Konu Detay

YEDİ UYUYANLAR MAĞARASI

 17.01.2017
 2090

Dünyanın  değişik  kültürlerine  bağlı  olarak,  değişik  yerlerde  turistlerce  ziyaret  edilen  yedi  uyurlar  mağaraları  bulunmaktadır. Yedi  uyurlar,  hemen  hemen  bütün  kültürlerde  ortak  olarak,  düzeni  protesto  etmek  üzere  halkından  yüz  çevirip  onları  terk  edenlerin  hikâyesidir.  Bu  hikâyelerin  en  eski  örneği, Hint  kültüründeki   Muhabharata  destanıdır.  Bu  destanda,  yedi  kişi  peşlerinde  bir  köpek  olduğu  halde  inançlarından  dolayı,  krallığa  ve  dünyaya  yüz  çevirirler.  Ve  bir  mağarada  yaşamaya   başlarlar. Bu  hikâye  Hristiyanlığın  ilk  devirlerinde  önemli  bir  hikâye  iken,  daha   sonra   önemini  yitirmiş,  Müslümanlıkta  ise  Kur’anda  yer  alan  Kehf  Sûresi  içindeki  ayetlerde  ( mağara  arkadaşları ) Ashabı  Kehf  ifadesiyle  anlatılan  kıssadan  dolayı,  İslam  kültüründe  de  önemli  bir  yer  tutmaya  başlamıştır.

Bu  konu  ile  ilgili  olarak  Hristiyanlıkta  da  en  eski  versiyon,  Mevdudi’nin  nakil  derlemesine  göre   Suriyeli  bir  Hristiyan  Rahip  olan  ve  kayıp  bir  Yunanca  kaynaktan  aldığını  söyleyen  Suruçlu  James’e  ( Yakup’a ) aittir. James  “ mağarada  uyuyanların “  ölümünden  birkaç  yıl  sonra  M.S. 452  de  veya  o  sıralarda  doğmuştur. Bu  olayı  geniş  şekilde  açıklayan  kitabe  de,  James  tarafından  M.S. 474  de  veya  o  sıralarda   kaleme  alınmıştır.  Bu  Süryani  kaynağı,  ilk  Müslüman  müfessirlerin  eline  geçmiş  ve  İbni  Cerir  tefsirinde  yayınlanmıştır. Diğer  taraftan  aynı  kaynak  batıya  da  ulaşmış,  Yunanca,  Latince  tercümeleri  yayınlanmıştır. Bu  hikâyeye  göre ; 

Yedi  Hristiyan  genci  işkence  yaparak  mağaraya   sığınmaya  zorlayan  kralın  ismi  Dakyüs’tür.  Roma  imparatorluğunu  M.S. 249 – 251  yılları  arasında  yönetmiştir. Ve  onun  dönemi,  İsa  Peygamberin  yolundan  gidenlere  yapılan  işkencelerle  meşhurdur.  Bu  hikâyenin  geçtiği  yer  ise,  Anadolu’nun  batı  sahilindeki  Romanın  en  büyük  limanı  ve  şehri  olan  Efes’tir.  Mağarada  uyuyanların  uyandığı  dönemin  imparatoru  ise,  Hristiyanlığı  kabul  etmiş  olan  Theodosius’tur.  Mağarada  uyuyanlar  olayının  geçtiği  Efes  şehri  M.Ö. 2. yüzyılda  kurulmuş  ve  putperestliğin  en  büyük  merkezi  olmuştur. Bu  şehrin  en  büyük  putu,  Ay  tanrıçası  Diana  idi.  Ve  onun  bulunduğu  tapınak,  eski  dünyanın  harikalarından  biri  olarak  kabul  ediliyor,  Dakyüs  de  bu  puta  inanıyordu.  İsa  Peygamberin  ölümünden  sonra  onun  mesajı,  öğretisi  Roma  imparatorluğunun  çeşitli  bölgelerine  ulaşmaya  başlamıştı. Efesli  birkaç  genç  de  putperestlikten  vazgeçip  Allah’ı  Rabbleri  olarak  kabul  ettiler.  Onlar  değişik  senaryolarda  isimleri  de  değişik  değişik  nakledilen  yedi  gençti.  İmparator,  onların  inançlarını  değiştirdiklerini  öğrenince,  onlara  yeni  dinleriyle  ilgili  sorular  sordu.  Verdikleri  cevaba  çok  kızdı  ve  onları  öldüreceğini  söyledi. Daha  sonra  da  gençliklerini  göz  önünde  bulundurarak  onlara  inançlarını  değiştirmeleri  için  üç  gün  süre  verdi.  Bu  yedi  genç  fırsattan  faydalanarak,  şehirden  ayrılıp,  dağda  bir  mağaraya  sığınmak  üzere  yola  koyuldular.  Peşlerine  yol  üzerinde  bir  köpek  takıldı. Onu  geriye  çevirmeye  çalıştı  iseler  de  geri  çeviremediler. Bazı  rivayetlerde  bu  gençlerin  altı  kişi  olduğu,  yolda  karşılaştıkları  çobanın  ve  köpeğinin  de  onlara  katılarak  yedi  kişi  oldukları  anlatılır. Sonunda  gizlenecek  bir  mağara  buldular  ve  içine  gizlendiler. Köpek  de  mağaranın  girişine  oturdu. Yorgunluktan  derin  bir  uykuya  daldılar. Yaklaşık  197  yıl  sonra,  bazı  başka  senaryolarda  309  yıl  sonra,  tüm  Roma  imparatorluğunun  Hristiyan  olduğu  bir  dönemde  uyandılar. Uyandıktan  sonra  gençler  birbirlerine  ne  kadar  uyuduklarını  sormaya  başladılar. Bazıları  bir  gün,  bazıları  da  günün  bir  bölümü  kadar  uyuduklarını  söylediler. Daha  sonra  arkadaşlarından  birini  gümüş  paralarla  yiyecek  almaya  gönderdiler.  Arkadaşları  tüm  dünyanın  değişmiş  olduğunu  farkedip  şaşırdı. Elindeki  tedavülden  kalkmış  parayla  alışveriş  yapmak  istediğinden  çıkan  tartışma  ile,  toplanan  kalabalıkla  beraber  tartışma  şehrin  yöneticisine  kadar  ulaştı. Gencin  anlattıklarına  inanmayan  halk  ve  yöneticiler  hep  birlikte  mağarayı  görmek  istediler. Mağaraya  geldiklerinde  de  gençlerin  gerçekten  İmparator  Dakyüz  zamanından  olduğuna  inandılar. Daha  sonra  gençler  bu  mağaraya  dönerek  yaşamlarını  sürdürüp  bu  mağarada  öldüler. O  dönemde  bu  apaçık  mucizeyi  görünce,  insanların  öldükten  sonra  dirilmeye  olan  inançları  güçlendi  ve  İmparator,  mağaranın  yanında  büyük  bir  anıt  inşa  edilmesi  için  emir  verdi.

Hristiyanlar  tarafından  kabul  edilen  hikâyedeki  mağara,  İzmir’in  Selçuk  ilçesindeki  yaklaşık  25  Km. dışında  Efes  antik  şehrinin  yakınlarındaki  Panayır  dağının  eteklerinde  bulunmaktadır. Bu  mağaranın  üstüne  bir  kilise  yapılmış  ve  bu  kilise  1928  yılındaki  kazılarda  ortaya  çıkarılmıştır. Kazıda   M.S. 5. ve  6. yüzyıllara  ait  mezarlar  bulunmaktadır.  Bu  konudaki  yazıtlar  da  kilise  duvarlarında  ve  mağarada  asılı  durmaktadır. Aynı  hikâyeden  Ürdün  topraklarında  İmparator  Hadriyanus’a  baş  kaldıranlar  için  de  Amman  şehrindeki  mağara  içindeki  yazıtlarda  söz  edilmektedir.  Ashabı  Kehf  mağaraları,  dünyanın   değişik  ülkelerinde  kendilerine  atfedilen  makam  ve  anlamlarıyla  farklı  dinlerden  insanların  inandığı  ve  ziyaret  ettiği  önemli  inanç  ve  turizm  merkezleri  haline  gelmiştir.  Dünyada  bu  mağaraların  kendi  sınırları  içerisinde  olduğunu  iddia  eden  33  kent  bulunmaktadır.  Bunların  dördü, ( Selçuk  Efes,  Elbistan  Afşin,  Diyarbakır  Lice,  Mersin  Tarsus )  Türkiye’dedir.  Bunlardan  hangisinin  onların  mağarası  olduğunda,  İslami  ilim  dünyasında  bir  fikir  beraberliği  yoktur. Çünkü  böyle  bir  olay  zaten  gerçek  değildir.

Yukarıda  anlatıldığı  şekliyle  mağarada  uyuyanların  hikâyesi,  Kur’anda  anlatılan  kıssaya  da  çok  benzemektedir. Bundan  dolayı  bazı  yorumcular,  Kur'anda  anlatılanlar  da  bu  yedi  gencin  Ashabı  Kehf  ( mağara  arkadaşları,  mağarada  uyuyanlar )  olduğunu  kolayca  kabul  edilebilir  görmekte,  olayın  gerçek  olduğunu  ifade  etmektedir.  Bazı  müfessirlere  göre  de  mağarada  uyuyanlar  kıssası  için,  Muhammed  ( a.s. )  in  peygamberliğini  sınamak  için  uydurulan  rivayetlere  dayandırılarak  Yahudi  ve  Hristiyanların  kışkırtması,  Arapların  hiç  bilmediği  konularda  soru  sormalarını  tavsiye  etmeleri  üzerine,  Mekkeli  müşriklerin  Peygamber’e  yönelttikleri  soruya  bir  cevap  olarak  da  anlatılmış  olabileceği  görüşüdür.

Yüce  Kitabımız  Kur’anda   Ashabı  Kehf  /  Mağara  arkadaşları  kıssası,  Kehf  Sûresinin  9. – 26. ayetleri  arasında  anlatılır.  Bu  kıssanın  sebebi  nüzulü  olarak  da  farklı  rivayetler  anlatılmıştır.  Bunlardan  birinde  Muhammed  bin  İshak’ın  naklettiği  rivayete  göre ;  Nadir bin  Haris,  Kureyş’in  şeytanlarından,  kötü  niyetli  kimselerinden  idi.  Allah’ın  Resulüne  eziyet  eder,  düşmanlık  beslerdi.  Her  toplulukta  hemen  onun  arkasından  şöyle  derdi :  “  Vallahi  ey  Kureyşliler,  ben  ondan  daha  güzel  hikâyeler  anlatırım. Gelin  ben  size  onun  sözlerinden  daha  güzelini  söyleyeyim  “  der  ve  İran  kralının  efsanelerini  anlatırdı.  Daha  sonra  Kureyşliler  onu  ve  beraberindekileri  Medine’deki  Yahudi  alimlerine  gönderip  onlardan  Muhammed’i  ve  durumunu  sorun.  Onlara  Muhammed’in  sözlerini  nakledin.  Zira  onlar  önceki  kitap  sahipleridir.  Dolayısıyla  onlar  bizim  bilmediklerimizi  bilirler “  dediler.  Bunun  üzerine  onlar  Medine’ye  çıkıp  geldiler  ve  Yahudi  alimlerine  durumu  anlatıp  sordular.  Onlar  da  “ O’na  üç  şeyi  ; * Asırlar  önce  gidip  kaybolan  o  gençlerin  ( Ashabı  Kehf’in ) durumunu, *  Doğu  batı  her  yere  ulaşabilen  o  seyyahın  (  Zülkarneyn’in )  hadisesini  * Ona  ruhu  ve  ruhun  ne  olduğunu  sorun.  Eğer  o  size  bunların  cevabını  verirse,  bilin  ki  peygamberdir.  Aksi  halde  peygamber  olduğunu  uyduran  birisidir  “ dediler.  Nadir  ve  arkadaşları  Mekke’ye  döndüler  ve  Kureyş’lilere  Yahudilerin  söylediklerini  naklettiler. Mekkeliler  Resulullah’a  gelip  bu  soruları  sordular.  Peygamber  de  heyecanla  “ inşallah “  demeden, “  sorduklarınıza  yarın  cevap  veririm  “  dedi.  Bunun  üzerine  Mekkeliler  çekip  gittiler. Hz. Peygamber  on  beş  gün  bekledi.  Bunun  üzerine  Mekkeliler  onun  hakkında  ileri  geri  konuşmaya  başladılar. Derken  Cebrail  Peygambere  Kehf  Sûresini  getirdi. ( Taberi  Camiu'l  beyan  VII  533,  Elmalılı  Hamdi  Yazır  Kur'an  Dili  V  403 - 404 )

Kehf  Sûresinin  içindeki  ayetlerde  Cenabı  Hakkın,  Peygamberimizin  üzülmesinden  dolayı,  Mekkeliler  iman  etmiyor  diye  kınaması  da,  ilk  bakışta  Zülkarneyn  kıssasını  çağrıştıran  anlatımlar  da  vardır. Rivayetlerdeki  nakillerle  bu  ayetlerin  Peygamberimize  yöneltilen  bir  sorunun  cevabı  olduğu  görüşü  makul  gibi  görülse  de,  aslında  Cebrail  diye  vahiy  getiren  bir  melek  yoktur.  Peygamberimize  bu  konuda  soru  yöneltildiğine  dair  ayetlerin  metninde  herhangi  bir  ifade  de  bulunmamaktadır. Kur'anda  Zülkarneyn  ve  ruh  ile  ilgili  anlatımların  başında  sana  soruyorlar,  De  ki :  ifadeleri  geçmekte,   halbuki  Ashabı  Kehf  anlatımları  için  ise  doğrudan  doğruya  “  Yoksa  sen  “  denilerek  başlanmaktadır.  Her  hangi  bir  soruya  atıf  yapılmamaktadır.  Üstelik  de  dikkat  edilmesi  gereken  bir  nokta  da,  kıssada  sadece  Ashabı  Kehf’den  değil,  Ashabı  Rakim’den  de  söz  edilmiş  olmasıdır. Bu  nedenle  paragraftaki  zamirlerin  bir  bölümü  Ashabı  Kehf’e,  bir  bölümü  de  Ashabı  Rakim’e  işaret  etmektedir.  Oysa  ayetlerin  metninden  anlaşılacağı  üzere  aslında  Sûrenin  bu  bölümünde,  Kur’anın  indiği  döneme  göre  henüz  gerçekleşmemiş,  ondan  asırlar  sonra  gerçekleşebilecek  olan  ve  Ahiretin,  dirilmenin  kesin  varlığını  bilimsel  olarak  ortaya  koyacak  kişilere  ve  olaylara  temsili  olarak  değinilmektedir. Çünkü  Kur’an,  Allah'ın  koyduğu  yasaların  ve  önceki  dönemlerde  yaşanmış  gerçek  olayların  dışında,  hikâye,  masal,  efsane  gibi  mitolojik  olay  anlatmaz. Vermek  istediği  mesajı  uygun  bir  anlatımla  anlatır.  Kehf  ve  Rakim  ashabı  konularını  iyi  anlayabilmek  için  önce  Kehf  Sûresinin  21. ayetinde  "  Böylece  Allah’ın  vaadinin  hak  olduğunu  ve  kıyamet  gününde  hiç  şüphe  olmadığını  bilmeleri  için,  onlar  üzerine  haberdar  yaptık.  Hani  onlar  aralarında  işlerini  tartışıyorlardı.  Dediler  ki :  “  Üstlerine  basit  bir  bina  yapın.  Rabbleri  onları  daha  iyi  bilir. “  Onların  işleri  üzerine  galip  olanlar :  “  Üzerlerine  kesinlikle  bir  mescit  /  ahiretin  varlığını  ispat  edecek  okullar  yapacağız  dediler. "  ifadeleriyle  belirtilen  ayrıntıların  doğru  teşhis  edilmesi  ve  dikkatle  göz  önünde  bulundurulması  gerekmektedir. Çünkü  konu  ile  ilgili  olarak  anlatılmak  istenenlerin  asıl  mesajı  bu  ayetin  içindedir.

Ayette  görüldüğü  üzere,  ele  alacağımız  ayetlerde  ve  Kur'anda  Kehf  ve  Rakim  Ashablarının  konu  edilmelerinin  amacı,  onların  Allah’ın  vaadinin  hak  olduğuna  ve  kıyamete  dair  hiç  bir  şüphenin  olmayacağına  bilimsel  kanıt  olmalarıdır.  Geçmişteki  kıssaların  gelecekte  kıyamete  kanıt  olması  zaten  düşünülemez.  Anlatımda  kullanılan  fiillerin  geniş  veya  gelecek  zaman  kipleriyle  verilmesi  de  anlatılanların  geçmişe  değil  de  geleceğe  yönelik  olmasından  dolayıdır.

Kehf  :  Dağdaki  büyük  ve  geniş  olan  oyuk  ( mağara )  demektir.  Rakim  :  Yazılmış,  rakamlanmış  demektir.  Bununla  “  levha,  kitabe,  yazıt  “  kastedilir.  Kimileri,  Rakim’in  üzerinde  mağara  bulunan  dağ,  kimileri  Ashabı  Kehf’in  yaşadığı  kentin  adı,  kimileri  de  Ashabı  Kehf’in  isimlerinin  yazılı  olduğu  kurşun  kitabe  olduğunu  ileri  sürmüşlerdir. Kehf  ve  Rakim  sözcükleri  Ashab  sözcüğü  ile  tamlama  yapıldığında,  Ashabı  Kehf  ( Büyük  mağara  ehli  / arkadaşları )  ve  Ashabı  Rakim ( Kitabe,  yazıt  ehli  / arkadaşları )  anlamları  ortaya  çıkar. Konunun  ele  alınması  9. ayet  ile  başlamaktadır,  ifadelerde  de  görüleceği  gibi  ele  alınan  konunun,  rivayetlerde  anlatıldığı  gibi  insanları  hayrete  düşürebilecek  bir  mucize  olmadığı  dile  getirilmektedir.

KEHF  9  :  Yoksa  sen,  Ashabı  Kehf  /  mağara  arkadaşlarını  ve  Ashabı  Rakim’i  /  yazıt  arkadaşlarını  şaşılacak  ayetlerimizden  /  alametlerimizden / göstergelerimizden /  mucizelerimizden  olduklarını  mı  sandın. 10  :  O  gençler  /  yiğitler  büyük  mağaraya  sığınınca  “ Rabbimiz !  Bize  katından  bir  rahmet  ver  ve  bizim  için  şu  işimizden  akıl  gelişmişliği  hazırla “ dediler. 11  :  Bunun  üzerine  Biz,  onların  kulakları  üzerine  o  büyük  mağarada  nice  yıllar  vurduk.  12  :  Sonra  da  iki  gurubun  hangisinin,  onların  bekledikleri  süreyi  daha  iyi  hesapladığını  bildirelim  /  işaretleyip  gösterelim  diye  Rakim  Ashabını  /  yazıt  ehlini  gönderdik.

Ashabı  Kehf  ve  Ashabı  Rakim’i  doğru  anlayabilmemiz  için  Kur’anda  daha  evvel  Hud  Sûresinde  bildirilmiş  olan  bilgileri  burada  göz  önünde  bulundurmamız  gerekecektir. Çünkü  bu  bilgiler  burada  konu  edilecek  olan  olayların  alt  yapısı  niteliğindedir. Hud  Sûresinin  6. ayetinde  "  Ve  yeryüzünde  hiç  bir  küçük  büyük  canlı  yoktur  ki,  rızkı  Allah’a  ait  olmasın.  Allah  onun  yerleşik  yerini  de  geçici  bulunduğu  yeri  de  bilir.  Hepsi  apaçık  bir  kitaptadır.  denilerek,  Allah  ile  canlılar  arasındaki  ilişkinin  vurgulandığı  bu  ayette,  Allah’ın  hareket  etmekte  olan  her  yeryüzü  canlısının  rızkını  verdiği,  onların  konulduğu  ve  bulunduğu  yerleri   bildiği,  dolayısıyla  her  bir  canlıyı,  hücre,  virüs,  bakteri  gibi  en  küçükler  de ( dabbeh )  dahil  olmak  üzere,  hareket  eden  her  türlü  canlı  varlığı  sürekli  olarak  kontrol  ettiği  bildirilmektedir.  Allah,  bir  sperm  hücresinin,  bir  bakterinin  ne  zaman  nerede  ve  nasıl  bulunacağını,  ne  gibi  faaliyetler  göstereceğini  bilir. İşte  bunlara  benzer  şekilde,  konumuz  olan  ayette  de  “  İnsanın  kendisine  ait  bilgilerle  beraber,  öldükten  sonra  Ahiret  için  tekrar  diriliş  gününe  kadar  ruhunun,  vücudundaki  bellek  hücrelerinin,  emanet  olarak  durduğu  yerin  Allah  tarafından  biliniyor  “  olduğu  anlatılmaktadır. O  ilkel  dönemde  olduğu  gibi  bugünün  inkârcıları  dahi  sadece  bilimsel  evrim  sınırında  kalarak  materyalist  bir  zihniyetle  hep  ölümü  ve  ölümden  sonraki  dirilmeyi  reddetmişlerdir.  Oysa  inkârcıların  yeniden  dirilmeyi,  alışılmıştan  uzak,  imkânsız  zannetmeleri,  yaratılış  gerçeğini,  yaratılışın  bütün  bölümlerini  ayrıntılarıyla  bilmemelerinden,  Allah'ın  varlığına  inanmamalarından  kaynaklanmaktadır.

Eğer  hayatın  bütün  sırları  keşfedilmiş  olsaydı,  herhalde  ölümden  sonra  dirilme  de  akıllara  pek  uzak  gelmezdi. Ne  var  ki  şu  an  bizim  için  gayb  olan  bu  sırları  Allah  bilmekte  ve  ona  göre  yaratmaktadır.  Değişik  Kur’an  ayetlerinde  anlatıldığı  gibi,  öldükten  sonra  çürüyüp  toprak  olan  hücrelere  ne  olduğu,  varlıkları  nelerin  oluşturduğu,  onları  oluşturan  parçalar   arasındaki  bağların  niteliği,  bu  parçalardan  nelerin  kaybolup  nelerin  kaybolmadığı,  nelerin  evrimle  şekil  değiştirerek  mevcut  kaldığı  gibi  bilgiler  ancak  Rabbimizin  katındadır. Kur’an  ayetlerinin  bazılarında,  yaratılışla  ilgili  tüm  bilgilerin  korunduğu  bildirildiğine  göre,  insan  bedeninin  öldükten  sonra  çürüyüp  toprağa  karışmaları,  bedeni  oluşturan  elementlerin,  hücrelerin  tamamen  kaybolup  gittikleri  anlamına  gelmez. Oysa  yeni  yeni  Hayatlar  topraktan  /  maddeden,  topraktaki  elementlerden,  hücrelerden  yeniden  başlamakta,  Dünya  üzerindeki  hayatlar  ve  oluşumlar  sürekli  tekrar  edilmektedir. Bilimin  bugün  geldiği  noktada,  insanın  yapısında  kendisi  hakkındaki  tüm  olayları  kayda  geçiren  bellek  hücreleri  mevcuttur. Bu  bellek  hücreleri,  ölüm  anında  işlevlerini  yerine  getirerek  ölümün  gerçekleşmesini  sağlamaktadırlar. Yukarıda  belirttiğimiz  Hud  Sûresinin  6. ayetindeki  ifadeden  dolayı,  bu  hücrelerin  ölüm  sonucu  toprağa  karışıp  yok  olmadığı  ve  Allah’ın  insanların  tüm  hayatlarının  kayıtlarını  taşıyan  bu   bellek  hücrelerinin  /  muhafızların  nerede  bulunduklarını  da  bildiği  aşikârdır.  Ama  bu  durumun  reenkarnasyon  ile  bir  ilgisi  yoktur.

Buraya  kadar  anlattığımız  bu  bilgiler  ışığında  asıl  konumuz  olan  ayetlere  dönecek  olursak,  Rabbimizin  her  şeyin  takipçisi  olduğu,  hiç  bir  olgu,  olay  ve  nesnenin  O’nun  ilmi  ve  kontrolü  dışında  bulunmadığı  bildirilmektedir.  Asırlar  önce  yaşamış  ve  öldükten  sonra  toprağa  karışmış  bir  kişiye  ait  bellek  hücrelerinin,  daha  sonraki  bir  zamanda  sindirim  ya  da  solunum  yoluyla  herhangi  bir  kişinin  vücuduna  girmesi  ve  orada  emaneten  durması,  o  kişinin  de  bu  bellek  hücrelerindeki  kayıtları  kendi  geçmişi  gibi  hatırlayıp  anlatması  mümkündür.  Bu  uzun  açıklamalardan  sonra  diyebiliriz  ki,  “  Ashabı  Rakim “  geçmişte  yaşamış  insanların,  kaybolmamış,  kaybolmayacak  bellek  hücrelerini  /  yazıtları  taşıyan  kimselerdir.  Ashabı  Kehf  de  adeta  sessiz  bir  ortamda,  laboratuvarda,  stüdyoda,  hipnoz  yöntemiyle  bu  insanların  taşıdıkları  başkasına  ait  hücreleri  deşifre  eden,  kaybolmadığını,  kaybolmayacağını,  Rabbimizin  her  bir  şeyi  yok  olmadan  durdurduğunu  bilimsel  olarak  ispat  edecek  olan  yiğitlerdir,  araştırmacılardır. Bundan  dolayı  10.  ve  12. ayetlerle  anlatılmak  istenen ;  Ashabı  Kehf  /  mağara  ehli  de,  mağaraya / Laboratuvara  araştırma  yapmak  için  çalışma   mekânlarına  yönelenlerdir. Ve  burada  çalışmalarını  sürdürürler. Bunlar  inançlı  kimselerdir. Hedeflerine  ulaşmak  için  Allah’a  yalvarmaktadırlar.  Allah  bunlara  Ashabı  Rakim  /  bellek  hücrelerini,  yazıtları  taşıyanları  gönderir. 11. ayetin  ifadesine  göre  sessiz,  yalıtımlı  bir  ortamda   Ashabı  Kehf  olan   araştırmacılar,  çalışmalarını  yıllarca  sürdürürler. Sonra  da  muvaffak  olurlar.  Ashabı  Rakim’in  hangi  dönemden  bellek  hücrelerini  taşıdıklarını  öğrenirler.  Nihayet  bu  olay  21. ayette  gördüğümüz  gibi  kıyametten  sonra   yeniden  dirilmenin  büyük  kanıtlarından  biri  olur.

KEHF  13 – 16  :  Biz  sana  Kehf  ve  Rakim  ashaplarının  önemli  haberlerini  gerçek  olarak  kıssalaştıracağız. Şüphesiz  onlar,  Rabblerine  iman  etmiş  birkaç  genç  yiğitler  idi.  Biz  de  onlara  kılavuzluğu  arttırdık. “  Madem  ki  siz,  onlardan  ve  Allah’tan  başka  taptıkları  şeylerden  ayrıldınız,  o  halde  o  büyük  mağaraya  sığının  ki,  Rabbiniz  size  rahmetinden  yayıversin  ve  işinizden  size  rast  getirip  yararlı  olanı  hazırlasın. 14 – 15  :  Ve  Biz  onlar  ayaklanıp  da : “  Bizim  Rabbimiz,  göklerin  ve  yerin  Rabbidir.  Biz  O’nun  astlarına  ilâh  olarak  yalvarmayız,  yoksa  saçma  sapan  konuşmuş  oluruz.  Şunlar  Allah’ın  astlarından  ilâh  edinen  bizim  toplumumuzdur.  Edindikleri  ilâhlara  dair  açık  bir  delil  getirselerdi  ya  !  Allah’a  karşı  yalan   uydurandan   daha  yanlış  davranan  kim  olabilir ? “  dediklerinde  onların  kalplerini  sağlamlaştırdık.

Bu  ayet  gruplarında  Kehf  Ashabının  çalışmaya  başlamaları  ve  Allah’ın  kendilerine  imkân  sağladığı  anlatılmaktadır.

KEHF  17  :  Ve  sen  vahiy  doğrultusunda   araştırma   yapıldığında  hayırlı  bir  sonuç  alındığını,  aksi  durumda  anlamsız  bir  iş  yapıldığını  göreceksin.  Kendileri  de  ondan  geniş  bir  boşluktadırlar.  Bu  Allah’ın  ayetlerinden  /  alametlerinden  /  göstergelerinden  dir.  Allah  kime  kılavuzluk  ettiyse  artık  o,  kılavuzlanan  doğru  yolu  bulmuştur.  Allah  kimi  şaşırttıysa  da  artık  sen  ona  yol  gösteren  bir  yakın  kimseyi  asla  bulamazsın.  18  :  Ve  sen  Ashabı  Rakim’i  görseydin  uyanık  sanırdın.  Halbuki  onlar  uykudadırlar.  Ve  Biz  onları  sağ  yana  ve  sol  yana  çeviririz.  Köpekleri  de  girişte  ön  ayaklarını  ileri  doğru   uzatmıştı.  Eğer  sen  onların  durumunu  iyice  bilseydin,  kesinlikle  kaçarak  onlardan  uzaklaşırdın  ve  onlardan  ürpertiyle  dolardın.  19 – 20  :  Ve  böylece  kendi  aralarında   soruşturma   yapsınlar  diye  yazıt  ashabını  gönderdik.  Onlardan  bir  sözcü : “  Ne  kadar  durup  kaldınız ? “  dedi. Diğerleri  :  “  Bir  gün  ya  da  günün  bir  parçası  kadar  kaldık. “ dediler.  Yazıt  ashabından  diğerleri  : “  Ne  kadar  durduğunuzu,  Rabbiniz  daha  iyi  bilir.  Şimdi  siz  birinizi,  bu  gümüş  paranızla  şehre  gönderin  de  baksın.  Hangi  yiyecek  daha  temiz  ise,  ondan  size  yiyecek  getirsin.  Ve  çok  nazik  davransın  ve  sizi  kimseye  sezdirmesin.  Şüphesiz  şehir  halkı,  sizin  üzerinize  galip  gelirlerse  sizi  taşlayarak  öldürürler  veya  sizi  kendi  dinlerine  /  yaşam  tarzlarına  döndürürler.  O  zaman  da  siz,  sonsuz  olarak  asla  kurtuluşa  eremezsiniz.

Bu  ayetlerde  Kehf  ashabının  çalışmaları  yer  almaktadır. Kehf  Ashabı  uyguladıkları  hipnoz ( uyutma )  yöntemiyle  Rakim  Ashabının  emaneten  taşıdıkları  yazıtlardaki  /  bellek  hücrelerindeki  geçmişte  yaşamış  kişiye  ait  kayıtları  deşifre  etmektedirler.  Böylece  hem  Kur’anın  mucizeliği  hem  de  Allah’ın  vaadinin  hak  olduğu  ve  kıyamette  hiç  şüphenin  olmadığı  bilimsel  olarak  ortaya  çıkmaktadır.  Ayetin  orijinalinde “ doğduğu  zaman  güneşi,  onların  o  büyük  mağaralarından  sağ  yana  yöneldiğini,  battığı  zaman  da  onları  sol  yandan  keser – geçer  göreceksin “  ifadesi,  bu  olup  bitenlerin  Kur’an  açısından  konumunu  belirtmektedir. Burada  konu  edilen  güneş,  mecaz  anlamıyla  aydınlığı  temsil  eden  Kur’andır. Kur’an  açısından  uygun  olduğunda,  Sağ  yöne  yönelme  ile  hayırlı  bir  iş  yapıldığı,  Kur’an  açısından  olaya  bakılmazsa  bu  kez  olay  sol  yöne  kayıp  uğursuz,  hayırsız  anlamsız  bir  olay  olarak  kalacaktır. Çalışmalara  yazık  olacaktır. 19  ve  20. ayetlerde  taşıdıkları  hafıza  hücreleri  deşifre  olanlardan  aynı  çağda  yaşamış  iki  grubun  tespit  edildiği  ve  hipnotize  edilmiş  bir  durumdayken  birbirlerine  soru  yönelterek  konuştukları  nakledilmektedir. Bu  iki  grup  yazıt  ashabı  suçluların  taşlanarak  öldürüldükleri  dönemin  kayıtlarını  taşımaktadırlar. Kendilerinde  taşıdıkları  geçmiş  döneme  ait  hafıza  hücrelerinden  dolayı  her  iki  grup  da  sanki  o  çağda  yaşıyormuş  gibi  davranmaktadırlar.  Yani  o  günün  şartlarının  devam  ettiğini  sanmaktadırlar.

KEHF  22 – 25  :  “ Onlar  üç  kişidir,  dördüncüleri  de  köpekleridir. “  diyecekler,  onlar  ıssız  alanı  taşlamak  olarak  /  kafadan  atmak  olarak  “ beş  kişidirler,  altıncıları  da  köpekleridir  “ diyecekler, “ onlar  yedi  kişidir,  sekizincisi  de  köpekleridir. “  ve  onlar  “ onların  o  büyük  mağaralarında  üç  yüz  yıl  kaldılar. “  derler. Ve  dokuza   arttırdılar.  De  ki  :  “ Onların  sayılarını  Rabbim  daha  iyi  bilir. “ Onları  ancak  pek  az  kimse  bilir. Bu  sebeple  onlar  hakkında  ortada  olan  şeyden  başkası  ile  bir  münakaşaya  girişme  ve  bunlar  hakkında   onlardan  kimseye  de  bir  şey  sorma !  Ve  hiçbir  şey  için  “ Allah’ın  dilemesi  dışında  şüphesiz  ben  onu  yarın  yapacağım  “  deme.  Ve  terk  ettiğin  vakit  Allah’ı  an  ve  “  umarım  Rabbim  beni  doğruya  bundan  daha  yakın  olana  eriştirir.”  De.

Bu  ayet  grubunda,  Kehf  ashabının  kendi  aralarında,  Ashabı  Rakim  ile  ilgili  bulgular  hakkındaki  fikir  teatileri  dile  getirilmiştir. Bu  konuşmalardan,  söz  konusu  kişilerden  kimisinde  dört,  kimisinde  beş,  kimisinde  de  altı  farklı  kişinin  bellek  hücresi  olduğu,  bu  hücrelerde  bir  köpekle  ilgili  bilgilerin  de  bulunduğu,  söz  konusu  hücrelerin  üç  yüz  yıl  evveline  ait  olduğu,  hatta  bir  kişideki  emanet   belleklerinin  sayısının  dokuza   çıkarıldığı  anlaşılmaktadır. Daha  sonra  da  Rabbimizin  “  Allah’ın  dilemesi  dışında  şüphesiz  ben  yarın  onu  yapacağım  deme “  ifadesiyle  ihtarı  dile  getirilmektedir. Bu  ihtardan,  bir  elçinin  din  konusunda  kendiliğinden  ve  canının  istediği  zaman  bir  işi  yapmasının  ve  bir  söz  söylemesinin  söz  konusu  olmadığı  anlaşılmaktadır. Her  şey  Allah’ın  dilemesine  ( iradesine )  bağlıdır. Ayetteki “ Bu  sebeple  onlar  hakkında  zahir  olan  şeyden  başkası  ile  bir  münakaşaya  girişme  ve  bunlar  hakkında  onlardan  kimseye  de  bir  şey  sorma “   ifadesiyle  ciddi  meselelerde  tahminle  hüküm  verilmemesi  istenmektedir.  Bir  olayın  bilgiye  esas  olması  için  çok  kesin  kanıtların  olması  gerekmektedir. Doğru  olanı,  kesin  kanıtı  olmayan  şeylerin  Allah’a  havale  edilmesidir.

KEHF  26  :  De  ki  :  Allah  yazıt  Ashabının  ne  kadar  kaldıklarını  en  iyi  bilendir. Göklerin  ve  yerin  görülmeyeni,  duyulmayanı,  sezilmeyeni,  geçmişi  geleceği  /  gaybı  yalnızca  O’nun  içindir. O  ne  güzel  görür, O  ne  güzel  işitir !  Onlar  için  O’nun  astlarından  bir  yardım  eden,  yol  gösteren,  koruyan  bir  yakın  kişi  yoktur.  Allah  kendi  hükümranlığına  kimseyi  ortak  etmez.

Bu  ayetle  de  Rakim  Ashabı  hakkında  fikir  yürütenlere  bir  öneride  bulunulmaktadır. Bu  konuya  ait  kesin  bilgiler  henüz  gayb  mesabesindedir. Bu  konu  araştırmaya,  çalışmaya  açıktır. Araştırmalar   sürdükçe   zamanla  gelişmeler  sağlanacak,  müteşabih  olan  bu  ayetlerin  tevili  ilerleyen  zamanlarda  belki  yapılabilecektir.  Bu  Kehf  Ashabı  ile  ilgili  bizim  anlattıklarımız  da  kesinliği  olmayan  fakat  efsanelerden  farklı  ve  Kur’anın  asıl  mesajlarına  dayandırmaya   çalıştığımız  bir  bakış  açısıdır,  bir yorumdur. Burada  belki  de  peygamberimizin  zamanına  kadar  Allah’ın  sünnetine  uygun  olmayacak  şekilde  efsane  gibi  anlatılan  hikâyelerden  yola  çıkılarak  ve  9. ayette  “  Yoksa  sen  mağara  ashabını   gerçekten  bir  mucize  mi  sandın “  denilerek,  bu  anlatılanların  gerçek  olmadığından,  üstelik  13. ayetle  de  gerçek  kıssanın  anlatılacağının  ifade  edilmesiyle  farklı  mesajlar  verilmek  istenmektedir. Belki  de  gerçekten  baskılardan  dolayı  inançlarını  rahatça  yaşamak  için  bir  süre  dağlara  çekilip  hayat  sürdürmüş  olan  gençlerden  söz  edilmektedir. Belki  de  yukarıda  naklettiğimiz  rivayet,  kimin  yazdığı  bilinmeyen  hayal  gücü  ile  yazılmış  bir  masaldır.  Ortada  tarih  boyunca  bütün  kültürlerden,  Yahudilerden,  Hristiyanlardan  nakledilmiş  yüzlerce  uyuyanlar,  mağaraya  çekilenler  ile  ilgili  rivayet  varken,  üstelik  de  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  da  bu  konulara  değinilmişken,  düz  mantıkla  hemen  bu  olayın  gerçek  bir  olay  olduğu  da  düşünülebilmektedir.  Ancak  ayetlerin  tamamı  müteşabih  olduğundan,  mecazi  anlatım  tekniklerinden  dolayı,  pek  çok  soruyu  da  beraberinde  getirmektedir.

* Öncelikle  gereğinden  fazla  uzun  süre  bir  şey  yemeden,  içmeden  uyuması  ve  sağ  kalıp  uyanması,  bizzat  Allah’ın  Kendisinin  koyduğu  ve  kıyamete  kadar  da  değiştirmeyeceğine  söz  verdiği  hükmüne,  ilkelere,  insan  vücuduna  fıtri  olarak  koyduğu  biyolojik  ölçü  ve  sınırlara,  yaratma  kanunları  ile  Sünnetullah'a  aykırıdır.

* Dikkat  edilirse  ayetlerde,  doğrudan  doğruya  mağaradakilerin  300  yıl  kaldığı  değil,  başkalarının  300  yıl  kaldıklarını  söyledikleri  dile  getirilmektedir. Ve  sayıları  da  belli  değildir.  Bütün  bunların  sadece  Allah’ın  katında  olduğu  belirtilmektedir.

* Eğer  17. ayette  düz  mantıkla  güneşin  onları  rahatsız  etmediği  anlaşılacaksa,  mağara  içinde  güneşin  ne  işi  olur. Mağara  içinde  güneşin  ışıklarının  sağdan  sola  hareketi  de  düz  mantıkla  mümkün  değildir.

* Mağaranın  girişindeki  ön  ayaklarını  uzatmış  korkutucu  köpek  anlatımı,  uyuyanların  korkutucu  görüntüleriyle  acaba  binlerce  yıl  önceki  Mısır  uygarlıklarına  atıf  mı  yapılmaktadır.

* Yoksa  bu  anlatılanlarla,  gelecekte  yapılacak  bilimsel  çalışmalarla  hayatın  bütün  gerçeklerinin  ortaya  konulacağına  dair  mesajlar  mı  verilmek  istenmektedir.

Yedi  uyuyanlar  ile  ilgili  bütün  kültürlerde  mevcut  olan  bu  anlatım  ve  inançlar,  dilden  dile,  kültürden  kültüre  dolaşarak  şekillenmiş,  masala  dönüşmüş  bir  rivayet  ve  gerçek  dışı  bir  hikâyedir.  Çünkü  ölmüş  olan  bedenlerin,  yıllar  sonra  tekrar  canlanarak  dünya  üzerinde  yaşamaya  devam  etmesi,  Sünnetullah'a,  Allah'ın  koyduğu  bütün  hükümlerine  kurallara  ve  kanunlarına  aykırıdır. Bu  müteşabih  ayetlerle  ilgili  olarak  bizim  yapabileceğimiz  tek  şey,  bütün  bu  soruların  kesin  delilini  Allah’a  havale  etmek,  zamana  bırakmak,  illaki  bu  budur  dememek,  kesin  delili  olmayan  konularda  iddialı  olup  tartışmamak,  bu  kıssadan  alabildiğimiz  mesajlara   odaklanmaktır. Bunun  yanı  sıra   şunu  bilmeliyiz  ki,  Allah  masal,  menkıbe,  efsane,  hikâye  doğa  üstü  olayları  anlatmaz.  Allah’ın  yarattığı  her  şey,  oluşturduğu  her  olay,  bizim  için  zaten  mucizedir,  amma   hepsinin  oluşumunda  Allah’ın  hükmü,  kanunları  ve  bunlar  için  koyduğu  ölçülerin  sınırı,  değişmez  sünneti  vardır. Kur'anda  da  bir  çok  ayette  ölenlerin  bir  daha  geri  dünya  hayatına  dönmeyecekleri  açık  ve  net  olarak  belirtilmektedir. Kıssalar  da   mutlaka  gerçek  hayatla  ilgili  mesajlarına  uygun  anlatımlarla  dile  getirilir. Önce  ölümü,  sonra  hayatı  yaratan  Rabbimiz,  yaşanan  hayat  boyunca  bütün  canlılara  belli  süreli  bir  ömür  vererek  hükmetmektedir,  onların  nerede,  ne  zaman,  neler  yapacaklarını  bilmektedir,  yaşanan  hayatların  sonunda  her  canlı  için  ölüm  vardır.  Ama  ölüm,  o  canlıyı  oluşturan  maddelerin  mutlak  sonu  değildir.  Allah’ın  yarattığı  her  şey,  en  küçük  zerresine  kadar  varlığını  ( atom,  molekül,  bileşik  olarak ) farklı  bir  şekilde  sürdürmektedir.  Bundan  dolayı  da  bilim  adamlarının  ortaya   koyduğu  gibi  Evrenin  entropisi ( Toplam  enerji,  toplam  kütlesi  ve  maddeden  maddeye  değişimindeki  toplam  düzensizlik )  kıyamete  kadar  sabit  kalacaktır. Kıyametle  bozulacaktır. Kıyamet’ten  sonra   ölmüş  olan  her  canlı  ( her  öz  benlik ) ( her  ruh )  ise  tekrar  dirilecektir,  dünyadaki  yaşamının  hesabı  sorulacaktır. 

Sonuç  olarak  Herkesin   eğitimi,  algılaması,  kapasitesi  farklı  ölçülerdedir. Kur'anın  tamamını  herkesin  anlaması  beklenemez. Bizim  için  önemli  olan,  asgari  ölçüde  Kur'an  bilgisine  sahip  olmak,  bu  bilgilerle  yaşadığımız  hayatta   Allah  yolundan  ayrılmamak,  O’na  ortaklar  koşmamak,  hayatımızı  vahiy  ile  Kur’an  ile  yaşamak,  Kur’anı  anladığımız  dilde  okuyarak,  yaşadığımız  ve  uğraşı  içinde  olduğumuz  alanda  bize  lazım  olabilecek  öğütlere  vakıf  olmaktır.  "  İnşallah,  Allah  dilerse,  Allah  izin  verirse  "  demeden  herhangi  bir   şeyi  yaparım  diye  kesin  kararla  konuşmamaktır.  Allah'ın  selamı,  rahmeti,  bereketi  ve  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET