Konu Detay

KUR'ANDA KADER FİTNE BELA NEDİR ?

 21.11.2016
 1956

Yaklaşık 13.7 milyar  yıldır  dizilmiş  domina  taşı  gibi,  birbirini  izleyen  olaylar  zincirinin  süregeldiği  bir  Kâinatta,  küçücük  bir  zerre  olan  dünya  üzerinde,  küçücük  zerreler  halinde  yaşıyoruz  ve  bizden  daha  küçücük  zerreler  halinde  olan  varlıkların  da  farkındayız. Etrafımızda  sürekli  bir  oluşma,  değişme,  yeniden  bir  yapılaşma,  etkileşme,  bütünleşme  ve  ardından  da  yine  bir  ayrışma,  çözülme  süregelmektedir. Çağlar  boyunca  sürekli  yeni  bir  şeyler  gelip,  bir  şeyler  gitmekte,  nesiller  gelip,  nesiller  yok  olmaktadır. Canlı  türleri  tükenmekte,  yeni  canlı  türleri  ortaya  çıkmakta,  çevre  sürekli  değişmektedir. Buna  rağmen  Kâinattaki  ahenk,  denge  ve  oluşumlar  zinciri  asla  bozulmamaktadır.  Her  olay,  her  değişim,  bir  sonraki  olayı  doğurmakta,  her  var  olmanın  ardından  gelen  yok  olma,  kurulu  düzen  bütünlüğünü,  dengenin  ve  yaşamdaki  ahengin  bozucusu  olmamaktadır.  Bilakis  yaşamın  tamamlayıcısı  ve  bütünün  bir  parçası  olmaktadır.  Bilimin  bugün  ortaya  koyduğu  gibi  sürekli  olarak  meydana  gelen  enerjiden  maddeye,  maddeden  enerjiye  dönüşüm  ile  Evrenin  entropisi  / karmaşadaki,  düzensizlikteki   enerji   değişimi  de  sabit  kalmaktadır. Bitmek  tükenmek  bilmez  bir  enerjiler  dönüşümü  ile  yaşamını  sürdüren  Kâinatın,  bu  azametinin  yegâne  tanıkları,  sadece  acaba  bu  küçücük  gezegende  yaşayan  bizler  miyiz ?   Acaba  bu  değişimlerin  farkında  olan  ve  dünya  gezegeninin  tiyatro  sahnesinde  verilen  görevleri  canlandıran,  tek  aktörleri  hayvanlar  ve  insanlar  olarak  bizler  miyiz ?  Bu  dünya  tiyatrosunda,  bakıldığında  acaba  her  insan  da  farklı  karakterleri  ve  hayatı,  belli  programlandırmalarla  mı  canlandırmaktadır. ?  Kur'anda  bazı  ayetlerdeki  müteşabih  ifadelerle,  örneğin  Rahman  Sûresinin  29. ayetinde  yer  alan  "  Göklerde  ve  yerde  bulunan  kimseler  "  ifadesiyle  işaret  edildiği  gibi,  belki  de  Evrenin  derinliklerinde  yaşayan,  bizim  henüz  farkına  varamadığımız,  tanışmadığımız  başka  canlı  tanıklar  da  vardır.  Ama  biz  burada  yine  kendi  dünyamızdaki  yaşamın  gerçeklerine,  Yaratan  Rabbimizin  bize  bahşettiği  Kur'an  nimeti  çerçevesinde  bakmaya  çalışalım.

Her  insanın  yaşadığı  hayatında,  inişler  çıkışlar,  iyilikler,  mutluluklar,  kötülükler,  fitneler,  başına  gelmiş  musibetler,  belalar,  kazalar,  cezalar,  mükâfatlar,  acılar,  hüzünler,  sıkıntılar  olmaktadır. Bütün  bunlar  birer  rastlantı  mıdır ?  Biçilen  roller  midir ?  Yoksa  muazzam  bir  ilmin  oluşturduğu  yasaların  algoritmik  sonucu  mudur ?  Bizim  insan  olarak  dünyaya  gelişimiz,  yaşamımız,  ölümümüz  tesadüf  müdür ?  Bütün  bunlardaki  ezeli  sır  nedir ?  İnsanların  başına  gelebilen  olumsuzluklar,  belâlar,  kazalar,  bütün  bunların  hepsi  önceden  yazılmış,  çizilmiş  bir  yol  mudur ?  Bir  kader  midir ?  Bütün  bu  soruların  gerçek  cevabını  aslında  anlayarak  okuduğumuz  zaman  Yüce  Rabbimizin  "  Biz  bu  Kitapta  hiç  bir  şeyi  eksik  bırakmadık  "  dediği  Kur'anımızın  içerisinde  bulabiliriz.

KADER   NEDİR  :  Bugün  yaşadığımız  hayatta,  bilimin  ve  teknolojinin  geldiği  nokta  ile  Rabbimizin  bize  gönderdiği  elçiler  ve  kitaplar  ışığında,  Kâinatın   pek  çok  bilinmeyeni   anlaşılır  hale  gelmiştir.  İnsan  olarak  bizim  başarılı  bir  sonuç  elde  edebilmek  için  yaptığımız  hiçbir  işimiz  plansız,  tasarımsız  olmamaktadır.  Her  iş  adamının  ertesi  günü  yapacaklarının  bir  programı  vardır.  Her  kadın  veya  aşçı  pişireceği  yemeğin  bir  ön  hazırlığını  yapar.  İnşaat  ustası  işine  nereden  başlayacağını  tasarlar.  Öğretmen  vereceği  dersin  önceden  planını  hazırlar.  Peki  içinde  bulunduğumuz  bu  devasa  Kâinatın,  üzerinde  yaşadığımız  bu  dünyanın  işleyişinin,  günlük  hayatımızda   yararlandığımız  canlı  ve  cansız  varlıkların,  çiçeğin,  böceğin,  meyvenin,   ağacın,  dallarının,  yapraklarının,  dağların,  ovaların,  akarsuların,  yemyeşil   ormanların,  gökyüzünün,  gezegenlerin,  güneşin,  ayın,  yıldızların,  gecenin  ve  gündüzün,  harika  birer  sanat  şaheseri  olan  bütün  bunların,  tesadüfen,  tasarımsız,  plansız,  Ateistlerin  iddia  ettikleri  gibi  kendi  iç  dinamikleriyle  kendiliğinden  ortaya  çıktığını  söylemek  mümkün  müdür ?  Vücudumuzdaki  bütün  organlarımızın  harika  işleyişinin,  yapısının,  tasarımın,  onları  belirli  ölçülere,  şekillere  göre  yaratma  fiili,  sınırsız  bir  ilim,  irade,  kudret  ve  bütün  bu  yaratmadaki  mühendislik  ve  sıfatlar  kime  aittir ?  Bütün  bu  oluşumlara  zerreden  kürreye  hükmeden,  orkestra  şefi  gibi  yöneten  kimdir ?  Yunus’un  “ Mal  sahibi,  mülk  sahibi,  hani  bunun  ilk  sahibi  “ dediği  gibi,  harikalarla  dolu  ve  bize  göre  her  biri  mucize  olan  yaratmanın  ve  mühendisliklerin,  programcılığın  ve  patronluğun  yegâne  sahibi  ve  hükmedeni  yok  mudur ?  Bütün  bu  düzen  sahipsiz  midir ?  Elbette  ki  yoktan  yaratılmış  olduğu  ispatlanmış  olan  bu  düzenin  sahibi  vardır  ve  o  da  Kadiri  Mutlak,  Vacibül  Vücut  olan  Yüce  Rabbimiz  Allah’tır.

Bugün  insanların  yaşanan  her  olay  sonucunda  çok  sıklıkla  kullandıkları  kader  diyerek  önceden  belirlenmiş  yazgıya  bağlamalarına  rağmen,   bilim  ve  teknoloji  ile  ortaya  çıkmış  olan  ve  Kur’anda  da  yer  alan,  Allah’ın  yaratmadaki   yaşamın  bir  düzen  içinde  devam  edebilmesi  için  koyduğu  Fizik,  Kimya,  Biyoloji,  Astronomi,  Matematik,  Çekim  kanunları,  ilkeleri,  havanın  ve  suyun  kaldırma  kuvveti,  kuralları  ve  hükümlerinin  varlığını  bilerek,  kaderin  ne  olduğunu  daha  kolay  anlayabiliriz. Prof.  Dr.  Yaşar  Nuri  Öztürk  de  kader,   Allah’ın  koyduğu  ölçüleri,  kanunları,  kuralları,  ilkeleridir  Tabiat  kanunlarıdır  diye  tanımlamaktadır. Çünkü  insan  vücudundaki  organların  özellikleri  dahil  bütün  yaratılmış  varlıklar,  Fizik,  Kimya,  Biyoloji  kanunları  ile  konulmuş  görünmez  bir  sınır  çizgisine  boyun  eğmektedir.  Vücudumuzda  görev  alan  atomları,  molekülleri  ve  bileşikleri,  belirli  hudutlarda  ve  ölçülerde  tutan  bir  program,  insanı  oluşturan  mikrobiyolojik  hücrelerde,  genlerde,  kodlanmış  genetik  şifre  bulunmaktadır.  Vücudumuz  bu  genetik  şifreye  ve  programa  göre  oluşmaktadır. Bugün  vücudumuzda  ölümü  gerçekleştiren  genlerin  de  varlığı  ortaya  konmuştur.  Kur’an  ayetlerine  baktığımız  zaman,  Allah’ın  zatı  sıfatlarının  yanı  sıra  içinde  irade  sıfatının  da  bulunduğu,  bu  sıfatlardan  az  miktarda  kullarına  da  bahşettiği  subuti  sıfatlarını  da  görmekteyiz. Ulaştığımız  bütün  bu  bilgilerin  ardından  düşünüldüğünde,  bilimsel  ve  dini  inanç  ile  kader,  kaza  ve  irade  kavramları  da  daha  net  olarak  şekillenmektedir. Bu  kavramlarla  ilgili  olarak  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  bize  pek  çok  ayetle  ışık  tutulmaktadır. Bilimin  ve  düşüncenin  oluşturduğu  mantığa  göre  Kader :  Allah’ın  sonsuz  ilmi  ile  her  şeyi  bilmesi,  yazması,  planlaması,  ölçülendirerek  oluşturması,  oluşturacakları,  Kaza :  Yazılanların,  belirlenenlerin  kaderlendirilenlerin  /  konulmuş  olan  ölçülerin,  kuralların,  sınırların  ve  hükümlerin  yaşanması,  İrade :  İnsan  için  söz  konusu  olduğu  zaman,  yazılmış,  belirlenmiş  olan  yaşamın  önündeki  olasılıklardan,  şıklardan,  adımlardan  birinin  tercih  edilmesidir,  şeklinde  de  tanımlanabilir. Kur’an  ayetlerine  dayanarak,  geçen  zamanlar  içerisinde  değişik  yorumlarla  bu  konularda  tanımlamalar  yapanlar  olmuş  ve  hatta  bu  tanımlamaların  etrafında  mezhepler  dahi  ortaya  çıkmıştır.  Kur’an  ışığı  altında  Kader  kavramının  daha  iyi  ve  doğru  anlaşılabilmesi  için,  Allah’ın  insanları  saflaştırmak,  olgunlaştırmak,  eğitmek  için  bir  takım  bela,  musibet  ve  fitnelerle  sınaması  ile  ilgili  ayetlerin  bilinerek,  öncelikle  doğrusunun  ortaya  konulması  gerekmektedir.

ALLAH’IN  FİTNE  İLE  BELALANDIRMASI  VE SABIR  :  İnsanlar,  yaşamları  boyunca  deprem,  yangın,  fırtına,  su  baskını  gibi  çeşitli  doğal  afetlerle,  trafik  kazası,  birilerinin  saldırısı,  hastalıklar,  sakatlıklar,  işsizlik,  yokluk,  açlık,  esaret  gibi  musibetlerle,  sıkıntı,  acı  ve  üzüntülerle  karşı  karşıya  gelebilmektedir.  Bütün  bunları  yaşadıkça  da  hayatında  deneyimler  kazanmakta,  ona  göre  hayatına  yön  verebilmektedir. Bakara  Sûresinin  155 - 157.  ayetlerinde  "  Ve  de  kesinlikle  Biz,  korkudan,  açlıktan  bir  şeylerle  ve  mallardan  canlardan  ve  ürünlerden  eksiltme  ile  sizi  imtihan  edeceğiz.  Kendilerine  musibet  geldiği  zaman  “  Biz  şüphesiz  Allah’a  aidiz  ve  yalnız  O’na  döneceğiz  “ diyen  şu  sabredenlere  de  müjdele !  İşte  onlar  Rabblerinden,  birtakım destekler  ve  rahmet  kendilerinedir. "  ifadelerinde  belirtildiği  gibi  bütün  bunlar  aynı  zamanda  insanların  gelişmesi,  olgunlaşması  için  bir  öğrencinin  eğitim,  öğretim  sürecinde  aldığı  dersler  ve  uygulamalar  gibidir.  Dersler,  uygulamalar  nasıl  ki  bir  öğrenciyi  eğiten,  geliştiren,  bilgisini  arttıran  yararlı  uğraşılar  ise,  insanın  başına  gelen  fitne,  belâ  ve  musibetler  de  insanın  yararına   olan,  onu  altın  örneği  gibi  saflaştırıp  değerli  ve  daha  güçlü  bir  konuma  getiren,  Allah  katındaki  metanetini,  zorluklara,  sıkıntılara  karşı  direncini,  sabrını  ölçen  araçlardır. Dünya  yaşamında  bedendeki  ağrılar,  acılar,  hastalıklar,  kazalar,  kıtlıklar,  boğulmalar,  yıldırım  çarpması,  aksilikler,  kısaca  hoşa  gitmeyen  her  şey  dünyadaki  musibetlerdendir. 

Sabır  :  Asıl  anlamı  “  hapsetmek,  içeride  tutmak “  olan  sözcük,  aklın  ve  dinin  gösterdiği  yolda  sebat  etmek,  dirençli  olmak,  boyun  eğip  teslim  olmamak,  gereği  gibi  mücadele  etmektir. Yani  insanın  elinde  olmadan  başına  gelen  ve  ona  büyük  üzüntüler,  sıkıntılar,  acılar  veren  belâlara  karşı  koymak,  onların  üstesinden  gelmek  için  mücadele  etmektir.  Sabır  ile  her  şeye  ses  çıkarmadan  kabul  etmeyi  birbirine  karıştırmamak  gerekir. İyi  bilinmelidir  ki,  haksız  yere  mahkumiyete  boyun  eğmek,  miskinliğe,  uyuşukluğa  ve  aşağılanmaya  razı  olmak,  zillete,  haksız  tecavüzlere,  saldırılara   katlanmak,  bunlara   karşı  sessiz  kalmak,  dayanmak,  dişini  sıkmak,  kader  deyip  oturmak,  sabretmek  değildir. Çünkü  meşru  olmayan  saldırılara,  haksızlıklara,  zulümlere  karşı  sessiz  kalmak,  o  davranışlara  ortak  olmaktır,  o  davranışları  onaylamaktır.

Fıtri  olarak  insan  psikolojisi  zorluğa  değil,  kolaylığa,  feragate  değil,  bencilliğe,  acıya  değil,  haz  duymaya  eğilimlidir.  Bu  nedenle  Allah  rızası  için  yapılması  gereken  bazı  ibadetler  ve  ahlâki  davranışlar,  insana   zor  ve  ağır  gelebilir.  Bu  gibi  durumlarda  insanı  erdeme  ve  iyi  olmaya  sevk  eden,  zor  şartları  kolay  kabul  edip,  gereğini  yapmaya  yönelten,  soğukta  üşenmeden  namaza  kalkmasını,  uzun  yaz  günlerinde  bitkinlik,  yılgınlık  duymadan  oruç  tutmasını  sağlayan  güç,  sabırdır.  Nefsin,  bencilliğin  aşırı  istek  ve  arzularına  teslim  olmamaktır.

Bazı  sıkıntılar,  insanın  irade  gücünü  aşabilir.  Doğal  afetler,  savaşlar,  yakınların  ölümü,  ölüm  korkusu,  savaşta   yokluk  ve  işkenceler,  insanın  istese  de  engel  olamayacağı  mutsuzluk  ve  acı  duyma  nedenleridir.  Bu  durumlar  insanda  maddi  ve  manevi  kayıplara  da  yol  açabilir.  İşte  bu  gibi  durumlarda  insanın  metanetini  ve  hayata  bağlılığını  kaybetmesini  önleyen,  çektiği   acılara   rağmen   Allah’a   isyan  etmeden  mücadelesine  devam  edebilmesini  sağlayan  güç  de  sabırdır.  Rabbimiz,  nimet  veya  külfet  cinsinden,  sabır  ve  sebatı  gerçekleştirecek  her  şeyin,  fitne  için  bir  araç  olduğunu  bildirmiştir.  Kur’anda  “  denemek,  sınamak,  bitkin  düşürmek “  anlamına  gelen  belalandırmak  ifadesi  bir  çok  ayette  “ belâ “  ve  bazı  ayetlerde  de  bu  sözcüğün  türevi  olan “ fitne “  sözcüğü  ile  yer  almıştır.  

ENBİYA  35  :  Her  kimliği  olan  varlık  ölümü  tadıcıdır.  Ve  Biz  sizi  fitne  /  şer  ve  hayır  ile  eritip  saflaştırmak  üzere  sınarız.  Ve  siz  yalnız  Bize döndürüleceksiniz.

Fitne  :  Arap  lisanında  “  ateşte  yakmak  “  anlamıyla,  altın,  gümüş,  gibi  kıymetli  madenlerin  saflaştırma,  kendisi  ile  karışmış,  kaynaşmış  olan  değersiz  maddelerden  ayrıştırılması  amacıyla  eritilmesi  işlemidir.  Ancak  bu  sözcük  sadece  bu  anlamda  kalmamış,  kişilerin  inançlarının,  iç  yüzlerinin  ortaya  çıkarılmasında  bir  araç  olan,  fakirlik,  zenginlik,  hastalık,  sağlık,  ölüm  gibi  durumlar  ile  körlük,  topallık,  sağırlık  gibi  bedensel  kusurlar  ve  kıtlık,  savaş,  afet  gibi  toplumsal  olaylar  da  fitne  olarak  isimlendirilmiştir. Daha  sonra  da  “  yakma  “,  ateşe  atma  anlamı  ekseninde  acı  çektirme,  işkence,  zayıf  düşürme,  saptırma  ve  bütün  bunlarla  deneme,  sınama   anlamlarında  kullanılır  olmuştur.

Fitne  sözcüğünün  ifade  ettiği  eylemlere  göre  insan  kaynaklı  ve  Allah  kaynaklı  olmak  üzere  iki  kaynağı  vardır.  İnsan  kaynaklı  fitneler,  şeytani,  olumsuz  duygularının  tezahürü  olup,  bizzat  insanlar  tarafından  yapılan  zulüm,  işkence  gibi  başkalarına  acı  veren  eylemler  ile  bizzat  insanlar  tarafından  yapılan  ve  yaptırılan  kışkırtma,  ayartma,  yanlış  yönlendirme  ile  Allah  yolundan  saptırma  ile  karışıklığa,  kargaşaya  yol  açan  ve  toplum  düzenini  bozan  eylemlerdir.  Allah  kaynaklı  sıkıntılar,  musibetler  fitneler  ise,  insanların  saflaştırılmasına  yönelik  olan  ve  Müslümanların  iyi  bilmeleri  gereken  fitnelerdir.  Yüce  Rabbimiz,  gönderdiği  elçiler  dahil  herkesi  fitnelendirmekte,  sıkıntılara  sokup  adeta  ateşe  atıp  eritmekte,  sahip  oldukları  olumsuzluklarını  cüruflarını  fücurlarını  dışa  attırıp,  saf,  arı  duru  hale  getirmektedir. Bu  nedenle  Kur’anda  İbrahim,  İshak,  Yakub  peygamberlerin  bu  anlamdaki  tekâmülleri  “ Ehlesna  bi  halisatin “  ( mükemmel  bir  saflıkla  saflaştırdık )  ifadesiyle  anlatılmak  suretiyle  “ halisa “  sözcüğünün  de  fitne  eylemi  için  anlamdaş  olduğu  belirtilmektedir.  Değişik  ayetlerle  de  Rabbimiz,  elçilerini  ve  insanları  niçin  sıkıntılara  soktuğunu,  fitnelendirdiğini  bizzat  açıklamaktadır.

ANKEBUT  2 – 3  :  İnsanlar  denenmeden  “  İman  ettik  “  demeleriyle  bırakıverileceklerini  mi  sandılar.  Ve  andolsun  ki  Biz,  onlardan  öncekileri  de  saflaştırılmaları  için  ateşlere  /  sıkıntılara  sokmuştuk.  Artık  elbette  Allah  doğru  kimseleri  bildirecektir.  Ve  elbette  yalancıları  da  bildirecektir.

FURKAN  20  :  Biz  senden  önce  de  sadece  yemek  yiyen,  çarşılarda  yürüyen  elçilerden  gönderdik.  Ve  Biz  sizin  bir  kısmınızı  bir  kısmınız  için  saflaştırmak  için  sıkıntı  malzemesi  yaptık.  Sabrediyor  musunuz ?  Ve  senin  Rabbin  çok  iyi  görendir.

KEHF  7  :  Şüphesiz  Biz  yeryüzündeki,  ona  süs  olan  şeyleri  insanların  hangisinin  daha  güzel  amel  edeceğini  sınamamız  için  yaptık.

MÜLK  2  :  O  hanginizin  amelce  daha  iyi  /  güzel  olduğunu  sınamak  için  ölümü  ve  hayatı  oluşturdu. O  mutlak  güç  sahibidir. Çok  bağışlayandır.  Günahları  çok  örtendir.

Rabbimiz,  nasıl   ve  ne  ile  fitnelendireceğini  de  Kur’anın  değişik  ayetleriyle   bize  bildirmektedir.

ENFAL  28  :  Ey  iman  etmiş  kimseler  !  Allah’a  ve  elçiye  ihanet  etmeyin.  Bile  bile  kendi  emanetlerinize  de  ihanet  etmeyin. Şüphesiz  mallarınızın,  evlatlarınızın,  kesinlikle  imtihan  aracı,  sizi  dinden  çıkaracak  birer  varlık  olduğunu,  kesinlikle  de  Allah  katında  çok  büyük  bir  ecir  olduğunu  bilin.

MUHAMMED  31  :  Ve  kesinlikle  Biz,  içinizden  çaba  gösterenleri  ve  sabredenleri  bildirmemiz  /  ortaya  çıkarmamız  için  sizi  denemeye  tabi  tutacağız.  Haberlerinizi  de  denemeye  tutacağız.

Kur’an  ayetlerinin  bize  bildirdiğine  göre,  Rabbimiz  en  başta  ve  en  çok,  elçilerini  fitnelendirmiş,  onları  ateşlere  atmış,  onları  eritmiş,  süzmüş,  sıkıntılarla  sabırlarını  ölçmüş  ve  saflaştırmıştır.

BAKARA  124  :  Ve  hani  Rabbi  İbrahim’i  birtakım  kelimeler  /  yaralar  sıkıntılar  ile  sınamış,  O  da  onları  tam  olarak  yerine  getirmişti.

SAD  24  :  Ve  Davut,  Bizim  kendisini  birtakım  sıkıntılarla  imtihan  ederek  arı  duru  hale  getirdiğimize  /  olgunlaştırdığımıza  kesin  kanaat  getirdi. Ve  anladı.  Hemen  Rabbinden  bağışlanma  diledi.

SAD  34  :  Andolsun  ki  Biz  Süleyman’ı  da  çeşitli  badirelerden,  sıkıntılardan  geçirerek  saflaştırdık. 41  :  Kulumuz   Eyyub’u  da  hatırla !  Bir  zaman  O  Rabbine “ Şeytan  bana  acı  ve  dert,  tasa,  sıkıntı  dokundurdu. “ diye  seslenmişti. Gerçekten  Biz  O’nu  sabırlı  biri  olarak  bulduk.  45 – 46  :  Güç  ve  öngörü  sahibi  kullarımız  İbrahim’i,  İshak’ı  ve  Yakub’u  da  hatırla !  Şüphesiz  Biz  onları  “ özgür  vatan  hasreti “  saflığı  ile  saflaştırdık.  Arı  duru  hale  getirdik.

TAHA  40  :  Ey  Musa !.......Ve  Biz  seni  potada  eritip  saflaştırdıkça  saflaştırdık.  /  olgunlaştırdık.

Yusuf  Peygamber’in  de  Yusuf  Sûresinin  ayetleri  ile  anlatılan  hayatı,  ailesinden  ayrılışı,  köle  diye  satılışı,  zindana   kapatılışı,  adeta  bir  fitneler  zinciridir.  Bütün  bu  yaşadıklarından  sonra  O  da  kıvama  gelmiş,  olgunluğa,  saflığa,  duruluğa  ulaştırılmıştır.

Kendisinden  önceki  peygamberler  gibi,  bizim  peygamberimiz  Muhammed  ( a.s. ) da  hayatı  boyunca  çeşitli  fitneler  zinciri  ile  sınanmış  ve  olgunlaştırılmıştır. O,  henüz  doğmadan  babasının  ölmesi  ve  yetim  olarak  dünyaya  gelmesi,  küçük  yaşta  annesini  kaybetmesi  ve  anne  şefkatinden  mahrum  kalması,  önce  dedesinin  ve  daha  sonra  da  amcasının  yanında  sığıntı  olarak  büyümesi,  fakirlik  ve  çobanlıkla  geçen  gençlik  ve  kendisinden  çok  fazla  yaşlı  bir  hanımla  evlenmedeki  dirayeti,  dünyaya  gelen  erkek  çocuklarını  peşi  sıra  kaybetmesi,  peygamber  olduktan  sonra  akrabalarından  ve  yakınlarından  destek  göremeyip  yalnız  kalması,  müşriklerin  sözlü,  fiili  saldırıları,  maruz  kaldığı  hakaretler,  stresler,  baskılar,  korkular  ve  sonunda  da  ölüm  tehditleri,  yurdunu  terk  ederek  hicret  etmesi,  ardından  zorunlu  olarak  savaşların  içine  sürüklenmesi,  Peygamberimizin  sabrının  metanetinin  ölçülerek  olgunlaştırıldığı  fitneleri  olmuştur.

Peygamberlerin,  sabır  ve  sebat  konusunda  iyi,  dayanıklı  duruma  gelmeleri  ve  davet  konusunda  duygusallıktan  uzak  olmaları,  heveslerine  uymamaları,  Hakktan  sapmamaları,  görevlerinde  başarılı  olmaları  gerekmektedir.  Bu  nedenle  toplum  önüne  gönderilen  bütün  peygamberler,  Allah  kaynaklı  fitnelerden  geçirilerek  fiilen  eğitilmişler,  saflaştırılmışlar  ve  olgunlaştırılmışlardır.

Bunlara  benzer  şekilde  Yüce  Allah,  kişileri  ve  toplumları  da  zaman  zaman  sıkıntı  içinde  bırakır.  Zorluklara  ve  darlıklara  düşürebilir.  Bunlar  bir  bakıma  insana  verilen  bela  hükmündedir.  Bu  sınamanın  maksadı,  insanların  akıllarını  başlarına  almaya,  yanlış  yolda  olanları  istikametlerini  düzeltmeye,  isyan  ve  küfür  içinde  olanları  Allah’a   itaat  etmeye,  böylece  dünya  hayatının  bir  sınav  olduğu  bilincini  edinmeye  yöneltmektir. Dinin  emir  ve  yasakları  da  bu  anlamda  bir  nevi  fitnedir,  beladır.  Çünkü  bazı  emirlerin  uygulanışı,  insan  bedenine  zorluk  verir. Bazı  yasaklar  ise  nefisleri  disiplin  altına  almaktadır.  Böyle  durumlarda  insanların  iyileri  ve  kötüleri  ortaya  çıkar.  Şükredenlerle  nankörler  belli  olur.  Bu  tıpkı  bir  öğretmenin  öğrencilerini  sınava   almasına   benzer.  Öğretmenin  amacı  öğrenciden  bir  şey  öğrenmek  değildir.  Öğrencinin  durumunu  belirlemektir. Bu  uygulama  da  Allah’ın  adaletinin,  kimseye  haksızlık  yapmama  isteğinin  bir  gereğidir.

İnsanların  çoğunlukla  karşılaştıkları  sıkıntılarda,  fitne  ve  belâlarda  gerekli  metaneti,  sabrı,  sebatı  göstermeden  yaşadığı  olumsuzlukları,  zilleti,  aşağılanmayı  pısırıklıkla  kader  diye  kabul  edip,  azmi,  direnci,  mücadeleyi  bıraktıklarını  görmekteyiz.  Kader  konusu  geçmişten  günümüze  gelinceye  kadar  her  dönemde  Müslümanların  hayatında  yer  almış  ve  bir  hayli  meşgul  etmiş,  herkes  bilir  bilmez  konuya  müdahil  olmuştur.  Kader  konusu  ile  çok  yakından  ilgili  olan  insanın  iradesi   konusunda  da  çok  farklı  görüşler  ileri  sürülmüştür.  Peygamberimizin  vefatından  sonra  geçen  zaman  içerisinde  kader  ve  insanın  iradesi  konusunda  üç  temel  görüş  ve  inanç  ortaya  çıkmıştır.  Bu  inançların  peşinden  giden  insanlar  da,  Kaderiyye,  Cebriyye  ve  Ehli  Sünnet  Vel  Cemaat  ekolü  denilen ( Eşari,  Maturudiye,  Selefiye )  gibi  itikat  mezheplerini  oluşturmuşlardır. 

Kaderiyye  mezhebine  /  Yedi  yüzlü  yıllarının  başında  Hasan ı  Basri'nin  talebesi  olup  onunla  fikir  ayrılığına  düşen  ve  dersini  terk  eden  Vasıl  bin  Ata  tarafından  kurulan  Mutezile  mezhebine  göre :  Kullar  iradelerinde  tamamen   hür  ve  bağımsızdırlar.  Zira  bu  görüşe  göre  irade  zaten  fiildir.  Bunda  Allah’ın  bir  rolü  yoktur.  Fiillerin  yaratıcısı  insanın  bizatihi  kendisidir. Onları  ileri  götürüp  götürmemekte  tamamen  serbesttir.  Özellikle  kötü  fiiller  açısından  bu  böyledir. “  Allah’ın  iradesi  kötü  fiillere  taalluk  etmez.  O  sadece  iyiyi  diler.  Allah  adildir  diyen,  bundan  dolayı  özellikle  kader  ve  kaza  konularında  yorum  ve  inançları  nedeniyle  mantık  ve  aklı  ön  plana  çıkararak  ve  öncelik  vererek  diğer  mezheplerden  ayrılmışlardır. Bu  mezhebin  inancına  göre  Allah’ın  kullarının  fiillerinde  bir  ilgisi  yoktur. Eğer  kulun  kötü  bir  fiil  yapmasında  Allah’ın  bir  katkısı  varsa  ve  sonra  da  bu  kötü  fiilden  dolayı  da  cezalandırıyorsa,  bu  O’nun  adaletiyle  bağdaşmaz  denilmektedir. O  halde  kul  tamamen  bağımsız  olmalı  ki,  yaptıklarından  hesaba  çekilebilsin.  Mutezile,  mantık  kurallarıyla  çelişir  gördüğü  ayet  ve  hadisleri  Ehli  Sünnet  mezheplerinden  farklı  bir  biçimde  yorumlamakta  ve  akla  öncelik  vermektedir.  Bu  görüşler  de  Kur’anın  bazı  ayetlerinin  saptırılmasına  ve  farklı  algılanmasına  dayandırılmıştır. 

İNSAN  29  :  Bu  bir  öğüttür.  Dileyen  Rabbine  varan  bir  yol  tutar.

ENFAL  51  :  İşte  bu  ellerinizin  yapıp  öne  sürdüğü  işler  yüzündendir. Yoksa  Allah  kullara  zulüm  edici  değildir.

RAD  11  :  Bir  millet  kendi  durumlarını  değiştirmedikçe,  Allah  onların  durumlarını  değiştirmez.

Bu  ayetlerde,  kulların  fiilleri  kendilerine  isnat  edilmektedir. Ama  kulların  iradesinden  önce   Allah’ın  meşietini /  iradesini   dilemesini  ve  o  fiilleri  yaratmasını  da   göz  önünde  bulundurmadan  bu  ayetleri  düz  mantıkla  yorumlamak,  Kur’an  gerçeği  ile  bağdaşmaz.  Öte  yandan  Nahl  Sûresinin  35. ayetinde   "  Allah dileseydi  biz  ve  atalarımız  Kendisine  ortak  koşmazdık  "  ifadesine  dayanılarak  Kaderi  mazeret  olarak  öne  süren  müşriklere  karşı  Rabbimiz  de,  bu  mazeretlerinin  doğru  olmadığını,  yaptıklarının  kendilerine  ait  olduğunu  söylemektedir. Bu  ayetlere   dayanarak  da  Mutezile  inancında  kaderi  bütünüyle  inkâr  etmekte  aşırı  gidenler,  insanların  ne  yapacakları  konusunda  Allah’ın  önceden  bir  bilgisinin  bulunmadığını,  kulun  fiilinden  sonra  ancak  Allah’ın  o  şeyden  haberdar  olduğunu  dahi  söyleyenler  olmuştur. Bu  da  bu  inancın  pek  çok  Kur'an  ayetine  ve  Allah'ın  sıfatlarına  aykırı  olan  olumsuzlukları  doğurmuştur. 

Cebriyye  mezhebi,  Kaderiyye  mezhebinin  inançlarına  ve  görüşlerine  reaksiyon  olarak  Emevi  Devleti  zamanında  ortaya  çıkmıştır.  Emevi  Halifeleri   cebirle,  baskıyla  zulümlerini  örtbas  etmek  amacıyla  özellikle  saray  beslemelerine,  uydurma  hadisler  yazdırarak  insanların  yaşadığı  her  şeyin  kader  olduğuna  ve  Allah’tan  geldiğine  inandırmaya   çalışmışlardır. Uydurulan  hadislerin  oluşturduğu  bu  inançta,  Allah,  her  şeyi  takdir  etmiştir,  insanın  hiç  bir  iradi  özgürlüğü  yoktur.  Kul  bu  takdir  edilmiş  şeyleri  yaşamak  zorundadır.  İnsan  kaderinde  yazılı  olanları  yapmak  zorundadır.  Adeta  bir  robot  gibi,  nasıl  programlanmışsa  insan  onu  yapmakla  yükümlüdür.  Bu  görüşlere  destek  bulmak  için  de,  “  Kadere  inanmanın,  hayır  ve  şerrin  Allah’tan  geldiğine  inanmanın  "  imanın  altıncı  şartı  diye  uydurulmuş,   kabul  ettirilmiş  ve  insanlara  da  “ Amentü  “  diye  okutturulur  olmuştur.  Bu  düşünceler  doğrultusunda  kader,  “ alın  yazısı “  olarak  Türkçeleştirilmiş,  insanın  akıl  ve  iradesi  tamamen  devre  dışı  bırakılmış   “ Cenabı  Hakk,   Kâinatta  olmuş  ve  olacak  her  şeyi  bütün  vasıflarıyla,  halleriyle  daha  onu  yaratmadan  önce  Levh  i  Mahfuz  denilen  kader  levhasında  yazmıştır. “  diye  açıklanmıştır.  Bundan  dolayı  kul  da  bu  defterde  ne  yazıldıysa  onu  yaşar,  onu  yapar.  Kötü  işler  yapmış  kişiler  de  buna  göre  kader  kurbanıdırlar.  Tarih  incelenecek  olursa,  bu  cebri  kader  anlayışının,  Emevilerin  cebri   düşüncesinden  yararlanmaya  çalışmaları  sonucu  ortaya  çıktığı  anlaşılır. Bu  anlayışla  toplum  uydurulmuş  hadis  ve  rivayetlerle  beyni  yıkanmış,  uyutulmuş,  kendi  geleceklerini  kurgulamaktan  vazgeçirilmiş,  zalimlere  boyun  eğdirilmiş,  ses  çıkartamaz  hale  getirilmişlerdir. Bu  mezhebin  inancındaki  görüşlere  ( Enam  125. ) ( Tekvir  29. )  ( Maide  41. )  ayetleri   yanlış  yorumlanarak  saptırılmış  ve  dayanak  olarak  gösterilmiştir.

ENAM  125  :  Ve  sonra  Allah,  kimi  doğru  yola  iletmek  isterse,  İslam  için  onun  göğsünü  açar.  Kimi  de  saptırmak  isterse,  göğsünü  öyle  sıkar  ki,  o  göğe  yükseliyormuş  gibi  olur.

TEKVİR  29  :  Alemlerin  Rabbi  olan  Allah,  sizin  düşünmenizi,  öğüt  almanızı  dilemeyince  siz  dileyemezsiniz.

Bu  mezhepte  de  ayetlerin  yorumu,  Allah’ın  yaratmadaki  dilemesi,  iradesi,  meşieti  ile  insanlara  verdiği  akıl  ve  irade  ile  seçme  özgürlüğü  gözardı  edilmiş,  birlikte  düşünülememiş  ve  düz  mantıkla  hareket  edilmiştir. Elbette  ki  meşieti  / iradesi  gereği  dalaleti  de,  hidayeti  de  yaratan  Allah'tır. Dileseydi  tek  bir  yol  yaratırdı. Herkes  de  o  yoldan  gitmek  zorunda  olurdu. İnsanlara  irade  verip  seçme  yapmasına  da,  peygamberlerle  kitaplar  indirmesine  de  gerek  kalmaz,  sınav  diye  bir  şey  de  olmazdı. Bu  iki  mezhep  de  Emeviler  döneminde,  baskı  ve  zulme  dayalı  yönetimler  sonucu  ortaya  çıkmış,  fakat  her  ikisinin  de  nassları  /  ayet  ve  hadis  dayanakları  tek  yönlü  kalmış,  karşı  delil  ve  iddialara  ikna  edici  cevaplar  verilememiş,  görmezlikten  gelinmiştir.

Ehli  sünnet  ekolünde  de,  Kaderiyye  ve  Cebriyye  görüşlerinin  dayandırıldığı  nassların  her  ikisinin  de  birleştirilerek,  bir  bütün  olarak  değerlendirildiği,  orta  yolu  takip  eden  bir  görüş  ortaya  çıkmıştır. Buna  göre  Allah’ın  iradesi,  mutlak  ve  külli  iradedir.  İradesinin  hilafına  hiç  bir  şey  meydana  gelmez.  Allah’ın  saltanatında,  unutma,  gaflet,  acizlik  ve  zaaf  söz  konusu  olamaz.  Kula  irade  ve  seçme   özgürlüğünü,  iyiyi,  kötüyü   seçme   kabiliyetini  veren,  Allah’ın  bizzat  kendisidir.  İnsana  verilen  bu  iradeye  cüz'i  irade  denilmiştir. O  halde  insan  özgür  iradesini  kullanırken  Allah’ın  temeldeki  iradesinin  dışına  çıkmamaktadır.

FUSSİLET  40  :  Şüphesiz  ayetlerimiz  hakkında  doğruluktan  ayrılıp  inkâra  sapan  kimseler  Bize  gizli  kalmazlar.

FUSSİLET  46  :  Her  kim  salihi  işlerse  artık  kendi  için  yapmış  olur.  Kim  de  bir  kötülük  yaparsa,  artık  kendi  aleyhinedir.  Ve  senin  Rabbin  kullara  hiç  mi  hiç  haksızlık  eden  biri  değildir.

Kul  seçimini  yapar  ama  hidayetin  de,  dalaletin  de  yollarının  yaratılması   Allah’a  aittir.

ENAM  102  :  İşte  Rabbiniz  Allah,  O’ndan  başka  ilâh  yoktur.  Her  şeyin  oluşturucusudur.  Öyleyse  O’na  kulluk  edin.  O  her  şey  üzerine  belirli  bir  programa  göre  ayarlayan  ve  bu  programı  koruyarak,  destekleyerek  uygulayandır.

O  halde  yapılan  iş,  yaratma  yönüyle  Allah’a  aittir,  kesbedilmesi  /  elde  edilmesi,  kazanılması  ve  işlenmesi  yönüyle  de  kula  aittir. Bu  nedenle  sonucundan  da  kul  sorumludur.  Bakara  Sûresinin  286.  ayetinde  de  kulun  irade  ve  isteğinin  dışında  kalan  durumlardan  sorumlu  tutulmayacağı  belirtilmektedir.  Bu  mezheplerde  kader  konusunu  izah  edebilmek  için  uydurulan  hadislerle  Allah’a  ait  Levhi  Mahfuz  /  yaz  boz  tahtası   icat  edilmiştir.  Her  ne  kadar  Ehli  Sünnet  ekol,  konuyu  açıklamada   Kur’an  ayetlerine   daha  fazla  yaklaştı  ise  de  Levhi  Mahfuz  kavramındaki   hadislerin  etkisinden  kendisini  kurtaramamıştır.  Bu  hezeyanların  çoğu  da  maalesef  hadis  adı  altında  peygamberimize  fatura  edilmiş,  İçinde  Kur’ana  aykırı  pek  çok  tutarsızlığın  bulunduğu  meşhur  Cibril  hadisi  ile  “  Kaza  ve  Kadere  iman “  iman  esasları  içerisine  eklenmiştir. Cibril  Hadisi  : ( Abdullah  bin  Ömer’in  babası  Halife  Ömer’den  nakledilmiştir. )

Bir  gün  Resulullah  ( a.s.) ın  yanında   bulunduğumuz  sırada  aniden  yanımıza,  elbisesi  bembeyaz,  saçı  simsiyah  bir  zat  çıka  geldi. Üzerinde  yolculuk  eseri  görülmüyor,  bizden  de  kimse  kendisini  tanımıyordu. Doğru  Peygamber  ( a.s. ) ın  yanına  oturdu  ve  dizlerini,  dizlerine  dayadı. Ellerini  de  uyluklarının  üzerine  koydu.  Ve ; “  Ya  Muhammed !  Bana  İslam’ın  ne  olduğunu  söyle “  dedi.  Resulullah  ( a.s. )  “  İslam,  Allah’tan  başka  ilâh  olmadığına,  Muhammed’in  Allah’ın  Resulü  olduğuna  şehadet  etmen,  namazı  dosdoğru  kılman,  zekatı  vermen,  Ramazan  orucunu  tutman  ve  gücün  yeterse  Beyti  hacc  etmendir. “  buyurdu. O  zat  doğru  söyledin  dedi.  Babam  dedi  ki  “ Biz  buna  hayret  ettik. Zira  hem  soruyor,  hem  de  tasdik  ediyordu.  Sonra, “  Bana  imandan  haber  ver  “  dedi.  Resulullah ( a.s.)  “  Allah’a,  meleklerine,  kitaplarına,  peygamberlerine  ve  ahiret  gününe  inanman,  bir  de  kadere,  hayrına,  şerrine  inanmandır. “  buyurdu.  O  zat  yine  “ doğru  söyledin  “  dedi.  Bu  sefer ; “ Bana  ihsan’dan  haber  ver “  dedi.  Resulullah  ( a.s.)  “ Allah’a  Onu  görüyormuşsun  gibi  ibadet  etmendir.  Çünkü  her  ne  kadar  sen  Onu  görmüyorsan  da,  O  seni  muhakkak  görür.”  Buyurdu. O  zat “  bana  kıyametten  haber  ver  “  dedi.  Resulullah  (a.s.)  “ Bu  meselede  kendisine  sorulan,  sorandan  daha  çok  bilgi  sahibi  değildir. “  buyurdu.  O  zat,  “  O  halde  bana  alametlerinden  haber  ver “ dedi.  Peygamber  “  Cariyenin  kendi  sahibesini  doğurması  ve  yalın  ayak,  çıplak  yoksul  koyun  çobanlarının  bina  yapmakta  birbirleriyle  yarış  ettiklerini  görmendir. ”  Buyurdu.  Babam  dedi  ki : “ Bundan  sonra  o  zat  gitti.  Ben  bir  süre  bekledim. Sonra  Allah  Resulü  bana  “  Ya  Ömer !  O  soru  soran  zatın  kim  olduğunu  biliyor  musun ?  dedi.  Allah  Resulü  bilir  dedim. “ o  Cibril  idi,  size  dininizi  öğretmeye  gelmişti. “  buyurdu. ( Buhari  İman 1.  Müslim  İman  1. )

Gerçekte  Kur'ana  göre  Cebrail  diye  bir  melek  yoktur. Bundan  dolayı  temelden  sakat  ve  uydurma  olan,  Ehli  Sünnet  ekolünün  çok  önemsediği  bu  Cibril  hadisini  neresinden  ele  alsak,  Peygamberimizin  mümtaz  şahsiyetine,  Kur’an  ayetlerine,  kavramlarına  ve  öğütlerine  uymayan  saçmalıklarla  dolu  ifadeleri  görürüz.  Kadere,  hayır  ve  şerrin  Allahtan  olduğuna  iman  etmek  olan  imanın  altıncı  şartı  Emevi  zalimleri  tarafından  uydurulmuştur.  İmanın  şartı  altıdır  diye  bir  sınırlama  Kur'anda  yoktur.  Aklını  başkalarına  emanet  etmeyen  her  mümin,  Kur’an  ayetleri  ve  kavramları  ışığında  bu  hadisi,  uydurulan  şart  sınırlamalarını  sorgulayabilmeli,  duygusallıktan  sıyrılarak  aklını,  Kur’an  öğretisini  kullanarak  kendi  doğrusunu  bulabilmelidir.

KUR’ANA  GÖRE  KADER  :  Biz  şimdi  mezheplerin  kader  konusundaki  tartışmalarından  kendimizi  soyutlayarak,  Dinimizin  ve  inancımızın  yegâne  kaynağı  olan  Kur’anımızın  bütünlüğü  içerisinde  konuya  yaklaşmaya  çalışalım.

KADER  :  Sözlükte,  miktar,  meblağ,  büyük  sayma,  güç,  kudret  ve  bir  şeyi  kısmak,  sınırlamak  anlamlarını  taşımaktadır. Dini  terim  olarak  ise;  Meydana  gelecek  şeyleri  ve  o  şeylerin  ne  zaman,  nerede,  ne  gibi  nitelikte  ve  özelliklerde  meydana  geleceğini,  Allah’ın  takdir  ve  tahdit  etmesi,  ölçülendirmesi  demektir.  Allah’ın  takdir  ettiklerinin  zamanı  gelince  yapılan  seçim  ve  atılan  adımlara  göre  birer  birer  yaşanmasına  da  Kaza  denir.  Bu  duruma  göre  kader,  Allah’ın  ilim  ve  irade  sıfatına,  Kaza  da  tekvin  /  yaratma  sıfatına  yönelik  olduğu  için  bu  inançlar,  temelde  Allah’ı  tanımak  ve  Allah’a  iman  etmekle  yakından  ilgilidir.  “ K, D, R “  kökünden  Araplar  “ Kudret “  eksenli  ölçmek,  deve  kesmek,  çömlekte  et  pişirmek,  gibi  anlamlara  gelen  bir  çok  sözcük  türetmişlerdir. Kur’anda  kullanılan  sözcükler  genellikle  “ kudret,  ölçmek “  anlamlarındadır.  Allah’ın  El  Kadir  /  çok  güçlü  her  şeyi  yapmaya  muktedir   ve   El  Kaviyy  /  Kudret  sahibi,  ölçülü  davranan,  her  şeyi  yapabilen   denilen  iki  ismi  bu  sözcüklerden  türemiştir.  Kur’anda  “ Kader,  Kadr “  sözcükleri   ölçü,  miktar,  kıymet  ve  değer  anlamında  pek  çok  ayette  kullanılmıştır.

TALAK  3  :  Kim  de  Allah’a  işin  sonucunu  havale  ederse,  O,  ona  yeter.  Şüphesiz  Allah  kesinlikle  her  şey  için  bir  kader  /  ölçü  koymuştur.  

KAMER  49  :  Şüphesiz  ki,  Biz  her  şeyi,  evet  her  şeyi  bir  kader  /  ölçü,  ayar  ile  oluşturduk.

ZUHRUF  11  :  Ve  O  Allah  ki,  suyu  gökten  belli  bir  kader  /  ölçü  ile  indirdi.  Sonra  Biz,  onunla  ölü  bir  beldeyi  canlandırdık. İşte  siz  böyle  çıkarılacaksınız.

Ayetlerde  görüldüğü  gibi,  her  şey  Allah  tarafından  takdir  edilmiş  bir  kader (  ölçü )  çerçevesinde  meydana  getirilmiştir.  Hiç  bir  şey  boşuna,  amaçsız,  plansız,  ölçüsüz  rastgele  meydana  gelmemiş,  her  şey  belirli  bir  amaca  yönelik  olarak  önceden  yapılmış  bir  plan  ve  ölçülendirme  dahilinde  yaratılmıştır.  Kader  sözcüğü  Kur’anda  aslında  Mezheplerin  iman  esasları  içinde  saydıkları  anlamıyla  kullanılmamıştır.  Kur’anda   kader,  Evrenin  ve  bütün  varlıkların,  Allah  tarafından  belirlenmiş  kurallar  ve  ölçüler  (  Fizik,  Kimya,  Biyoloji,  Astronomi,  Matematik  v.s.  kanunları )  içerisinde  yaratıldığı,  rastgele  ve  tesadüfi  bir  şekilde  yaratılmadığı  anlamında  kullanılmıştır.  Kur’anda  pek  çok  ayette  Allah’ın  takdirinden,  yaratmasından,  kazasından,  bahsedilmektedir.  İşte  bunların  tümü  kurallarla,  ilkelerle  hükümlerle  Allah’ın  varlıklar  üzerindeki  ölçülendirmeleri  ve  ayarlamalarıdır. Bu  ayarlamalarda  varlıkların   herhangi  bir  müdahalesi,  hiç  bir  iradesi  ve  etkisi  yoktur.  İşte  Kur’anın  tanımladığı  gerçek  kader  budur.  Kaderi  Allah’ın  ilmi  ve  koyduğu  hükümler  olarak  ele  alacak  olursak,  Allah’ın  ilminde,  hükmünde  herhangi  bir  değişiklik  olmaz.  Kaderi  Allah’ın  takdiri  olarak  ele  alacak  olursak  da  yine  bunda  da  herhangi  bir  değişme  olmaz. Örneğin,  Allah  kişinin  doğacağı,  öleceği  anları  takdir  etmişken,  bunların  belirli  sebeplerle  sonradan  değişmesi  söz  konusu  olamaz.  Allah’ın  koyduğu  ve  belirlediği  hiç  bir  ölçü  ( kader )  değişemez.  Örneğin,  güneş  her  zaman  doğudan  doğar,  batıdan  batar.  Ay  dünya  çevresinde  hep  aynı  şekil  ve  görünüm  tekrarlarıyla  dolanır.  Allah’ın  ilminde,  verdiği  hüküm  ve  koyduğu  kurallarda,  yarattığı  ve  oluşturduğu  kanunlarda  asla  bir  değişme  olmaz.

Yüce  Rabbimiz  Allah,  ilâhlığının  olmazsa  olmaz  bir  gereği  olarak  her  şeyin  ve  her  işin  asıl  yaratıcısıdır.  Dolayısıyla  insanların  önünde  seçenek  olarak  duran  hayrı  da  şerri  de,  hidayeti  de  dalaleti  de  yaratan  Allah’tır.  Ne  var  ki,  bu  yollardan  birini   tercih  eden  ve  o  yönde  davranışlarda  bulunan  ise  insanın  bizatihi  kendisidir.  Bu, her  fiilin  yaratıcısı  Allah,  her  fiilin  faili  ise  insanın  kendisi  olduğu  anlamına  gelir.  Allah,  kullarına  akıl,  irade,  kabiliyet  ve  olanaklar  vermiştir.  Onların  iradesini  istediği  gibi  kullanmada  özgür  bırakmıştır.  Kur’an  ayetlerinde  iman  etmenin  de,  inkâr  etmenin  de  insanın  özgür  iradesine  bırakıldığı  ve  Cennete  girmenin  de,  Cehennemi  hak  etmenin  de  kişinin  yaptıklarının  sonuçları  olduğu  açık  bir  şekilde  anlatılmaktadır. Bu  nedenle  dünya  yaşamında  başa  gelen  olumsuz  olaylarda  kader  denilip  suçun  Allah'ın  üzerine  atılması  küfürdür,  şirktir.  İnsanları  Allah'la  aldatmaktır.

İnsanın  fiilleri,  kendi  isteğinin  dışında  ve  kendi  isteği  ile  olmak  üzere  ikiye  ayrılır.  İnsanın  vücudunun  işleyişi,  kalbinin  atması,  nefes  alması,  açlık  hissetmesi,  vücudundaki  kan  dolaşımı,  saçının  sakalının  uzaması  v.b. gibiler,  kendi  isteğinin  dışında  ve  sorumlu  olmadığı  fiilleridir.  İnsanın   iyi  yada  kötü  amellerde  yaptığı  seçim  ise  sorumlu  olduğu  fiillerdir.

İNSAN  2 – 3  :  Şüphesiz  Biz  insanı  karışık  bir  nutfeden   oluşturduk.  O’na  yükümlülükler  vereceğiz. Bu  nedenle  onu  çok  iyi  işitici,  çok  iyi  görücü  yaptık. /  iyiyi  kötüyü  ayıracak  bilgileri  yollayarak  bilgilendirdik.  Şüphesiz  biz  ona  yolu  gösterdik,  ister  kendisine  verilen  nimetlerin  karşılığını  ödeyen  biri  olsun,  ister  nankör.

KEHF  29  :  Ve  de  ki  :  “ O  gerçek  Rabbinizdendir. O  nedenle  dileyen  iman  etsin,  dileyen  bilerek  reddetsin  /  inanmasın

Ayetlerde  görüldüğü  gibi  insan,  Allah  tarafından  yaratılmış  hayır  veya  şer  yollarından  birini  seçmesi  için  zorlanmamış,  kendisine  iki  yol  gösterilmiştir.  Üstelik  de  peygamberler,  kitaplar  gönderilerek  de  bu  yollar  insanlara  açıklanmıştır,  gerekli  rehberlik   ve  uyarılar  yapılmıştır.  Zaten  her  insan  hareketlerinde  serbest  olduğunu  vicdanen  bilir.  Seçimini  özgürce  yapabildiğine  kendisi  şahittir.  Böyle  olunca,  doğru  yolda   kullanılması  ısrarla  öğütlenen  ve  kendisine  emanet  edilen  vücut  ve  akıl  nimetini  yanlış  olarak  kullanan  kimsenin  hiçbir  mazereti  olamaz. Bundan  dolayı  kader  bahanesiyle  sorumluluktan  kurtulamaz.

ALLAH’IN  MEŞİETİ  ( DİLEMESİ,  İRADESİ ) :  Yüce  kitabımız  Kur’anda,  pek  çok  ayette,  Allah’ın  kalpleri  ve  kulakları  mühürlediği,  kalplerine  mühür  vurduğu,  paslandırdığı,  dilediğini  doğru  yola  iletip  dilediğini  de  saptırdığı  ifadelerini  görmekteyiz. Bu  ifadeler,  Kur’an  bütünlüğü  içerisinde  meşiet  konusu  doğru  anlaşılmadan  düz  mantıkla  değerlendirildiğinde  kader  konusunda  insanları  çok  yanlış  kabullenmelere  götürmektedir.

MÜDDESSİR  54 – 56  :  Kesinlikle   onların   düşündüğü   gibi   değil.  O  bir   öğüt   verici  /  düşündürücüdür.  Öyleyse  dileyen  onu  düşünür,  öğüt  alır.  Ve  onlar,  Allah’ın  dilediği  dışında,  öğüt  alamazlar.  O  sakındırmaya  ehildir  ve   affetmeye  ehildir.

Dikkat  edilirse  ayette  insanın  dilemesi,  Allah’ın  dilemesine  bağlanmıştır.  Türkçeye  de  aynen  Arapçadaki  anlamıyla  geçmiş  olan  Meşiet  Sözcüğü  :  Bir  şey  üzerinde  karar  vererek  onu  yapmaya  azmetmektir.  İrade  sözcüğü  ile  eş  anlamlıdır.  Dolayısıyla  ilim  ve  kudret  gibi  meşiet  de  Allah’ın  subuti  sıfatlarındandır,  olabilecek  veya  olmayabilecek  her  şeyi,  dilediği  zamanda  ve  dilediği  niteliklerde  yapması  veya  yapmamasıdır. Bu  tanımı,  Evrendeki  olmuş  veya  olabilecek  her  şeyin  Allah’ın  dilemesiyle  olduğunu  ve  olacağını,  O’nun  her  dediğinin  mutlaka  olacağını,  dilemediğinin  ise  asla  olmayacağını  Yasin  Sûresinin  82. ayetinde  "  Şüphesiz  ki  O,  bir  şeyi  dilediğinde,  O’nun  buyruğu  /  işi  o  şeye  “ ol “  demektir. O  da  hemen  oluverir. "  ifadeleriyle  görmekteyiz. Meşiet  / irade  sahibi  olan  Allah,  bu  sıfatından  kapasiteleri  ölçüsünde  insanlara  da  bahşetmiş  ve  insanlara  özgür  iradeleri  ile  seçme  hakkı  tanımıştır.  İnanç  özgürlüğünün  temeli,  Allah’ın  bu  konudaki  meşietidir. / iradesidir.  Herkesçe  bilinmektedir  ki,  insanların  baskı  ile  bir  şeye  inandırılmaları  veya  inanmaktan  vazgeçirilmeleri  mümkün  değildir.  İnanç  bir  gönül  işidir.  Bundan  dolayı  insanların  kalplerine  nüfuz  etmek  ve  beyinlerini  kontrol  altında  tutmak  mümkün  değildir.  İnanç  konusunda  insanların  zorlanması  başarılı  sonuç  vermez. 

YUNUS  99  :  Oysa  Rabbin  dileseydi,  elbette  yeryüzündekilerin  hepsi  topluca  inanırdı.  Artık  inanan  kimseler  olmaları  için,  insanları  sen  mi  zorlayacaksın.

NAHL  9  :  Yolun  doğrusu  yalnızca  Allah’a  borçtur.  Yolun  eğrisi  de  vardır.  Ve  eğer  Allah  dileseydi  sizi  topluca  doğru  yola  kılavuzlardı.

FUSSİLET  40  :  Şüphesiz  ayetlerimiz  hakkında  doğruluktan  ayrılıp  inkâra  sapan  kimseler  Bize  gizli  kalmazlar.  O  halde  ateşe  atılacak  kişi  mi  daha  hayırlıdır,  yoksa  kıyamet  günü  güven  içinde  gelecek  kişi  mi ?  İstediğinizi  yapın.  Şüphesiz  ki  Allah  yaptığınız  şeyleri  en  iyi  görendir.

Meşiet  kavramını  tüm  boyutları  ile  incelememiş  ve  anlayamamış  olanlar,  gördükleri  ayetlerdeki  ifadeleri  düz  mantıkla  yorumlayarak,  Allah’ın  kader  çerçevesi  içerisinde  rastgele  birilerini  saptırdığını,  kimilerini  de  rastgele  hidayete  erdirdiğini  ileri  sürebilmektedirler.  Oysa  Allah’ın  durup  dururken  birilerini  saptıracağını  iddia  etmek,  Allah’a  zulüm  yakıştırmak  olur.

FATIR  8  :  Onun  için  kötü  ameli  kendisine  süslü  gösterilen,  sonra  da  onu  güzel  gören  kişi  mi  ?  Şüphe  yok  ki  Allah  dilediğini  /  dileyeni  şaşırtır.  Dilediğine  /  dileyene  de  kılavuzluk  eder.  Onun  için  canın  onlara  karşı  üzüntülerle  sıkılıp  gitmesin. Şüphesiz  Allah  onların  yapmakta  olduklarını  çok  iyi  bilir

NAHL  93  :  Ve  Allah  dileseydi  elbette  hepinizi  tek  bir  ümmet  yapardı.  Fakat  Allah  dilediğini  saptırır  ve  dilediğine  de  doğru  yolu  kılavuzlar.  /  Dileyeni  saptırır,  dileyene  kılavuzluk  eder.  Ve  şüphesiz  ki  siz  bütün  yaptıklarınızdan  sorumlu  tutulacaksınız.

İBRAHİM  4  :  Ve  Biz  onlara  açıkça  ortaya  koysun  diye  her  peygamberi  yalnız  kendi  toplumunun  diliyle  gönderdik.  Artık  Allah,  dilediğini  /  dileyeni saptırır,  dilediğini  /  dileyeni  de  doğru  yola  iletir.

Ayetlerde  görüldüğü  gibi  Allah’ın  kudret  sıfatı  öne  çıkarılarak,  her  şeye  gücü  yeten  Allah’ın,  dilediğini  saptırdığı,  dilediğini  de  doğru  yola  ilettiği  ifade  edilmektedir. Ancak  bu  ayetler,  dikkat  edilirse  rast  geleliği  değil,  bir  seçimi   meşieti  /  Allah’ın  iradesini  ifade  ederler. Kur’an  ayetlerinin  bu  konulardaki  tamamının  ifadelerine  dikkat  edilirse, Yüce  Allah’ın  saptırmayı, hidayete  erdirmeyi,  kalpleri  mühürlemeyi,  paslandırmayı,  taşlaştırmayı,  rastgele  dilemediği  açıkça  görülebilir.  Allah’ın  kimleri  hidayete  erdireceği,  kimleri  saptıracağı,  ne  yaptıkları  zaman  kalplerinin   mühürleneceği,  taşlaşacağı,  paslanacağı,  katılaşacağı  çok  çeşitli  ayetlerle  etraflıca  açıklanmaktadır.

Eğer  bu  ayetlere  düz  mantıkla  yaklaşılırsa,  hidayete  erdirmenin  veya  dalaletle  saptırmanın,  Kâfirliğin,  kalplerin  taşlaşmasının,  mühürlenmesinin,  paslanmasının,  katılaşmanın,  Allah  tarafından  belirlenmiş  bir  kader  olduğu,  ne  yapılsa  da  bu  sondan  kurtulmanın  mümkün  olunamayacağı,  onlara  yapılan  uyarıların  bir  yararı  olmayacağı,  onları  bu  sondan  kurtaramayacağı,  ister  istemez  kendileri  için  bu  yazılanların  değişmeyeceği  anlayışı  akıllara  gelecektir. Halbuki  Yüce  Rabbimiz  Allah  zalim  değildir.  Kimsenin  iman  etmesine,  doğru  yolu  bulma  çabasına  engel  değildir.  Doğru  yolu  da  dalalet  yolunu  da  yaratmış  ama  seçme  özgürlüğünü  kullarına  bırakmıştır.  Kul  kendi  yolunu  kendisi  iradesiyle  seçmektedir.  Kalplerin  mühürleneceği,  taşlaşacağı,  paslanacağı,  katılaşacağı,  dalalete  düşeceği  yolları  Allah  yaratmıştır  amma,  bu  yola  giren,  seçimini  ve  davranışlarını  da  bu  yolda  kendi  özgür  iradesiyle  yönlendiren  de  kişinin  kendisidir.  Yani  Allah,  Kâfirliği  ve  müminliği  kimsenin  boynuna   zorla,  keyfi  ve  rastgele  bir  şekilde  kader  olarak  yazmamıştır.

BAKARA  7  :  Allah  onların  kalpleri  ve  kulakları  üzerine   mühür   vurmuştur.  Onların  gözleri  üzerinde  perdeler  vardır.  Ve  büyük  azap  onlar  içindir.

CASİYE  23  :  Peki  sen  kendi  boş  iğreti  arzusunu  ilâh  edinen  ve  Allah’ın  bir  bilgi  üzere  kendisini  saptırdığı,  kulağı  ve  kalbini  mühürlediği  ve  gözü  üstüne  bir  perde  çektiği  kimseyi  hiç  düşündün  mü ?  Artık  Allah’tan  sonra  ona  kim  doğru  yol  kılavuzluğu  yapacaktır.

Aslında  ayetlerde  ele  alınan  kalplerin  mühürlenmesi,  taşlaşması,  paslanması,  mecazi  anlamda  aklın  yollarının  tıkanması,  iyi  düşünmeye  bilgilenmeye  engel  hale  gelmesi,  aklı  işe  yaramaz  hale  getirerek  devreden  çıkarılması,  aklın  kullanılamaması  anlamına  gelmektedir. Yukarıdaki  ayetlerde  ve  bunlara  benzer  daha  pek  çok  ayette,  Allah  insanların  iradesine  müdahale  edip,  istediklerini   sapıklık  içinde  mi  bırakmaktadır ?  gibi  hep  aynı  soruyu  ve  izlenimini  insan  aklına  getirebilmektedir.  Ancak   işin  aslı  öyle  değildir.  Çünkü  gerek  Zilzal  Sûresinin 7.-8.  ayetlerinde  zerre  kadar  iyiliğin  ve  kötülüğün  karşılığı  verileceği,  gerekse  Nisa  Sûresinin  40. ayetinde  zerre  ağırlığınca  bile  haksızlık  yapılmayacağını  bildiren  Yüce  Allah’ın,  adalet  konusunda  şüphe  ile  karşılanacak  bir  iş  yapması  mümkün  değildir.  Ayrıca  Allah  kullarının  günahkâr  ve  kâfir  olmalarını  istemez.  Onların  küfrüne  razı  olmaz. Zaten  böyle  olmasaydı,  Allah  elçiler  göndermez,  kitaplar  indirmezdi.  Kâfirler,  kendi  akıllarına  çok  güvenirler.  Bundan  dolayı  da  Allah’ın  uyarılarını  dinlemezler,  peygamberlerini   küçümserler,  kitaplarına  uymazlar.  Böyle  yapmakla  da  aslında  akıllarını  kullanmamış  olurlar.  Rabbimiz  de  insanların  bu  duruma  kendi  iradeleri  ile  düşmelerine  izin  verir.  Böylece  küfür  yolunu  seçmiş  olan  bu  insanların  kalplerini  mühürlemiş  olur. Kalpleri  taşlaşmış  olur,  pas  tutmuş  hale  gelir. Bu  tür  insanlar  artık  peygamberle  veya  kitapla  yan  yana  gelseler  de  artık  ayetlerden,  öğütlerden  etkilenmezler.  Kısacası  kul  yaptığı  işlerin  failidir  ve  sorumlusudur.  Allah  ise  kulun  yaptığı  işlerin  yaratıcısıdır  ve  karşılığının  vericisidir.  Kur’an  da  bunu   Necm  Sûresinin  39.  ayetinde “  Gerçek  şu  ki  insan  için  çalışıp  didindiğinden  başka  bir  şey  yoktur. “  Yasin  Sûresinin  54.  ayetinde  de  “  Ve  sadece  yapmış  olduklarınız  ile  karşılıklandırılırsınız “  diye  belirtmektedir. 

Kimse  kaderinin  mahkûmu,  mağduru  olmadığı  gibi,  kaderinin  güldürdüğü  mutlu,  başarılı  kıldırdığı  da  değildir.  Olumlu  ya  da  olumsuz  herkesin  durumu, irade ( istek,  planlama )  seçim  ve  eyleminin   sonucudur.  Herkes  kendi  seçimi  ile  attığı  adımın  ve  girdiği  yolun  sonunda  ne  varsa  onu  yaşar. O  yolu  ve  içindekileri  ile  sonucunu  da  yaratan,  zamandan  ve  mekândan  münezzeh  olan  Yüce  Allah’tır.  Bundan  dolayı  da  Yüce  Allah,  yarattığı  her  şeyin  başını  da  sonucunu  da  bilmektedir. Örneğin,  hapiste  yatan  hırsız,  katil,  fuhuş  yapan  biri,  kader  mahkumu  değildir.  Allah  bunların  kaderine  bu  suçları  işleyeceklerini  yazmamıştır.  Ama   tuttukları  yoldan,  gidişatlarından  dolayı  yolun  sonunda  başlarına  gelecekleri  bilmektedir. Çünkü  o  yolun  gidişatını  yaratan  Allah’tır. Yine  başarılı,  sağlıklı,  varlıklı,  mutlu  birisi  de  Allah  onun  kaderine  bunları  yazdı  diye  bu  konumda  değildir. Bu  kişinin  durumu  da  kendi  tercihlerinin  çabalarının  bir  sonucudur.  Zengin  ve  varlıklı  doğan  bir  kimse,  yanlış  seçimlerinden  dolayı  kötü  durumlara  düşebilir,  tersine  çok  yoksul  ve  sıkıntılar  içerisinde  doğan  birisi  de  doğru  seçimleri  ve  çabaları  sonucunda  iyi  bir  konuma  gelebilir.  Bu  yaşanmışlıklar  kader  değildir.  Allah'ın  koyduğu  kurallara  göre  yapılan  seçimlerin  sonucudur.

İnsanların  eş  seçimi,  erkeğin  veya  kadının  gayri  meşru  cinsel  ilişkisi,  kendilerinin  istek  ve  seçimi  ile  gerçekleştirdikleri   amellerdir  ve  kader  olmayan  işlerdir.  Ama  bu  seçimlerden  ve  ilişkilerden  doğan  çocuklar  Allah’ın  takdiridir  ve  o  çocukların  doğumu  ve  cinsiyetleri  onların  kaderidir.  Dünyaya  gelmek  ve  ölmek,  ecel  insanın  kaderidir.  Ecel  kesinlikle  değişmez. Ertelenmez,  öne  de  alınmaz. Allah  eceli  ölçülendirmiştir,  ayarlamıştır.

Evrenin  yaratılması,  canlı  ve  cansız  varlıkların  ölçüler  ve  kurallar  dahilinde  yaratılması,  her  varlığın  süresinin  ve  sonunun  olması,  varlıkların  madde  ve  enerjiden  oluşturulması,  şekilleri  suretleri  ve  özellikleri,  evrenin  ve  canlı  cansız  varlıkların  insanın  hizmetine  verilmesi,  insanın  anatomik  ve  fizyolojik  özellikleri,  erlik,  dişilik  ve  etnik  bağlılığı,  beyazlık  zencilik, suyun  akışkanlığı,  ateşin  yakması, atılan  taşın  yere  düşmesi,  gökyüzü  varlıklarının  dönmesi  ve  uzayda  yüzmesi,  ölçülerle  varlıklarını  sürdürmeleri  v.s.  hepsi  Allah’ın  takdiri,  yaratması,  dilemesi,  meşieti  iradesi  ve  hükümleridir. Değişmeyecek  bozulmayacak  kanunlarıdır,  Sünnetullahtır,  kaderdir.  Allah’ın  yaratmasından  ve  varlıkların  kendi  iradeleri  dışında  yaptıklarından,  kimse  cinsiyetinden,  renginden,  dilinden  ırkından  ve  başkalarının  yaptıklarından  sorumlu  değildir.  Bunlardan  hesaba  çekilmezler.

Mezheplerin  hadislerle  kader  anlayışının  içine  yerleştirdikleri  Levhi  Mahfuz  kavramı  ile  ilgili  inançlar  ve  bu  kavram  ekseninde  oluşturulmuş  rivayetler  Kur’andan  onay  almaz.  Levhi  Mahfuz  ifadesi,  Kur’anda  Buruç  Sûresinin  19 - 22.  ayetlerinde  "  Fakat  o  kâfirler  hala  bir  yalanlama  içindedirler.  Oysa  Allah  onları  arkalarından  kuşatıcıdır.  Aksine  o  levhi  mahfuzda  /  korunmuş  levhada  şerefli  bir  Kur’andır. "  ifadeleri  içerisinde  yer  almaktadır.  Fakat  ayetteki  ifadeler  aslında   daha  önceki  Sûrelerden  Abese  Sûresinin  11. ve 16. ayetlerindeki   " Hayır  hayır  hiç  te  öyle  değil,  O   bir  düşündürücüdür.  Dileyen  onu  düşünüp  öğüt  alır.  Değerli  sayfalar  içindedir. Yüceltilmiş,  tertemiz  temizlenmiş  sefirlerin  ellerinde  saygın  güvenilir  levhi  mahfuzda  /  korunmuş  levhada  şerefli  bir  Kur’andır. "  ifadeleriyle  belirtilen  paragrafın  bir  devamı  gibi  görünmektedir,  ayetler  arasında  bir  anlam  bütünlüğü  oluşmaktadır.  Bu  anlam  bütünlüğü  içerisinde  ayette  “ korunmuş  levha “  ( levhi  mahfuz )  ifadesiyle  Kur’anın  korunduğu  ve  korunacağı  anlatılmaktadır.  Ayette  yer  alan  Mecid  ( yüce,  şerefli,  köklü )  ifadesi  de  Kur’an  için  zikredilmiştir.

Bu  ayetlerle,  Allah’ın  sözünden  daha  yüce,  daha  üstün,  daha  köklü  bir  sözün  olamayacağı  ve  Vakıa  Sûresinin  77.- 78. , Hicr  Sûresinin  9. ayetleriyle  de  belirtildiği  gibi  Kur’anın  korunduğu  ve  korunacağı  ifade  edilmektedir. Levh  sözcüğünün  esas  anlamı  tahta,  yonga,  gemi  tahtası  demektir.  Daha  sonraları  üzerine  yazı  yazılan  her  türlü  yassı  şey  için  kullanılır  olmuştur.  Buna  göre  üzerine  yazı  yazılabilen  deri  parçası,  kemik  parçası,  taştan  tabletler,  kâğıtlar,  zamanımızdaki  bantlar,  c.d.ler  bilgisayar  tabletleri  hepsi  levh  kapsamında  anlaşılmalıdır.  Burada  kullanılan  “ levhi  mahfuz “  tamlaması  ise,  mecazi  olarak  Kur’anın  korunduğunu  ve  korunacağını  anlatmaktadır. Mezhepler  bu  tamlamayı  ise  kaderin  bir  levhası  olarak  nitelendirmekte  ve  oluşturulan  uydurma  rivayetlerle  de  bu  inançlarına  güç  katmaya  çalışmaktadırlar. Bu  rivayetlerde  dedikleri  Levhi  Mahfuz  altındandır,  bir  başkasında  gümüştendir,  bir  başkasında  yakuttandır,  bir  başkasında  arşın  sağ  tarafındadır,  bir  başkasında  semadadır,  bir  başkasında  İsrafilin  alnındadır,  Matiryun  meleğinin  kucağındadır  gibi  söylemler  ciddiyetten,  gerçekten,  ciddi  destek  ve  dayanaktan  yoksun  kuruntulardır  ve  Kur’andan  da  onay  almamaktadır.

Sonuç  olarak  Kader,  Allah’ın  ilmi,  kudreti,  iradesi  / meşieti  ve  takdiri  doğrultusunda  yarattığı  varlıklar  ve  bu  varlıklar  arasındaki  işleyişler  için  koyduğu  kanunlar,  ilkeler,  kurallar,  hükümler  ve  ölçülerdir.  İnsanın  hayatı  süresince  karşılaştığı  ve  karşılaşacağı  fitneler,  belâlar,  sıkıntılar,  hastalıklar,  insanı  saflaştırma  olgunlaştırma  vesilesi  olan  sınavlardır. Rivayetlerle  kaderi  izah  edebilmek  için  uydurulmuş  ve  levh i  mahfuz  denilen  bir  yazboz  tahtası,  Kadere,  hayra  ve  şerre  iman  diye  imanın  altıncı  şartı  denilen  bir  iman  şartı  da  Kur'anda  yoktur.  Emevi  halifelerinin  baskı  ve  zulümlerini  örtbas  etmek  üzere  fetva  verdirerek  dine  ilave  ettirdikleri  uydurulmuş   şartlardır. Halk  arasında  çok  sıklıkla  kullanıldığı  ve  inanıldığı  gibi  deprem,  yangın,  sel  gibi  doğal  afetlerde,  trafikte  ve  maden  ocaklarında  kazalar  ve   iş  sahalarında  meydana  gelen  ölümler  de  kader  değildir.  Kişilerin,  yöneticilerin  yapmaları  gerekenleri  yapmamalarının,  gerekli  önlemleri  almamalarının,  yapmamaları  gerektiği  halde  yanlış  olarak  yaptıklarının,  tercihlerinin  bir  sonucudur.  Kişiler  sahip  oldukları   akıl,  irade,  seçme  özgürlüğü  ile  davranışlarına  yön  verir  ve  sonuçlar  da  buna  göre  ortaya  çıkar. Rabbimizin  Şura  Sûresinin  30. ayetinde  "  Ve  size  musibetten  isabet  eden  şeyler,  işte  kendi  ellerinizle  kazandıklarınız  yüzündendir. "  ifadeleriyle  belirttiği  gibi,  kendi  seçim  ve  davranışlarının  sonucu  ulaştığı  durum,  onlar  için  kader  değildir.  Nisa  Sûresinin  79. ayetinde  de  "  Sana  iyilikten  /  güzellikten  isabet  eden  şeyler,  İşte  Allah'tandır.  Sana  kötülükten  isabet  eden  şeyler  de  senin  kendindendir. Ve  Biz  seni  insanlara  bir  elçi  olarak  gönderdik. İyi  bir  tanık  olarak  Allah  yeter. "  ifadesiyle  Peygamberimizin  şahsında,  Hicretten  sonra  Bedir'de  kazanılan  zaferin  ardından,  Uhud  savaşında  yaşanan  yenilginin  nedeninin,  Müslümanların  kendilerinin  yaptıkları  hatalar,   kendilerinin  yanlışları  olduğu  dile  getirilerek,  bizlere  de  öğüt  olsun  diye  aktarılmaktadır. 

Bu  nedenlerle   bütün  yaşanan  kötülüklerin,  savaşlardaki  yenilgilerin,  maruz  kalınan  kazaların,  afetlerin  sonucunda  yaşanan  ölümlerin  suçu,  kader  deyip  de  Allah'ın  üzerine  atılamaz. Kişi  bu  dünyada  yapmaması  gerektiği  halde  yaptıklarından,  yapması  gerektiği  halde  yapmadıklarından  da  Allah  katında  sorumlu  olacaktır.  Allah  hiç  bir  kulunun  kötü  olmasını,  felâketlerle,  kazalarla  hayatını  kaybetmesini  istemez. Her  kulunun  iyiye,  güzele,  doğruya,  mutluluğa,  huzura  kavuşmasını  istemesi  zaten  O’nun  Rahman  ve  Rahim  olmasının  bir  gereğidir.  Allah,  bütün  varlıkları  ve  insanı  en  mükemmel  bir  tasarımla  yaratmıştır.  Engelli  ve  özürlü  doğan  bir  çocuğun  vebali  de  kaderdir  diye  Allah'ın  üzerine  atılamaz.  Bu  sonuçta,  çocuğun  dünyaya  gelmesine  aracı  olan  ebeveynlerin  ve  atalarının  Allah'ın  koyduğu  kanunlarına  göre  yaşam  tarzlarının,  seçimlerinin,  yanlış  adımlarının  katkısı  bulunmaktadır. Dileyelim  ki  içinde  bulunduğu  olumsuz  durumundan  dolayı  “  Benim  için  kader  ağlarını  kötü  ördü “  sarmalında  olanlar,  her  olumsuzlukta  kader  diye  kabahati  Allah'ın  üzerine  atanlar,  akıl,  irade,  seçme  özgürlüğü  nimetinin  kıymetinin  farkına  vararak  Kur’an  öğretisi  içerisinde,  diledikleri  güzel  ağları  kendileri  için  örebilsinler !.. Allah'ın  selamı,  rahmeti  ve  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER  !

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  (  Tebyin  ül  Kur'an )

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET