Yaklaşık 13.7 milyar yıldır dizilmiş domina taşı gibi, birbirini izleyen olaylar zincirinin süregeldiği bir Kâinatta, küçücük bir zerre olan dünya üzerinde, küçücük zerreler halinde yaşıyoruz ve bizden daha küçücük zerreler halinde olan varlıkların da farkındayız. Etrafımızda sürekli bir oluşma, değişme, yeniden bir yapılaşma, etkileşme, bütünleşme ve ardından da yine bir ayrışma, çözülme süregelmektedir. Çağlar boyunca sürekli yeni bir şeyler gelip, bir şeyler gitmekte, nesiller gelip, nesiller yok olmaktadır. Canlı türleri tükenmekte, yeni canlı türleri ortaya çıkmakta, çevre sürekli değişmektedir. Buna rağmen Kâinattaki ahenk, denge ve oluşumlar zinciri asla bozulmamaktadır. Her olay, her değişim, bir sonraki olayı doğurmakta, her var olmanın ardından gelen yok olma, kurulu düzen bütünlüğünü, dengenin ve yaşamdaki ahengin bozucusu olmamaktadır. Bilakis yaşamın tamamlayıcısı ve bütünün bir parçası olmaktadır. Bilimin bugün ortaya koyduğu gibi sürekli olarak meydana gelen enerjiden maddeye, maddeden enerjiye dönüşüm ile Evrenin entropisi / karmaşadaki, düzensizlikteki enerji değişimi de sabit kalmaktadır. Bitmek tükenmek bilmez bir enerjiler dönüşümü ile yaşamını sürdüren Kâinatın, bu azametinin yegâne tanıkları, sadece acaba bu küçücük gezegende yaşayan bizler miyiz ? Acaba bu değişimlerin farkında olan ve dünya gezegeninin tiyatro sahnesinde verilen görevleri canlandıran, tek aktörleri hayvanlar ve insanlar olarak bizler miyiz ? Bu dünya tiyatrosunda, bakıldığında acaba her insan da farklı karakterleri ve hayatı, belli programlandırmalarla mı canlandırmaktadır. ? Kur'anda bazı ayetlerdeki müteşabih ifadelerle, örneğin Rahman Sûresinin 29. ayetinde yer alan " Göklerde ve yerde bulunan kimseler " ifadesiyle işaret edildiği gibi, belki de Evrenin derinliklerinde yaşayan, bizim henüz farkına varamadığımız, tanışmadığımız başka canlı tanıklar da vardır. Ama biz burada yine kendi dünyamızdaki yaşamın gerçeklerine, Yaratan Rabbimizin bize bahşettiği Kur'an nimeti çerçevesinde bakmaya çalışalım.
Her insanın yaşadığı hayatında, inişler çıkışlar, iyilikler, mutluluklar, kötülükler, fitneler, başına gelmiş musibetler, belalar, kazalar, cezalar, mükâfatlar, acılar, hüzünler, sıkıntılar olmaktadır. Bütün bunlar birer rastlantı mıdır ? Biçilen roller midir ? Yoksa muazzam bir ilmin oluşturduğu yasaların algoritmik sonucu mudur ? Bizim insan olarak dünyaya gelişimiz, yaşamımız, ölümümüz tesadüf müdür ? Bütün bunlardaki ezeli sır nedir ? İnsanların başına gelebilen olumsuzluklar, belâlar, kazalar, bütün bunların hepsi önceden yazılmış, çizilmiş bir yol mudur ? Bir kader midir ? Bütün bu soruların gerçek cevabını aslında anlayarak okuduğumuz zaman Yüce Rabbimizin " Biz bu Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık " dediği Kur'anımızın içerisinde bulabiliriz.
KADER NEDİR : Bugün yaşadığımız hayatta, bilimin ve teknolojinin geldiği nokta ile Rabbimizin bize gönderdiği elçiler ve kitaplar ışığında, Kâinatın pek çok bilinmeyeni anlaşılır hale gelmiştir. İnsan olarak bizim başarılı bir sonuç elde edebilmek için yaptığımız hiçbir işimiz plansız, tasarımsız olmamaktadır. Her iş adamının ertesi günü yapacaklarının bir programı vardır. Her kadın veya aşçı pişireceği yemeğin bir ön hazırlığını yapar. İnşaat ustası işine nereden başlayacağını tasarlar. Öğretmen vereceği dersin önceden planını hazırlar. Peki içinde bulunduğumuz bu devasa Kâinatın, üzerinde yaşadığımız bu dünyanın işleyişinin, günlük hayatımızda yararlandığımız canlı ve cansız varlıkların, çiçeğin, böceğin, meyvenin, ağacın, dallarının, yapraklarının, dağların, ovaların, akarsuların, yemyeşil ormanların, gökyüzünün, gezegenlerin, güneşin, ayın, yıldızların, gecenin ve gündüzün, harika birer sanat şaheseri olan bütün bunların, tesadüfen, tasarımsız, plansız, Ateistlerin iddia ettikleri gibi kendi iç dinamikleriyle kendiliğinden ortaya çıktığını söylemek mümkün müdür ? Vücudumuzdaki bütün organlarımızın harika işleyişinin, yapısının, tasarımın, onları belirli ölçülere, şekillere göre yaratma fiili, sınırsız bir ilim, irade, kudret ve bütün bu yaratmadaki mühendislik ve sıfatlar kime aittir ? Bütün bu oluşumlara zerreden kürreye hükmeden, orkestra şefi gibi yöneten kimdir ? Yunus’un “ Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi “ dediği gibi, harikalarla dolu ve bize göre her biri mucize olan yaratmanın ve mühendisliklerin, programcılığın ve patronluğun yegâne sahibi ve hükmedeni yok mudur ? Bütün bu düzen sahipsiz midir ? Elbette ki yoktan yaratılmış olduğu ispatlanmış olan bu düzenin sahibi vardır ve o da Kadiri Mutlak, Vacibül Vücut olan Yüce Rabbimiz Allah’tır.
Bugün insanların yaşanan her olay sonucunda çok sıklıkla kullandıkları kader diyerek önceden belirlenmiş yazgıya bağlamalarına rağmen, bilim ve teknoloji ile ortaya çıkmış olan ve Kur’anda da yer alan, Allah’ın yaratmadaki yaşamın bir düzen içinde devam edebilmesi için koyduğu Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Matematik, Çekim kanunları, ilkeleri, havanın ve suyun kaldırma kuvveti, kuralları ve hükümlerinin varlığını bilerek, kaderin ne olduğunu daha kolay anlayabiliriz. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de kader, Allah’ın koyduğu ölçüleri, kanunları, kuralları, ilkeleridir Tabiat kanunlarıdır diye tanımlamaktadır. Çünkü insan vücudundaki organların özellikleri dahil bütün yaratılmış varlıklar, Fizik, Kimya, Biyoloji kanunları ile konulmuş görünmez bir sınır çizgisine boyun eğmektedir. Vücudumuzda görev alan atomları, molekülleri ve bileşikleri, belirli hudutlarda ve ölçülerde tutan bir program, insanı oluşturan mikrobiyolojik hücrelerde, genlerde, kodlanmış genetik şifre bulunmaktadır. Vücudumuz bu genetik şifreye ve programa göre oluşmaktadır. Bugün vücudumuzda ölümü gerçekleştiren genlerin de varlığı ortaya konmuştur. Kur’an ayetlerine baktığımız zaman, Allah’ın zatı sıfatlarının yanı sıra içinde irade sıfatının da bulunduğu, bu sıfatlardan az miktarda kullarına da bahşettiği subuti sıfatlarını da görmekteyiz. Ulaştığımız bütün bu bilgilerin ardından düşünüldüğünde, bilimsel ve dini inanç ile kader, kaza ve irade kavramları da daha net olarak şekillenmektedir. Bu kavramlarla ilgili olarak Yüce Kitabımız Kur’anda bize pek çok ayetle ışık tutulmaktadır. Bilimin ve düşüncenin oluşturduğu mantığa göre Kader : Allah’ın sonsuz ilmi ile her şeyi bilmesi, yazması, planlaması, ölçülendirerek oluşturması, oluşturacakları, Kaza : Yazılanların, belirlenenlerin kaderlendirilenlerin / konulmuş olan ölçülerin, kuralların, sınırların ve hükümlerin yaşanması, İrade : İnsan için söz konusu olduğu zaman, yazılmış, belirlenmiş olan yaşamın önündeki olasılıklardan, şıklardan, adımlardan birinin tercih edilmesidir, şeklinde de tanımlanabilir. Kur’an ayetlerine dayanarak, geçen zamanlar içerisinde değişik yorumlarla bu konularda tanımlamalar yapanlar olmuş ve hatta bu tanımlamaların etrafında mezhepler dahi ortaya çıkmıştır. Kur’an ışığı altında Kader kavramının daha iyi ve doğru anlaşılabilmesi için, Allah’ın insanları saflaştırmak, olgunlaştırmak, eğitmek için bir takım bela, musibet ve fitnelerle sınaması ile ilgili ayetlerin bilinerek, öncelikle doğrusunun ortaya konulması gerekmektedir.
ALLAH’IN FİTNE İLE BELALANDIRMASI VE SABIR : İnsanlar, yaşamları boyunca deprem, yangın, fırtına, su baskını gibi çeşitli doğal afetlerle, trafik kazası, birilerinin saldırısı, hastalıklar, sakatlıklar, işsizlik, yokluk, açlık, esaret gibi musibetlerle, sıkıntı, acı ve üzüntülerle karşı karşıya gelebilmektedir. Bütün bunları yaşadıkça da hayatında deneyimler kazanmakta, ona göre hayatına yön verebilmektedir. Bakara Sûresinin 155 - 157. ayetlerinde " Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Kendilerine musibet geldiği zaman “ Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz “ diyen şu sabredenlere de müjdele ! İşte onlar Rabblerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. " ifadelerinde belirtildiği gibi bütün bunlar aynı zamanda insanların gelişmesi, olgunlaşması için bir öğrencinin eğitim, öğretim sürecinde aldığı dersler ve uygulamalar gibidir. Dersler, uygulamalar nasıl ki bir öğrenciyi eğiten, geliştiren, bilgisini arttıran yararlı uğraşılar ise, insanın başına gelen fitne, belâ ve musibetler de insanın yararına olan, onu altın örneği gibi saflaştırıp değerli ve daha güçlü bir konuma getiren, Allah katındaki metanetini, zorluklara, sıkıntılara karşı direncini, sabrını ölçen araçlardır. Dünya yaşamında bedendeki ağrılar, acılar, hastalıklar, kazalar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması, aksilikler, kısaca hoşa gitmeyen her şey dünyadaki musibetlerdendir.
Sabır : Asıl anlamı “ hapsetmek, içeride tutmak “ olan sözcük, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, dirençli olmak, boyun eğip teslim olmamak, gereği gibi mücadele etmektir. Yani insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler, sıkıntılar, acılar veren belâlara karşı koymak, onların üstesinden gelmek için mücadele etmektir. Sabır ile her şeye ses çıkarmadan kabul etmeyi birbirine karıştırmamak gerekir. İyi bilinmelidir ki, haksız yere mahkumiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, haksız tecavüzlere, saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz kalmak, dayanmak, dişini sıkmak, kader deyip oturmak, sabretmek değildir. Çünkü meşru olmayan saldırılara, haksızlıklara, zulümlere karşı sessiz kalmak, o davranışlara ortak olmaktır, o davranışları onaylamaktır.
Fıtri olarak insan psikolojisi zorluğa değil, kolaylığa, feragate değil, bencilliğe, acıya değil, haz duymaya eğilimlidir. Bu nedenle Allah rızası için yapılması gereken bazı ibadetler ve ahlâki davranışlar, insana zor ve ağır gelebilir. Bu gibi durumlarda insanı erdeme ve iyi olmaya sevk eden, zor şartları kolay kabul edip, gereğini yapmaya yönelten, soğukta üşenmeden namaza kalkmasını, uzun yaz günlerinde bitkinlik, yılgınlık duymadan oruç tutmasını sağlayan güç, sabırdır. Nefsin, bencilliğin aşırı istek ve arzularına teslim olmamaktır.
Bazı sıkıntılar, insanın irade gücünü aşabilir. Doğal afetler, savaşlar, yakınların ölümü, ölüm korkusu, savaşta yokluk ve işkenceler, insanın istese de engel olamayacağı mutsuzluk ve acı duyma nedenleridir. Bu durumlar insanda maddi ve manevi kayıplara da yol açabilir. İşte bu gibi durumlarda insanın metanetini ve hayata bağlılığını kaybetmesini önleyen, çektiği acılara rağmen Allah’a isyan etmeden mücadelesine devam edebilmesini sağlayan güç de sabırdır. Rabbimiz, nimet veya külfet cinsinden, sabır ve sebatı gerçekleştirecek her şeyin, fitne için bir araç olduğunu bildirmiştir. Kur’anda “ denemek, sınamak, bitkin düşürmek “ anlamına gelen belalandırmak ifadesi bir çok ayette “ belâ “ ve bazı ayetlerde de bu sözcüğün türevi olan “ fitne “ sözcüğü ile yer almıştır.
ENBİYA 35 : Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Ve Biz sizi fitne / şer ve hayır ile eritip saflaştırmak üzere sınarız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz.
Fitne : Arap lisanında “ ateşte yakmak “ anlamıyla, altın, gümüş, gibi kıymetli madenlerin saflaştırma, kendisi ile karışmış, kaynaşmış olan değersiz maddelerden ayrıştırılması amacıyla eritilmesi işlemidir. Ancak bu sözcük sadece bu anlamda kalmamış, kişilerin inançlarının, iç yüzlerinin ortaya çıkarılmasında bir araç olan, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, ölüm gibi durumlar ile körlük, topallık, sağırlık gibi bedensel kusurlar ve kıtlık, savaş, afet gibi toplumsal olaylar da fitne olarak isimlendirilmiştir. Daha sonra da “ yakma “, ateşe atma anlamı ekseninde acı çektirme, işkence, zayıf düşürme, saptırma ve bütün bunlarla deneme, sınama anlamlarında kullanılır olmuştur.
Fitne sözcüğünün ifade ettiği eylemlere göre insan kaynaklı ve Allah kaynaklı olmak üzere iki kaynağı vardır. İnsan kaynaklı fitneler, şeytani, olumsuz duygularının tezahürü olup, bizzat insanlar tarafından yapılan zulüm, işkence gibi başkalarına acı veren eylemler ile bizzat insanlar tarafından yapılan ve yaptırılan kışkırtma, ayartma, yanlış yönlendirme ile Allah yolundan saptırma ile karışıklığa, kargaşaya yol açan ve toplum düzenini bozan eylemlerdir. Allah kaynaklı sıkıntılar, musibetler fitneler ise, insanların saflaştırılmasına yönelik olan ve Müslümanların iyi bilmeleri gereken fitnelerdir. Yüce Rabbimiz, gönderdiği elçiler dahil herkesi fitnelendirmekte, sıkıntılara sokup adeta ateşe atıp eritmekte, sahip oldukları olumsuzluklarını cüruflarını fücurlarını dışa attırıp, saf, arı duru hale getirmektedir. Bu nedenle Kur’anda İbrahim, İshak, Yakub peygamberlerin bu anlamdaki tekâmülleri “ Ehlesna bi halisatin “ ( mükemmel bir saflıkla saflaştırdık ) ifadesiyle anlatılmak suretiyle “ halisa “ sözcüğünün de fitne eylemi için anlamdaş olduğu belirtilmektedir. Değişik ayetlerle de Rabbimiz, elçilerini ve insanları niçin sıkıntılara soktuğunu, fitnelendirdiğini bizzat açıklamaktadır.
ANKEBUT 2 – 3 : İnsanlar denenmeden “ İman ettik “ demeleriyle bırakıverileceklerini mi sandılar. Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere / sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah doğru kimseleri bildirecektir. Ve elbette yalancıları da bildirecektir.
FURKAN 20 : Biz senden önce de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. Sabrediyor musunuz ? Ve senin Rabbin çok iyi görendir.
KEHF 7 : Şüphesiz Biz yeryüzündeki, ona süs olan şeyleri insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınamamız için yaptık.
MÜLK 2 : O hanginizin amelce daha iyi / güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O mutlak güç sahibidir. Çok bağışlayandır. Günahları çok örtendir.
Rabbimiz, nasıl ve ne ile fitnelendireceğini de Kur’anın değişik ayetleriyle bize bildirmektedir.
ENFAL 28 : Ey iman etmiş kimseler ! Allah’a ve elçiye ihanet etmeyin. Bile bile kendi emanetlerinize de ihanet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın, evlatlarınızın, kesinlikle imtihan aracı, sizi dinden çıkaracak birer varlık olduğunu, kesinlikle de Allah katında çok büyük bir ecir olduğunu bilin.
MUHAMMED 31 : Ve kesinlikle Biz, içinizden çaba gösterenleri ve sabredenleri bildirmemiz / ortaya çıkarmamız için sizi denemeye tabi tutacağız. Haberlerinizi de denemeye tutacağız.
Kur’an ayetlerinin bize bildirdiğine göre, Rabbimiz en başta ve en çok, elçilerini fitnelendirmiş, onları ateşlere atmış, onları eritmiş, süzmüş, sıkıntılarla sabırlarını ölçmüş ve saflaştırmıştır.
BAKARA 124 : Ve hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimeler / yaralar sıkıntılar ile sınamış, O da onları tam olarak yerine getirmişti.
SAD 24 : Ve Davut, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı duru hale getirdiğimize / olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi. Ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi.
SAD 34 : Andolsun ki Biz Süleyman’ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırdık. 41 : Kulumuz Eyyub’u da hatırla ! Bir zaman O Rabbine “ Şeytan bana acı ve dert, tasa, sıkıntı dokundurdu. “ diye seslenmişti. Gerçekten Biz O’nu sabırlı biri olarak bulduk. 45 – 46 : Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u da hatırla ! Şüphesiz Biz onları “ özgür vatan hasreti “ saflığı ile saflaştırdık. Arı duru hale getirdik.
TAHA 40 : Ey Musa !.......Ve Biz seni potada eritip saflaştırdıkça saflaştırdık. / olgunlaştırdık.
Yusuf Peygamber’in de Yusuf Sûresinin ayetleri ile anlatılan hayatı, ailesinden ayrılışı, köle diye satılışı, zindana kapatılışı, adeta bir fitneler zinciridir. Bütün bu yaşadıklarından sonra O da kıvama gelmiş, olgunluğa, saflığa, duruluğa ulaştırılmıştır.
Kendisinden önceki peygamberler gibi, bizim peygamberimiz Muhammed ( a.s. ) da hayatı boyunca çeşitli fitneler zinciri ile sınanmış ve olgunlaştırılmıştır. O, henüz doğmadan babasının ölmesi ve yetim olarak dünyaya gelmesi, küçük yaşta annesini kaybetmesi ve anne şefkatinden mahrum kalması, önce dedesinin ve daha sonra da amcasının yanında sığıntı olarak büyümesi, fakirlik ve çobanlıkla geçen gençlik ve kendisinden çok fazla yaşlı bir hanımla evlenmedeki dirayeti, dünyaya gelen erkek çocuklarını peşi sıra kaybetmesi, peygamber olduktan sonra akrabalarından ve yakınlarından destek göremeyip yalnız kalması, müşriklerin sözlü, fiili saldırıları, maruz kaldığı hakaretler, stresler, baskılar, korkular ve sonunda da ölüm tehditleri, yurdunu terk ederek hicret etmesi, ardından zorunlu olarak savaşların içine sürüklenmesi, Peygamberimizin sabrının metanetinin ölçülerek olgunlaştırıldığı fitneleri olmuştur.
Peygamberlerin, sabır ve sebat konusunda iyi, dayanıklı duruma gelmeleri ve davet konusunda duygusallıktan uzak olmaları, heveslerine uymamaları, Hakktan sapmamaları, görevlerinde başarılı olmaları gerekmektedir. Bu nedenle toplum önüne gönderilen bütün peygamberler, Allah kaynaklı fitnelerden geçirilerek fiilen eğitilmişler, saflaştırılmışlar ve olgunlaştırılmışlardır.
Bunlara benzer şekilde Yüce Allah, kişileri ve toplumları da zaman zaman sıkıntı içinde bırakır. Zorluklara ve darlıklara düşürebilir. Bunlar bir bakıma insana verilen bela hükmündedir. Bu sınamanın maksadı, insanların akıllarını başlarına almaya, yanlış yolda olanları istikametlerini düzeltmeye, isyan ve küfür içinde olanları Allah’a itaat etmeye, böylece dünya hayatının bir sınav olduğu bilincini edinmeye yöneltmektir. Dinin emir ve yasakları da bu anlamda bir nevi fitnedir, beladır. Çünkü bazı emirlerin uygulanışı, insan bedenine zorluk verir. Bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına almaktadır. Böyle durumlarda insanların iyileri ve kötüleri ortaya çıkar. Şükredenlerle nankörler belli olur. Bu tıpkı bir öğretmenin öğrencilerini sınava almasına benzer. Öğretmenin amacı öğrenciden bir şey öğrenmek değildir. Öğrencinin durumunu belirlemektir. Bu uygulama da Allah’ın adaletinin, kimseye haksızlık yapmama isteğinin bir gereğidir.
İnsanların çoğunlukla karşılaştıkları sıkıntılarda, fitne ve belâlarda gerekli metaneti, sabrı, sebatı göstermeden yaşadığı olumsuzlukları, zilleti, aşağılanmayı pısırıklıkla kader diye kabul edip, azmi, direnci, mücadeleyi bıraktıklarını görmekteyiz. Kader konusu geçmişten günümüze gelinceye kadar her dönemde Müslümanların hayatında yer almış ve bir hayli meşgul etmiş, herkes bilir bilmez konuya müdahil olmuştur. Kader konusu ile çok yakından ilgili olan insanın iradesi konusunda da çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Peygamberimizin vefatından sonra geçen zaman içerisinde kader ve insanın iradesi konusunda üç temel görüş ve inanç ortaya çıkmıştır. Bu inançların peşinden giden insanlar da, Kaderiyye, Cebriyye ve Ehli Sünnet Vel Cemaat ekolü denilen ( Eşari, Maturudiye, Selefiye ) gibi itikat mezheplerini oluşturmuşlardır.
Kaderiyye mezhebine / Yedi yüzlü yıllarının başında Hasan ı Basri'nin talebesi olup onunla fikir ayrılığına düşen ve dersini terk eden Vasıl bin Ata tarafından kurulan Mutezile mezhebine göre : Kullar iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdırlar. Zira bu görüşe göre irade zaten fiildir. Bunda Allah’ın bir rolü yoktur. Fiillerin yaratıcısı insanın bizatihi kendisidir. Onları ileri götürüp götürmemekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir. “ Allah’ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez. O sadece iyiyi diler. Allah adildir diyen, bundan dolayı özellikle kader ve kaza konularında yorum ve inançları nedeniyle mantık ve aklı ön plana çıkararak ve öncelik vererek diğer mezheplerden ayrılmışlardır. Bu mezhebin inancına göre Allah’ın kullarının fiillerinde bir ilgisi yoktur. Eğer kulun kötü bir fiil yapmasında Allah’ın bir katkısı varsa ve sonra da bu kötü fiilden dolayı da cezalandırıyorsa, bu O’nun adaletiyle bağdaşmaz denilmektedir. O halde kul tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından hesaba çekilebilsin. Mutezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri Ehli Sünnet mezheplerinden farklı bir biçimde yorumlamakta ve akla öncelik vermektedir. Bu görüşler de Kur’anın bazı ayetlerinin saptırılmasına ve farklı algılanmasına dayandırılmıştır.
İNSAN 29 : Bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine varan bir yol tutar.
ENFAL 51 : İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulüm edici değildir.
RAD 11 : Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.
Bu ayetlerde, kulların fiilleri kendilerine isnat edilmektedir. Ama kulların iradesinden önce Allah’ın meşietini / iradesini dilemesini ve o fiilleri yaratmasını da göz önünde bulundurmadan bu ayetleri düz mantıkla yorumlamak, Kur’an gerçeği ile bağdaşmaz. Öte yandan Nahl Sûresinin 35. ayetinde " Allah dileseydi biz ve atalarımız Kendisine ortak koşmazdık " ifadesine dayanılarak Kaderi mazeret olarak öne süren müşriklere karşı Rabbimiz de, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir. Bu ayetlere dayanarak da Mutezile inancında kaderi bütünüyle inkâr etmekte aşırı gidenler, insanların ne yapacakları konusunda Allah’ın önceden bir bilgisinin bulunmadığını, kulun fiilinden sonra ancak Allah’ın o şeyden haberdar olduğunu dahi söyleyenler olmuştur. Bu da bu inancın pek çok Kur'an ayetine ve Allah'ın sıfatlarına aykırı olan olumsuzlukları doğurmuştur.
Cebriyye mezhebi, Kaderiyye mezhebinin inançlarına ve görüşlerine reaksiyon olarak Emevi Devleti zamanında ortaya çıkmıştır. Emevi Halifeleri cebirle, baskıyla zulümlerini örtbas etmek amacıyla özellikle saray beslemelerine, uydurma hadisler yazdırarak insanların yaşadığı her şeyin kader olduğuna ve Allah’tan geldiğine inandırmaya çalışmışlardır. Uydurulan hadislerin oluşturduğu bu inançta, Allah, her şeyi takdir etmiştir, insanın hiç bir iradi özgürlüğü yoktur. Kul bu takdir edilmiş şeyleri yaşamak zorundadır. İnsan kaderinde yazılı olanları yapmak zorundadır. Adeta bir robot gibi, nasıl programlanmışsa insan onu yapmakla yükümlüdür. Bu görüşlere destek bulmak için de, “ Kadere inanmanın, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmanın " imanın altıncı şartı diye uydurulmuş, kabul ettirilmiş ve insanlara da “ Amentü “ diye okutturulur olmuştur. Bu düşünceler doğrultusunda kader, “ alın yazısı “ olarak Türkçeleştirilmiş, insanın akıl ve iradesi tamamen devre dışı bırakılmış “ Cenabı Hakk, Kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bütün vasıflarıyla, halleriyle daha onu yaratmadan önce Levh i Mahfuz denilen kader levhasında yazmıştır. “ diye açıklanmıştır. Bundan dolayı kul da bu defterde ne yazıldıysa onu yaşar, onu yapar. Kötü işler yapmış kişiler de buna göre kader kurbanıdırlar. Tarih incelenecek olursa, bu cebri kader anlayışının, Emevilerin cebri düşüncesinden yararlanmaya çalışmaları sonucu ortaya çıktığı anlaşılır. Bu anlayışla toplum uydurulmuş hadis ve rivayetlerle beyni yıkanmış, uyutulmuş, kendi geleceklerini kurgulamaktan vazgeçirilmiş, zalimlere boyun eğdirilmiş, ses çıkartamaz hale getirilmişlerdir. Bu mezhebin inancındaki görüşlere ( Enam 125. ) ( Tekvir 29. ) ( Maide 41. ) ayetleri yanlış yorumlanarak saptırılmış ve dayanak olarak gösterilmiştir.
ENAM 125 : Ve sonra Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslam için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü öyle sıkar ki, o göğe yükseliyormuş gibi olur.
TEKVİR 29 : Alemlerin Rabbi olan Allah, sizin düşünmenizi, öğüt almanızı dilemeyince siz dileyemezsiniz.
Bu mezhepte de ayetlerin yorumu, Allah’ın yaratmadaki dilemesi, iradesi, meşieti ile insanlara verdiği akıl ve irade ile seçme özgürlüğü gözardı edilmiş, birlikte düşünülememiş ve düz mantıkla hareket edilmiştir. Elbette ki meşieti / iradesi gereği dalaleti de, hidayeti de yaratan Allah'tır. Dileseydi tek bir yol yaratırdı. Herkes de o yoldan gitmek zorunda olurdu. İnsanlara irade verip seçme yapmasına da, peygamberlerle kitaplar indirmesine de gerek kalmaz, sınav diye bir şey de olmazdı. Bu iki mezhep de Emeviler döneminde, baskı ve zulme dayalı yönetimler sonucu ortaya çıkmış, fakat her ikisinin de nassları / ayet ve hadis dayanakları tek yönlü kalmış, karşı delil ve iddialara ikna edici cevaplar verilememiş, görmezlikten gelinmiştir.
Ehli sünnet ekolünde de, Kaderiyye ve Cebriyye görüşlerinin dayandırıldığı nassların her ikisinin de birleştirilerek, bir bütün olarak değerlendirildiği, orta yolu takip eden bir görüş ortaya çıkmıştır. Buna göre Allah’ın iradesi, mutlak ve külli iradedir. İradesinin hilafına hiç bir şey meydana gelmez. Allah’ın saltanatında, unutma, gaflet, acizlik ve zaaf söz konusu olamaz. Kula irade ve seçme özgürlüğünü, iyiyi, kötüyü seçme kabiliyetini veren, Allah’ın bizzat kendisidir. İnsana verilen bu iradeye cüz'i irade denilmiştir. O halde insan özgür iradesini kullanırken Allah’ın temeldeki iradesinin dışına çıkmamaktadır.
FUSSİLET 40 : Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar.
FUSSİLET 46 : Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara hiç mi hiç haksızlık eden biri değildir.
Kul seçimini yapar ama hidayetin de, dalaletin de yollarının yaratılması Allah’a aittir.
ENAM 102 : İşte Rabbiniz Allah, O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse O’na kulluk edin. O her şey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.
O halde yapılan iş, yaratma yönüyle Allah’a aittir, kesbedilmesi / elde edilmesi, kazanılması ve işlenmesi yönüyle de kula aittir. Bu nedenle sonucundan da kul sorumludur. Bakara Sûresinin 286. ayetinde de kulun irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacağı belirtilmektedir. Bu mezheplerde kader konusunu izah edebilmek için uydurulan hadislerle Allah’a ait Levhi Mahfuz / yaz boz tahtası icat edilmiştir. Her ne kadar Ehli Sünnet ekol, konuyu açıklamada Kur’an ayetlerine daha fazla yaklaştı ise de Levhi Mahfuz kavramındaki hadislerin etkisinden kendisini kurtaramamıştır. Bu hezeyanların çoğu da maalesef hadis adı altında peygamberimize fatura edilmiş, İçinde Kur’ana aykırı pek çok tutarsızlığın bulunduğu meşhur Cibril hadisi ile “ Kaza ve Kadere iman “ iman esasları içerisine eklenmiştir. Cibril Hadisi : ( Abdullah bin Ömer’in babası Halife Ömer’den nakledilmiştir. )
Bir gün Resulullah ( a.s.) ın yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıka geldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kimse kendisini tanımıyordu. Doğru Peygamber ( a.s. ) ın yanına oturdu ve dizlerini, dizlerine dayadı. Ellerini de uyluklarının üzerine koydu. Ve ; “ Ya Muhammed ! Bana İslam’ın ne olduğunu söyle “ dedi. Resulullah ( a.s. ) “ İslam, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyti hacc etmendir. “ buyurdu. O zat doğru söyledin dedi. Babam dedi ki “ Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu. Sonra, “ Bana imandan haber ver “ dedi. Resulullah ( a.s.) “ Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına, şerrine inanmandır. “ buyurdu. O zat yine “ doğru söyledin “ dedi. Bu sefer ; “ Bana ihsan’dan haber ver “ dedi. Resulullah ( a.s.) “ Allah’a Onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür.” Buyurdu. O zat “ bana kıyametten haber ver “ dedi. Resulullah (a.s.) “ Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir. “ buyurdu. O zat, “ O halde bana alametlerinden haber ver “ dedi. Peygamber “ Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir. ” Buyurdu. Babam dedi ki : “ Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonra Allah Resulü bana “ Ya Ömer ! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun ? dedi. Allah Resulü bilir dedim. “ o Cibril idi, size dininizi öğretmeye gelmişti. “ buyurdu. ( Buhari İman 1. Müslim İman 1. )
Gerçekte Kur'ana göre Cebrail diye bir melek yoktur. Bundan dolayı temelden sakat ve uydurma olan, Ehli Sünnet ekolünün çok önemsediği bu Cibril hadisini neresinden ele alsak, Peygamberimizin mümtaz şahsiyetine, Kur’an ayetlerine, kavramlarına ve öğütlerine uymayan saçmalıklarla dolu ifadeleri görürüz. Kadere, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna iman etmek olan imanın altıncı şartı Emevi zalimleri tarafından uydurulmuştur. İmanın şartı altıdır diye bir sınırlama Kur'anda yoktur. Aklını başkalarına emanet etmeyen her mümin, Kur’an ayetleri ve kavramları ışığında bu hadisi, uydurulan şart sınırlamalarını sorgulayabilmeli, duygusallıktan sıyrılarak aklını, Kur’an öğretisini kullanarak kendi doğrusunu bulabilmelidir.
KUR’ANA GÖRE KADER : Biz şimdi mezheplerin kader konusundaki tartışmalarından kendimizi soyutlayarak, Dinimizin ve inancımızın yegâne kaynağı olan Kur’anımızın bütünlüğü içerisinde konuya yaklaşmaya çalışalım.
KADER : Sözlükte, miktar, meblağ, büyük sayma, güç, kudret ve bir şeyi kısmak, sınırlamak anlamlarını taşımaktadır. Dini terim olarak ise; Meydana gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman, nerede, ne gibi nitelikte ve özelliklerde meydana geleceğini, Allah’ın takdir ve tahdit etmesi, ölçülendirmesi demektir. Allah’ın takdir ettiklerinin zamanı gelince yapılan seçim ve atılan adımlara göre birer birer yaşanmasına da Kaza denir. Bu duruma göre kader, Allah’ın ilim ve irade sıfatına, Kaza da tekvin / yaratma sıfatına yönelik olduğu için bu inançlar, temelde Allah’ı tanımak ve Allah’a iman etmekle yakından ilgilidir. “ K, D, R “ kökünden Araplar “ Kudret “ eksenli ölçmek, deve kesmek, çömlekte et pişirmek, gibi anlamlara gelen bir çok sözcük türetmişlerdir. Kur’anda kullanılan sözcükler genellikle “ kudret, ölçmek “ anlamlarındadır. Allah’ın El Kadir / çok güçlü her şeyi yapmaya muktedir ve El Kaviyy / Kudret sahibi, ölçülü davranan, her şeyi yapabilen denilen iki ismi bu sözcüklerden türemiştir. Kur’anda “ Kader, Kadr “ sözcükleri ölçü, miktar, kıymet ve değer anlamında pek çok ayette kullanılmıştır.
TALAK 3 : Kim de Allah’a işin sonucunu havale ederse, O, ona yeter. Şüphesiz Allah kesinlikle her şey için bir kader / ölçü koymuştur.
KAMER 49 : Şüphesiz ki, Biz her şeyi, evet her şeyi bir kader / ölçü, ayar ile oluşturduk.
ZUHRUF 11 : Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir kader / ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle çıkarılacaksınız.
Ayetlerde görüldüğü gibi, her şey Allah tarafından takdir edilmiş bir kader ( ölçü ) çerçevesinde meydana getirilmiştir. Hiç bir şey boşuna, amaçsız, plansız, ölçüsüz rastgele meydana gelmemiş, her şey belirli bir amaca yönelik olarak önceden yapılmış bir plan ve ölçülendirme dahilinde yaratılmıştır. Kader sözcüğü Kur’anda aslında Mezheplerin iman esasları içinde saydıkları anlamıyla kullanılmamıştır. Kur’anda kader, Evrenin ve bütün varlıkların, Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler ( Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Matematik v.s. kanunları ) içerisinde yaratıldığı, rastgele ve tesadüfi bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanılmıştır. Kur’anda pek çok ayette Allah’ın takdirinden, yaratmasından, kazasından, bahsedilmektedir. İşte bunların tümü kurallarla, ilkelerle hükümlerle Allah’ın varlıklar üzerindeki ölçülendirmeleri ve ayarlamalarıdır. Bu ayarlamalarda varlıkların herhangi bir müdahalesi, hiç bir iradesi ve etkisi yoktur. İşte Kur’anın tanımladığı gerçek kader budur. Kaderi Allah’ın ilmi ve koyduğu hükümler olarak ele alacak olursak, Allah’ın ilminde, hükmünde herhangi bir değişiklik olmaz. Kaderi Allah’ın takdiri olarak ele alacak olursak da yine bunda da herhangi bir değişme olmaz. Örneğin, Allah kişinin doğacağı, öleceği anları takdir etmişken, bunların belirli sebeplerle sonradan değişmesi söz konusu olamaz. Allah’ın koyduğu ve belirlediği hiç bir ölçü ( kader ) değişemez. Örneğin, güneş her zaman doğudan doğar, batıdan batar. Ay dünya çevresinde hep aynı şekil ve görünüm tekrarlarıyla dolanır. Allah’ın ilminde, verdiği hüküm ve koyduğu kurallarda, yarattığı ve oluşturduğu kanunlarda asla bir değişme olmaz.
Yüce Rabbimiz Allah, ilâhlığının olmazsa olmaz bir gereği olarak her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Dolayısıyla insanların önünde seçenek olarak duran hayrı da şerri de, hidayeti de dalaleti de yaratan Allah’tır. Ne var ki, bu yollardan birini tercih eden ve o yönde davranışlarda bulunan ise insanın bizatihi kendisidir. Bu, her fiilin yaratıcısı Allah, her fiilin faili ise insanın kendisi olduğu anlamına gelir. Allah, kullarına akıl, irade, kabiliyet ve olanaklar vermiştir. Onların iradesini istediği gibi kullanmada özgür bırakmıştır. Kur’an ayetlerinde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın özgür iradesine bırakıldığı ve Cennete girmenin de, Cehennemi hak etmenin de kişinin yaptıklarının sonuçları olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Bu nedenle dünya yaşamında başa gelen olumsuz olaylarda kader denilip suçun Allah'ın üzerine atılması küfürdür, şirktir. İnsanları Allah'la aldatmaktır.
İnsanın fiilleri, kendi isteğinin dışında ve kendi isteği ile olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanın vücudunun işleyişi, kalbinin atması, nefes alması, açlık hissetmesi, vücudundaki kan dolaşımı, saçının sakalının uzaması v.b. gibiler, kendi isteğinin dışında ve sorumlu olmadığı fiilleridir. İnsanın iyi yada kötü amellerde yaptığı seçim ise sorumlu olduğu fiillerdir.
İNSAN 2 – 3 : Şüphesiz Biz insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. O’na yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık. / iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz biz ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.
KEHF 29 : Ve de ki : “ O gerçek Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın
Ayetlerde görüldüğü gibi insan, Allah tarafından yaratılmış hayır veya şer yollarından birini seçmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol gösterilmiştir. Üstelik de peygamberler, kitaplar gönderilerek de bu yollar insanlara açıklanmıştır, gerekli rehberlik ve uyarılar yapılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Seçimini özgürce yapabildiğine kendisi şahittir. Böyle olunca, doğru yolda kullanılması ısrarla öğütlenen ve kendisine emanet edilen vücut ve akıl nimetini yanlış olarak kullanan kimsenin hiçbir mazereti olamaz. Bundan dolayı kader bahanesiyle sorumluluktan kurtulamaz.
ALLAH’IN MEŞİETİ ( DİLEMESİ, İRADESİ ) : Yüce kitabımız Kur’anda, pek çok ayette, Allah’ın kalpleri ve kulakları mühürlediği, kalplerine mühür vurduğu, paslandırdığı, dilediğini doğru yola iletip dilediğini de saptırdığı ifadelerini görmekteyiz. Bu ifadeler, Kur’an bütünlüğü içerisinde meşiet konusu doğru anlaşılmadan düz mantıkla değerlendirildiğinde kader konusunda insanları çok yanlış kabullenmelere götürmektedir.
MÜDDESSİR 54 – 56 : Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil. O bir öğüt verici / düşündürücüdür. Öyleyse dileyen onu düşünür, öğüt alır. Ve onlar, Allah’ın dilediği dışında, öğüt alamazlar. O sakındırmaya ehildir ve affetmeye ehildir.
Dikkat edilirse ayette insanın dilemesi, Allah’ın dilemesine bağlanmıştır. Türkçeye de aynen Arapçadaki anlamıyla geçmiş olan Meşiet Sözcüğü : Bir şey üzerinde karar vererek onu yapmaya azmetmektir. İrade sözcüğü ile eş anlamlıdır. Dolayısıyla ilim ve kudret gibi meşiet de Allah’ın subuti sıfatlarındandır, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, dilediği zamanda ve dilediği niteliklerde yapması veya yapmamasıdır. Bu tanımı, Evrendeki olmuş veya olabilecek her şeyin Allah’ın dilemesiyle olduğunu ve olacağını, O’nun her dediğinin mutlaka olacağını, dilemediğinin ise asla olmayacağını Yasin Sûresinin 82. ayetinde " Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “ ol “ demektir. O da hemen oluverir. " ifadeleriyle görmekteyiz. Meşiet / irade sahibi olan Allah, bu sıfatından kapasiteleri ölçüsünde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür iradeleri ile seçme hakkı tanımıştır. İnanç özgürlüğünün temeli, Allah’ın bu konudaki meşietidir. / iradesidir. Herkesçe bilinmektedir ki, insanların baskı ile bir şeye inandırılmaları veya inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayı insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol altında tutmak mümkün değildir. İnanç konusunda insanların zorlanması başarılı sonuç vermez.
YUNUS 99 : Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın.
NAHL 9 : Yolun doğrusu yalnızca Allah’a borçtur. Yolun eğrisi de vardır. Ve eğer Allah dileseydi sizi topluca doğru yola kılavuzlardı.
FUSSİLET 40 : Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi ? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah yaptığınız şeyleri en iyi görendir.
Meşiet kavramını tüm boyutları ile incelememiş ve anlayamamış olanlar, gördükleri ayetlerdeki ifadeleri düz mantıkla yorumlayarak, Allah’ın kader çerçevesi içerisinde rastgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rastgele hidayete erdirdiğini ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah’ın durup dururken birilerini saptıracağını iddia etmek, Allah’a zulüm yakıştırmak olur.
FATIR 8 : Onun için kötü ameli kendisine süslü gösterilen, sonra da onu güzel gören kişi mi ? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır. Dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir
NAHL 93 : Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de doğru yolu kılavuzlar. / Dileyeni saptırır, dileyene kılavuzluk eder. Ve şüphesiz ki siz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.
İBRAHİM 4 : Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık Allah, dilediğini / dileyeni saptırır, dilediğini / dileyeni de doğru yola iletir.
Ayetlerde görüldüğü gibi Allah’ın kudret sıfatı öne çıkarılarak, her şeye gücü yeten Allah’ın, dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmektedir. Ancak bu ayetler, dikkat edilirse rast geleliği değil, bir seçimi meşieti / Allah’ın iradesini ifade ederler. Kur’an ayetlerinin bu konulardaki tamamının ifadelerine dikkat edilirse, Yüce Allah’ın saptırmayı, hidayete erdirmeyi, kalpleri mühürlemeyi, paslandırmayı, taşlaştırmayı, rastgele dilemediği açıkça görülebilir. Allah’ın kimleri hidayete erdireceği, kimleri saptıracağı, ne yaptıkları zaman kalplerinin mühürleneceği, taşlaşacağı, paslanacağı, katılaşacağı çok çeşitli ayetlerle etraflıca açıklanmaktadır.
Eğer bu ayetlere düz mantıkla yaklaşılırsa, hidayete erdirmenin veya dalaletle saptırmanın, Kâfirliğin, kalplerin taşlaşmasının, mühürlenmesinin, paslanmasının, katılaşmanın, Allah tarafından belirlenmiş bir kader olduğu, ne yapılsa da bu sondan kurtulmanın mümkün olunamayacağı, onlara yapılan uyarıların bir yararı olmayacağı, onları bu sondan kurtaramayacağı, ister istemez kendileri için bu yazılanların değişmeyeceği anlayışı akıllara gelecektir. Halbuki Yüce Rabbimiz Allah zalim değildir. Kimsenin iman etmesine, doğru yolu bulma çabasına engel değildir. Doğru yolu da dalalet yolunu da yaratmış ama seçme özgürlüğünü kullarına bırakmıştır. Kul kendi yolunu kendisi iradesiyle seçmektedir. Kalplerin mühürleneceği, taşlaşacağı, paslanacağı, katılaşacağı, dalalete düşeceği yolları Allah yaratmıştır amma, bu yola giren, seçimini ve davranışlarını da bu yolda kendi özgür iradesiyle yönlendiren de kişinin kendisidir. Yani Allah, Kâfirliği ve müminliği kimsenin boynuna zorla, keyfi ve rastgele bir şekilde kader olarak yazmamıştır.
BAKARA 7 : Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur. Onların gözleri üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.
CASİYE 23 : Peki sen kendi boş iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi hiç düşündün mü ? Artık Allah’tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır.
Aslında ayetlerde ele alınan kalplerin mühürlenmesi, taşlaşması, paslanması, mecazi anlamda aklın yollarının tıkanması, iyi düşünmeye bilgilenmeye engel hale gelmesi, aklı işe yaramaz hale getirerek devreden çıkarılması, aklın kullanılamaması anlamına gelmektedir. Yukarıdaki ayetlerde ve bunlara benzer daha pek çok ayette, Allah insanların iradesine müdahale edip, istediklerini sapıklık içinde mi bırakmaktadır ? gibi hep aynı soruyu ve izlenimini insan aklına getirebilmektedir. Ancak işin aslı öyle değildir. Çünkü gerek Zilzal Sûresinin 7.-8. ayetlerinde zerre kadar iyiliğin ve kötülüğün karşılığı verileceği, gerekse Nisa Sûresinin 40. ayetinde zerre ağırlığınca bile haksızlık yapılmayacağını bildiren Yüce Allah’ın, adalet konusunda şüphe ile karşılanacak bir iş yapması mümkün değildir. Ayrıca Allah kullarının günahkâr ve kâfir olmalarını istemez. Onların küfrüne razı olmaz. Zaten böyle olmasaydı, Allah elçiler göndermez, kitaplar indirmezdi. Kâfirler, kendi akıllarına çok güvenirler. Bundan dolayı da Allah’ın uyarılarını dinlemezler, peygamberlerini küçümserler, kitaplarına uymazlar. Böyle yapmakla da aslında akıllarını kullanmamış olurlar. Rabbimiz de insanların bu duruma kendi iradeleri ile düşmelerine izin verir. Böylece küfür yolunu seçmiş olan bu insanların kalplerini mühürlemiş olur. Kalpleri taşlaşmış olur, pas tutmuş hale gelir. Bu tür insanlar artık peygamberle veya kitapla yan yana gelseler de artık ayetlerden, öğütlerden etkilenmezler. Kısacası kul yaptığı işlerin failidir ve sorumlusudur. Allah ise kulun yaptığı işlerin yaratıcısıdır ve karşılığının vericisidir. Kur’an da bunu Necm Sûresinin 39. ayetinde “ Gerçek şu ki insan için çalışıp didindiğinden başka bir şey yoktur. “ Yasin Sûresinin 54. ayetinde de “ Ve sadece yapmış olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız “ diye belirtmektedir.
Kimse kaderinin mahkûmu, mağduru olmadığı gibi, kaderinin güldürdüğü mutlu, başarılı kıldırdığı da değildir. Olumlu ya da olumsuz herkesin durumu, irade ( istek, planlama ) seçim ve eyleminin sonucudur. Herkes kendi seçimi ile attığı adımın ve girdiği yolun sonunda ne varsa onu yaşar. O yolu ve içindekileri ile sonucunu da yaratan, zamandan ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’tır. Bundan dolayı da Yüce Allah, yarattığı her şeyin başını da sonucunu da bilmektedir. Örneğin, hapiste yatan hırsız, katil, fuhuş yapan biri, kader mahkumu değildir. Allah bunların kaderine bu suçları işleyeceklerini yazmamıştır. Ama tuttukları yoldan, gidişatlarından dolayı yolun sonunda başlarına gelecekleri bilmektedir. Çünkü o yolun gidişatını yaratan Allah’tır. Yine başarılı, sağlıklı, varlıklı, mutlu birisi de Allah onun kaderine bunları yazdı diye bu konumda değildir. Bu kişinin durumu da kendi tercihlerinin çabalarının bir sonucudur. Zengin ve varlıklı doğan bir kimse, yanlış seçimlerinden dolayı kötü durumlara düşebilir, tersine çok yoksul ve sıkıntılar içerisinde doğan birisi de doğru seçimleri ve çabaları sonucunda iyi bir konuma gelebilir. Bu yaşanmışlıklar kader değildir. Allah'ın koyduğu kurallara göre yapılan seçimlerin sonucudur.
İnsanların eş seçimi, erkeğin veya kadının gayri meşru cinsel ilişkisi, kendilerinin istek ve seçimi ile gerçekleştirdikleri amellerdir ve kader olmayan işlerdir. Ama bu seçimlerden ve ilişkilerden doğan çocuklar Allah’ın takdiridir ve o çocukların doğumu ve cinsiyetleri onların kaderidir. Dünyaya gelmek ve ölmek, ecel insanın kaderidir. Ecel kesinlikle değişmez. Ertelenmez, öne de alınmaz. Allah eceli ölçülendirmiştir, ayarlamıştır.
Evrenin yaratılması, canlı ve cansız varlıkların ölçüler ve kurallar dahilinde yaratılması, her varlığın süresinin ve sonunun olması, varlıkların madde ve enerjiden oluşturulması, şekilleri suretleri ve özellikleri, evrenin ve canlı cansız varlıkların insanın hizmetine verilmesi, insanın anatomik ve fizyolojik özellikleri, erlik, dişilik ve etnik bağlılığı, beyazlık zencilik, suyun akışkanlığı, ateşin yakması, atılan taşın yere düşmesi, gökyüzü varlıklarının dönmesi ve uzayda yüzmesi, ölçülerle varlıklarını sürdürmeleri v.s. hepsi Allah’ın takdiri, yaratması, dilemesi, meşieti iradesi ve hükümleridir. Değişmeyecek bozulmayacak kanunlarıdır, Sünnetullahtır, kaderdir. Allah’ın yaratmasından ve varlıkların kendi iradeleri dışında yaptıklarından, kimse cinsiyetinden, renginden, dilinden ırkından ve başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Bunlardan hesaba çekilmezler.
Mezheplerin hadislerle kader anlayışının içine yerleştirdikleri Levhi Mahfuz kavramı ile ilgili inançlar ve bu kavram ekseninde oluşturulmuş rivayetler Kur’andan onay almaz. Levhi Mahfuz ifadesi, Kur’anda Buruç Sûresinin 19 - 22. ayetlerinde " Fakat o kâfirler hala bir yalanlama içindedirler. Oysa Allah onları arkalarından kuşatıcıdır. Aksine o levhi mahfuzda / korunmuş levhada şerefli bir Kur’andır. " ifadeleri içerisinde yer almaktadır. Fakat ayetteki ifadeler aslında daha önceki Sûrelerden Abese Sûresinin 11. ve 16. ayetlerindeki " Hayır hayır hiç te öyle değil, O bir düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. Değerli sayfalar içindedir. Yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş sefirlerin ellerinde saygın güvenilir levhi mahfuzda / korunmuş levhada şerefli bir Kur’andır. " ifadeleriyle belirtilen paragrafın bir devamı gibi görünmektedir, ayetler arasında bir anlam bütünlüğü oluşmaktadır. Bu anlam bütünlüğü içerisinde ayette “ korunmuş levha “ ( levhi mahfuz ) ifadesiyle Kur’anın korunduğu ve korunacağı anlatılmaktadır. Ayette yer alan Mecid ( yüce, şerefli, köklü ) ifadesi de Kur’an için zikredilmiştir.
Bu ayetlerle, Allah’ın sözünden daha yüce, daha üstün, daha köklü bir sözün olamayacağı ve Vakıa Sûresinin 77.- 78. , Hicr Sûresinin 9. ayetleriyle de belirtildiği gibi Kur’anın korunduğu ve korunacağı ifade edilmektedir. Levh sözcüğünün esas anlamı tahta, yonga, gemi tahtası demektir. Daha sonraları üzerine yazı yazılan her türlü yassı şey için kullanılır olmuştur. Buna göre üzerine yazı yazılabilen deri parçası, kemik parçası, taştan tabletler, kâğıtlar, zamanımızdaki bantlar, c.d.ler bilgisayar tabletleri hepsi levh kapsamında anlaşılmalıdır. Burada kullanılan “ levhi mahfuz “ tamlaması ise, mecazi olarak Kur’anın korunduğunu ve korunacağını anlatmaktadır. Mezhepler bu tamlamayı ise kaderin bir levhası olarak nitelendirmekte ve oluşturulan uydurma rivayetlerle de bu inançlarına güç katmaya çalışmaktadırlar. Bu rivayetlerde dedikleri Levhi Mahfuz altındandır, bir başkasında gümüştendir, bir başkasında yakuttandır, bir başkasında arşın sağ tarafındadır, bir başkasında semadadır, bir başkasında İsrafilin alnındadır, Matiryun meleğinin kucağındadır gibi söylemler ciddiyetten, gerçekten, ciddi destek ve dayanaktan yoksun kuruntulardır ve Kur’andan da onay almamaktadır.
Sonuç olarak Kader, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi / meşieti ve takdiri doğrultusunda yarattığı varlıklar ve bu varlıklar arasındaki işleyişler için koyduğu kanunlar, ilkeler, kurallar, hükümler ve ölçülerdir. İnsanın hayatı süresince karşılaştığı ve karşılaşacağı fitneler, belâlar, sıkıntılar, hastalıklar, insanı saflaştırma olgunlaştırma vesilesi olan sınavlardır. Rivayetlerle kaderi izah edebilmek için uydurulmuş ve levh i mahfuz denilen bir yazboz tahtası, Kadere, hayra ve şerre iman diye imanın altıncı şartı denilen bir iman şartı da Kur'anda yoktur. Emevi halifelerinin baskı ve zulümlerini örtbas etmek üzere fetva verdirerek dine ilave ettirdikleri uydurulmuş şartlardır. Halk arasında çok sıklıkla kullanıldığı ve inanıldığı gibi deprem, yangın, sel gibi doğal afetlerde, trafikte ve maden ocaklarında kazalar ve iş sahalarında meydana gelen ölümler de kader değildir. Kişilerin, yöneticilerin yapmaları gerekenleri yapmamalarının, gerekli önlemleri almamalarının, yapmamaları gerektiği halde yanlış olarak yaptıklarının, tercihlerinin bir sonucudur. Kişiler sahip oldukları akıl, irade, seçme özgürlüğü ile davranışlarına yön verir ve sonuçlar da buna göre ortaya çıkar. Rabbimizin Şura Sûresinin 30. ayetinde " Ve size musibetten isabet eden şeyler, işte kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. " ifadeleriyle belirttiği gibi, kendi seçim ve davranışlarının sonucu ulaştığı durum, onlar için kader değildir. Nisa Sûresinin 79. ayetinde de " Sana iyilikten / güzellikten isabet eden şeyler, İşte Allah'tandır. Sana kötülükten isabet eden şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. İyi bir tanık olarak Allah yeter. " ifadesiyle Peygamberimizin şahsında, Hicretten sonra Bedir'de kazanılan zaferin ardından, Uhud savaşında yaşanan yenilginin nedeninin, Müslümanların kendilerinin yaptıkları hatalar, kendilerinin yanlışları olduğu dile getirilerek, bizlere de öğüt olsun diye aktarılmaktadır.
Bu nedenlerle bütün yaşanan kötülüklerin, savaşlardaki yenilgilerin, maruz kalınan kazaların, afetlerin sonucunda yaşanan ölümlerin suçu, kader deyip de Allah'ın üzerine atılamaz. Kişi bu dünyada yapmaması gerektiği halde yaptıklarından, yapması gerektiği halde yapmadıklarından da Allah katında sorumlu olacaktır. Allah hiç bir kulunun kötü olmasını, felâketlerle, kazalarla hayatını kaybetmesini istemez. Her kulunun iyiye, güzele, doğruya, mutluluğa, huzura kavuşmasını istemesi zaten O’nun Rahman ve Rahim olmasının bir gereğidir. Allah, bütün varlıkları ve insanı en mükemmel bir tasarımla yaratmıştır. Engelli ve özürlü doğan bir çocuğun vebali de kaderdir diye Allah'ın üzerine atılamaz. Bu sonuçta, çocuğun dünyaya gelmesine aracı olan ebeveynlerin ve atalarının Allah'ın koyduğu kanunlarına göre yaşam tarzlarının, seçimlerinin, yanlış adımlarının katkısı bulunmaktadır. Dileyelim ki içinde bulunduğu olumsuz durumundan dolayı “ Benim için kader ağlarını kötü ördü “ sarmalında olanlar, her olumsuzlukta kader diye kabahati Allah'ın üzerine atanlar, akıl, irade, seçme özgürlüğü nimetinin kıymetinin farkına vararak Kur’an öğretisi içerisinde, diledikleri güzel ağları kendileri için örebilsinler !.. Allah'ın selamı, rahmeti ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur'an )