamberimiz  bilgilendirilir,  uyarılır.  Bunun  üzerine  Peygamberimiz  bu  mescide  uğramaktan  vazgeçer,  ardından  da  bu  dırar  mescidinin  yıkılması  emrini  verir.  Mescit  yerle  bir  edilir.  İşte  Peygamberimiz,  Allah  için  zararlı  hale  gelmiş  mescidi  hiç  tereddütsüz  yıktırabilen  ve  Allah’ın  ayetlerine  böylesine  bağlılığını  ispat  eden  bir  peygamberdir.

MESCİTLERDE  ÜMMET  VE  İMAM :  Ümmet,  Kendi  iradeleri  ile  veya  bir  zorunluluk  neticesinde,  aynı  zamanda  ve  aynı  yerde  bulunan,  iyi  yada  kötü  aynı  inanca  sahip  olan, bir  arada  yaşayan  insanların  topluluğudur. Bu  topluluklardaki  insanları  bu  inanç  etrafında  toplayan  bir  önder  vardır. Bu  nedenle  ümmetler  mutlaka  önderleri  olan,  önderli  toplumlardır.  Ümmet  sözcüğü  Kur’anda  64  ayette  yer  alır. 

BAKARA  213  :   İnsanlar  tek  bir  ümmetti.  Allah,  müjdeciler  ve  uyarıcılar  olarak  peygamberler  gönderdi.  Kitapları  hak  olarak  indirdi.  Aralarındaki  kıskançlık  yüzünden  anlaşmazlığa  düştüler.  

ARAF  34  :  Ve  her  ümmet  /  önderli  toplum  için  bir  süre sonu  vardır.  Onun  için  süre  sonu  geldiğinde,  ne  bir  an  erteleyebilir,  ne  de  öne  alabilirler.

ALİ  İMRAN  113  :  Kitap  ehli  içinde  doğruluk  üzere  bulunan  bir  ümmet  vardır  ki,  onlar  gecenin  saatlerinde  secde  ederek  /  boyun  eğip  teslimiyet  göstererek,  Allah’ın  ayetlerini  okurlar.  Allah’a  ve  ahiret  gününe  inanırlar.  Herkesçe  iyi  kabul  edilen  şeyleri  emrederler.  Hayırda  birbirleri  ile  yarışırlar.  Ve  işte  onlar  iyi  insanlardandırlar.

ARAF  181  :  Yine  Bizim  oluşturduklarımızdan  hakka  kılavuzluk  eden  ve  onunla  adaleti  uygulayan  bir  ümmet  vardır.

Bu  ayetlerde,  mescitlere  devam  eden,  secde  eden,  hayırlarda  ve  güzel  işlerde  birbiriyle  yarışan,  gecenin  bir  vaktinde  Allah’ın  ayetlerini  okuyan  ve  doğru  yolda  olan  ümmetlerle,  ayrılığa  düşmüş  olan  ümmetlerden  ve  ümmetlerin  süre  sonlarından  söz  edilmektedir. Ümmet  sözcüğü  gibi  “  imam “  sözcüğü  de  aynı  kökten   “ emm “  sözcüğünden  türemiştir.  Buna  göre  İmam  sözcüğü ; Toplumu  kendi  inancı  ve  bilgisi  doğrultusunda  iyi  yada  kötü  bir  amaç  uğruna,  söz  ve  eylemleri  ile  yönlendirip  arkasında  birçok  gönüldaş  ( ümmet  )  toplayan  kişidir.  Önderdir.  İmam  sözcüğü  Kur’anda  tekil  olarak  8  yerde,  çoğul  olarak  da  5  yerde  geçmektedir. İmam  sözü  bu  ayetlerde  hem  iyiliğe  veya  kötülüğe  önder  olanlar  için,  hem  de  insanların  uyduğu  kitap  ve  benzeri  şeyler  için  kullanılmıştır.

BAKARA  124  :  Ve  hani  Rabbi  İbrahim’i  birtakım  yaralar,  sıkıntılar  ile  sınamış,  O  da  onları  tam  olarak  yerine  getirmişti.  Rabbi  “  Ben  seni  insanlara  imam  /  önder  yapanım  “ demişti.  İbrahim  “ Soyumdan  da  imamlar  /  önderler yap  “  demişti.  Rabbi  “  Benim  ahdim  tutulmak  üzere  verdiğim  söz,  kendi  benliğine  haksızlık  eden  kimselere  ulaşmaz  “  dedi.

TEVBE  12  :  Ve  eğer  verdikleri  sözden  sonra  yeminlerini  bozar  ve  dininize  dil  uzatırlarsa,  vazgeçmeleri  için  o  küfür  imamlarıyla  /  önderleriyle  hemen  savaşın.  Şüphesiz  onlar  için  sözleşmeler  diye  bir  şey  yoktur.

Örneklediğimiz  ayetlerden  birinde  iyiliğe,  diğerinde  küfre  öncülük  eden  imamlardan  söz  edilmektedir.  Kur’anda  Hud  Sûresinin  17.  ayetinde  ise  insanların  uyduğu  kitap  ve  benzeri  şeyler  için  de  imam  ifadesi  kullanılmıştır.  Bu  nedenle  de  Halife  Osman  zamanında  oluşturulan  ilk  Kur’an  Mushafına   “  İMAM  MUSHAF “ adı  verilmiştir.  Bilindiği  gibi  İslam  dünyasında  “ İmam “  unvanı,  fikirleriyle  insanları  etrafında  toplamış  olanlara,  İmam  Azam,  İmam  Şafi,  İmam  Malik,  İmam  Hanbel,  İmam  Cafer  gibi  İslam  bilginlerine  ve  müçtehidlerine  verilmiştir.  Dolayısıyla  imamların  inancının  ardından  gidenlere  de  o  imamın  ümmeti  denir.  Bugün  de  camilerde  toplanmış  insanların  önüne  geçerek  namaz  kıldıranlara  imam  denilmektedir.

Biz  Müslümanların  tek  bir  imamı  vardır.  O  da  Muhammed ( a.s. ) dır.  Bizler  onun  ümmetiyiz. Her  Müslüman,  O’nun  güzel  ahlâkını,  Allah’a  ve  ayetlerine  bağlılığını,  sabrını,  zekâsını,  Devlet  Adamlığı  vakarını,  adaletini,  hoşgörüsünü,  imanındaki  sağlamlığı, doğruluğunu,  dürüstlüğünü,  ibadetteki  samimiyetini,  Allah’a  çokça  yönelen  olmasını,  kendisine  örnek  almalıdır. Bunların  tamamı  da  zaten  Kur’anın  emirleridir,  Allah’ın  sünnetidir. Peygamberimizin  de  zaten  bize  tek  bir  emaneti  vardır,  o  da  Kur’andır. Peygamberimizin  yaptıkları  da,  yaşadıkları da  zaten  hepsi  Peygamberimizin  sünneti  değil,  bizzat   Allah’ın  Sünnetidir. Bu  nedenle  Peygamberimizin  sünneti  deyip  de  küfre  girmekten  Allah’a  sığınalım. Namazlarımızda  peygamberin  sünneti  diyerek  de  ibadetimizi  Allah’la,   Peygamber  arasında  paylaştırmaya  çalışmayalım.  Camilerimizi  şirk  batağından  temizleyelim. Peygamberimizin  yıktırdığı  dırar  mescidi  yapısından  uzak  tutalım.  Zira  Sünnet ;  Hüküm,  kanun,  ilke,  kural  demektir.  Allah’tan  başka  din  adına  peygamber  dahi  olsa  hiç  kimse  kanun,  kural,  hüküm  koyamaz.  Allah’ın  helal  dediğine  hiç  kimse  haram  diyemez.  Kâinatta  bütün  düzenler  için,  kıyamete  kadar  sürecek  olan  tek  bir  sünnet  koyucu  vardır. O  da  Allah’tır.  Bütün  Kâinat  yaşamının  düzeninin  sağlanabilmesi  için  Allah’ın  koyduğu,  Fizik,  Kimya,  Biyoloji,  Kozmoloji,  Astronomi,  Matematik,  ölçü,  kural  ve  kanunları,  Sünnetullah’tır.  Ve  aynı  zamanda  Kur’an  ile  insanlar  için  getirilen  hükümlerdir.

Maalesef  bugün  de  camilerimizde,  Mekke  müşriklerinin  peygamberimize  “  Biz  atalarımızdan  büyüklerimizden,  bize  öğrettiklerinden,  inançlarımızdan,  gelenekselleşmiş  teamüllerimizden  vazgeçmeyiz  “  dedikleri  gibi,  aynen  Emevilerin  Camilerimize  soktukları  Kur’an  dışı  yanlış  uygulamalar,  Arapça  ne  söylendiğinin  bilinmediği  okumalarla,  komutla  yat  kalktan  ibaret  kılınan  şekli  namazlar  şirkin  ta  kendisidir,  Allah  için  olması  gereken  mescitler,  tapınağa,  küfür  ve  şirk  yuvasına  dönüştürülmüştür. Hiç  sorgulanmadan  aynen  yaşanmaktadır.  Yaşanılan  din,  Kur’an  terk  edilerek,  onun  yerine  konulan,  hadislerin,  rivayetlerin,  Peygamber  sünnetinin,  Cemaatlerin  farklı  farklı  yaşadığı,  Allah’ın  ve  Kur'anın  Hakk  dininden,  uzak  apayrı  bir  din  haline  getirilmiştir,   Emevi  Arap  dini  bugün  de  aynen  yaşanmaktadır. Camiye  gelmezseniz  o  ibadetiniz  birinci  sınıf  olmaz,  yirmi  yedi  derece  sevap  kazanamazsınız  denilmiş,  Camilerde  "  Söz  gümüşse  sükût  altındır "  yanlış  deyişiyle  insanlar  suskunluğa  mahkûm  edilmiş,  imam  olmadığı  zaman  da  camilerde  namaz  kılınmaz  olmuştur. Halbuki  Kur'anda  mucizevi  bir  devrim  ile  resmi  mabetler,  tapınaklar  yıkılmıştır. Bütün  yeryüzü  mabet  kılınmış,  secde  edilen  mescit  yapılmıştır. Bu  bağlamda  evlerin  de  secdegâh  yapılması  istenmiştir.

Bugün  ülkemizde  84000  in  üzerinde  Cami,  60000  civarında  okul,  80000  civarında  dernek  ve  hayır  kurumu,  4400  civarında  da  vakıf  bulunmaktadır.  Eğer  Peygamberimiz  zamanında  olduğu  gibi  Camiler  ( Mescitler )  Kur’anın  emrettiği  ve  dinin  asıl  temelini  oluşturan  Salatı  İkame  etme  işlevi,  aynen  yerine  getirilmeye  devam  edilebilseydi,  ilave  olarak  kurulmuş  olan,  ne  dernek,  ne  vakıf,  ne  de  okul  masraflarına  ve  harcamalarına  gerek  kalmazdı.  Bu  sonuçlar  bize  Camilerin  Kur’anın  hedeflediği  görevi  yerine  getirmediklerini  göstermektedir.  Bu  kadar  çok  Cami  atıl  tutulurken,  eğer  aslında  KUR’AN’ın  emirleri  doğrultusunda  hareket  edilseydi,  bütün  yardımlaşmanın,  dayanışmanın,  eğitim  ve  öğretimin,  salatın  bütün  ayrıntıları  yerine  getirilebilseydi,  ülkemizde  ne  huzursuzluk,  ne  soygun,  ne  şiddet,  ne  işsiz,  ne  aç  insan  bizim  sorunumuz  olarak  hayatımızda  yer  almazdı.  Kur’ana  ve  Peygamberimizin  uygulamalarına  göre  idrak  edilebilen  Camiler,  aslında  toplumların  gerçek  huzur  kaynağı  olacaktır.  Bunu  idrak  edebilenlere,  bugünkü  Camilerimizde  ibadet  adı  altında  yaşananları,  Kur’an  ışığında  sorgulayarak  aklını  kullanabilenlere  selam  olsun !..

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR  !  RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin ül  Kur’an )

 

 

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET