Dünyanın değişik kültürlerine bağlı olarak, değişik yerlerde turistlerce ziyaret edilen yedi uyurlar mağaraları bulunmaktadır. Yedi uyurlar, hemen hemen bütün kültürlerde ortak olarak, düzeni protesto etmek üzere halkından yüz çevirip onları terk edenlerin hikâyesidir. Bu hikâyelerin en eski örneği, Hint kültüründeki Muhabharata destanıdır. Bu destanda, yedi kişi peşlerinde bir köpek olduğu halde inançlarından dolayı, krallığa ve dünyaya yüz çevirirler. Ve bir mağarada yaşamaya başlarlar. Bu hikâye Hristiyanlığın ilk devirlerinde önemli bir hikâye iken, daha sonra önemini yitirmiş, Müslümanlıkta ise Kur’anda yer alan Kehf Sûresi içindeki ayetlerde ( mağara arkadaşları ) Ashabı Kehf ifadesiyle anlatılan kıssadan dolayı, İslam kültüründe de önemli bir yer tutmaya başlamıştır.
Bu konu ile ilgili olarak Hristiyanlıkta da en eski versiyon, Mevdudi’nin nakil derlemesine göre Suriyeli bir Hristiyan Rahip olan ve kayıp bir Yunanca kaynaktan aldığını söyleyen Suruçlu James’e ( Yakup’a ) aittir. James “ mağarada uyuyanların “ ölümünden birkaç yıl sonra M.S. 452 de veya o sıralarda doğmuştur. Bu olayı geniş şekilde açıklayan kitabe de, James tarafından M.S. 474 de veya o sıralarda kaleme alınmıştır. Bu Süryani kaynağı, ilk Müslüman müfessirlerin eline geçmiş ve İbni Cerir tefsirinde yayınlanmıştır. Diğer taraftan aynı kaynak batıya da ulaşmış, Yunanca, Latince tercümeleri yayınlanmıştır. Bu hikâyeye göre ;
Yedi Hristiyan genci işkence yaparak mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi Dakyüs’tür. Roma imparatorluğunu M.S. 249 – 251 yılları arasında yönetmiştir. Ve onun dönemi, İsa Peygamberin yolundan gidenlere yapılan işkencelerle meşhurdur. Bu hikâyenin geçtiği yer ise, Anadolu’nun batı sahilindeki Romanın en büyük limanı ve şehri olan Efes’tir. Mağarada uyuyanların uyandığı dönemin imparatoru ise, Hristiyanlığı kabul etmiş olan Theodosius’tur. Mağarada uyuyanlar olayının geçtiği Efes şehri M.Ö. 2. yüzyılda kurulmuş ve putperestliğin en büyük merkezi olmuştur. Bu şehrin en büyük putu, Ay tanrıçası Diana idi. Ve onun bulunduğu tapınak, eski dünyanın harikalarından biri olarak kabul ediliyor, Dakyüs de bu puta inanıyordu. İsa Peygamberin ölümünden sonra onun mesajı, öğretisi Roma imparatorluğunun çeşitli bölgelerine ulaşmaya başlamıştı. Efesli birkaç genç de putperestlikten vazgeçip Allah’ı Rabbleri olarak kabul ettiler. Onlar değişik senaryolarda isimleri de değişik değişik nakledilen yedi gençti. İmparator, onların inançlarını değiştirdiklerini öğrenince, onlara yeni dinleriyle ilgili sorular sordu. Verdikleri cevaba çok kızdı ve onları öldüreceğini söyledi. Daha sonra da gençliklerini göz önünde bulundurarak onlara inançlarını değiştirmeleri için üç gün süre verdi. Bu yedi genç fırsattan faydalanarak, şehirden ayrılıp, dağda bir mağaraya sığınmak üzere yola koyuldular. Peşlerine yol üzerinde bir köpek takıldı. Onu geriye çevirmeye çalıştı iseler de geri çeviremediler. Bazı rivayetlerde bu gençlerin altı kişi olduğu, yolda karşılaştıkları çobanın ve köpeğinin de onlara katılarak yedi kişi oldukları anlatılır. Sonunda gizlenecek bir mağara buldular ve içine gizlendiler. Köpek de mağaranın girişine oturdu. Yorgunluktan derin bir uykuya daldılar. Yaklaşık 197 yıl sonra, bazı başka senaryolarda 309 yıl sonra, tüm Roma imparatorluğunun Hristiyan olduğu bir dönemde uyandılar. Uyandıktan sonra gençler birbirlerine ne kadar uyuduklarını sormaya başladılar. Bazıları bir gün, bazıları da günün bir bölümü kadar uyuduklarını söylediler. Daha sonra arkadaşlarından birini gümüş paralarla yiyecek almaya gönderdiler. Arkadaşları tüm dünyanın değişmiş olduğunu farkedip şaşırdı. Elindeki tedavülden kalkmış parayla alışveriş yapmak istediğinden çıkan tartışma ile, toplanan kalabalıkla beraber tartışma şehrin yöneticisine kadar ulaştı. Gencin anlattıklarına inanmayan halk ve yöneticiler hep birlikte mağarayı görmek istediler. Mağaraya geldiklerinde de gençlerin gerçekten İmparator Dakyüz zamanından olduğuna inandılar. Daha sonra gençler bu mağaraya dönerek yaşamlarını sürdürüp bu mağarada öldüler. O dönemde bu apaçık mucizeyi görünce, insanların öldükten sonra dirilmeye olan inançları güçlendi ve İmparator, mağaranın yanında büyük bir anıt inşa edilmesi için emir verdi.
Hristiyanlar tarafından kabul edilen hikâyedeki mağara, İzmir’in Selçuk ilçesindeki yaklaşık 25 Km. dışında Efes antik şehrinin yakınlarındaki Panayır dağının eteklerinde bulunmaktadır. Bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış ve bu kilise 1928 yılındaki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Kazıda M.S. 5. ve 6. yüzyıllara ait mezarlar bulunmaktadır. Bu konudaki yazıtlar da kilise duvarlarında ve mağarada asılı durmaktadır. Aynı hikâyeden Ürdün topraklarında İmparator Hadriyanus’a baş kaldıranlar için de Amman şehrindeki mağara içindeki yazıtlarda söz edilmektedir. Ashabı Kehf mağaraları, dünyanın değişik ülkelerinde kendilerine atfedilen makam ve anlamlarıyla farklı dinlerden insanların inandığı ve ziyaret ettiği önemli inanç ve turizm merkezleri haline gelmiştir. Dünyada bu mağaraların kendi sınırları içerisinde olduğunu iddia eden 33 kent bulunmaktadır. Bunların dördü, ( Selçuk Efes, Elbistan Afşin, Diyarbakır Lice, Mersin Tarsus ) Türkiye’dedir. Bunlardan hangisinin onların mağarası olduğunda, İslami ilim dünyasında bir fikir beraberliği yoktur. Çünkü böyle bir olay zaten gerçek değildir.
Yukarıda anlatıldığı şekliyle mağarada uyuyanların hikâyesi, Kur’anda anlatılan kıssaya da çok benzemektedir. Bundan dolayı bazı yorumcular, Kur'anda anlatılanlar da bu yedi gencin Ashabı Kehf ( mağara arkadaşları, mağarada uyuyanlar ) olduğunu kolayca kabul edilebilir görmekte, olayın gerçek olduğunu ifade etmektedir. Bazı müfessirlere göre de mağarada uyuyanlar kıssası için, Muhammed ( a.s. ) in peygamberliğini sınamak için uydurulan rivayetlere dayandırılarak Yahudi ve Hristiyanların kışkırtması, Arapların hiç bilmediği konularda soru sormalarını tavsiye etmeleri üzerine, Mekkeli müşriklerin Peygamber’e yönelttikleri soruya bir cevap olarak da anlatılmış olabileceği görüşüdür.
Yüce Kitabımız Kur’anda Ashabı Kehf / Mağara arkadaşları kıssası, Kehf Sûresinin 9. – 26. ayetleri arasında anlatılır. Bu kıssanın sebebi nüzulü olarak da farklı rivayetler anlatılmıştır. Bunlardan birinde Muhammed bin İshak’ın naklettiği rivayete göre ; Nadir bin Haris, Kureyş’in şeytanlarından, kötü niyetli kimselerinden idi. Allah’ın Resulüne eziyet eder, düşmanlık beslerdi. Her toplulukta hemen onun arkasından şöyle derdi : “ Vallahi ey Kureyşliler, ben ondan daha güzel hikâyeler anlatırım. Gelin ben size onun sözlerinden daha güzelini söyleyeyim “ der ve İran kralının efsanelerini anlatırdı. Daha sonra Kureyşliler onu ve beraberindekileri Medine’deki Yahudi alimlerine gönderip onlardan Muhammed’i ve durumunu sorun. Onlara Muhammed’in sözlerini nakledin. Zira onlar önceki kitap sahipleridir. Dolayısıyla onlar bizim bilmediklerimizi bilirler “ dediler. Bunun üzerine onlar Medine’ye çıkıp geldiler ve Yahudi alimlerine durumu anlatıp sordular. Onlar da “ O’na üç şeyi ; * Asırlar önce gidip kaybolan o gençlerin ( Ashabı Kehf’in ) durumunu, * Doğu batı her yere ulaşabilen o seyyahın ( Zülkarneyn’in ) hadisesini * Ona ruhu ve ruhun ne olduğunu sorun. Eğer o size bunların cevabını verirse, bilin ki peygamberdir. Aksi halde peygamber olduğunu uyduran birisidir “ dediler. Nadir ve arkadaşları Mekke’ye döndüler ve Kureyş’lilere Yahudilerin söylediklerini naklettiler. Mekkeliler Resulullah’a gelip bu soruları sordular. Peygamber de heyecanla “ inşallah “ demeden, “ sorduklarınıza yarın cevap veririm “ dedi. Bunun üzerine Mekkeliler çekip gittiler. Hz. Peygamber on beş gün bekledi. Bunun üzerine Mekkeliler onun hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Derken Cebrail Peygambere Kehf Sûresini getirdi. ( Taberi Camiu'l beyan VII 533, Elmalılı Hamdi Yazır Kur'an Dili V 403 - 404 )
Kehf Sûresinin içindeki ayetlerde Cenabı Hakkın, Peygamberimizin üzülmesinden dolayı, Mekkeliler iman etmiyor diye kınaması da, ilk bakışta Zülkarneyn kıssasını çağrıştıran anlatımlar da vardır. Rivayetlerdeki nakillerle bu ayetlerin Peygamberimize yöneltilen bir sorunun cevabı olduğu görüşü makul gibi görülse de, aslında Cebrail diye vahiy getiren bir melek yoktur. Peygamberimize bu konuda soru yöneltildiğine dair ayetlerin metninde herhangi bir ifade de bulunmamaktadır. Kur'anda Zülkarneyn ve ruh ile ilgili anlatımların başında sana soruyorlar, De ki : ifadeleri geçmekte, halbuki Ashabı Kehf anlatımları için ise doğrudan doğruya “ Yoksa sen “ denilerek başlanmaktadır. Her hangi bir soruya atıf yapılmamaktadır. Üstelik de dikkat edilmesi gereken bir nokta da, kıssada sadece Ashabı Kehf’den değil, Ashabı Rakim’den de söz edilmiş olmasıdır. Bu nedenle paragraftaki zamirlerin bir bölümü Ashabı Kehf’e, bir bölümü de Ashabı Rakim’e işaret etmektedir. Oysa ayetlerin metninden anlaşılacağı üzere aslında Sûrenin bu bölümünde, Kur’anın indiği döneme göre henüz gerçekleşmemiş, ondan asırlar sonra gerçekleşebilecek olan ve Ahiretin, dirilmenin kesin varlığını bilimsel olarak ortaya koyacak kişilere ve olaylara temsili olarak değinilmektedir. Çünkü Kur’an, Allah'ın koyduğu yasaların ve önceki dönemlerde yaşanmış gerçek olayların dışında, hikâye, masal, efsane gibi mitolojik olay anlatmaz. Vermek istediği mesajı uygun bir anlatımla anlatır. Kehf ve Rakim ashabı konularını iyi anlayabilmek için önce Kehf Sûresinin 21. ayetinde " Böylece Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyamet gününde hiç şüphe olmadığını bilmeleri için, onlar üzerine haberdar yaptık. Hani onlar aralarında işlerini tartışıyorlardı. Dediler ki : “ Üstlerine basit bir bina yapın. Rabbleri onları daha iyi bilir. “ Onların işleri üzerine galip olanlar : “ Üzerlerine kesinlikle bir mescit / ahiretin varlığını ispat edecek okullar yapacağız dediler. " ifadeleriyle belirtilen ayrıntıların doğru teşhis edilmesi ve dikkatle göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Çünkü konu ile ilgili olarak anlatılmak istenenlerin asıl mesajı bu ayetin içindedir.
Ayette görüldüğü üzere, ele alacağımız ayetlerde ve Kur'anda Kehf ve Rakim Ashablarının konu edilmelerinin amacı, onların Allah’ın vaadinin hak olduğuna ve kıyamete dair hiç bir şüphenin olmayacağına bilimsel kanıt olmalarıdır. Geçmişteki kıssaların gelecekte kıyamete kanıt olması zaten düşünülemez. Anlatımda kullanılan fiillerin geniş veya gelecek zaman kipleriyle verilmesi de anlatılanların geçmişe değil de geleceğe yönelik olmasından dolayıdır.
Kehf : Dağdaki büyük ve geniş olan oyuk ( mağara ) demektir. Rakim : Yazılmış, rakamlanmış demektir. Bununla “ levha, kitabe, yazıt “ kastedilir. Kimileri, Rakim’in üzerinde mağara bulunan dağ, kimileri Ashabı Kehf’in yaşadığı kentin adı, kimileri de Ashabı Kehf’in isimlerinin yazılı olduğu kurşun kitabe olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kehf ve Rakim sözcükleri Ashab sözcüğü ile tamlama yapıldığında, Ashabı Kehf ( Büyük mağara ehli / arkadaşları ) ve Ashabı Rakim ( Kitabe, yazıt ehli / arkadaşları ) anlamları ortaya çıkar. Konunun ele alınması 9. ayet ile başlamaktadır, ifadelerde de görüleceği gibi ele alınan konunun, rivayetlerde anlatıldığı gibi insanları hayrete düşürebilecek bir mucize olmadığı dile getirilmektedir.
KEHF 9 : Yoksa sen, Ashabı Kehf / mağara arkadaşlarını ve Ashabı Rakim’i / yazıt arkadaşlarını şaşılacak ayetlerimizden / alametlerimizden / göstergelerimizden / mucizelerimizden olduklarını mı sandın. 10 : O gençler / yiğitler büyük mağaraya sığınınca “ Rabbimiz ! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla “ dediler. 11 : Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk. 12 : Sonra da iki gurubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bildirelim / işaretleyip gösterelim diye Rakim Ashabını / yazıt ehlini gönderdik.
Ashabı Kehf ve Ashabı Rakim’i doğru anlayabilmemiz için Kur’anda daha evvel Hud Sûresinde bildirilmiş olan bilgileri burada göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Çünkü bu bilgiler burada konu edilecek olan olayların alt yapısı niteliğindedir. Hud Sûresinin 6. ayetinde " Ve yeryüzünde hiç bir küçük büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. " denilerek, Allah ile canlılar arasındaki ilişkinin vurgulandığı bu ayette, Allah’ın hareket etmekte olan her yeryüzü canlısının rızkını verdiği, onların konulduğu ve bulunduğu yerleri bildiği, dolayısıyla her bir canlıyı, hücre, virüs, bakteri gibi en küçükler de ( dabbeh ) dahil olmak üzere, hareket eden her türlü canlı varlığı sürekli olarak kontrol ettiği bildirilmektedir. Allah, bir sperm hücresinin, bir bakterinin ne zaman nerede ve nasıl bulunacağını, ne gibi faaliyetler göstereceğini bilir. İşte bunlara benzer şekilde, konumuz olan ayette de “ İnsanın kendisine ait bilgilerle beraber, öldükten sonra Ahiret için tekrar diriliş gününe kadar ruhunun, vücudundaki bellek hücrelerinin, emanet olarak durduğu yerin Allah tarafından biliniyor “ olduğu anlatılmaktadır. O ilkel dönemde olduğu gibi bugünün inkârcıları dahi sadece bilimsel evrim sınırında kalarak materyalist bir zihniyetle hep ölümü ve ölümden sonraki dirilmeyi reddetmişlerdir. Oysa inkârcıların yeniden dirilmeyi, alışılmıştan uzak, imkânsız zannetmeleri, yaratılış gerçeğini, yaratılışın bütün bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden, Allah'ın varlığına inanmamalarından kaynaklanmaktadır.
Eğer hayatın bütün sırları keşfedilmiş olsaydı, herhalde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ne var ki şu an bizim için gayb olan bu sırları Allah bilmekte ve ona göre yaratmaktadır. Değişik Kur’an ayetlerinde anlatıldığı gibi, öldükten sonra çürüyüp toprak olan hücrelere ne olduğu, varlıkları nelerin oluşturduğu, onları oluşturan parçalar arasındaki bağların niteliği, bu parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığı, nelerin evrimle şekil değiştirerek mevcut kaldığı gibi bilgiler ancak Rabbimizin katındadır. Kur’an ayetlerinin bazılarında, yaratılışla ilgili tüm bilgilerin korunduğu bildirildiğine göre, insan bedeninin öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, bedeni oluşturan elementlerin, hücrelerin tamamen kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Oysa yeni yeni Hayatlar topraktan / maddeden, topraktaki elementlerden, hücrelerden yeniden başlamakta, Dünya üzerindeki hayatlar ve oluşumlar sürekli tekrar edilmektedir. Bilimin bugün geldiği noktada, insanın yapısında kendisi hakkındaki tüm olayları kayda geçiren bellek hücreleri mevcuttur. Bu bellek hücreleri, ölüm anında işlevlerini yerine getirerek ölümün gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Yukarıda belirttiğimiz Hud Sûresinin 6. ayetindeki ifadeden dolayı, bu hücrelerin ölüm sonucu toprağa karışıp yok olmadığı ve Allah’ın insanların tüm hayatlarının kayıtlarını taşıyan bu bellek hücrelerinin / muhafızların nerede bulunduklarını da bildiği aşikârdır. Ama bu durumun reenkarnasyon ile bir ilgisi yoktur.
Buraya kadar anlattığımız bu bilgiler ışığında asıl konumuz olan ayetlere dönecek olursak, Rabbimizin her şeyin takipçisi olduğu, hiç bir olgu, olay ve nesnenin O’nun ilmi ve kontrolü dışında bulunmadığı bildirilmektedir. Asırlar önce yaşamış ve öldükten sonra toprağa karışmış bir kişiye ait bellek hücrelerinin, daha sonraki bir zamanda sindirim ya da solunum yoluyla herhangi bir kişinin vücuduna girmesi ve orada emaneten durması, o kişinin de bu bellek hücrelerindeki kayıtları kendi geçmişi gibi hatırlayıp anlatması mümkündür. Bu uzun açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, “ Ashabı Rakim “ geçmişte yaşamış insanların, kaybolmamış, kaybolmayacak bellek hücrelerini / yazıtları taşıyan kimselerdir. Ashabı Kehf de adeta sessiz bir ortamda, laboratuvarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek olan yiğitlerdir, araştırmacılardır. Bundan dolayı 10. ve 12. ayetlerle anlatılmak istenen ; Ashabı Kehf / mağara ehli de, mağaraya / Laboratuvara araştırma yapmak için çalışma mekânlarına yönelenlerdir. Ve burada çalışmalarını sürdürürler. Bunlar inançlı kimselerdir. Hedeflerine ulaşmak için Allah’a yalvarmaktadırlar. Allah bunlara Ashabı Rakim / bellek hücrelerini, yazıtları taşıyanları gönderir. 11. ayetin ifadesine göre sessiz, yalıtımlı bir ortamda Ashabı Kehf olan araştırmacılar, çalışmalarını yıllarca sürdürürler. Sonra da muvaffak olurlar. Ashabı Rakim’in hangi dönemden bellek hücrelerini taşıdıklarını öğrenirler. Nihayet bu olay 21. ayette gördüğümüz gibi kıyametten sonra yeniden dirilmenin büyük kanıtlarından biri olur.
KEHF 13 – 16 : Biz sana Kehf ve Rakim ashaplarının önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rabblerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık. “ Madem ki siz, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip yararlı olanı hazırlasın. 14 – 15 : Ve Biz onlar ayaklanıp da : “ Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar Allah’ın astlarından ilâh edinen bizim toplumumuzdur. Edindikleri ilâhlara dair açık bir delil getirselerdi ya ! Allah’a karşı yalan uydurandan daha yanlış davranan kim olabilir ? “ dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.
Bu ayet gruplarında Kehf Ashabının çalışmaya başlamaları ve Allah’ın kendilerine imkân sağladığı anlatılmaktadır.
KEHF 17 : Ve sen vahiy doğrultusunda araştırma yapıldığında hayırlı bir sonuç alındığını, aksi durumda anlamsız bir iş yapıldığını göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu Allah’ın ayetlerinden / alametlerinden / göstergelerinden dir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da artık sen ona yol gösteren bir yakın kimseyi asla bulamazsın. 18 : Ve sen Ashabı Rakim’i görseydin uyanık sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onların durumunu iyice bilseydin, kesinlikle kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın. 19 – 20 : Ve böylece kendi aralarında soruşturma yapsınlar diye yazıt ashabını gönderdik. Onlardan bir sözcü : “ Ne kadar durup kaldınız ? “ dedi. Diğerleri : “ Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık. “ dediler. Yazıt ashabından diğerleri : “ Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın. Hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz şehir halkı, sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi dinlerine / yaşam tarzlarına döndürürler. O zaman da siz, sonsuz olarak asla kurtuluşa eremezsiniz.
Bu ayetlerde Kehf ashabının çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı uyguladıkları hipnoz ( uyutma ) yöntemiyle Rakim Ashabının emaneten taşıdıkları yazıtlardaki / bellek hücrelerindeki geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur’anın mucizeliği hem de Allah’ın vaadinin hak olduğu ve kıyamette hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır. Ayetin orijinalinde “ doğduğu zaman güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser – geçer göreceksin “ ifadesi, bu olup bitenlerin Kur’an açısından konumunu belirtmektedir. Burada konu edilen güneş, mecaz anlamıyla aydınlığı temsil eden Kur’andır. Kur’an açısından uygun olduğunda, Sağ yöne yönelme ile hayırlı bir iş yapıldığı, Kur’an açısından olaya bakılmazsa bu kez olay sol yöne kayıp uğursuz, hayırsız anlamsız bir olay olarak kalacaktır. Çalışmalara yazık olacaktır. 19 ve 20. ayetlerde taşıdıkları hafıza hücreleri deşifre olanlardan aynı çağda yaşamış iki grubun tespit edildiği ve hipnotize edilmiş bir durumdayken birbirlerine soru yönelterek konuştukları nakledilmektedir. Bu iki grup yazıt ashabı suçluların taşlanarak öldürüldükleri dönemin kayıtlarını taşımaktadırlar. Kendilerinde taşıdıkları geçmiş döneme ait hafıza hücrelerinden dolayı her iki grup da sanki o çağda yaşıyormuş gibi davranmaktadırlar. Yani o günün şartlarının devam ettiğini sanmaktadırlar.
KEHF 22 – 25 : “ Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir. “ diyecekler, onlar ıssız alanı taşlamak olarak / kafadan atmak olarak “ beş kişidirler, altıncıları da köpekleridir “ diyecekler, “ onlar yedi kişidir, sekizincisi de köpekleridir. “ ve onlar “ onların o büyük mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. “ derler. Ve dokuza arttırdılar. De ki : “ Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. “ Onları ancak pek az kimse bilir. Bu sebeple onlar hakkında ortada olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma ! Ve hiçbir şey için “ Allah’ın dilemesi dışında şüphesiz ben onu yarın yapacağım “ deme. Ve terk ettiğin vakit Allah’ı an ve “ umarım Rabbim beni doğruya bundan daha yakın olana eriştirir.” De.
Bu ayet grubunda, Kehf ashabının kendi aralarında, Ashabı Rakim ile ilgili bulgular hakkındaki fikir teatileri dile getirilmiştir. Bu konuşmalardan, söz konusu kişilerden kimisinde dört, kimisinde beş, kimisinde de altı farklı kişinin bellek hücresi olduğu, bu hücrelerde bir köpekle ilgili bilgilerin de bulunduğu, söz konusu hücrelerin üç yüz yıl evveline ait olduğu, hatta bir kişideki emanet belleklerinin sayısının dokuza çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Daha sonra da Rabbimizin “ Allah’ın dilemesi dışında şüphesiz ben yarın onu yapacağım deme “ ifadesiyle ihtarı dile getirilmektedir. Bu ihtardan, bir elçinin din konusunda kendiliğinden ve canının istediği zaman bir işi yapmasının ve bir söz söylemesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Her şey Allah’ın dilemesine ( iradesine ) bağlıdır. Ayetteki “ Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma “ ifadesiyle ciddi meselelerde tahminle hüküm verilmemesi istenmektedir. Bir olayın bilgiye esas olması için çok kesin kanıtların olması gerekmektedir. Doğru olanı, kesin kanıtı olmayan şeylerin Allah’a havale edilmesidir.
KEHF 26 : De ki : Allah yazıt Ashabının ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi geleceği / gaybı yalnızca O’nun içindir. O ne güzel görür, O ne güzel işitir ! Onlar için O’nun astlarından bir yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kişi yoktur. Allah kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.
Bu ayetle de Rakim Ashabı hakkında fikir yürütenlere bir öneride bulunulmaktadır. Bu konuya ait kesin bilgiler henüz gayb mesabesindedir. Bu konu araştırmaya, çalışmaya açıktır. Araştırmalar sürdükçe zamanla gelişmeler sağlanacak, müteşabih olan bu ayetlerin tevili ilerleyen zamanlarda belki yapılabilecektir. Bu Kehf Ashabı ile ilgili bizim anlattıklarımız da kesinliği olmayan fakat efsanelerden farklı ve Kur’anın asıl mesajlarına dayandırmaya çalıştığımız bir bakış açısıdır, bir yorumdur. Burada belki de peygamberimizin zamanına kadar Allah’ın sünnetine uygun olmayacak şekilde efsane gibi anlatılan hikâyelerden yola çıkılarak ve 9. ayette “ Yoksa sen mağara ashabını gerçekten bir mucize mi sandın “ denilerek, bu anlatılanların gerçek olmadığından, üstelik 13. ayetle de gerçek kıssanın anlatılacağının ifade edilmesiyle farklı mesajlar verilmek istenmektedir. Belki de gerçekten baskılardan dolayı inançlarını rahatça yaşamak için bir süre dağlara çekilip hayat sürdürmüş olan gençlerden söz edilmektedir. Belki de yukarıda naklettiğimiz rivayet, kimin yazdığı bilinmeyen hayal gücü ile yazılmış bir masaldır. Ortada tarih boyunca bütün kültürlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan nakledilmiş yüzlerce uyuyanlar, mağaraya çekilenler ile ilgili rivayet varken, üstelik de Yüce Kitabımız Kur’anda da bu konulara değinilmişken, düz mantıkla hemen bu olayın gerçek bir olay olduğu da düşünülebilmektedir. Ancak ayetlerin tamamı müteşabih olduğundan, mecazi anlatım tekniklerinden dolayı, pek çok soruyu da beraberinde getirmektedir.
* Öncelikle gereğinden fazla uzun süre bir şey yemeden, içmeden uyuması ve sağ kalıp uyanması, bizzat Allah’ın Kendisinin koyduğu ve kıyamete kadar da değiştirmeyeceğine söz verdiği hükmüne, ilkelere, insan vücuduna fıtri olarak koyduğu biyolojik ölçü ve sınırlara, yaratma kanunları ile Sünnetullah'a aykırıdır.
* Dikkat edilirse ayetlerde, doğrudan doğruya mağaradakilerin 300 yıl kaldığı değil, başkalarının 300 yıl kaldıklarını söyledikleri dile getirilmektedir. Ve sayıları da belli değildir. Bütün bunların sadece Allah’ın katında olduğu belirtilmektedir.
* Eğer 17. ayette düz mantıkla güneşin onları rahatsız etmediği anlaşılacaksa, mağara içinde güneşin ne işi olur. Mağara içinde güneşin ışıklarının sağdan sola hareketi de düz mantıkla mümkün değildir.
* Mağaranın girişindeki ön ayaklarını uzatmış korkutucu köpek anlatımı, uyuyanların korkutucu görüntüleriyle acaba binlerce yıl önceki Mısır uygarlıklarına atıf mı yapılmaktadır.
* Yoksa bu anlatılanlarla, gelecekte yapılacak bilimsel çalışmalarla hayatın bütün gerçeklerinin ortaya konulacağına dair mesajlar mı verilmek istenmektedir.
Yedi uyuyanlar ile ilgili bütün kültürlerde mevcut olan bu anlatım ve inançlar, dilden dile, kültürden kültüre dolaşarak şekillenmiş, masala dönüşmüş bir rivayet ve gerçek dışı bir hikâyedir. Çünkü ölmüş olan bedenlerin, yıllar sonra tekrar canlanarak dünya üzerinde yaşamaya devam etmesi, Sünnetullah'a, Allah'ın koyduğu bütün hükümlerine kurallara ve kanunlarına aykırıdır. Bu müteşabih ayetlerle ilgili olarak bizim yapabileceğimiz tek şey, bütün bu soruların kesin delilini Allah’a havale etmek, zamana bırakmak, illaki bu budur dememek, kesin delili olmayan konularda iddialı olup tartışmamak, bu kıssadan alabildiğimiz mesajlara odaklanmaktır. Bunun yanı sıra şunu bilmeliyiz ki, Allah masal, menkıbe, efsane, hikâye doğa üstü olayları anlatmaz. Allah’ın yarattığı her şey, oluşturduğu her olay, bizim için zaten mucizedir, amma hepsinin oluşumunda Allah’ın hükmü, kanunları ve bunlar için koyduğu ölçülerin sınırı, değişmez sünneti vardır. Kur'anda da bir çok ayette ölenlerin bir daha geri dünya hayatına dönmeyecekleri açık ve net olarak belirtilmektedir. Kıssalar da mutlaka gerçek hayatla ilgili mesajlarına uygun anlatımlarla dile getirilir. Önce ölümü, sonra hayatı yaratan Rabbimiz, yaşanan hayat boyunca bütün canlılara belli süreli bir ömür vererek hükmetmektedir, onların nerede, ne zaman, neler yapacaklarını bilmektedir, yaşanan hayatların sonunda her canlı için ölüm vardır. Ama ölüm, o canlıyı oluşturan maddelerin mutlak sonu değildir. Allah’ın yarattığı her şey, en küçük zerresine kadar varlığını ( atom, molekül, bileşik olarak ) farklı bir şekilde sürdürmektedir. Bundan dolayı da bilim adamlarının ortaya koyduğu gibi Evrenin entropisi ( Toplam enerji, toplam kütlesi ve maddeden maddeye değişimindeki toplam düzensizlik ) kıyamete kadar sabit kalacaktır. Kıyametle bozulacaktır. Kıyamet’ten sonra ölmüş olan her canlı ( her öz benlik ) ( her ruh ) ise tekrar dirilecektir, dünyadaki yaşamının hesabı sorulacaktır.
Sonuç olarak Herkesin eğitimi, algılaması, kapasitesi farklı ölçülerdedir. Kur'anın tamamını herkesin anlaması beklenemez. Bizim için önemli olan, asgari ölçüde Kur'an bilgisine sahip olmak, bu bilgilerle yaşadığımız hayatta Allah yolundan ayrılmamak, O’na ortaklar koşmamak, hayatımızı vahiy ile Kur’an ile yaşamak, Kur’anı anladığımız dilde okuyarak, yaşadığımız ve uğraşı içinde olduğumuz alanda bize lazım olabilecek öğütlere vakıf olmaktır. " İnşallah, Allah dilerse, Allah izin verirse " demeden herhangi bir şeyi yaparım diye kesin kararla konuşmamaktır. Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR