Bugün Dünya üzerinde Müslüman olduğunun bilindiği toplumların Müslümanlığına, yaşadığı mekânlarına baktığımız zaman, insan olabilmenin erdemleri, güzel ahlâk, adalet, alın teri, emek, üretim, hakça kazanç, okumak, öğrenmek gibi değerler bir tarafa bırakılarak, gökyüzüne uzanan minareleriyle Camiler ve onların içinde beş vakitte gümbür gümbür, en yüksek volümle çevreye yayılan ezan seslerinin ardından dinin temelidir diyerek kılınan namazlar, kadın ve erkekler üzerindeki kıyafet ayrıcalıkları, Müslümanlığın yegâne sembolü ve göstergesi haline getirilmiştir. Bu kanıksanmış olgu ile Allah'ın vahyettiği son kitabı Kur'anın muhatabı olan Müslümanların yaşam tarzlarına, inançlarına baktığımız zaman, Hakk Din İslam'dan ziyade, sonradan uydurulmuş hadis ve rivayetlerle boğularak, Müslüman olmanın gerektirdiği birçok değer, kavram, ilke, kural önemsenmeyerek, adeta yok sayılmıştır. Mezhep, Tarikat ve Cemaat bölünmeleriyle, Ulemanın Kur'an dışında oluşturduğu icma, kıyas ve fetvalarla dinin temeline oturtturulmuş sadece namaz denilen ibadetle, Müslümanlığın en güzel bir şekilde yaşandığı zannedilmektedir. Bu bağlamda Kur'anın asıl hedefi olan insanlık ve ahlâki değerlerine bakılmaksızın Cami'ye gittiği, namaz kıldığı görülenlere, bazıları riyakâr da olsa kesinlikle Müslüman, görünürde Camiye gitmeyenlere ise kâfir gözüyle bakılabilmektedir. Oysa Kur'anın İslamı sadece namaz dini, Peygamberimiz de namaz kıldırma memuru değildir. Biz de bu yazımızda, Müslüman toplumlarınca yerine getirilen, bu kadar ön plana çıkarılarak eda edilen ve dinin temeli olarak görülen namaz ritüelinin gerçekte ne olduğuna Kur'an doğrularıyla bakmaya çalışacağız.
Elbette ki geleneklere bağlı kulaktan dolma hadis ve rivayetlerle değil, öncelikle kendi dilinde anlayarak okuyup Kur'anı bilen, hükümlerine uyan insan, kendisini yaratan, önüne sayısız nimetleri seren, çok merhamet eden, koruyup kollayan ve yaşatan olarak inandığı Allah’ına, Kur'andaki İslam yaşamının bütünlüğü içerisinde kulluğunu göstermek, acizliğini ifade ederek, O’nu her türlü noksanlıklardan uzak tutarak güzel isimleriyle tesbih etmek / yüceltmek, gönlünü açıp kusurlarından dolayı af ve yardım dilemek gibi nedenlerle fıtri olarak Rabbi Allah ile iletişime geçmek zorundadır. Bu iletişim ise, Mümin Sûresinin 60. ayetinde " Ve sizin Rabbiniz “ Bana yalvarın, üdûnî / dua edin ki size karşılık vereyim..........dedi " ifadeleriyle belirtildiği gibi, şüphesiz yalnız Allah’a yönelmek, O’na yakarmak, niyaz etmek olan Dua yolu ile gerçekleşir. Bu ise bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu bildiren Yüce Rabbimiz Allah'la doğrudan ve bire bir konuşmaktır. Hakk Dinin ana ve yegâne kaynağı olan yüce kitabımız Kur’anımızda, konusu dua olan, dua sözünün bizzat kullanıldığı ve tüm insanlara yönelik olan 200 civarındaki ayette aslında bu iletişimden / namazdan söz edilmekte, hem yüce Allah’ın “ Rabb " sıfatı / programcılığı, yöneticiliği ön plana çıkarılmış, hem de dua etmenin adabı, gereği, usulü açıklanmış olmaktadır.
Rabbimiz bu ayetlerle Kendisine yapılacak niyazı dil, beden, gönül üçlüsü ile yapılmasını istemektedir. Müslümanlıkta bu tarz yapılan dua ve niyaz, toplumlarda namaz kılmak inancıyla yerleşmiş bulunmaktadır. Oysa Kur’anımızda doğrudan doğruya namaz diye bir sözcük yer almamaktadır. Buna rağmen her şeyi yanlış anlamaya meyilli olan Ehli Sünnet inancında olanlar, bu gerçeği hatırlatanlara karşı hemen bu ifadeyi saptırmakta " Kur'andaki namazın yok sayılarak inkâr edildiği " iddiasını ortaya atmaktadırlar. Kendileri de Kur’anın Türkçeye çevrilmiş meallerinin neredeyse tamamına yakınında, asıl anlamı zihni yönden eğitimin öğretimin, maddi yönden ihtiyaçtan fazla olan malın, emeğin, paranın, destekleşme adına paylaşılması, yardımlaşma, dayanışma, Allah'tan yardım istemek / dua etmek, Hakk Dinin bütün ayrıntılarına arka çıkmak gibi çok kapsamlı olan " Salat " sözcüğünü ise, maalesef eski klasik tefsirciler ve Ulema görüşleriyle sadece " Namaz " kılma anlayışına dönüştürerek, kavramı da dar bir çerçeveye oturtmuşlardır. Bu nedenle Kur'anın dışında ehli sünnete göre uydurulan hadis ve rivayetlerle Müslümanlar, mutlaka Arapça Kur'an ayetleri okunarak kılınması gereken namazı, salat diye şekli bir ritüelle ayrı yapıda bir ibadet, duayı da namazın dışında ayrı bir ibadet olarak görmektedirler.
Oysa Enam Sûresinin 162. ayetinde " De ki : “ Benim salatım / paylaşma, destekleşme, yardımlaşma, dayanışma ve dine arka çıkma adına yaptıklarım, kulluğum, nüsukum / her türlü şekli ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan alemlerin Rabbi Allah içindir. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi Rabbimiz Salat ile ritüelleşmiş namaz ibadetini nüsuk diye birbirinden ayrı tutmuştur. Nüsuk : İbadetle, kullukla, taatla Allah’a yaklaştıran ve özellikle Allah'la kul arasında olan ritüelleştirilmiş, şekli olarak yapılan her şey demektir. Hakk Dinin yapılmasını emrettiği ve yapılmasını yasakladığı şeylerdir. Sözcüğün çoğulu da Menasik’tir. Arap dil kurallarına göre " Mensek " ve " Minsek " sözcükleri de " Nüsük yolu " ibadetlerin yapılma şekli demektir. ( Kur'ana Göre İbadet Nedir ? başlıklı yazımıza bakabilirsiniz ) Ama bunlara rağmen Kur'an çerçevesinde salat kavramının sadece namaz olmadığını hatırlatanlara, bu yanlışlara inandırılmış olanlar, kendileri Kur'anı anlamak üzere hiç okumadıkları halde, hemen hemen her zeminde " Bu güne kadar yüzlerce yıldır bir çok Alim gelmiş, onlar bilmemişler de siz mi doğruyu biliyorsunuz " gibi karşı savunması ile reddiyesine geçmektedirler.
Özellikle Bakara Sûresinin 125. ayetinde " Ve Biz bir zaman bu Beyt'i / Evi, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamından / tevhit öğretisinden kendinize bir musalla / Salatın gerçekleştirileceği yer edinin.." ifadelerinde görüldüğü gibi ayetin orijinalindeki musalla sözcüğü, aslında salatın, / toplanmanın, destekleşmenin, dini eğitim ve öğretiminin, mali yönden paylaşmanın, sosyal desteklerin, aktivitelerin yapılacağı yerdir. Ne var ki bir takım yöneticilerin baskı ve menfaatleri nedeniyle ölümünden sonra, Resulullah'ın uygulamaları değiştirilmiş, salat kavramının içi boşaltılmış, musalla ve mescitlerde salat uygulamaları yok edilmiş, sadece adına namaz denilen bir ritüel icra edilir olmuş, böylece salat sözcüğü de çoğunlukla ve genellikle literatüre ve Kur'an çevirilerine bize göre doğru olmadığı halde namaz diye geçirilmiştir. Bunun sonucunda da Ahzab Sûresinin 43. ve 56. ayetlerinde de yer alan salat sözcüğü ile Allah’a namaz kıldırır durumuna düşmemek için, farklı anlam değişikliğine gitmek zorunda kalmışlar, buna rağmen çelişkiden kurtulamamışlardır. Aslında bu ayetlerde peygambere salavat getirin diye bir emir olmadığı halde, 1400 yıldır maalesef bu kavram yanlışlığı sadece lafla ( Muhammed'e destek ve selam olsun deme ) " Allahümme salli ala Muhammedin ve ala... " diyerek salavat getirme uygulamasına dönüştürülmüş, bir çok Kur'an ayetinin uyarılarının aksine Peygamber şefaatine ve olmayan Cennet hurilerine kavuşmanın ön şartı olarak inançlara yerleştirilmiştir. Bugün hala Camilerde kılınan toplu namazlar esnasında da ısrarla bu yanlış ve içi boş anlayış sürdürülmektedir. ( Salavat getirme yanlışı ile ilgili geniş bilgiyi " Kur'anda Salat Gerçekten Namaz mıdır ? " başlıklı makalemizde bulabilirsiniz )
Kur'anda doğrudan doğruya yer almayan Namaz sözcüğü, bize orta Asya’dan göç yolları ile Hintçeden, İran üzerinden, Farsçadan, İran'daki Mecusi / ateşe tapan Perslerin dilinden, Selçuk imparatorluğu döneminde Peygamberimizin vefatından neredeyse altı yüz yıl sonra Türkçeye geçmiştir. Sözcüğün güneşe tapan İran Mecusilerinde Farsçadaki ilk anlamı, " ateş önünde eğilerek saygı ile istemek, yalvarmak " demektir. Sanskritçede " saygı sunmak " olan " nam " kökünden gelen " namaste " sözcüğünün Farsçaya geçmiş halidir. Özünde dua anlamına gelmektedir. Kur’an, Peygamberimize nazil olmadan önce, namaz sözcüğünün gereği olan ibadet şekli, İbrahim peygamberden bu yana daha önceki bütün Peygamberler zamanında da, Mekke'deki müşrik Araplar tarafından da, İran Zerdüştleri ( güneşe, ateşe tapanlar ) tarafından da uygulanıyordu. Uygulanan bu namaz ibadeti, günümüzde biz Müslümanlarca uygulanan namaz ile de çok büyük bir benzerlik gösteriyordu. Ne tesadüftür ki İran'daki Zerdüştler de beş vakitte namaza yönelmekte, önce elini yüzünü ayaklarını yıkamakta, erkek başına takke geçirmekte, kadın başını örtmekte, güneşe dönerek dua etmektedirler. ( Kaynak : Zerdüşt sitesinde namaz 61 ) Yine ne tesadüftür ki namazın vakitlerini, rükûnlarını sünnet ve vaciplerini belirleyen uydurma hadislerin toplayıcısı, bazılarını da sahih diye ayıklayıcısı, namazın farz, vacip ve sünnetlerinin belirlendiği ve uyulması gerekenlerin, neredeyse bütün ayrıntıların, gelenek olarak yerleşmesinin müsebbibi olan İmam Buhari ve öğrencileri ile o dönemin diğer hadis toplayıcıları da o zaman diliminde güneşe tapan Zerdüştlüğün yaygın olduğu İran'daki Pers asıllıdır.
Kur'anda o şekilde olmadığı halde peygamber, oruç, abdest gibi daha birçok sözcük bize Farsçadan geçtiğinden ve bugün namaz diye bildiğimiz ibadet şekli, Arap dilinde ve Kur’anda Araf Sûresinin 55. ayetinde " Ud’u Rabbekum tezarru’an ve hufyeten, innehu la yuhibbul mu’tediyn. " ( Rabbinize alçala alçala tevazu üstüne tevazu göstererek ve gizlice, açıkça göstererek dua edin. / namaz kılın. Kesinlikle O haddi aşanları sevmez. ) denilerek emir kipi ile ( tazarrulu dua ) ifadesiyle yer almaktadır. Ayetteki tazarruen ifadesi, zillet üstüne zillet / alçala alçala, adeta hiçsizliğinizin, güçsüzlüğünüzün, basitliğinizin, muhtaçlığınızın bilincinde olarak tevazu göstermek demektir. Peygamberimizin Mekke'den hicretinden kısa bir süre sonra Kur’anda bu ayetle namaz ritüeli, Medine'de emredilmiş, farz kılınmıştır. Bu ayet, Kur’anda daha önce geçen bütün dua sözcüğünün geçtiği ayetlerin tefsiri konumundadır. Bu nedenle namaz tek bir ayette geçiyor demek doğru değildir. Kur’anda dua sözcüğünün geçtiği bütün ayetler toplumumuzun namaz diye bildiği ibadetten bahsetmektedir. Buna göre namazda Rabbimizin huzurunda dua anında sürekli bir alçalma sergilenmeli, kul, saygılı bir şekilde durarak tazim ve tekbir ile Allah’ı yücelterek, bel bükerek, yere kapanıp boyun eğerek içtenlikle Rabbi'ne yalvarmalıdır. Bu sürekli alçalış şekli, her birinin ayrı ayrı derin, kapsamlı ayrıntıları, hedefleri olan Kur'anda, kıyam, rükû, secde gibi kavramlarla çeşitli ayetlerde örneğin Araf Sûresinin 205. ayetinde de " Ve her zaman kendi içinden korkarak ve alçala alçala yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma. " diye tarif edilmekte, namaz demek olan " Tazarrulu Dua " kavramını nasıl anladıysalar, Peygamberimiz ve sahabe de namazlarını öyle kılmışlardır.
Fakat Peygamberimizin vefatından sonra, hele Emevi devletinin hüküm sürdüğü ve Kerbelâ olayı ile Peygamberimizin torunu Hüseyin'in ve yakınlarının hunharca şehit edilmelerinin ardından, Kur'anın İslam'ı ne yazıktır ki doğduğu bu topraklara gömülmüştür. Kur'anın bir çok ayette bölünmeyin, ayrı ayrı gruplar oluşturmayın uyarılarına rağmen, Müslümanlar Ehli Beyt ve Ehli Sünnet olarak bölünmeye başlamış, ortaya çıkan zulmü, kargaşa ve tepkileri etkisiz hale getirebilmek için de özellikle o günün muktedirleri olan Emevi Halifeleri tarafından Sünni Müslümanlık anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde namaz, uydurulan rivayetlerle abartılarak olması gerektiğinden farklı bir konuma getirilmiş, " Müslümanlığın ilk şartı sayılıp Dinin temeline oturtularak dinin direğidir, öldükten sonra kabirde de, hesap gününde de ilk sorgu namazdan olacaktır oyunu kurgulanmış, " Namaz kılmayanlar için kabirde başlayarak Cehennemde de azap edilecektir, kılınmayan namazlar kızgın bir seccade üzerinde kıldırılacaktır denilerek, insanlar korkutulmuştur. Dünya yaşamında ise uydurulmuş hadislere dayandırılarak, Allah için değil de sanki namaz onlar için kılınacakmış gibi * Ehli Sünnetin bazı Şeriatçı Cemaat imamlarına göre namaz kılmayanlar kırbaçlanır. * Bazı Cemaatlerine göre hapse atılır, * Bazı Cemaatlerine göre de öldürülür hükmü verilmiştir. Kâfir ile mümin arasında sadece namaz vardır denilmiş, Fıkıh kitaplarının büyük bir bölümünde de farzı, sünneti, vacibi, vakitleri, türleri gibi namazın en ince ayrıntılarına varıncaya kadar Kur'anda olmadığı halde Allah'ın yerine binlerce hüküm oluşturulmuştur. Aslında Kur'anın ön plana çıkartarak önerdiği okumak, öğrenmek, güzel ahlâk da dahil, diğer ibadet ayrıntılarının tümü neredeyse yok sayılmış, önemsenmemiş, Kur'anın İslam'ına verilebilecek en büyük zarar da verilmiştir. Bu bağlamda Kur’an dışında Ulema tarafından yazılmış olan ciltler dolusu Fıkıh kitaplarında ;
Namaza başlamadan önceki şartlar : 1. Hadesden taharet ( hükmi pislikten temizlik ) 2. Necasetten ( hakiki pislikten ) taharet 3. Avret sayılan bölgeleri örtmek 4. Kıbleye dönmek 5. Her namazı kendi vaktinde kılmak.
Namazdaki şartlar 1. Niyet 2. Başlangıç tekbiri 3. Namaza ayakta başlamak 4. Kur'andan mutlaka bir parça okumak 5. Rükû 6. Secde ( yere kapanarak alnı yere koymak ) 7. Son oturuşta ( Kadede ) tahiyyat okuyacak kadar durmak.
Gibi sınıflandırması yapılarak sanki Allah, mubin / apaçık ve mufassal / eksiksiz dediği Kur'anı yetersiz ve eksik bırakmış gibi şirke girdiklerinin bile farkında olmadıkları halde Kur'an yetmez, Kur'anda bunları bulamazsınız, Kur'andan din öğrenilmez denilerek, Kur'anın da önüne geçirilerek, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin icma, içtihat ve fetvalarla oluşturduğu, üstelik de birbiri ile çelişkili, tutarsız olan yüzlerce hadis ile Allah'ın bize şart koşmadığı birçok kısıtlama ve zorlama, namazın olmazsa olmazı haline getirilmiş, Allah'ın " Hüvel Hayyul ve Kayyûm " olduğu unutulmuş, zamanında kılınması gereken keraat vakitlerine bağlanmış, farz, sünnet, vacip ve nafile diye kısımlara ayrılmış, müstehap vakitler, haram vakitler ihdas edilmiş, namaz ile ilgili pek çok şart yer almış, bunlardan birinin eksik olması halinde namazın kabul olamayacağı belirtilmiş, Allah'ın yerine hükümler konulmuştur. Halbuki Hakk Din İslam'da içtihat olmaz. Kur'an ne diyorsa odur. Bu nedenle Kur'anda Bakara Sûresinin 256. ayetinde " Dinde zorlamak / tiksindirmek yoktur. " uyarısının bulunmasına, Müminun Sûresinin 62. ayetinde “ Ve Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile, kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. “ ifadelerine rağmen, aksi anlayışlar hakim kılınmış, namaz ibadeti adeta zorlaştırılmış, gece gündüz değişik zamanlarda, değişik isim ve vakitlerdeki namaz ilaveleriyle zamlandırılmış, anlaşılmadığı halde sadece Arapça bazı ayet ve sûrelerin okunması gereken bir yapıya dönüştürülmüş, ulaşılamaz bir ritüeller topluluğu haline getirilmiştir.
Kur’ana göre olması gereken namaz ise, Rabbimizin huzurunda sadece O'na yönelerek, isim ve sıfatlarıyla tesbih ederek yüceltip, O’nu bütün karalamalardan arındırarak tazim ve tevazu ile alçala alçala, önünde kıyam ederek, bel büküp eğilerek, secde ile yere kapanarak, boyun bükerek, aczimizi göstererek, ister gündüz veya ister gece vakitlerinde istediğimiz ve hazır olduğumuz zamanda gönlümüzü açarak, niyaz ile kendi dilimizden ne istediğimizin, ne dediğimizin bilinci ile konuşmak, bilinçli olarak yakarmak olan bir duadır.
Nisa Sûresinin 43. ayetinde " Ne söylediğinizi bilinceye kadar salata / toplum içine çıkmaya / namaza yaklaşmayın. " denildiği gibi " Kur'anın İslamındaki dua / namaz için engel olarak tek bir şey vardır, o da bilinçsizliktir. ( Aklın örtülmüş olduğu sarhoşluk, ağızdan çıkanların ve de söylenenlerin ne olduğunun bilinmemesi, cünupluk, uyuşukluk, unutkanlık, baygınlık, delilik halidir ) Bu bakımdan Namaz : Kişinin huşu ile / Bedeniyle gösterdiği tevazu ile bakışın yere çevrilmesi, gözün kısılması, sesin titremesi ve hudu / alçak gönüllülük ile yerine getirebileceği, kıyam, rükû, secde ile anlamlarını bilerek ve düşünerek yaptıklarının yanında asıl olarak, zihnen ve bütün benliği ile hazır olarak yapması, sadece Allah'la kul arasında olması gereken dua etme ve bu esnada kendi diliyle Allah'la konuşma şeklindeki bir nüsuktur. Zihnen hazır olmadan bilinçsizce yapılan, ağızdan çıkanların, neler söylendiğinin bilinmediği, bugün sadece Arapça okumalarla icra edilen bir namazın doğru adrese gittiğini söyleyebilmek ne derece mümkündür, onu da Allah bilir.
Bakara Sûresinin 255. ayetinde " O, her an diridir, ayaktadır, iş ve oluşum içerisindedir, O'nu uyuklama tutmaz, zamandan münezzehtir.. .... " ifadeleriyle bildirildiği gibi Allah, açıkta ve gizli olanı da görür, zihindeki düşünceleri de bilir. Namazın sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı farzı, sünneti, nafile namazı diye kategorilere ayrılması, bu vakitlerin de belirtilerek ve ayrıntıları ile niyet etme şartının koşulması, Allah'ı hakkıyla tanımamak demektir. Ali İmran Sûresinin 190. ayetinde " Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde iken Allah'ı anan..... " ve Nisa Sûresinin 103. ayetinde de " Sonra salatı / eğitim ve öğretimi tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yanlarınız üzerinde iken anın. " ifadelerinde belirtildiği gibi, namazda Allah'ın mutlaka ayakta / kıyamda durma veya Camide sandalye üzerinde oturarak namaz kılınamaz gibi şartı yoktur. Her durumda ve gece gündüz her vakitte Rabbimiz, Kendisinin anılabileceğini bildirmektedir. Bunların yanı sıra İlmihal kitaplarında " Namazı bozan şeyler " başlığı altında yüze yakın davranışın namazı bozduğu ve bunlardan birisinin vuku bulması halinde sevi secde yapılarak namazın tamamlanabileceği, bozulmanın giderilebileceği belirtilmektedir. Bunların tümü namazı özünden uzaklaştırıp, ritüele ( Dini bir ibadet zannedilip benimsenen taklidi ve şekli davranışlara ) dönüştüren şeylerdir. Halbuki ilmihalciler dosdoğru namazın kılınmasını bu yolla sağlamayı önerirken, namaz kılanları bilakis sürekli bir korkunun içine sürüklemektedirler. Bu korku içerisinde de akılda ne Allah, ne niyaz, ne hudu ve huşû, ne de tazarru kalmamaktadır. Kur'anın İslamında ise namaz ya icra edilir, ya da icra edilmez. Bozulacak bir yapısı da yoktur. İcra edilebildiği zaman da kesinlikle bozulmaz. Sevi secde denilen saçma ve uydurma bir hareketle düzeltilmesi de gerekmez.
Namazda, bir kulun Rabbine nasıl dua edeceği, O’nunla neler konuşacağı, dua etmenin bütün adabını gösteren pek çok ayet, Kur’anımızda var iken, üstelik de insanın zaman zaman içine düşebileceği bir takım sıkıntılar, dertler ve çaresizlikler olabilmekte iken, Allah’a ne söyleyeceğim, O’nunla ne konuşacağım demek, Kur’ana yönelmemek, Kur’andaki dua ayetleri örneklerinden, uyarılarından habersiz olmak ve Kur’anı terk ederek başka kitapların eline düşmek demektir. Aslında namazda, bir kulun Rabbine nasıl dua edeceği, O’nunla neler konuşacağı belli kalıplara, standartlara sokulmamalıdır. Camilerde komutla ve imamın zaman ayarlaması ile yapılmamalıdır. Namazda dua da, Kur'an da okunmaz, dua edilir. Yüceltilen ve tesbih edilen, elin kalbe bağlandığı Allah’ın huzurunda yakarılır, dertler, sıkıntılar, istekler sıralanır, dile getirilir, yardım istenir. Eğer Mutlaka Kur'andan bir şeyler okunmak isteniyorsa da, o zaman dua niteliğindeki ayetler veya Sûreler seçilmeli, anlamları mutlaka bilinerek, düşünülerek okunmalıdır.
Bugün Camilerde toplu veya bireysel kılınan namazlarda, el bağlayıp, Allah'ın huzurunda divan durup boyun bükerek oluşturulan zillet zinciri ile ayakta durmaya kıyam denir. Namaz esnasındaki bu kıyam / ayakta duruş, aslında yalnızca bir şekil değildir. Bu duruşun " Allah'tan başka hiç kimsenin huzurunda böyle durulmayacağının ilanı " ve " Bütün dünya düşüncelerinden sıyrılmanın, önemsememenin gösterilmesi " olmak üzere iki yönü bulunur. Cinn Sûresinin 19. ayetinde " Ve şu bir gerçek ki Allah'ın kulu / peygamber O'na çağırarak ayaklandığı / harekete geçtiği zaman o yabancılardan bir grup onun çevresinde neredeyse kenetlenecekler. " ifadesinde ayetin orijinalinde öznesi olan " kame " fiili kalkmak demektir. Namazda ise Kıyam etme, " haksızlığa baş kaldırma " anlamındadır. Gerçekte peygamberimiz de ayetteki bu sözcüğün anlamı gereği olarak baş kaldırmış ve Kâbe'yi, İbrahim peygamber gibi haksızlığa karşı baş kaldırma merkezi yapmıştır. Kıyamda tekbir getirilerek Allah'ın tesbih edilmesinin ardından gelenekselleştirilmiş olarak ayakta iken en mükemmel bir dua olan Fatiha Sûresi anlamı bilinerek ve düşünülerek okunur. Buhari Muhtasarı sa. 270 deki hadiste " Resulullah, Hz. Ebu Bekir ve Ömer r.a. namaza Fatiha Sûresi ile başlarlardı. " 274. sahifedeki hadiste " Kur'anın ilk Sûresi Fatihatü'l Kitabı okumayanın namazı kabul olmaz. " denilmekte, bunlara bağlı olarak da ilmihal ve Fıkıh kitaplarınca şart koşulmuş olduğundan dolayı, bizde anlamı ve işlevi bilinmese de Fatiha Sûresi genellikle Arapça okunmaktadır. Her rekâtta Fatiha sûresi okunmalıdır diyen Cemaatler, okunmasa da olur, bir besmele ile dahi namaz kılınabilir diyen Fakih ve Cemaatler de bulunmaktadır. Namazda Fatiha Sûresinin okunması iyi ama ! Oysa bu Sûreyi Arapça okuyanların, Sûre içindeki ayetlerle bize verilen öğütlerin, uyarıların ve Allah'la yapılan sözleşmelerin anlamlarını da bilmeleri ve okuma esnasında düşüncelerinden geçirmeleri, hayatın her anında akılda tutmaları gerekmez midir ? Çoğunlukla Kur'andan değil, hadis ve rivayetlerden beslenen imamların da en önemli olan bu ayrıntıyı gündeme getirdiği de pek görülememektedir.
Fıkıh kitaplarında namazın şartı diye bildirilmiş olduğundan, Buhari Muhtasarı 276. sahifesindeki hadislerin birinde " Resulullah namazlarının birinde Tin Sûresini, bir başka hadiste İnşikak Sûresini, bir başka hadiste Tur Sûresini, bazı namazlarında da çok uzun Sûreleri okurdu. " denilerek yapılan yönlendirme ve dayatmalarla Fatiha Sûresinin ardından Müslümanlar da çoğunlukla Kur’andan bir kaç ayet veya kısa namaz Sûreleri denilen ayetleri okumaktadır. Bu Sûreler anlamları bilinmese, diller dönmese ve sesler tam olarak tutturulamasa da, Allah’a nelerin söylendiğinin farkında olunmasa da, Arapça olarak okunmakta, aslında namaz kavramıyla bir bütünlük sağlanamamaktadır. Bazı Tarikatlar, bu namaz Sûrelerinin dua içerikli olmamasına rağmen, mutlaka Osman Mushafındaki Kur'anın sıralamasına göre okunması gerektiğini şart olarak koşmaktadır. Bu şekildeki uygulama ile namaz da, aslında dua olmaktan, yakarmaktan çıkarılmakta, sanki yüce Rabbimiz Allah, kendi indirdiği ayetlerini bilmiyormuş gibi, küfre de girilebileceği düşünülmeden gerisin geriye O'na yöneltilmiş ayetlerle din dersine dönüştürülmektedir. Yoksa namaz ibadeti, gerçekten Kur'an ayetlerini, öğütlerini, hükümlerini gerisin geriye okumak ve Kur'an ayetleriyle yapılan uyarılara rağmen aksine, Allah'a öğütlerle Kendi dinini öğretmeye çalışmak mıdır ? Üstelik de söz konusu bu namaz sûreleri, peygamberimize bu sırada indirilmemiştir. Hadi buyurun bakalım, namazda zammı Sûre diye Fatiha Sûresinin ardından " Tebbet ya da ebi Lehebin ve tebbe " diyerek " Allah'ın huzurunda " Ebu Leheb'e beddua ettiğinizi bildirin ! Kâfirun Sûresini okuyarak " Ey Kâfirler Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim " dedirterek Allah'a başka bir ilâha ibadet ettirin. Aslında önce yüceltme ve tesbih ile Allah'la konuşarak dua etmek, yakarmak olmasına rağmen, peki bu şekildeki namaz uygulamasının mantığını, Kur'ana, akla uygun dayanağını ve tutarlı bir nedenini açıklayanları hiç görebiliyor muyuz ?
Kur’anı namazın dışındaki zamanlarda birkaç sahife okumak ( kıraat etmek ) öğrenmek, öğretmek, düşünmek, anlamak, öğüt almak zaten her mümin’in her gün veya sık sık yapması gereken zorunlu bir görevidir. Fakat namaz içerisinde Allah’ın huzurunda iken, Allah'a bize yönelttiği ayetlerini, öğütlerini, hükümlerini gerisin geriye namaz Sûresi diye Arapça okumak ise Hücurat Sûresinin 16. ayetinde " Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz ? " diye sorulduğu halde huzurunda hepsi birer uyarı ve öğüt olan ayetleri okuyarak O'na öğütlerle Kendi dinini öğretmeye çalışmak anlamına gelir. Bu şekildeki bir uygulama ise Allah’ın bize yönelttiği uyarıları gerisin geriye bizim O’na yöneltmemiz gibi, yanlış ve tehlikeli bir durumu oluşturmaktadır. Bu nedenle namazda gerek imamlar, gerekse de insanlar özellikle Kur'andaki dua formunda ayetleri okumalı veya kendi dillerinden yakarmalıdırlar.
Namazdaki kıyam / ayakta dikilme dualarının ardından Rükû / Belin bükülerek eğilmesi işlemine geçilir. Rükû denilince de çoğunlukla Müslümanların aklına sadece " namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi " gelmektedir. Klasik eserlerde de ayette geçen rükû'dan maksadın " namazın tamamı " olduğunun kastedildiği şeklinde aslında yanlış olarak kabul edilmekte, ayetlerde yer alan " rükû edin " ifadesine de " namaz kılın " şeklinde anlam verilmekte ve gerçek mesajından saptırılmaktadır. Oysa Mürselat Sûresinin 48. ayetinde " Onlara rükû edin / Allah'a ortak koşmayın denildiği zaman rükû etmezler / Allah’a ortak koşmaktan uzak durmazlar. " şeklinde olması gerekir. Çünkü Mekke müşrikleri de peygamberimizden önce namaz kılmakta idiler. Zaten namaz kılmakta olan insanlara da " namaz kılın " demenin bir anlamı da olmasa gerektir. Rükû sözcüğü için Lisan'ül Arab sözlüğünde * Eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, putlara tapmayıp sadece Alah'a boyun eğmek " gibi anlamların yanı sıra daha bir çok anlamı da yer almaktadır. Namazda anlamları da bilinerek ve düşünülerek uygulanan rükû eğilmesinin ardından da yine anlamı bilinerek ve düşünülerek secde'ye geçilir.
Secde sözcüğü, teslim olma, boyun eğme anlamında olmakla beraber, " Devenin sahibi üstüne çıkması için boynunu kösmesi / eğmesi, meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi " anlamlarından çıkmıştır. Bütün bunların sonucunda secde sözcüğünün " kişinin bilinçli olarak bir başkasına / kendinden daha güçlü olduğunu kabul ederek teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesinin dışına çıkmaması " anlamlarına geldiğini göstermektedir. Kur'anda defalarca yer alan " meleklerin Adem'e secde etmesi, doğa olaylarının, canlı ve cansız varlıkların secde etmeleri hep bu anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla secde sözcüğünde " yere kapanma " veya doğrudan doğruya " namaz kılma " gibi bir anlam yoktur. Arapça'da yere kapanmak eylemi " harur " sözcüğü ile ifade edilir. Secde sözcüğü bu sözcükle birleştirilerek " harru sücceden " şeklinde yer alırsa o zaman " teslim olarak, boyun bükerek yere kapanmak " anlamına dönüşür. Dolayısıyla Müslümanların namazda yere kapanmalarının nedeni, Allah'a bağlılığın ve teslimiyetin dışa vurulması niyeti, bu şekilde sembolik olarak ifade edilir.
Peygamberimiz, Medine'ye Hicretinden sonra bilhassa Cuma günleri yapılan toplantılarda, anlamı doğrudan doğruya namaz demek olmayan Salat kavramını tüm yönleriyle birlikte aynı anda gerçekleştirir, topluluğa, önce kendisine en son vahyedilen ayetleri okuyarak tebliğ eder, onlarla Kur’anın eğitim öğretim çalışmasını yapar, daha sonra etrafında toplanmış olan Müslümanların maddi ve manevi sıkıntıları görüşülür, dayanışma, paylaşma ve destekleşme faaliyetleri karara bağlanır, yukarıda Nisa Sûresinin 103. ayetinde değindiğimiz gibi, ardından topluca namaza ve duaya geçilirdi. Bundan dolayı da ezanla birlikte salat davetini duyan Müslümanlar, ihtiyacından fazla malını, eşyasını, parasını gönül rızası ile yanında getirir, hazırlıklı gelir, Mescide teslim ederdi. Bu esnada ihtiyacı olanların ihtiyacı hemen orada giderilirdi. Peygamberimizden sonra 4 Halife döneminde de sürdürülen bu uygulama, Emeviler döneminde zamanla Salatın eğitim ve destekleşme yönünün Mescitlerden kaldırılması, yok edilmesi ve unutulması neticesinde salat kavramı, sadece namaz kılmaya indirgendi ve Kur’an okumak namazın içine yerleştirildi. ( Kur'anda Salat Namaz mıdır ? başlıklı yazımızda Salat ile ilgili geniş bilgi bulabilirsiniz ) bu tür bir uygulamaya Müzzemmil Sûresinin 20. ayeti de malzeme olarak gösterildi. Belki de bu nedenledir ki, Müslümümanlarca Kur'an namazın dışında hemen hemen hiç okunmaz.
MÜZZEMMİL 20 : Hiç kuşkun olmasın Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını, üçte birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyledir. Allah geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin bu işi kolaylıkla yapamayacağınızı bildi de sizin için bu görevi hafifletti. O halde Kur’andan kolay geleni okuyun / öğrenin - öğretin. Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah’ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O halde ondan kolay geleni okuyun / öğrenin - öğretin. Salatı ayakta tutun, zekâtı verin. Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin. Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin ! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok merhamet edicidir.
Ayette yer alan Arapça “ qıraat ” sözcüğü genellikle okumak diye çevrilir. Bu sözcük aslında aynı zamanda “ toparlayıp dağıtmak “ öğrenip öğretmek anlamına da gelmektedir. Bu ayetten anlaşılmaktadır ki gecenin bir vakti ayakta olan ve Peygamberimizin bu okuyup öğrenme ve öğretme çalışmasına katılan başkaları da bulunmaktadır. Peygamberimiz kendisine vahyedilen ayetleri onlara da okuyup öğretmektedir. Üstelik de bazı ayetler de müteşabihtir. O zamanın bilgileri ile öncelikli karşılığının ne ve hangisinin olduğu tam olarak anlaşılamayacak, tevili de doğru yapılamayacak birden fazla anlamı olan mecazi anlatımlı ayetlerdir. Bazı ayetler de hemen kolayca anlaşılabilecek muhkem denilen ayetlerdir. İşte bundan dolayı, bu ayette herkesin imkânları nispetinde, kapasiteleri ölçüsünde Kur’andan kolayına geleni ve anlayarak bildiklerini okuyup öğrenmeleri, başkalarına da öğretmeleri istenmektedir. Ayette iki kez geçen “ O halde Kur’andan kolayınıza geleni okuyun “ ifadesinin namazla bir ilgisi yoktur. Ama buna rağmen önce Diyanet çevirilerinde olduğu gibi bir çok müfessirin ayetteki salat sözcüğünü " namaz " diye kabul edip " Namazı dosdoğru kılın " şeklinde meallendirmesinden dolayı insanlar namaz içinde okunacak sûrelere yönlendirilmişlerdir. Oysa burada herkes kendi uğraşı alanına göre, kapasitesi ölçüsünde Kur'andan kendisine lazım olanı alacaktır, Kur'anın tamamını anlamak, öğrenmek ve başkalarına öğretmekle yükümlü değildir. Bu nedenle de tembellik gösterip, ben Kur'andan hiç bir şey anlamıyorum diye Kur'andan uzak durulması doğru değildir. Kur'anda mutlaka herkesin kendi yaşam tarzı, çalışma ve iş alanı ile ilgili anlayabileceği öğrenip öğüt alabileceği bir şeyler vardır.
Buna rağmen Peygamberimizin vefatından sonra ona atfedilen uydurma hadis ve rivayetlerle, İslam'da içtihat olmamasına rağmen, mezhep imamlarının içtihatları, Ulemanın kıyas ve icması ile Kur’an ayetlerinin birkaçının veya kısa sûrelerin, zammı sûre adı altında namaz içerisinde okutulması, üstelik sonradan hazırlanmış Kur'anın Osman Mushafındaki sûre tertibin gözetilmesi zorunluluğu gelenek haline getirilmiş, namazın olmazsa olmazı şartına dönüştürülmüştür. Bu öğreti ve dayatmalarla yüzyıllardır insanlarımız namazlarında, Fatiha duasının ardından kıyamda birinci rekâtta Ulema tarafından belirlenmiş olan zammı sûrelerden birini Arapça okur, ikinci rekâtta da sırasına dikkat eder. Okur amma zar zor ezberlediği bu Arapça Sûre ile önünde tazim ile eğildiği Rabbine ne söylediğinin, zaman zaman da nasıl küfre girdiğinin farkında bile değildir. Ne söylediğini de hiç merak etmez, anlamını da öğrenmeyi bir türlü istemez. Kendisini de buna yönlendirecek bir din görevlisini görebilseydik herhalde durum bu kadar da vahim olmazdı.
Doğrudan doğruya okunan zammı Sûrelerin anlamlarına baktığımız zaman, namaz esnasında önünde tazim ile eğildiğimiz Rabbimize, O'nun bize yönelttiği uyarıları aynen gerisin geriye bizim O'na yönelttiğimiz, uyarılarda bulunduğumuz, değişik konularda bilgiler aktardığımız gibi garip ve tehlikeli bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa akıl kullanılıp düşünüldüğü zaman ; Rabbimiz Kur’an ayetlerini bilmiyor mu ? O esnada biz O’na dinimizi mi öğretmek istiyoruz ? Okuduğumuz Arapça ayetlerle O’nu uyarmak, O’na öğüt vermek mi istiyoruz ? Asıl amacımız O’nu yücelterek, tesbih ederek, O’na yalvarmak gönlümüzü açmak, O’nunla konuşmak, isteklerimizi dile getirmek, yardım istemek değil midir ? Allah’ın bizim hiç bir şey anlamadan, düşünmeden Arapça okuyacağımız Kur’an ayetlerine ihtiyacı var mıdır ? Bu ayetlerle Allah Kendisini mi düzeltecektir ? Kur’an zaten Allah’ın kitabı değil midir ? İçindeki öğüt ve mesajları, uyarıları bize ileten O değil midir ? Namaz kılmaktaki amacımız nedir ? gibi sorular ister istemez insanın aklına gelmektedir. ( " Namaz Allah'la Konuşmaktır " başlıklı makalemizde bu gibi soruların açıklamalarını geniş olarak bulabilirsiniz. ) Oysa Kur'anda bir çok ayetle bize bildirilen dua örnekleri bulunmaktadır. Eğer namazda Fatiha Sûresinden sonra mutlaka Arapça bir şeyler okunmak isteniyorsa, Kur'andaki dua örneği ayetlerin seçilerek, anlamlarının da akıldan geçirilerek okunması daha yerinde bir uygulama olur.
Bugün Müslümanlara hadis ve rivayetlerle, verilen fetvalarla, fıkıh kitaplarında yer alan ayrıntılarla kıldırılan namazlarda farzdır, vaciptir, ön sünnettir, son sünnettir, nafiledir ayrıntıları ile zamlandırılan rekât sayıları ve kavramı bir hayli ön plandadır. Kur’anda doğrudan doğruya namaz şu kadar rekâttır diye bir hüküm ve ayrıntı yoktur. Ama Kur'anda her aradığınızı, abdesti, namazı, rekâtını bulamazsınız deyip, hadisleri Kur'anın önüne geçiren, onlarla yatıp kalkıp amel ettiğini söyleyen ehli sünnet Cemaatlerinin peşinden gittiği hadislere baktığımız zaman birçok değişik ve farklı görüşler yer almaktadır.
* Harise bin Vehb'in şöyle dediği nakledilmiştir. " Hz. Peygamber ( s.a.v. ) güven ortamının en zirvede olduğu dönemde bizlere Mina'da namazları iki rekât olarak kıldırdı. " Yine aynı sayfadaki bir başka hadiste * Abdurrahman bin Yezid'in şöyle dediği nakledilmiştir. " Hz. Osman bize Mina'da dört rekât namaz kıldırdı. Bu durum Abdullah bin Mesud'a arz edildi. Şikâyetler iletildi. Bunun üzerine ibni Mesud şaşkınlığını ve üzüntüsünü belirtti. Ardından da şöyle söyledi. " Ben Hz. Peygamber ile, ardından Hz. Ebu Bekir ve Ömer ile de Mina'da namazı 2 rekât kıldım. 4 rekât kılmaktansa kabul olunmuş iki rekâtlık namaz kılmak daha çok hoşuma gider. " ( Sahihi Buhari Muhtasarı sa. 342 ) örnekleriyle namazın rekâtı hakkında yapılan yönlendirmeleri görmekteyiz.
Peki o zaman sormak gerekir, Peygamber o kadar rahat bir ortamda dahi 2 rekât namaz kıldırdı ise, bugünkü namazın içtihatla ilave edilen 2 rekâtlık müekket sünnetle 4 rekât olması gerekliliği, vakit namazlarında ön sünnet, son sünnet ilaveleri ne zaman, neden ve kim tarafından oluşturulmuştur ? Bir çok müfessirin anlattıklarına göre Peygamberimiz, Mekke döneminde bütün namazlarını 2 rekât olarak kılmış ve daha sonra Medine döneminde ayrı zamanda kendisinin nafile olarak kıldığı 2 rekât müekked sünneti de ardına ilâve ederek 4 rekât kılmış ise, yine de bütün namazların 2 rekât olması gerekmez midir ? Çünkü zaten bu dört rekâtlık namazın son iki rekâtında da Fatihadan sonra zammı sûre okunmaz demektedirler. Neden !..
Araştırmacı, Tebyin ül Kur’an yazarı Hakkı Yılmaz, Namazın rekâtı olmaz, bunu niyazda bulunan kişiler o andaki psikolojik durumlarına göre tekbirden oturuşa ve selama kadar hudu, huşu, tazarru ile ve şekilciliğe düşmemek şartıyla, rekât bölünmesi olmadan istedikleri kadar bir süre uzatabilirler demektedir. Bazı yazarlar ve müfessirler Kur’andaki zorunluluk, savaş ve sıkıntılı anlardaki salatın / eğitim ve öğretimin, bilinçlenmenin aslında hiçbir zaman terkedilmemesi gerektiği mesajlarıyla nasıl yapılması gerektiğinin anlatıldığı Nisa Sûresinin 101. ve 102. ayetlerine dayandırarak sadece korku namazına atfederek namazın her vakitte iki rekât olduğunu söylemektedirler. Birçok Akademisyen ve İlâhiyatçı öğretim görevlileri ve Rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk Hoca da namazın bütün vakitlerde 2 rekât olduğunu, Peygamberimizin hiç bir vakitte iki rekât namazın dışında bir namazı mescide sokmayıp, sahabelere " gidin istediğiniz kadar nafile namazı evinizde kılın " dediğini belirtmektedir. Ama bütün bunlara rağmen Emeviler ve Abbasiler döneminde Peygamberimize atfedilen hadis ve rivayetlerle, Ulema icmalarıyla 2 rekât farz namazı 2 rekât da nafile namaz ilavesiyle 4 rekâta çıkarılmış, nafile namazların sayısı arttırılarak ön sünnet, son sünnet ilâveleriyle Namaz zamlandırılmış, nafile denilen bu ilave namazlar sünnet adı altındaki dayatmalarla camilerin içine bile sokulmuştur, gelenekleştirilmiştir. Sabah namazını 4, öğle namazını 10, ikindi namazını 8, yatsı namazını 13 rekâta çıkartarak, İslam'ın mabedine, Camilerin içine sokulup Müslümanlara dayatılması, şirkin ta kendisidir. Ardından da " Sünnet olmazsa namazın kaç rekât olduğunu nereden bileceğiz ? " inancı, namazda en öne geçen bir ibadet hükmü haline getirilmiştir. Bu inanç ta neredeyse bütün mezheplerin tam bir ittifakla kabul ettikleri, Şafii mezhebi Fıkhının ünlü imamlarından olan ve İmam Beyhaki Hazretleri ( 994 - 1066 İran ) dedikleri imamının Delail adlı eserindeki rivayetine dayandırılmıştır. Bu rivayete göre ;
* Ashabı Kiram'dan İmran bin Husayn dinleyenlere şefaatle ilgili bazı hadisleri nakleder. Orada bulunanlardan biri - Siz hadisler birdiriyorsunuz fakat biz bunlarla ilgili olarak Kur'anda her hangi bir şey bulamıyoruz. İmran bin Husayn - Sen Kur'anı okudun mu ? - Okudum. Kur'anda sabah namazının farzının 2, akşam namazının farzının 3, öğle ikindi, yatsı namazlarının farzlarının 4 rekât olduğuna rastladın mı ? - Hayır. Peki bunları kimden öğrendiniz ? - Ashabı kiramdan. - Biz de Resulullah'tan. diye konuşmaların değişik örneklerle zekâtın 40 ta bir, Kâbe'nin 7 defa tavaf edilmesi olduğu ayrıntılarıyla Peygamberden öğrenildiği ifadeleriyle devam etmesinin ardından, imam peki Allahü Teala'nın Kur'anda Haşr Sûresinde " Peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa da ondan kaçının " dediğini de gördünüz mü ? dedikten sonra imam " Sizin bilmediğiniz, bizim ise Resulullah'tan öğrendiğimiz daha pek çok şey vardır. " diyerek devam eder.
Böylece Ehli Sünnet ekolünce Peygamberin Sünneti inancına da bu rivayetle meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır. Halbuki Bu diyaloglarla nakledilen rivayetin içerisinde namaz, zekât, Kâbe'nin yedi defa tavafı, Peygamberin sünneti konularının neredeyse tamamının Kur'an ayetlerine aykırı, saptırma, pek çok tutarsız, yalan olduğu noktalar bulunmaktadır. Haşr Sûresinin 7. ayetinde ; " Allah'ın o kent halkından, Elçisine verdiği fey'ler / paylar / ganimetler / savaşmadan elde edilen gelirler, içinizden yalnız zenginler arasında gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine, göç eden fakirlere - ki onlar Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Allah ve Elçi'sine yardım ederler. İşte onlar doğruların ta kendileridir. - yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, azabı çok çetin olandır. " ifadeleriyle aslında pek çok ayrıntı ile değişik konulara dikkat çekilmekle beraber, Bedir savaşının ardından elde edilen ganimetin, katılan savaşçılara ekonomik durumlarına, sahip oldukları çocuklarının sayısına, aile yapılarına göre Peygamberin adaleti ve yetkisi dahilindeki yaptığı dağıtımına itiraz eden sahabelere " Elçi size neyi verdiyse onu hemen alın " diyerek çok ciddi bir uyarı yapılmaktadır. Fakat Ulema denilen birileri, bu bölümü paragraftan ayrı ele alarak çok kapsamlı bir hüküm olarak aktarmış, Peygambere hüküm oluşturma yetkisi verilerek, Peygamberin sünneti adı altında adeta Allah'a ortak etmişlerdir.
Halbuki Kalem Sûresinin 36 - 41. ayetlerinde " Sizin neyiniz var ? Nasıl hükmediyorsunuz ? 37 - 38 : Yoksa içinde ders aldığınız şeyler : " Siz bu alemde neyi beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak " garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi / kitabınız mı var ? 39 : Ya da size karşı kıyamet gününe kadar sürecek, " Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak " diye üzerimizde yeminler / taahhütler, üstlenmeler mi var ? 40 : Sor bakalım ahireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir ? 41 : Yoksa onların ortakları mı var ? O halde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler. " ifadeleriyle yapılan uyarılardan ve Kehf Sûresinin 26. ayetinde " Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez. " denildiği gibi peygamberin dahi Allah'ın ortağı olamayacağı din adına hüküm veremeyeceği uyarıları dikkatlerden kaçmaktadır veya hiç umursanmamaktadır. Bunlara rağmen yine de artık terk edilmesinden bugün korkulan Peygamber sünneti inancı, kökleşmiş bir ibadet ve gelenek haline getirilmiş, namazda asıl önemli olan riyaya girmemek, huşû ve hudû anlayışından uzaklaşılmıştır.
Oysa Peygamberimiz, Mekke döneminin çok sıkıntılı ve mücadeleli geçen zamanlarında dahi, namazı her vakitte ikişer rekât olarak ve sabah, öğle, akşam olmak üzere günde üç vakitte kıldırmıştır. Kendisi öğle ve akşam arasında ve akşamdan sonra da ilerleyen vakitlerde dörder rekât daha nafile namaz ilâveleriyle vakti beşe çıkarmıştır. Bazen öğle ile ikindi namazını, bazen de akşam ile yatsı namazını, öne ve arkaya alıp cem ederek ( birleştirerek ) farz namazlarını ikişer rekât olarak yine günde üç vakte indirerek kılmıştır. Farz namazlarının dışında nafile denilen hiç bir ( ilave ) namazı mescide sokmamıştır. Dolayısıyla kişi, kendi içinde bulunduğu ruh haline göre iki rekât namazından sonra istediği kadar ama dört rekât, ama on rekâtlık duası ile Allah’a yönelebileceği gibi, her yönelmesinde de hudû ve huşû içerisinde olabilmeyi hedeflemeli, riyadan ve şuursuzluktan sakınmalı, namazın ne olduğunu, niçin ve kimin için kıldığını bilmelidir. Hiç bir merci ve kimse de Müslümanların kılacağı namaza dayatmacı olmamalıdır. Namaz ile / Dua ile yardım sadece Allah'tan istenir veya istenmez. Ona göre karşılığı alınır veya alınmaz ! Bütün sonuçlar Allah katındandır.
Namaza başlanırken falanca vaktin farzına veya vaktin sünnetine diye ayrımlı niyetler, namazı Allah ve Peygamber arasında ikiye bölüştürmek anlamına gelir. Oysa bütün namazlar sadece Allah için kılınır. Peygamberin şefaati beklentisi ile vaktin sünneti diye niyet edilen ve kılınan namazlar şirktir. Peygamberimizi Allah’a ortak koşarak şirk tehlikesine düşmemek için kılınan bütün namazlara Allah rızası için namaza denilerek niyet edilmelidir. Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizler de. " denilen uyarı akıldan hiçbir zaman çıkarılmamalıdır.
Kur’anda Peygamberimizin, kendisine vahyedilen ayetlerin tebliğ edilebileceği, bu ayetlerin eğitim ve öğretiminin yapılabileceği, destekleşme, dayanışma, mali ve zihni yönden paylaşmanın, bütün bunların ardından namazla da birlikte toplu duaların yapılabileceği, bunun için bizzat toplanmanın yapılacağı vakitler, Mekke döneminde Hud Sûresinin 114. İsra Sûresinin 78. ayetlerinde salat vakitleri olarak belirtilmiştir. Daha sonra Taha Sûresinde Medine döneminde de Nur Sûresinin 58. Bakara Sûresinin 238. ayetleriyle bu vakitlerden söz edilmiştir. Pek çok tefsir ve meallerde salat kavramının pek çok ayrıntısı unutturulup sadece namaz olarak çevrilmesinden dolayı bu ayetlerdeki vakitler sadece namaz vakitleri olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Ancak Peygamberimiz bu ayetler doğrultusunda üç vakitte salat ederken ve üç vakitte namaz kıldırır iken, üstelik yukarıda yer verdiğimiz Müminun Sûresinin 62. ayetindeki ifadeler nezdinde yaşanması gereken din kolaylaştırıldığı halde, daha sonraları Ulemanın fetvaları, çeşitli yorum, hadis ve rivayetlere dayandırılarak salat kavramı sadece namaza indirgendiğinden, belirttiğimiz ayetlerdeki vakitler birleştirilerek namaz önce 5 vakte çıkarılmış ardından vitir, Kur'anda İsra Sûresinin 79. ayetinde Peygamberimize " Sadece sana mahsus olmak üzere " denildiği halde gece yarısı içinde teheccüt, ilâveleri ile 7 vakte çıkarılmış, daha sonra da Kuşluk, Duha, Kandil geceleri namazları, tesbih namazı, istihare namazı, hacet namazı, teravih namazı, şükür namazı, cenaze namazı gibi daha pek çok namazlar icat edilmiş ve dine sokulmuştur. Gece uykudan uyanıp kılınması iyi olur diye önerilen ve ihtiyari bırakılan Vitir namazı da gece bunlar kalkmazlar düşüncesiyle yatsı namazının arkasına eklenivermiştir.
Namazın, doğrudan doğruya 5 vakit olduğuna dair de Kur’anda kesin bir ayet yoktur. Değişik tefsircilerin ve yorumcuların, ayetlerde yer alan ve aslında peygamberin salatı yerine getirmesi için belirtilen zaman ifadelerini birleştirmeleri, bunun yanı sıra uydurma miraç olayındaki Allah ve Peygamber arasındaki pazarlıklardan sonra beş vakte indirilen namaz kabulünün sonucu bu kanaat ortaya çıkmakta ve bu kanaat de uydurma hadis, rivayet ve ulemanın verdiği fetvalarla desteklenmektedir. Yine araştırmacı ve dini eserler ve makaleler yazmış bulunan İlâhiyatçı Hakkı Yılmaz ise Allah’a yönelmenin, O’nu zikretmenin, namazla ulaşmanın vakti saati olmaz. Çünkü Allah, her an bizimledir, bizi görmekte ve işitmektedir. O, her an diridir, O’ nu uyuklamak tutmaz, O, Hayy dır, Kayyum dur. Kişi gece, gündüz, hazır olduğunu hissettiği her vakitte istediği kadar namaz kılabilir, niyazda bulunabilir demektedir. Klasik müfessirlerden, yine zamanımızın Akademisyen İlâhiyatçılarından bir kısmı, Peygamberimizin Mekke'de sabah ve akşam olarak önceleri 2 vakitte, Medine'de Bakara Sûresinin 238. ayetinin indirilmesinden sonra orta namazı ilavesiyle günde 3 vakitte namaz kıldığını, bazen öğle ve akşam arasında, bazen de akşamdan sonra da kıldığı namazlarla beraber beşe çıkardığı, bazen gündüz ve akşamdan sonraki namazları birleştirip, Cem ederek o gün üç vakte indirdiği anlatılmaktadır. Dolayısıyla Müslüman olduğunu söyleyen bir kişi, eğer namaza ilk defa yönelmek istiyorsa, isterse günde bir vakitte, isterse zamanla arttırarak üç vakitte de ikişer rekât olmak üzere namazlarını kılabilir. Allah'la beraber olmaya çalışabilir. Duayı kabul edecek ve karşılıklandıracak olan da sadece ve sadece Yüce Rabbimiz Allah'tır. Yaşanacak olan din de sadece Kul ve Allah arasındadır. Müslümanlar, kendilerini hangi durumda huzurlu, mutmain, rahat hissedecekse o şekilde ve o kadar namaz kılmalı, yeter ki Allah'a ve Kur'ana yönelinsin ! Allah'a en yakın olunduğu, alnın yere değdiği secde anında bütün samimiyetle O'nunla konuşulmalı, dertler, sıkıntılar, istekler anlatılmalı ve paylaşılmalıdır. Namaz ibadetinin rükûnları adı altında Kur'anın içinde olmayan, dine ve Allah'a yakınlaşma ölçüsüne, sayı dayatmalarıyla kişilerin müdahale etme hakkı yoktur.
Kişi oluşturulmuş teamüllere, geleneklere göre Peygamberimiz şu vakitte şu kadar namaz kılmıştır diyerek elbette o da o kadar namaz kılabilir. Kimse kimsenin namazının miktarını, süresini kısıtlamaya veya ilave edilmiş namazları dayatmaya da yetkili değildir. Bu gönül işidir, zihnen bilinçle ve isteyerek hazır olma işidir. Sabırla, bilinçle, hudû ve huşû ile kılınan namaz, insanı ruhen ve fikren olgunlaştırır, güçlendirir, huzura kavuşturur. Bu bilinç ve inançla kılınan namaz ibadeti, Allah’a kulluğun, teslimiyetin en önemli aracı ve göstergesidir. Bu nedenlerle Bakara Sûresinin 110. ayetinde " Namazı dosdoğru kılın / salatı ikame edin, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz. " yine aynı Sûrenin 153. ayetinde " Ey iman edenler ! sabrederek ve namaz kılarak / dua ederek, Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. " ifadeleriyle namazın / dua ederek Allah'tan yardım istenmesinin önemine değinilmektedir.
Bugün Peygamberimizin vefatından sonra birileri tarafından namazın her ayrıntısına yüzlerce hadisin dayatılarak, sonradan rivayetlerle ( söylentilerle ) ilâve edilmiş, zamlandırılmış, vaktin sünnetleri, vitir, kuşluk, ebabil, teheccüt, tespih, kurban, şükür, istihare, hacet, tevbe, yağmur, kandil gecesi ve cenaze namazı gibi çok değişik isimler altında kılınan namazlar bulunmaktadır. İlâve edilmiş nafile namazlarından biri de Teravih namazıdır. İslam'da aslı astarı, Kur'anda yeri olmayan ve Müslümanları uyutmak, yerinde saydırmak için ortaya atılmış, Ramazan ayında neredeyse farz namazlarının önüne geçirilecek kadar önemli yer tutan bir ritüel haline getirilerek, oruç tutmanın vazgeçilmezi bir ibadet olarak addedilmektedir. Her Ramazan günü akşamı yatsı namazına ilave olarak 20 rekât kılınmaktadır. İslam'da hiç bir ibadet ( Allah'a kulluk görevi ) ritüel ( Dini bir ibadet gibi zannedilen, benimsenen taklit ve şekli davranışlar ) değildir. İslam'daki kulluk görevleri olan ibadetler tamamen dinamiktir, hayata yöneliktir, insanın kendisine, çevresine, toplumuna ve evrendeki tüm yaşama faydalı olabilecek işlerdir. Teravih sözcüğü : İstirahata çekilince oluşan rehavet demektir. Anlaşılan birilerinin istirahat esnasında can sıkıntısından biraz namaz kılayım vakit geçireyim oyalanayım diye ortaya çıkardığı bir uğraşıdır. Aslında ne Cami'de ne de evde kılınacak teravih namazı diye bir namaz olmaz. Teravih namazının nereden ve nasıl çıktığı bilinmemektedir. Kur'an baştan sona kadar okunsa dahi Kur'anda teravih namazı diye bir namaza rastlanılamaz. Çünkü bu konudaki kaynakların hepsi söylentiden ( dilden dile dolaşan rivayetten ) ibarettir. Bu söylentilere bakıldığı zaman, birisi Ramazan ayında Peygamber yatsı namazından sonra mescitte 2 rekât, bir başkası 4, bir diğeri de 8 rekât namaz kıldı demiş, bir akşam da hemen arkasında sahabeler de namaza duruvermiş. Tartışmalar yapılmış, bazı rivayetlerde de Peygamber yasakladı, gidin evinizde kılın dedi denilerek, teravih namazı Peygamberin sözüne de dayandırılmış, Resulullahın sadece Kur'ana uyduğu gerçeği unutulmuştur. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “ Peygamber 4 rekât olarak nafile namazı kılmıştır, bir defa da 8 rekât kılmıştır. Mescide de bu nafile namazlarını hiç sokmamıştır, kendisi de birkaç istisna hariç genellikle evinde kılmıştır. ” Demiştir. Bu açıklamaya karşıtları bu “ doğru değildir “ de diyememişlerdir.
Rabbimizin Kur’an ile bize önerdiği ve öğütlediği Hakk Dininde bir gerçek vardır ki ibadette, kural koymaya ve dayatmaya, Yaratan’dan başka kimsenin yetkisi yoktur. Peygamber de, Halife Ömer de Allah'ın ortağı değildir. Kur'anın içerisinde olmayan hiç bir ibadet de Din değildir. Toplum, buna rağmen Ramazan ayında Teravih namazına farzların çok ötesinde ilgi gösterirken onun da nafile, uydurma bir namaz olduğunun ve farzları yerine getirmedeki hassasiyetinin bu ölçüde olmamasından dolayı uğrayabileceği kayıpların daha çok olabileceğinin farkında değildir. Teravih namazının ilk kez camide toplu olarak kılınması Halife Ömer zamanında başlıyor. Hayırlı bir şey diyerek buna karşı çıkmıyor ve sonuçta bu konuda fatura Ömer'e kesiliyor, Allah'a ortak ediliyor. Fakat Halife Ali uydurma namaz diyor. Daha sonra Bakiri dinle alakası yok diyor. Buna rağmen Emevi döneminde 20 rekâta çıkarılıyor. Bugün Teravih namazı Ramazan ayının ve orucun olmazsa olmazı, adeta farzı sayılarak Mekke'de ve ülkemizde de neredeyse her şehirde bazı camilerde hatimle kılınıyor, bu kadar zam üzerine zam konurken bir noktadan sonra inanç tıkanıyor, çare, imamın 6. vitesle sür'atine çıkılarak ortada ne anlam, ne de huşu denilen bir şey kalmıyor. Cemaat de en hızlı namazı kıldıran imamı aramaya başlıyor. Tabiidir ki böylece namazın ana rüknü olması gereken içtenlik sıfırlanmış oluyor. İçinde Allah'ın olmadığı öyle bir yapıdaki namazı, anlamsız ve ayıp olan, Yüce Yaratanın karşısında yakışmayacak olan bu durumu her halde akıl edenlerin dışında düşünebilen pek olmuyor.
Halbuki Ramazan ayı Kur'anın indirilmeye başlandığı ve bütün Müslümanların Kur'an ayetlerini içselleştirmesi, kendilerini rektefiye çekmeleri, Kur'anın öğütlerini hatırda tutarak sakınmayı öğrenmeleri gereken kıymetli günleri barındırmaktadır. Şaşaalı ve abartılı Ramazan iftar sofralarında homili gırtlak tıka basa yenilenlerin sindirilmesinin hedeflendiği, ama ne ölüye ne de diriye yararı olmayacak olan, Kur'anda da yeri bulunmayan böyle bir Teravih namazı uygulamasının içerisinde olmak yerine, hiç olmazsa bir akşamda iki ayet okunarak Allah'ın öğütleriyle beraber olunması, Müslümanların kendileri için yapacağı en hayırlı iş olacaktır.
Sonuç olarak Dinimizin temeli olan salat kavramının kapsamı içerisinde olan, Allah’ tan, destek, yardım istemek olan ve dua ile Allah’ a yönelmenin, O'nu tesbih etmenin, O'nunla konuşarak dertleşmenin, en güzel ifadesi ve Kur'ana göre aslında yapı olarak bir dua olan namazın, ana rüknü ;
* Onlar namazda huşû içindedirler. ( Müminun 2 )
* İnanan için hala vakti gelmedi mi ? ki kalpleri ürpersin. ( Hadid 16 )
* İnanmış olanlar ancak o kişilerdir ki Allah anıldığında yürekleri ürperip titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Ve onlar yalnız Rabblerine inanırlar ( Enfal 12 )
* Onlar öyle insanlardır ki Allah anıldığında kalpleri titrer, sabrederler, salatı / mali ve zihinsel yönden paylaşmayı, destekleşmeyi, yardımlaşmayı, dua ile namazı gözetirler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan infak ederler. ( Hacc 35 )
Ayetlerinde görüldüğü gibi önemli olan, kişinin namaz kılarken Yaratanın huzurunda, O’na bütün benliği, içtenliği, sabrı ve yüreğinin ürpermesi ile yönelmesi, doğrudan hitap etmesi, duygu ve isteklerini bizzat kendisinin dile getirmesidir. Kişi sadece Allah rızası için niyeti ile ibadetine başlamalı, ibadetinin kabul edilip edilmemesine, ya da ne kadar sevap, ya da ne kadar bonus kazanacağı hesabına kafasında yer vermemelidir. Bunun takdiri sadece Allah’a aittir. Şunu bilmeliyiz ki kabule layık olan bir ibadet mutlaka kabul edilir. Kişi bu alışveriş düşüncesini aklının ucundan dahi geçirmediğinden emin ise, iki rekât namazın üzerine istediği kadar rekât ilave ederek kılabilir. Gelenekleşmiş mevcut uygulama kadar da kılabilir. Ama riyadan, gösterişten sakınılmalı, Maun Sûresinde Rabbimizin " Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar gösteriş içindedirler " dediği uyarısıyla Maun mücrimi olmaktan korkmalı, sadece Allah rızası gözetilmelidir.
Fakat bugün içerisinde Allah'ın gerçekten dahil edilemediği, kıldığımız bireysel veya toplu namazlarımızda ana rüknü ne ölçüde yerine getirebiliyoruz ? Ne ölçüde yaşayabiliyoruz veya ne ölçüde sorgulayabiliyoruz. Yaptığımız hareketler de anlamını bilmeyerek okuduğumuz ayetler de ezbere ve otamatiğe bağlanmıştır. Arapça okunan ayetler bilinçsiz olarak dudaklarımızdan kayarken beynimiz dünya telaşı ile doludur veya benliğimiz namazda değildir. Ağzımızdan çıkanları çoğunlukla anlamadığımız için beynimizle bağlantı kurulamadığından bütünleşme, gerekli huşu ve hudu sağlanamamakta, ana rükun da yaşanamamaktadır. Rabbimiz Allah'ın ilk emri ile isteğinin okumak olmasına rağmen, Hocaların Hocası Prof. Hüseyin Atay " Emevi saltanatının bütün kötülüklerini örtmek için namazı bu ümmetin başına belâ ettiler. Camilerde kılınan namazlar Emevi müşrik namazından başka bir şey değildir " demiştir. Namazın ulema tarafından böylece dinin temeline ilk şart olarak oturtulması, okumaya kapıların kapatılması nedeniyle, bin dört yüz yıldır kılınan namazlarla, Allah'ın huzurunda eller göğüse mi, göbeğe mi bağlanacak derken, kalbe bağlanamadığı için, iki namaz arasında yaşanan hayatlarla Müslümanların, güzel ahlâk, huzur, mutluluk, adalet, barış ve insanlık adına, eğitim, ilim, teknoloji, refah ve kalkınma adına kazanımlarının iyi bir seviyede olmadığı da bir gerçektir. Eğer her yönde okumaya ve aydınlanmaya önem verilebilseydi, Kur'an anlaşılarak okunabilseydi, Müslümanlar da manen ve maddeten batıdan geri kalmazlardı. Özellikle namazda bilinçli olarak ana dilde Allah’la konuşulur, okunan dua ayetlerinin mealleri ve karşılıkları akılda tutulabilir, Allah da namazın içerisine gerçekten dahil edilebilir, benlikte bir ürperme, titreme ve namazın ana rüknü yakalanmış olabilirdi. Müslümanlar her yönden cahil ve yetersiz kalmazlardı. Necm Sûresinin 39. ayetinde " Gerçek şu ki insan için çalışıp didindiğinden / emeğinden, alın terinden başka bir şey yoktur. " denildiği gibi Allah'tan da mutlaka bu dünyadaki karşılıkları alınırdı. Dileğimiz, bütün Kur’an müminlerinin Allah katında makbul olmuş bir namaza ulaşabilmeleridir. Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )