Konu Detay

PEYGAMBERİMİZİN HAYATI VE KUR'AN

 09.04.2017
 1533

Müslüman  toplumlarında  insanların  İslamla  beraber  olabilmeleri,  İslamla  tanışabilmeleri  için  ilk  şart  olarak  "  Eşhedüenlailâhe  illallah  ve  eşhedüenne  Muhammeden  abduhu  ve  resuluhu "  dedirttirilir  ve  bu  ifadedeki  yalancı  şahitlik  ile  denilenin  anlamı  da  hiç  bilinmeden  ve  sorgulanmadan,  Peygamber  de  yeterince  tanınmadığı  halde  sadece  lafta  kalacak  bir  şekilde  Müslüman  olarak  İslami  hayata  başlamış  olduğu  kabul  edilir. Halbuki  eğer  gerçek  ise  dile  getirilen  bu  şahitlik  ile  aslında  Tevhit  inancıyla  birlikte  önce  Muhammed'in  Allah'ın  bir  kulu,  bizim  gibi  bir  insan,  bir  beşer  olduğu,  daha  sonra  da  bir  Resul ( Elçi ) ( Peygamber )  olduğu,  Kur'anda  anlatılanlar  ile  tanınmış  olarak  sabır  ve  vakar  ile  verdiği  mücadelenin  büyüklüğü  bilinmiş  olunur.  Böylece  kul  olan,  insan  olan,  beşer  olan  bir  Peygambere  iman  edilmiş  olunduğu  belirtilmiş  olarak  dine  girilmiştir. Fakat  dine  girilirken  Peygamber,  Kur'an  ayetleriyle  gerektiği  gibi  tanınamadığı  için  bu  söylem  ve  inanç  böyle  kalmamakta,  oluşturulan  sistem  gereği  ağızdan  çıkanların  ne  olduğu  da  hiç  sorgulanmadığı  için,  ilerleyen  zaman  içerisinde  Ulema,  Hoca,  Vaiz,  İmam,  Mürşit,  Veli  denilen  önderlerin  yönlendirmeleri,  anlattıkları  ve  telkinleri  sonucunda  bugün  görülmektedir  ki,  bu  Peygamberin  öyle  alelade  basit  bir   insan  olmadığı,  hatta  meleklerden  de  üstün,  insan  üstü  bir  varlık  olduğu,  Kâinatın  onun  yüzü  suyu  hürmetine  yaratıldığı  söylenmeye  başlanmakta,  yüceler  yücesi,  efendilerin  efendisi  denilen  ve  bizim  gibi  bir  beşer  olmayan  Peygamber  portresi  ortaya  konulmaktadır. Tıpkı  Mekke  müşriklerinin  yemek  yiyen,  sokaklarda  dolaşan,  alışveriş  yapan  bir  kişi  Peygamber  olabilir  mi ?  inancının  bir  benzeri  olarak,  bugünün  Müslümanlık  inancında  da  göklerde  miraçta  gezen,  havada  uçan,  suda  yürüyen,  ayakları  yere  değmeyen,  savaşlar  kazanan,  mucizeler  ve  kerametler  sahibi  insan  üstü  olması  gereken,  melek  türü,  sevgisi  saygısı  abartılmış,  adeta  Allah'ın  yanında  ortağı  olan  Dinin  sahibi  gibi  görülen  bir  Peygamber  inancı  hakim  kılınmaktadır.  Bunlardan  dolayı  Müslüman  toplumlarında  Kur'an  anlaşılmak  üzere  okunmadığından,  buna  bağlı  olarak  Peygamber  de  yeterince  ve  gerçekçi  olarak  tanınamadığından  yanlış  bir  Peygamber  algısı  ortaya  çıkmakta,  başlangıçta  Peygamberin  kul  ve  insan  olduğuna  şahitlik  yaptığını  söyleyenler,  bu  yanlış  algılarından  dolayı  da   Allah  katında  yalancı  konumuna   düşmekte,  şirk  sorumluluğunun  muhatabı  olmaktan  öteye  geçememektedirler. Halbuki  böyle  algılanan  bir  peygamber,  Kur'anın  anlattığı,  Allah'ın  gönderdiği  Resulü ( Elçisi )  ve  insan  olan  bir  Peygamber  değildir.

Kur'anın  bize  anlattıklarına  rağmen  toplumumuzda  yaşanan  ve  gönüllerin  sultanı  olarak  görülen   Muhammed ( a.s. ) a  iman  inancı,  bugün  hala   abartılarak  ve  üstelik  de  Allah'a  ortak  edilmiş  olarak  büyük  bir  hayranlık,  sevgi,  saygı  ve  muhabbet  ile  sadece  lafta  ve  gösterişte  kalacak  şekilde  yaşanmaktadır. Ülkemizde  adına  biri  Mevlit  Kandili,  diğeri  de  Kutlu  Doğum  Haftası  denilerek,  yılda  iki  kez  doğum  günü  ve  haftası  düzenlenmektedir. Fakat   bu,  gün  ve  haftalarda,  onun   mümtaz  şahsiyetinin,  kişiliğinin,  karakterinin  ve  Kur'an  ahlâkının  tanıtımından  ziyade,  saçma  ve  küfür  içerisindeki  mevlit   törenlerinin,  Cemaatlerin  Kur'an  tilavet  şölenlerindeki  yarışmalarla  gövde  gösterilerinin,  yapılan  hatimlerin  sevaplarının  ölülerin  ruhlarına  bağışlanmasının  ön   plana  çıktığı  görülmektedir.  Dolayısıyla  Peygambere  olan  saygı,  sevgi  ve  muhabbet,  genellikle  kulaktan  kulağa  taşınan  yetersiz  ve  yanlış  bilgilerle  ve  taklidi  bir  iman  ile   yaşanmaktadır.  İsmi  anıldığında,  samimiyetten  uzak  olarak  eller  kalp  üzerine  götürülmekte,  ne  denildiğinin,  gerçekteki  anlamının  ve  gereğinin  ne  olduğu  bilinmeden  salavatlar  getirilmekte,  içine  düşülen  şirkin,  küfrün  farkına  varılamadan  değişik  zamanlarda  cami  minarelerinden  seslenilerek  adına  okunan  selalarla  selamlar  gönderilmektedir.  Arap  kültürünün  ve  yaşam  tarzının  bir  gereği  olarak  İslam  düşmanları  olan  Ebu  Cehil,  Ebu  Leheb  de  sakal  bırakıp  sarık  sardığı  ve  cübbe  giydiği  halde,  Peygamberimiz  de  sakalı,  sarığı,  cübbesi  ile  tasavvur  edilmekte,  terk  edilmemesi  gereken  sünnet   adı  altında  sonradan  uydurulmuş  birçok  kural  ve  hüküm  Peygambere  imanın  bir  gereği  olarak  görülmekte,  Kandil  gecelerinde  tamamen  putlaştırma  ve  şirk  olan  cübbe  ve   sakalını  öpme  kuyruklarına  girilmektedir. 

Böylece  İslam’ın  temeli  olan  Tevhit  ( La  ilâhe  illallah )  Allah'tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  demenin  inancının,  Kur’an  ile  tebliğcisi,  Allah’ın ( Hatemun  Nebiyyin ) dediği  son  elçisi,  peygamberlerin  sonuncusu   Muhammed ( a.s. ) ın  sevildiği,  sayıldığı,  Onun  izinden  gidildiği  zannedilmektedir. Kur’an  ayetlerine  aykırı  mıdır ?  değil  midir ?  sorgulamasını  yapmadan,  sevgiyi  taşırarak  Kâinatın  Efendisi,  Nebiler  Nebisi  diyerek  şirke  ve  küfre   girildiğinin  bile  farkında  olunamamaktadır.  Onun  bize  emanet  ettiği  Kur'anı,  her  harfine  on  sevap  kazanıldığı  inancıyla  hiç  bir  şey  anlamadan  sadece   Arapça  okuyup  ölülerin  ruhuna  hediye  edildiği  zaman,  Kur'anın  okunduğuna,  görevin  layıkıyla  yerine  getirildiğine  inanılmaktadır.  Kur'an  terk  edilmiş  olduğundan  ve  anlaşılmak  üzere  okunmadığından  dolayı  içinde,  bize  vermeye  çalışılan   öğütlerden  çoğunlukla   haberdar  olunamamaktadır.  Din  adına,  Peygamberimiz  adına   önümüze  konulanların,  doğru  olup  olmadığı  sorgulanmamaktadır.  Piyasada   hayatını  anlatan  yüzlerce   kitap   bulunmaktadır.  Fakat  bu  kitaplar  incelendiğinde  görülmektedir  ki,  neredeyse  tamamı  uydurma  hadis  ve  rivayetlerin  oluşturduğu   Kütübi  Sitte  denilen  kaynaktan  çıkışlıdır.  Dolayısıyla  bu  kitaplarla   nakledilenler,  çoğunlukla   Onu  doğa  üstü  bir  insan  konumuna   getirmeye  çalışan,  Kur’ana   aykırı  olan  masalımsı  ve   mucizevi  anlatımlarla  doludur. Bu  kitapları  okuyarak  Peygamberimizi   tanımaya   çalışanların  çoğu  da,  bu  yanlış  bilgilerin  etkisi  altında  kalarak,  Onun  kıyafetine,  sakalına,  oturup  kalkmasına,  yediklerine,  içtiklerine,  uydurma   rivayetlerle  anlatılan  mucizelerine  sünnet   adı  altında  sarılmakla,  sevgilerini,  bağlılıklarını  gösterdiklerini   zannetmektedirler.

Bize  bu  kitaplardan  aktarılanlara  bağlı  olarak  öğrendiklerimiz,  gösterdiğimiz  Peygamber   sevgisine,  saygısına,  sünnetine   bu   bakış  açımız,  gerçekten  Kur'anımızın  tanıttığı  Peygamberimizin   güzel  ahlâkı,  karakteri,  kişiliği   ile  örtüşmekte  midir ?  Onun   tebliğ   görevini  23  yılda  nasıl  bir  sabır,  özveri,  metanet  ve  dirayetle,  hangi  tür  baskılara,  tehditlere,  aşağılanmasına,  hakir  görülmesine  ve  dışlanmasına  karşı  görev  yaptığının  gerçekten  farkında  mıyız ?  Yüce  Rabbimiz  Allah’ın  Resulünü  daha  küçük  yaşta   iken  yetim,  babasız  ve  annesiz  bırakarak,  aile  desteği,  sevgisi,  sıcaklığı  ve  şefkatinden   yoksun   bırakarak,  ardından   sığıntılıkla,  maddi  sıkıntılarla,  Onu  nasıl  saflaştırıp  olgunlaştırmaya   çalıştığını  biliyor  muyuz ?  O  güzel  ahlâkın,  hoşgörünün,  sabrın,  affediciliğin,  merhametin  ve  azmin,  örnek  arkadaş  ve  dostluğun,  Kur’ana   bağlılığın   timsali  Peygamberimizin  hayatını  merak  edip  hiç  araştırmış,  Kur'an  ile  okumuş  ve  öğrenmiş,  peygambere  iman  ettim,  Onun  elçiliğine  şahidim  derken,  gerçekten  şahitlik  için  gereken  bilgilere  sahip  miyiz ?  Onu  tanımak  için  çabamız  olmuş  mudur ?  Onun  sevgisi  ve  saygısı  gerçekten  kalbimize  inmiş  midir ?  O  nasıl  bir  hayat  yaşamıştır ?  Nasıl  bir  babadır ? Nasıl  bir  aile  reisidir ?  Nasıl  bir  eştir ?  Nasıl  bir  arkadaştır ?  Nasıl  bir  devlet  başkanıdır ?  Ezcümle  nasıl  bir  peygamberdir ?  Bütün  bu  soruların  cevabı  bizde  var  mıdır ?

Bütün  bu   soruların  en  doğru  karşılığı,  Devlet  Başkanı  olduğu   zamanda   dahi  sade  ve  aynı  görünümle   arkadaşlarının   arasına   karıştığından,  yabancı  bir  kişinin  Onu  seçebilmek  için  “ Hanginiz  Muhammed “  diye  sorduktan  sonra  ancak  tanıyabildiği  felsefededir,  onu  dedirtebilen  yüceliktedir.  Ona  bu  yüceliği  kazandıran  Kur’andadır. Bu  nedenle  bu  yazımızda,  aslında  bizim  gibi  bir  beşer,  bir  insan  ve  kul  olan  Peygamberimizi,  dünya  var  oldukça  İslam'ın  yayılmasında  çok  büyük  özverisi,  mücadelesi  olan  bu  mümtaz  şahsiyeti,  Allah'ın  İslam  adına  insanlığa  göndermiş  olduğu  son  Elçisini  ve  hayatını  her  zaman  olduğu  gibi  biz  de  Yüce  Kitabımız  Kur'an  ile  anlamaya  çalışacağız.

Kur'anda  aslında  bizim  bildiğimiz  ve  inandığımız  anlamdaki  unvan  için  Peygamber  sözcüğü  geçmez. Bu  unvan  için  aralarında  çok  ince  bir  nüansla  işlev  farkı  olan  Resül  ve  Nebi  sözcükleri  kullanılır.  Peygamber  sözcüğü  ise  bize  sonradan  Farsça'dan  geçmiş  bir  kavram  olarak  yerleştirilmiştir. Bu  sözcüklerle  ilgili  ayrıntıları  ve  işlev  farkını  ( Peygamber  Sünneti  Nedir ?  başlıklı  makalemizde )  bulabilirsiniz. Biz  yine  bu  unvan  için  açıklamalarımıza  alışageldiğimiz,  kanıksadığımız  Peygamber  sözcüğünü  kullanarak  devam  edelim.  Peygamberimizin  doğup  büyüdüğü  ve  yaşadığı  Mekke,  adeta  bir  şehir  devleti  gibiydi.  Onu  yöneten  Kureyş  kabilesi,  Haşimoğulları  ve  Ümeyyeoğulları  aileleri  ile  iki  büyük  kola  ve  Esedoğulları,  Teymoğulları,  Mahzumoğulları,  Cümhoğulları,  Nevfeloğulları,  Abdüşemsoğulları,  Sehmoğulları,  Üdeyoğulları  olmak  üzere  sekiz  küçük  alt  aşirete  ayrılıyor  idi.  Her  bir  aşiretin  de  sanki  bakanlar  kurulu  gibi  Kureyş'in  yönetimi  için  ayrı  ayrı  değişik  alanlarda  görevleri  bulunan  ve  Nedve  denilen,  Meşvere /  Şura  danışmalarına  dayanan  yönetim  kurulları  bulunmakta  idi.  Peygamberimizin  tam  olarak  adı  Ebu’l  Kasım  Muhammed  İbn’i  Abdullah  Kasım’ın  babası,  Abdullah’ın  oğlu  Muhammed’dir.  Arapça’da   çok  övülen  demektir. Babasının  adı  Abdullah,  dedesinin  adı  Abdülmuttalib,  annesinin  adı  Amine’dir.  Dedesi  Abdülmuttalib,  Mekke’de  Kureyş  kabilesinin  Haşimoğulları  soyunun  en  büyüğü,  en  ileri  gelenidir. Peygamberimizin  hayatının  ayrıntılarını  anlatan  kaynaklar,  daha   ziyade  hadis  ve  siyer  kitaplarıdır. Kur’an,  Muhammed ( a.s. ) ın  40  yaşına  kadar   peygamber  olmadan  önceki  hayatı  ile  ilgili   bilgileri  birkaç  ayrıntı  dışında  daha  fazla  vermez.  Ailesinden  de  söz  etmez.  Ancak  peygamberlik  dönemindeki  23  yıllık  nübüvvetinin  tamamına  yön  verir  ve  Tevhit  içerisinde  olan  hayatını  anlatır. Hadis  ve   siyer  kitapları  ise  Muhammed ( a.s. ) ın  ölümünden  yaklaşık  200  yıl  sonra  yazılan,  bazıları  çok  tartışmalı  olan  anlatımları,  bunlara   bağlı  olarak  tarihi  bilgileri  içerir. Bu  anlatımların  içerisinde  de  Vahiy  gelmeden  önce  Peygamberimiz  de  dahil  Mekke  halkının  putperest,  kimilerinin  Ateist,  kimilerinin  Tanrının  varlığına  inandıkları  halde  Deist  olduğuna  dair  binlerce  uydurulmuş  hadis  ve  rivayet  bulunmaktadır  ve  gerçek  tarihi  bilgilerle  de  birbirine  karışmış  durumdadır. 

Muhammed ( a.s. )  öncesi   Arabistan’da,  özellikle  Mekke  şehrinde  yaşayanlar  büyük  çoğunlukla  İsmail  peygamber  soyundan  çoğalarak  gelmiş  ve  İbrahimi  öğretiden  kalma  bir  inançla  Tanrı’nın  varlığına  inanır,  namaz  kılar,  oruç  tutar,  Hacc  eder,  zekât  verir,  fakat  bunun  yanı  sıra  tanrılar  ve  tanrıçalar,  kabileler  tarafından  koruyucu  ve  Allah’a  yaklaştıran  aracılar  olarak  görülürdü. Onların  ruhları  kutsal  ağaçlar,  taşlar,  tabiat,  dağlar  gökler,  su  kaynakları,  su  kuyuları  ile  ilişkilendirilirdi.  Değişik  merkezlerdeki  tapınaklarda  bulunan  Lat,  Uzza,  Menat   adını  verdikleri  ve  ay  tanrısı  Hubel'in  kızları  diye  dişi  olarak  düşünülen  meleklerin  taştan  putlarını  aracı  ilâh  edinip  tapmakta  ve  kurbanlar  kesmekteydiler.  Bunların  yanı  sıra  evlerinin  bir  köşesine  koydukları  160  kadar  da  küçük  putları  vardı.  Mekke  halkının  içerisinde  değişik  putlara  tapanların  yanı  sıra,  sonradan  Mekke’ye  gelip  yerleşmiş,  tek   Tanrıya  inanan  Hristiyanlar,  Yahudiler  ve  İbrahim  soyundan  gelme  Hanifler  ve  putları  reddeden  muvahhitler  de  yaşamakta  idi.  O  zamanda  da  Mekke’de  Hacc  yeri  olarak  Kâbe  tavaf  edilirdi  ama  içerisi  putlarla  doldurulmuştu.  Ahlâk  bozulmuş,  fuhuş,  içki,  kumar,  tefecilik  toplumu  kuşatmış,  insanlar   zenginler  ve  muktedirler  tarafından  köle  yapılmış,  bazı  kavimlerde  kız  çocukları  esir  olmasın,  cariye  yapılmasın  korkusundan  diri  diri  toprağa   gömülür  olmuştur. Kadınlar  tamamen  haysiyetsiz  ve  mal  gibi  alınıp  satılan  kimliksiz  bir  varlık  halinde  görülmektedir. Dini  inanç  yozlaştırılmış,  yüzlerce   tanrısı  olan  müşrik  bir  toplum  oluşmuştur.  İbrahim  Peygamber  ve  oğlu  İsmail  Peygamberin  birlikte  inşa  ettikleri  Tevhidin  ilk  ilâhiyat  yüksek  okulu  olan  Kâbe  /  Beytullah /  Mescidil  Haram   Enfal  Sûresinin  35. ayetinde ; "  Ve  onların   Kâbe’nin  /  Beyt'in  yanındaki  salatı  / dini  yaşamaları,  arka  çıkmaları  sadece  ıslık  çalmak  ve  el  çırpmaktır,  bir  gösteriştir. "   ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  Allah’ın  Tevhit  ile  birlendiği  ev,  Tevhidin  ilk  yüksek  İlâhiyat  okulu  olmaktan  çıkarılmış,   insanların  ıslık  çalarak,  alkış  tutarak,  oluşturulan  şirk  yuvasında  çırılçıplak  tavaf  ettikleri  bir  eğlence  alanına  dönüştürülmüştür.

İşte  böyle  bir  ortamda  yaşamış  ve  büyümüş  olan  Peygamberimiz,  bazı  kaynaklara  göre  Miladi  569,  bazı  kaynaklara  göre  570,  bazı  kaynaklara  göre  de  571  yılının  Rebiülevvel  ayında,  bunun  yanı  sıra  Ebrehe'nin  Fil  ordusunun  Mekke'ye  saldırısının  olduğu  ayda  doğduğu  da  söylenmiştir.  Peygamberimiz  doğmadan  önce  babasını  kaybetmiş,  6  yaşında  iken  de  annesi  vefat  etmiştir. Küçük  yaşta  yetim  kalmış,  Onu,  önce  dedesi  Abdül  Muttalip  sahiplenmiş,  onun  ölümünden   sonra  da  amcası  ve  Ali’nin  babası  Ebu  Talip  himayesine  almıştır,  büyütmüştür,  koruyup  kollamıştır. Doğumuyla  beraber  süt  annesinin  yanında  büyütülmek  üzere  Bedevi  bir  ailenin  yanına  verilen  Peygamberimiz,  4  yaşına  kadar  bu  ailenin  yanında  kalarak,  Arap  kültürünün  bütün  dil  kurallarının  en  ince  ayrıntılarını  öğrenmiştir.  Anne  sevgisi  ile  ise  sadece  iki  yıl  yaşayabilmiştir. İlerleyen  yıllarda  çobanlık  yapmış,  fakirlikle  geçen  gençlik  yıllarında  amcasının  yanında  ticaret  kervanlarına  katılarak  ticareti  de  öğrenmiştir. 25  yaşında  iken  40  yaşındaki  zengin  ve  bir  dul  olan  Hatice  validemizle  evlenmiştir. Hatice’den  iki  oğlu  ve  dört  kızı  olmak  üzere  altı  çocuğu  ve  ikinci  evliliğini  yaptığı  Mariye  validemizden  de  İbrahim  ismindeki  oğlu  dünyaya  gelmiştir.  Erkek  çocukları  Kasım,  Abdullah  ve  İbrahim  küçük  yaşlarda  art  arda  vefat  etmişlerdir. Kız  çocukları  ise  sırasıyla  Zeynep,  Rukiye,  Ümmü  Gülsüm  ve  Fatma’dır.

Muhammed ( a.s. ) in  doğumu,  çocukluğu,  yetişkinliği  ile  ilgili  olarak  hadis  ve  rivayet  kitaplarında  akla  hayale  gelmeyecek,  mantığın  alamayacağı,  Kur’an  ayetlerine,  Allah’ın  yaratma  kanunlarına  ve  Sünnetullah’a  aykırı  pek  çok  doğa  üstü  olayların  anlatımı  ve  uydurma  rivayet  bulunmaktadır. Örneğin ; 

* Adem  aleyhisselam,  arşta  gördüğü  nurun  mahiyetini  sual  etti.  Hakk  Teala  buyurdu  ki : “  Bu  nur,  gökte  Ahmed,  yerde  Muhammed  denilen  senin  zürriyetinden  bir  peygamberin  nurudur.  O  olmasaydı,  seni  de  yer  ve  gök  yüzünü  de  yaratmazdım. “ ( İmam  Kastalani  Mevahib  i Ledünniyye )

* Adem  aleyhisselam  Cennetten  çıkarılınca,  ya  Rabbi,  Muhammed’in  hürmetine  beni  affet  diye  dua  etti.  Allah  ü  Teala  ise “ Ya  Adem  O’nu  henüz  yaratmadım,  nereden  bildin “ buyurdu. Adem  ( a.s. ) da  arşta “  La ilâhe  illallah  Muhammedün  Resulullah “  yazılı  olduğunu  gördüm  dedi. Allahu  Teala  buyurdu  ki  “ Ya  Adem  doğru  söyledin. O’nun  hürmetine  dua  ettiğin  için  seni  affettim. ( Taberani )

* Levlake  Levlake  lema  halaktul  eflak  ( Sen  olmasaydın  sen  olmasaydın  ben  Kâinatı  yaratmazdım ) hadisi  İmam  Kastalani  İlmi  Ledunniyye  eserinde,  Marifetname  kitabında, Yusuf  Nebhaninin  Muhammed  adlı  kitabının  13. sayfasında,  imam  Rabbaninin  Mektubatının  122. sayfasında  yer  almaktadır.

Bunlara  benzer  binlerce  uydurulmuş  rivayetin  hangi  ayrıntısına   bakarsanız  bakın, Kur’an  ayetleri  ile  ele  alınan  pek  çok  kavrama   aykırılıklarla  ve  kendi  içinde  tutarsızlıklarla,  saçmalıklarla  doludur. Örneğin,  sadece  Enbiya  Sûresinin  107.  ayetindeki  “  Ey  resulüm !  Biz  seni  de  ancak  alemlere  rahmet  olarak  gönderdik  “  ifadesi,  yukarıdaki  hadislerin  uydurma  olduğunu  ortaya  koymaya  yetmektedir. Çünkü  peygamberimizden  önce  insanoğluna  gönderilen  bütün  peygamberler  de  Alemlere  rahmet  olarak  gönderilmişlerdir. Üstelik  de  kıyamet   kopmamış,  Evrendeki  bütün  hayata  son  verilmemiş  olduğundan,  Kur'an  ayetlerinin  bize  anlattıklarına  göre  henüz  Cennet  kurulmamıştır,  Adem  Peygamber  de  Cennette  yaratılmamış,  yeryüzünde  topraktan  bir  bitki  olarak  yaratılan   ve  çoğalmış  olan   insanların  arasından  seçilmiştir. Buna  ilave  olarak  Ali  İmran  Sûresinin  84,  Bakara  Sûresinin  136.  ve  285.  ayetlerinde  de  iman  edip  Kur'anı  anlayarak  okuyanlara  “ Biz  peygamberlerin  hiç  birini  diğerinden  ayırmayız  “  dedirtilmekte  Saffat  Sûresinin  181. ayetinde  de  " Ve  selamun  alel  murselin " ( Ve  selam  gönderilen  Elçileredir )  ifadesiyle  görüldüğü  gibi  ayırt  edilmeksizin  bütün  elçiler  selamlanmaktadır.

Kur’an,  Peygamberimizin  40  yaşına  kadar  peygamber  olmadan   önceki  hayatını  kutsamamakta  ve  Ahmet  bin  Hanbel  ve  Müslim'   hadislerinde  nakledilen  bir  çok  rivayette  de  söz  edildiği  gibi,  hatta  Onun  da  Mekke  müşriklerinin  puta  tapan  gelenekleri,  inançları  ile  doğru  yolda  olmadığını,  iman  nedir  kitap  nedir  bilmediğini  söyleyerek,  Onun  da  herkes  gibi  bir  insan  olduğuna,  onun  da  yanlışlar  içerisinde  kusur  işleyebileceğine  işaret  etmekte,  orada  yaşayan  insanlardan  farklı  bir  yapıda  ve  inançta  olmadığını  dile  getirmektedir.

ŞURA  52  :  İşte  böylece  Biz,  sana  da  Kendi  emrimizden  olan  Kur’anı  vahyettik.  Sen  kitap  nedir,  iman  nedir  bilmezdin.  Fakat  Biz  onu  kullarımızdan  dilediğimizi  kılavuzladığımız  bir  nur  /  ışık  yaptık.  Hiç  kuşkusuz  sen  de  dosdoğru  bir  yola  kılavuzluk  etmektesin.

DUHA  6 – 8  :  O  seni  yetim  olarak  bulup  barınağa  kavuşturmadı  mı ?  Seni  dosdoğru  yol  dışında  biri  olarak   bulup  da  dosdoğru  yola  kılavuzluk  etmedi  mi ?  Seni  aile  geçindirme  zorluğu  içinde  bulup  da  zengin  etmedi  mi ?

RUM  30  :  O  halde  sen  yüzünü,  eski  inançlarını  terk  eden  biri  olarak  dine,  insanları  üzerine  ilk  olarak  yoktan  yaratmış  olduğu  Allah'ın  fıtratına  doğrult.

Bunların  yanı  sıra  da  Kur'an,  Muhammed  ( a.s. ) ’in  peygamber  olmadan  önceki  dönemi  için,  El  Ümmi  olduğunu  da  dile  getirmektedir.

ARAF  158  :  Ey  insanlar !  O  halde  kılavuzlandığınız  doğru  yolu  bulmanız  için  Allah’a  ve  O’nun  sözlerine  iman  eden,  el  ümmi  peygamber  olan  elçisine  iman  edin  ve  O’na  uyun.

Ancak  ümmi  olma  kavramı,  Peygamberimizin  okuryazarlığı  konusunda  iki  farklı  görüşü  ortaya  çıkarmıştır. Ümmi  ifadesini  farklı  yorumlayan  Klasik  geleneksel  görüşe  göre  Peygamberimiz,  okur  yazar  değildir. Onlara  göre  Ümmi  sözcüğü,  anasından  doğduğu  gibi  bilgisiz,  cahil,  okur  yazar  olmayan  demektir.  Fakat  bu  görüşten  dolayı  hem  dinimiz  doğru  anlaşılamamış,  hem  de  Peygamberimiz  bütün  insanlığa  yanlış  tanıtılmıştır. Bu  anlamdan  dolayı  da “ Ümminin  ümmiye  imameti  caizdir. “ ( Cahilin  cahile  imam  olmasının  sakıncası  yoktur )  deyimi  uydurulmuş,  bir  bakıma  cehalet  makbul  bir  şeymiş  gibi  gösterilmiştir. Bundan  dolayı  da  yanlış  da  olsa,  başkaları  için  kınanacak  bir  eksiklik  de  olsa,  Peygamberimizin  bu  okur  yazar  olmadığı  kabulünü  övünç  vesilesi  yapmışlardır. Böylece  bilerek  veya  bilmeyerek  Peygamberimize  haksızlık  yapılmakta,  manevi  şahsiyeti  rencide  edilmektedir.  Ümmiliği, “  okuryazar  olmamakla  “  kabul  edenler,  görüşlerini  Ankebut  Sûresinin  48. ayeti  ile  ilk  vahyin  indirildiğinin  anlatıldığı,  Peygamberimizin  vahyi  getiren  Cebrail  meleğine  ben  okuma  bilmem  dediği  ve  Cebrail’in  onu  üç  defa  sıktırarak  oku  dediği,  meşhur  Hira  mağarası  rivayetine  dayandırmaktadırlar. ( Peygamberimizin  Hira  Mağarası  Hikâyesi  başlıklı  makalemize  bakabilirsiniz )

ANKABUT  48  :  Ve  sen  bundan  evvel  herhangi  bir  kitaptan  okumuyordun.  Sen  Kur’anı  sağ  elinle  kendiliğinden  yazmıyorsun.  Eğer  böyle  olsaydı  batıla  inananlar  kesinlikle  kuşku  duyacaklardı.

Halbuki  bu  ayette  Peygamberimizin  Ehli  Kitap  Yahudi  Hahamları  gibi  kitap  okumak  ve  yazmakla  meşgul  olmadığı  ve  daha  önceden  bu  kitaplar  hakkında  herhangi  bir  bilgisinin  bulunmadığı  vurgulanmaktadır. Aslında  aksine  bu  ayet  Peygamberimizin  okuma  yazma  bildiğinin  de  bir  kanıtıdır. Çünkü  okuma  yazma  bilmeyen  birine  ayetin  orijinalindeki  ifadelerle  “ onu  sağ  elinle  kendin  de  yazmıyorsun “  denilmesinin  bir  anlamı  olamaz. Bundan  dolayı  başka  bir  görüşe  göre  ise  ayetin  orijinalinde  yer  alan  El  Ümmi  sözcüğü  okuma  yazma  bilmeyen  anlamında  değil,  Mekke’de  doğmuş,  yaşamış,  ana  kentli  olan,  Mekke'ye  sonradan  gelmiş  ve  Mekke'de  bulunan  Hristiyan  ve  Yahudilerin  dinlerine  tabi  olmayan,  onların  soyundan  gelmeyen,  onların  kitaplarını  hiç  okumamış  olan,  eski  dinlerle  ilgili  hiç  bir  bilgisi  olmayan  anlamındadır. Çünkü  Yahudiler  bütün  peygamberlerin  kendi  soylarından  olması  gerektiğini  iddia  etmekte,  kendilerini  üstünlüklü  kılınmış  bir  soy  olarak  görmektedirler.  Bu  nedenle  de  ayette  adeta  alın  size  sizin  soyunuzdan  olmayan  El  Ümmi  bir  peygamber  denilmektedir.  Üstelik  de  tarihi  kayıtlara  bakılacak  olunursa  Muhammed ( a.s ),  peygamber  olmadan  önce  de  okur  yazardır,  emin  olunan  güvenilir  bir  kişidir.  Yedi  emin  olarak  çevresindekilerin  emanetlerini  kayıt  tutarak  güvenle  saklamaktadır.  Ayrıca  ticaretle  uğraşmakta  ve  ticaret  kayıtlarını  da  tutmakta,  eşinin  ticaret  kervanlarını  yönetmektedir.  Aynı  zamanda  kendisine  ilk  defa  görev  tevdi  edilirken  de  O’na  Allah’ın  ilk  emri  “ oku “  demek  olmuştur. Okuma  bilmeyen  bir  kimseye  oku  demenin  bir  anlamı  da  olamaz.  Bununla  beraber  de  peygamberlik  görevine  başlar  başlamaz,  Müzzemmil  Sûresinin  ayetleri  ile  eğitilirken,  kendisine  yöneltilen  çalışma  yöntemlerinde,  geceleyin  çalışması  ve  ayetlerin  tertiplenerek  sıraya  sokulması  ve  düzenlenmesi,  gerekli  hazırlıkların  yapılması  istenecektir.

Kur’ana  göre  Peygamberimize  ilk  vahiy  indirme  ile  ilk  görevin  verilişi,  İsra  Sûresindeki  gece  yürütülüşü  ve  ardından,  Necm  Sûresinin  ayetleri  ile  vahyin  nasıl  ve  nerede  indirildiği,  Kadr  Sûresinde  de  o  gecenin  bir  şerefli  ve  kıymetli   Kadir  gecesi  olduğu,  Bakara   Sûresinde  Ramazan  ayı  içerisinde  olduğu,  Duhan  Sûresinde  bu  gecenin  hayırlı  bir  gece  olduğu,  ayrıntılarla  dile  getirilmektedir. Peygamberimize  elçilik  görevi, 40  yaşında  iken  Milattan  Sonra  610  yılında  ilk  olarak  Alak  Sûresinin  ilk  5  ayeti  ile  vahyedilmiştir.

ALAK  1 – 5  :  Bismillahirrahmanirrahim. * İkra’bismi  rabbikelleziy  halak  * Halakalinsane  minalak  * İkra’ ve rabbikel  ekrem * Elleziy  alleme  bil  kalem * Allemel insane  malem  ya’lem

ALAK  1 -5  :  Yaratan  Rabbinin  adına  oku ! O  insanı  alaktan /  kan  pıhtısından  yarattı. Oku ! senin  Rabbin  kerem  sahibidir. O  kalemi  yaratan,  insana  okuma  yazmayı  öğretendir.

Ayette  yer  alan  İkra “ sözü,  toplamak  ve  dağıtmak  anlamı  ekseninde  vahyolunacakları  zihninde  toparla,  oku,  öğren,  öğret,  dağıt,  tebliğ  et  anlamında  mecazi  olarak  kullanılmıştır. Ve  peygamberimize  kısaca  “ öğren  öğret “  diye  hitap  edilmektedir. Verilen  görev, Yaratan  Rabb  adına  olup,  yerine  getirilecektir,  görevde  kişisel  bir  amaç  ve  çıkar  söz  konusu  değildir.

Peygamberimiz,  Allah’ı  ilk  olarak  bu  ayetlerle  Rabb ( Terbiye  edip  eğiten,  yaratılanları  programlayıp  yöneten,  efendi,  patron ) olarak, Halık ( Yaratan ) olarak, Ekrem ( Kerim ) ( En  cömert,  en  zengin,  ikram  ve  özgürlüklerin  sahibi ) olarak  tanımaya  başlıyor. Kalemi  yaratan,  okuma  yazmayı  öğreten  sıfatlarının  ardından  bundan  sonra  indirilen  ayetlerle  de  yavaş  yavaş  Esma i  Hüsna'daki  diğer  isim  ve  sıfatları  sırasıyla  öğrenecek,  gerekli  bilgilerle  donatılacaktır. Bu  nedenle  ilk  vahiyle  birlikte  Peygamberimiz  hemen  toplum  karşısında  alenen  göreve  başlatılmamış,  bir  süre  Kalem  Sûresi  ayetleriyle  bilgilendirilmiş,  gerekli  ön  bilgilerle  donatılmış,  Müzzemmil  Sûresi  ayetleriyle  nasıl  çalışması,  hazırlanması  gerektiği  anlatılarak  eğitilmiş,  diğer  bazı  Sûrelerin  ayetleriyle  muhatap  olacağı  insanların  ve  müşriklerin  karakterleri  tanıtılmıştır. Elbette  ki  bu  dönem  içerisinde  Müslümanlığı  kabul  eden,  kendisine  inanan  ailesi  içerisindeki  kişiler  ve  bazı  arkadaşları  ve  yakınları  olmuştur. Zamanla  hazır  hale  geldiğinde  de,  Müddessir  Sûresinin  ayetleri  ile  alenen  topluma  karşı  açıkça  görevini  ve  Peygamberliğini  ilan  etmesi  istenerek  tebliğine  başlatılmıştır.

Peygamberimize  vahyedilen  ilk  ayetlerden,  bizim  dikkatimizi  çeken  en  önemli  nokta  ve  gereken  şey  de  ilime  verilen  önem  olmalıdır. Bu  ayetlerle  denilmek  istenmektedir  ki,  bundan  sonra  ilim  akıtılacak,  vahyedilecek  ve  peygamber  de  onları  toplayacak,  ezberleyecek,  yazdıracak  ve  insanlara  tebliğ  edecektir.  Çünkü  ilk  Sûrelerde  kullanılan  Kalem  sözcüğü  yazı  ile  sabitlenecek  ilmin  sembolüdür. Ayetlerde  mecaz  olarak  kullanılmıştır.  İnsanlığın  gelişiminde  ve   yücelmesinde  rol  oynayacak  olan  en  önemli  araçtır. Kalemden  amaç,  bilgidir,  eğitimdir,  okuldur. Bu  amaç  doğru  algılanmaz  ise  birçok  uydurma  ve  saçma  rivayetler  ortaya  çıkıverir  ve  nitekim  de  çıkmıştır. Rivayetlerle  Arşın  etrafına  melekler  oturtulmuş,  önlerine  mürekkep  hokkaları  konmuş,  peygamberimiz  de  miraca  çıkartılmış,  arşın  sınırındaki  kalemlerin  gıcırtısı  duyurulmuş,  Allah’la  namaz  pazarlıkları  yaptırılmış,  ilk  vahyin  mağarada  indirildiği,  Peygamberin  Cebrail’den  korktuğu,  okuma  yazma  bilmediği  gibi  bir  çok  uydurma  asılsız  masallar,  insanların  belleğine  yerleştirilivermiştir.

Oysa  Kur’an  ayetlerine  baktığımız  zaman,  Kur’anın  Ramazan  ayında,  mübarek  ( bolluklu )  ve  hayırlı  bir  gecede  indirilmeye  başlandığı,  Peygamberin   korkmadığı,  mağarada  değil  de  Mekke  çevresinde  haram  bölge  sınırındaki  Mescidi  Aksa  denilen  küçük  mescidin  avlusundaki  sedir  ağacının  önünde  oluşan  kozmik  bir  perdenin  arkasından  ilk  vahiylerle  beraber  indirilmeye  başlandığı  görülmektedir.  Kur'anda  bir  beşer  ve  arkadaşınız  olarak  tanıtılan  Muhammed ( a.s. ) in  Peygamberliği,  Kur’an  ayetlerine  göre  İsra  Sûresinin  1 - 2. ayetlerinde  " Kulunu  bir  gece,  kendisine  ayetlerimizden  gösterelim  diye,  Mescidi  Haram’dan  çevresini  mübarek  kıldığımız  Mescidi  Aksa’ya  yürüten,  her  türlü  noksan  sıfatlardan  münezzehtir.  O  en  iyi  işitendir,  en  iyi  görendir.  2  :  Musa ‘ya  da  kitap  vermiştik  ve  O’nu  “ Benden  başka  vekil  tutmayın  “  diye  İsrailoğullarına  kılavuz  kılmıştık. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  bir  gece  Kâbe  çevresinde  haram  bölgede  bulunan,  Mescid  i  Aksa  denilen  yere  yürütülmesiyle  başlamaktadır.

KADR  1  :  Şüphesiz  Biz  onu  /  Kur’anı   Kadr  gecesinde  /  şerefli,  kıymetli  bir  gecede  indirdik.

DUHAN  2  :  Apaçık  olan  Kitaba  andolsun  ki  Biz  O’nu  mübarek  bir  gecede  indirdik.

BAKARA  185  :  İnsanlar  için  bir  hidayet  rehberi,  doğru  yolun  ve  hak  ile  batılı  birbirinden  ayırmanın  apaçık  delili  olarak  Kur’anın  kendisinde  indirildiği  ay  Ramazan  ayıdır.

NECM  11  :  Gönlü  gördüğünü  yalanlamadı. 16  :  O  zaman  sidreyi  /  sedir  ağacını  kaplayan  kaplamıştı.  17  : Göz  şaşmadı  ve  korkmadı.  18  :  Andolsun  Rabbinin  alametlerinin  en  büyüğünü  gördü.

Her  şeyin  Yaratıcısı  olan  Yüce  Rabbimiz  Allah,  insanlık  tarihi  boyunca  yarattığı  kulları  için  uygun  gördüğü  davranış  ve  yaşam  tarzını  belirlemek,  insanlar  arasında  sevgiyi,  barışı,  huzuru,  kardeşliği,  mutluluğu  ve  adaleti  sağlamak,  zulmü,  kargaşayı  ve  kaosu  önlemek  için  zaman  zaman  peygamberler  ve  onların  aracılığı  ile  yazılı  emirler  ve  kitaplar  göndermiştir.  Geçen  zamanlar  içerisinde  Allah’ın  peygamberlerine  ve  kitaplarına  uyanlar  olmuş,  uymayanlar  olmuş,  zamanla  bu  emirlerin  bazıları  tahrif  edilmiş,  bambaşka  inançlar  ve  kültürler  ortaya  çıkmış,  Allah’ın  ayetleri  unutulur  olmuştur. Tarih  boyunca  değişik  peygamberlere  indirilen  çeşitli  zamanlardaki  sayfaların  dışında  bugüne  kadar  Allah’ın  indirdiği  4  kitap  bilinmektedir.  Bunlar  Davut  Peygambere  indirilen  Zebur,  Musa  Peygambere  indirilen  Tevrat,  İsa  Peygambere  indirilen  İncil  ve  son  peygamber  olan  bizim  Peygamberimize  indirilen  Kur’andır. Bütün  indirilen  bu  kitapların  ana  ilkesi  ( La  ilâhe  illallah )  ( Allah'tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur )  demenin  şuuru  ile  Tevhit  ( Allah’ı  birlemek ) tir.  Her  kitap  bir  önceki  kitabı  tasdik  eder  ve  zamanla  unutulmuş,  saptırılmış,  tahrif  edilmiş  olan,  Tevhit  ilkelerini  hatırlatan,  tekrar  geliştirilmiş  ve  güncelleştirilmiş  olarak  insanların  önüne  koyan  niteliktedir. Çünkü  Allah  katında  tek  bir  din  vardır. O  da  İslam’dır.  O  nedenle  Adem  peygamberden  bu  yana  gelmiş  bütün  peygamberler  de  bizim  peygamberimizdir.  Biz  onların  hepsine  inanırız.  Hepsini  sayarız  ve  onların  hiç  birini  diğerinden  ayrı  tutmayız.

BAKARA  136  :  Deyin  ki : “ Biz  Allah’a,  bize  indirilene,  İbrahim’e  ve  İsmail’e  ve  İshak’a  ve  Yakub’a  ve  torunlarına  indirilene,  Musa’ya  ve  İsa’ya  verilenlere  ve  peygamberlere  Rabblerinden  verilenlere  iman  ettik.  Onlardan  hiç  birini  diğerinden  ayırmayız,  biz  ancak  O’nun  için  İslamlaştıranlarız

İşte  Yüce  Rabbimiz  yukarıda  İsra  Sûresinde  ifade  edildiği  gibi,  peygamberimizin  içinde  yaşadığı  toplumdaki  sapkınlığı  ve  kaosu  görmüş,  zulüm  görenlerin  feryadını  işitmiş  ve  Muhammed ( a.s. ) ’i  Kendisine  son  elçi  ( Resül )  olarak  seçmiştir.  Ayetlerinin  en  büyüğünü  göstermek,  Elçiliğini  bildirmek  için  de  O’nu,  Ramazan  ayında,  hayırlı,  mübarek  ve  şerefli  bir  gece  olan  Kadir  gecesinde  18  kilometre  yürütmüştür.  Aynı  Musa  peygambere  Tur  dağında  bir  ağacın  önünde  seslendiği  gibi,  peygamberimize  de  sınırdaki  sedir  ağacını  kaplayan  kozmik  bir  perdenin  arkasından  seslenerek  vahyini  indirmeye  başlamıştır. Gerçek  yukarıda  ayetlerde  anlatıldığı  gibi  olduğu  halde,  Peygamberimize  ilk  vahyin  gelişi  ile  ilgili  olarak  uydurulan  mağara  ve  Cebrail  rivayetleri,  okuma  yazma  bilmediğinin  söylenmesi,  üstüne  atılan  iftiraların  en  büyüklerindendir.

Peygamberimiz,  parça  parça  (  necm  necm )  bazen  5  ayet,  bazen  10  ayet,  bazen  de  daha  çok  sayıda,  paragraf  paragraf  inen  ayetlerle  bir  süre  eğitilip,  gerekli  bilgilerle  donatıldıktan  sonra,  Müddessir  Sûresinin  ilk  iki  ayetinin  ardından  indirilen  Fatiha  Sûresinin  yedi  ayeti  ile,  artık  insanların  karşısına  çıkması  ve  Kur’an  ayetlerini  tebliğ  etmeye  başlaması  emredilir.

MÜDDESSİR  1 – 3  :   Bismillahirrahmanirrahim

*  Ya  eyyühel  müddessir  ( Ey  örtünüp  bürünen )  *  Kum  fe  enzir.  ( Kalk  hemen  uyar )  *  Verabbekefekebbir  ( Rabbinin  en  yüce  olduğunu  ilan  et )

Meallerin  çoğunda  Müzzemmil  ve  Müddessir  Sûrelerinin   her  ikisinin  de  sözcük  anlamları  için ( Ey  örtünüp  bürünen )  ifadeleri  kullanılmaktadır. Aslında  Müzzemmil  ev  içindeki  genel  giyinmeyi,  Müddessir  de  dışarıda  toplum  karşısında  giyinmeyi  ifade  etmektedir. Rabbimiz  Müddessir  Sûresinde  aslında  edebiyatın  kinaye  sanatını  kullanarak : Ey  peygamberlik  elbisesini  giyinen,  yeterli  bilgiyle  donanımla  kuşanmış,  artık  insanlara  tebliğ  etmeye  hazır  hale  gelmiş  olan,  artık  kalk, hemen  görevine  başla,  insanları  uyar  demektedir. Peygamberimiz  de  bu  emrin  hemen  ardından   ( Tecrit  Tercemesi  c. 9.  sa. 246,  İbn  Sad  Tabakat  c. 1  sa. 199,  Buhari  Sahih  c. 3  sa. 171,  Müslim  Sahih  c.1  sa. 133,  Taberi  Tarih  c. 2  sa.  216  da  yer  alan )  tarihi  rivayetlere  göre ;  Kâbe  yanındaki  Safa  tepesine  çıkarak  ve  Fatiha  Sûresinin  ayetlerini  okuyarak  tebliğine  başlamıştır. ( İlk  Tebliğ  Fatiha  Suresi  başlıklı  yazımızda  daha  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )  Bu  ilk  tebliğin  ardından  indirilen  Müddessir  Suresinin  diğer  ayetleri  ile  peygamberimize ;  Rabbinin  en  yüce  olduğunu  ilan  et,  nefsini  bedenini  ruhunu  temiz  tut,  her  türlü  pislikten,  şaibeden,  şirkten  uzak  dur.  Yapacağın  görevlerinden  sonra  sakın  insanlardan  karşı  bir  menfaat  bekleme,  kibirlenip  başa  kakma,  sana  çok  karşı  duracaklar,  çeşitli  kötülüklerle  alay  edecekler,  tuzaklar  kuracaklar,  bütün  bunlara  "  Ve  lirabbike fesbir  "  denilerek,  sadece  Rabbin  için  sabredeceksin,  Rabbine  güveneceksin  uyarıları  yapılmaktadır. 

Tabiidir  ki  Peygamberimiz  ilk  günlerde,  peygamber  olarak  seçilişinin  şüphesi  ve  tedirginliği  içerisindedir.  Aklına  çok  olumsuz  düşünceler  ve  soru  işaretleri  gelmektedir.  Kendini  böyle  bir  göreve  uygun  bulmuyor,  verilen  görevi  çok  zor  bir  görev  olarak  görüyor,  mücadele  edeceği  kitleyi  ise  çok  güçlü,  acımasız  ve  çok  katı  olarak  görüyordu.  Ama  her  şeyi  duyan,  gören  ve  sezen  Rabbimiz,  O’nu  ayetlerle  teselli  ediyor,  onların  karakterleri  hakkında  bilgilerle  donatıp,  izleyeceği  yolu  gösteriyordu.

YUNUS  94 – 95  :  Artık  sana  indirdiğimiz  şeylerin  bir  kısmına  dair,  kesin,  yeterli  bilgin  yok  idiyse,  hemen  senden  önce  kitap  öğrenip  öğreten  kimselere  sor !  Andolsun  ki  sana  Rabbinden  hak  gelmiştir.  O  halde  sakın  şüphe  edenlerden  olma !  Sakın  Allah’ın  ayetlerini  yalanlayanlardan  olma....

YASİN  2 – 6  :  Ataları  uyarılmamış,  bu  yüzden  kendileri  duyarsız  bir  toplumu  kendisiyle  uyarasın  diye  Aziz  ve  Rahim  olan  Allah’ın  indirdiği  yasalar  içeren  Kur’an  kanıttır  ki  sen  o  elçilerdensin.  Hiç  şüphesiz  sen  dosdoğru  bir  yoldasın.

Peygamberimizin  başladığı  bu  elçilik  görevi  çok  çetin  görünmektedir. Çünkü  karşısında,  bir  toplum  düzeninin   ve  kurallarının  olmadığı,  medeniyetin  gelişmediği,  insanlık  onurunun  olmadığı,  köle  olarak  alınıp  satıldığı,  kadınların  cariye  yapıldığı,  Allah’ın  ve  Tevhidin  unutulduğu,  putlarla  Allah’a  ortakların  koşulup,  şirkin  ayyuka  çıktığı,  Ahiret  ve  hesap  gününe  inanılmadığı, vicdanın,  haysiyetin  kalmadığı,  tefeciliğin,  içkinin,  kumarın  yaygın  olduğu, özellikle  biz  atalarımızın  bize  bıraktığından  ayrılmayız  diyen  tutucu  ve  Kur'anı  kabul  etmeyen,  ayetlerine  inanmayan,  Yunus  Sûresinin  94 - 95.  ayetlerinde  yer  alan  ifadelerden,  sanki  Peygamberimizin  şahsınaymış  gibi  çoğunluk  meallerde  de  yanlış  anlaşılarak  aktarılmaktadır.  Aslında  ayetin  içinde   bulunduğu  paragraf  bütünlüğüne  bakacak  olursak,  Peygamberimiz  değil,  Mekke'de  kuşku  içinde  şüphe  duyan  bir  toplum  yapısı  bulunmaktadır.  Elbette  ki  Rabbimizin  vahyine  Peygamberimizin  şüphe  duyup  kuşku  ile  bakması  mümkün  olamaz. Öte  yandan  Mekke  şehri,  Ümeyye  oğulları,  Mahsun  oğulları,  Abdülmenaf  oğulları,  Haşim  oğulları,  Üveyy  oğulları,  Esed  oğulları  isimlerindeki  kabileler,  bu  kabilelerin  başı  olan  Ebu  Süfyan,  asıl  adı  Amr  bin  Hişam  el  Hakem  olan,  fakat  Peygamberimizin  cehaletin  babası  anlamına  geldiği  için  lakap  taktığı  Ebu  Cehil,  Ebu  Leheb,  Ümeyye  bin  Haleb,  Velid  bin  Mugire,  As  bin  Vail,  Utbe  bin  Rabia,  Şeybe  bin  Rabia  gibi  putları  da  sahiplenmiş,  Darün  nedve  üyeleri  denilen  9  kişilik  bir  zenginler  ve  muktedirler  heyeti  tarafından  yönetilmektedir. Bütün  bunlara  karşı  da  peygamberimize  ayetlerle  sürekli  olarak  onların,  karşısında  muhatap  olduğu  ve  olacağı  toplum  karakterleri  telkin  edilirken,  onlara   güzellikle,  öğütle,  anlayışla  sabırla  yaklaşması  öğütlenmektedir.

GAŞİYE  21 – 22  :  Haydi  öğüt  ver  /  hatırlat  şüphesiz  sen  sadece  bir  öğütçüsün.  Sen  onların  üzerinde  bir  zorba  değilsin.

NAHL  125  :   Rabbinin  yoluna  hikmetle  /  Haksızlık,  bozgunculuk  ve  kargaşayı  önlemek  için  konulmuş  kanun  düstur  ve  ilkelerle  ve  güzel  öğütle  çağır.

KEHF  29  :  Ve  de  ki  : “ O  gerçek  Rabbinizdendir.  O  nedenle  dileyen  iman  etsin,  dileyen  bilerek  reddetsin.

ENAM  162 – 163  :  Ve  de  ki  : “ Benim  salatım,  kulluğum,  her  türlü  ibadetim,  hayatım  ve  ölümüm  sadece  Kendisinin  ortağı  olmayan  alemlerin  Rabbi  Allah  içindir.  Ve  ben  böyle  emrolundum.  Ben  Müslümanların  da  ilkiyim.

ASR  1 - 3  :  Yaşadığınız  çağın  insanlık  hali  kanıttır  ki,  iman  eden,  salihatı  işleyen  /  düzeltmeye  yönelik  işler  yapan  hakkı  ve  sabrı  tavsiyeleşenlerin  dışındaki  tüm  insanlar,  kesinlikle  tam  bir  kayıp,  hüsran  /  zarar,  bunalım,  acı  içindedir.

Peygamberimizin  göreve  başlaması,  her  gün  akşam  üzeri  Safa  tepesine  çıkarak  kendisine  indirilen,  vahyedilen  ayetleri  tebliğ  etmesi  ve  bu  ayetlerdeki  uyarılar,  Mekke’nin  ileri  gelen  muktedirlerini,  zenginlerini,  yöneticilerini  rahatsız  etmeye,  tedirgin  etmeye  başlar.  Düzenlerinin  bozulacağından  korkmaya,  bundan  dolayı  da  peygamberimize  muhalif  olmaya,  tavır  koymaya  başlarlar.  Mecnun  derler,  konuşmalarını  engellemeye  O’nu  tartaklamaya  çalışırlar,  alay  ederler,  hakaret  ederler. Ayetleri  ve  Kur’anı  küçümsemeye  başlarlar.

RAD  32  :  Andolsun  ki  senden  önceki  elçilerle  de  alay  edildi.  Ve  Ben  kâfirlere  süre  verdim.

YUNUS  15  :  Ve  ayetlerimiz  onlara  açıkça  okunduğunda,  Bize  kavuşmayı  ummayanlar  /  Ahirete  inanmayanlar  “ Bundan  başka  bir  Kur’an  getir  yahut  bunu  değiştir ! “  dediler.  De  ki  :  “ O’nu  kendimin  öngörmesiyle  değiştirmem  benim  için  söz  konusu  olamaz.  Ben  sadece  bana  vahyolunana  uyuyorum.  Rabbime  isyan  edersem,  kesinlikle  büyük  bir  günün  azabından  korkarım.

ENBİYA  5  :  Aksine  onlar  “  Bunlar  karmakarışık  düşlerdir. Yok  yok  onu  kendisi  uydurdu,  yok  yok  o  bir  şairdir.  Hadi  öyleyse  öncekilerin  gönderildiği  gibi  bize  bir  alamet / gösterge  /  mucize  getirsin  “  dediler.

SEBE  43  :  Ve  kendilerine  açık  deliller  halinde  ayetlerimiz  okunduğu  zaman  onlar : “ Bu  başka  değil,  sadece  sizi  atalarınızın  taptığı  tanrılardan  men  etmek  isteyen  bir  adamdır “  dediler.  Ve  “ Kur’an  uydurulmuş  bir  iftiradan  başka  bir  şey  değildir  “ dediler.  Kâfirler  kendilerine  hak  geldiği  zaman : “ Şüphesiz  bu  apaçık  bir  sihirden  başka  bir  şey  değildir “  dediler.

FURKAN  32  :   Kâfirler ; Allah’ın  ilâhlığını  ve  Rabbliğini  bilerek  reddeden  kimseler : “ Kur’an  O’na  bir  defada  topluca  indirilmeli  değil  miydi ? “ de  dediler. Biz  onu  senin  kalbine  iyice  yerleştirelim  diye  böyle  parça  parça  indirdik.  Ve  biz  onu  tane  tane  birbirine  karıştırmadan  vahyettik.

İSRA  89  :  Ve  andolsun  ki  Biz,  bu  Kur’anda  insanlar  için  her  örnekten  evirip  çevirmişizdir.  Yine  de  insanların  çoğu  inkârda  ısrarcı  oldular.

BAKARA  23  :  Ve  eğer  kulumuza  indirdiğimizden  kuşku  içinde  iseniz,  haydi  onun  mislinden  bir  sure  siz  getirin,  Allah’ın  astlarından  /  ortak  koştuklarınızdan  tüm  tanıklarınızı  da  çağırın.

HİCR  6 – 7  :  Ve  onlar ; “ Ey  kendisine  Kur’an  indirilen  kişi !  Şüphesiz  sen  gizli  güçlerce  desteklenen  mecnun  /  deli  birisin.  Eğer  doğrulardan  isen,  bize  melekler  ile  gelmeliydin. “  dediler.

FUSSİLET  5  :  Ve  onlar : “ Bizi  kendisine  çağırdığın  şeye  karşı  kalplerimiz  bir  örtü  /  zırh  içindedir.  Kulaklarımızda  bir  ağırlık,  bizimle  senin  aranda  da  bir  perde  vardır.  Artık  sen  yapabileceğini  yap,  biz  de  gerçekten  yapıyoruz. “  dediler.

FUSSİLET  6 – 7  :  De  ki “  Ben  sadece  sizin  gibi  bir  beşerim.  Bana  “ Sizin  ilâhınızın  bir  tek  ilâh  olduğu  vahyediliyor. O  nedenle  O’na  dosdoğru  yönelin  ve  O’ndan  bağışlanma  dileyin. “ 

NEML  80 - 81  :  Şüphesiz  ki  sen,  ölülere  dinletemezsin  ve  arkasına  dönüp  kaçtıkları  zaman  sağırlara  da  çağrıyı  işittiremezsin. Sen  körleri  düştükleri  sapıklıktan  çekip  doğru  yolu  gösterici  de  değilsin.  Sen  ancak  ayetlerimize  iman  edenlere /  teslim  olanlara  dinletebilirsin.

Bu  ayetlerle  vahye  karşı  tavır  alan,  itiraz  eden,  hatta  akıllarınca  peygamberimize  meydan  okumaya  kalkışan  müşriklere  cevap  verilmektedir. Bu  sözlerle  adeta  zımnen  “  Ben  sizi  zorla  imana  sevk  edecek  değilim,  böyle  bir  gücüm  yok.  Çünkü  ben  de  sizin  gibi  bir  insanım,  Allah’tan  başka  hiç  kimseyi  ilâh  yerine  koymayın,  Ondan  başkasına  ibadet  etmeyin,  şimdiye  kadar  işlediğiniz  günahlardan  dolayı  tevbe  edin.”  Denilmektedir. Peygamberimizin  de  bir  çok  ayette  sapmadığı,  mecnun  olmadığı  dile  getirilerek  müşrikler  uyarılmaktadır.

KALEM  2 – 4  :  Sen  Rabbinin  nimeti  sayesinde  mecnun  /  gizli  güçlerce  desteklenen  deli  bir  kişi  değilsin. Ve  kesinlikle  senin  için  minnete  bulaşmamış  çok  mal  var.  Ve  kesinlikle  sen  çok  büyük  bir  ahlâk  üzerindesin.

DUHA  9 - 11  :  O  halde  yetimi  perişan  etme  /  daha  da  kötüleştirme  isteyeni,  soranı  azarlama.  Ve  Rabbinin  nimetini  söz  ve  fiillerinle  ortaya  koy.

NECM  2 – 4  :  Arkadaşınız  sapmamıştır,  azmamıştır. O  boş  ve  iğreti  arzusundan  da  konuşmuyor. O’nun  size  söyledikleri ;  İnen  o  ayet  grupları,  kendisine  vahyedilen  vahiyden  başka  bir  şey  değildir.

FURKAN  56 – 57  :  Ve  Biz  seni  ancak  müjdeleyici  ve  uyarıcı  olmak  üzere  gönderdik.  De  ki  : “ Ben  buna  karşılık  sizden  herhangi  bir  ücret  istemiyorum.  Sadece  ve  sadece  Rabbine  doğru  bir  yol  tutmayı  dileyen  kimseler  istiyorum.

SEBE  46  :  De  ki  : “ Ben  size  sadece  bir  tek  Allah  için  ikişer  ikişer,  üçer  üçer  ve  teker  teker  kalkmanızı,  sonra  da  arkadaşınız  Muhammed’de  delilikten  bir  şey  olmadığını,  O’nun  sadece  şiddetli  bir  azabın  önünde  sizi  sakındıracak  bir  uyarıcı  olduğunu  düşünmenizi  öğütlüyorum.  47  :  De  ki :  Benim  sizden  istediğim  ücret ;  İşte  o  sizin  içindir.  Sizin  Allah’a  yaklaşmanızdır.  Benim  ecrim  ancak  Allah’a  aittir.  Ve  O  her  şeye  şahittir.  50  :  De  ki : “ Eğer  ben  sapmışsam,  artık  yalnızca  kendi  zararıma  saparım.  Ve  eğer  kılavuzlandığım  doğru  yolu  bulmuşsam,  bilinmeli  ki  Rabbimin  bana  vahiy  vermesiyledir.  Şüphesiz  O,  en  iyi  işitendir,  çok  yakın olandır.

ŞURA  23  :  İşte  bu  Allah’ın  iman  eden,  düzeltmeye  yönelik  işler  yapan  kullarına  müjdelediği  şeydir. De  ki :  “ Ben  bu  tebliğime  karşı  sizden  yakınlıkta  sevgiden  başka  hiç  bir  ücret  istemiyorum.  Sadece  ve  sadece  Rabbine  doğru  yol  tutmayı  dileyen  kimseler  istiyorum.

Rabbimiz  hiç  bir  peygamberine  yaptığı  görev  karşılığında  herhangi  bir  ücret  istetmemiştir.  Dolayısıyla  Peygamberimizin  de  kimseden  herhangi  bir  ücret  istemesi  mümkün  değildir.  Elçilerin  herhangi  bir  ücret  istememeleri,  elçiliklerin  gerçek  bir  kanıtıdır. Zira  elçiler  görevlerini  sadece  hiç  bir  çıkar  gözetmeden  yapmakla  kalmamakta,  bunun  da  ötesinde,  rahat  hayatlarını  bırakarak,  bütün  işlerini  terk  etmekte,  adlarının  deliye,  yalancıya,  sihirbaza   çıkmasına   göğüs   germekte,  inanmayan  yakınlarıyla  dahi  ilişkilerinin  kopmasını  göze  almakta,  üstüne  üstlük  de  pek  çok  işkenceye  ve  saldırıya  da  katlanmak  zorunda  kalmaktadırlar.  Dolayısıyla  Peygamberimizin  de  elçilik  görevinden  tek  beklentisi,  Allah’ın  O’na  vereceği  ödül,  insanların  doğru  yolu  bulmaları  ve  Allah’a  yaklaştıran  sevgi  olacaktır.

Peygamberimize  karşı  tavır  alan  ve  en  ağır  hakaretlerde  bulunup  bütün  gücü  ile  mücadele  eden  muktedirler  takımının  içinde  başı,  peygamberimizin  amcası,  aynı  zamanda  iki  kızını  oğulları  ile  evlendirmiş  olduğu  dünürü  olan  Ebu  Leheb  ve  karısı  ile  daha  çok  ön  plana  çıkmış  olan  Ebu  Cehil  çekmektedir.  Çünkü  Ku’an  mesajı  ile  onlara,  Allah’tan  başkasına  kulluk  etmeyin,  tevhide  dönün, ( Allah’ı  birleyin )  O'na  ortaklar  ve  aracılar  koşmayın,  putlarınızı  terk  edin,  malınızı   paranızı  yoksullarla   paylaşın,  köleleri  azat  edin,  onlar  da  sizin  eşitiniz  olan  insanlardır,  denilmektedir.

Allah,  diğer  taraftan  parça   parça  indirdiği  ayetlerle  de  peygamberimize  karşı  gelen,  engellemek  isteyen,  hakaret  eden,  baskı  yapan,  toplumdan  dışlayan  müşriklere,  Ebu  leheb,  Ebu  Cehil,  Ebu  Süfyan, Velid  Bin  Mugire  ve  yandaşlarının  girişimlerinin  etkisiz  kılınması  için,  kıyamet,   mahşer  ve  cehennem  sahneleri  ile  uyarılar  yapar.

TEKVİR  1 :  Güneş  katlanıp  dürüldüğünde  2 : Yıldızlar  söndürüldüğünde  3 :  Dağlar  yürütüldüğünde  4  :  Menfaatler  ve  en  iyi  gelir  kaynakları  işe  yaramaz  olduklarında  5 : Canlılar  özelliklerini  yitirdiklerinde  6 : Denizler  kaynatıldığında  7 : İnsanlar  amellerine  göre  gruplandırıldığında  8  :  İnim  inim  inletilip “  Hangi  günahtan  dolayı  diri  diri  toprağa  gömüldükleri  “  sorulduğunda  10 :  Amel  defterleri  açılıp  yayınlandığında  11  :  Gök  sıyrılıp  açıldığında  12 : Cehennem  kızıştırıldığında  13 – 14 : Ve  cennet  yaklaştırıldığında  herkes  ne  hazırladığını  anlar.

KARİAH  4  :  O  gün  insanlar  darmadağın  kelebekler  gibi  olurlar.  5 :  Dağlar  da  atılmış  renkli  yün  gibi  olur.

KIYAMET  3  :  O  insan  kendisinin  kemiklerini  asla  bir  araya   toplayamayacağımızı  mı  sanıyor ?  4 :  Evet  Biz  onun  parmak  uçlarını  tüm  organlarını  düzenlemeye  gücü  yetenleriz  6 :  Soruyor : “ Kıyamet  günü  ne  zamanmış ?  7 – 10 :  İşte  göz  şimşek  gibi  çaktığı,  ay  tutulduğu  ve  güneş  ve  ay  bir  araya  getirildiği  zaman,  işte  o  gün  insan “ Kaçacak  yer  neresi ? “  der.

Bu  ayetlerle  Rabbimiz,  insanın  hangi  sebeplerle  Ahiret  ve  kıyameti  yalanlama  gayretine  düştüğünü  açıklamaktadır. Ve  hesap  gününün  mutlaka  geleceğine  de  pek  çok  ayetle  değinmektedir. Mekke  müşrikleri  dünyanın  sonunun  geleceğine, öldükten  sonra  dirilmeye  ve  Ahiret  hayatına  inanmamaktadırlar. Kur’anla  bildirilen  dünya  hayatını  düzenleyici  kurallar,  onların  hoşuna  gitmemektedir.  Çünkü  bu  kurallar  insanın  dünya  hayatına  kısıtlamalar  getirmekte,  insanların  haram  helal  demeden,  zevkusefa  içinde,  işine  geldiği  gibi  yaşamasına  engeller  ve  sınırlar  koymaktadır. Bundan  dolayı  da  inançsız  insanlar  din  tarafından  konulan  bu  ilkelerin  kendi  dünyevi  yaşantısına  yön  vermesini  istememektedirler. ( Ahiretim  Ne  Olacak , Kıyamet  ve  Hayatın  Sonu  başlıklı  yazılarımızda  bu  konuda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Peygamberimizin  karşı  karşıya  kaldığı  baskılar,  zaman  zaman  içine  düştüğü  sıkıntılar  karşısında,  Rabbimiz, O’nun  Allah  katında  çok  itibarlı  olduğunu  belirtir, Tebbet,  İnşirah,  Kevser  surelerinin  ayetleri  ile  teselli  ederek,  moral  vererek  O’na  destek  olur.

TEBBET  1 – 5  :  Ebu  Leheb’in  iki  eli  kurudu.  /  iki  gücü  yok  oldu.  Kendisi  de  yok  oldu.  Malı  ve  kazandığı  şeyler  kendisine  yarar  sağlamadı. Yakında  o  ve  boynunda  liften  bir  ip  odun  taşıyıcısı  olarak  karısı,  alevli  ateşe  atılacaklar.

Bu  Surenin  1. ayeti  birçok  tefsir  ve  mealde  beddua  anlamı  verilerek  "  Ebu  Leheb'in  iki  eli  kurusun "  diye  çevrilmiştir. Halbuki  Allah,  Kendisinden  daha  üstün  bir  güç  ve  başka  ilâh  olmadığı  için  dua  da,  beddua  da  etmez,  iyi  yada  kötü  bir  istekte  bulunmaz. Tebbet  sözcüğünün  kalıp  anlamı  "  kurudu,  yok  oldu,  helâk  oldu  "  demektir. Burada  beddua  manasıyla  alınıp,  gerekeni  yapmaktan  acizmiş  gibi  Allah'ın  beddua  ettiğini  düşünmek  anlamlı  ve  doğru  bir  yaklaşım  olamaz. Aksi  halde  Allah,  bunları  kimden  isteyecektir ? O  her  şeyi  Kendisi  yapar. Dua  ve  beddua  sözcüklerinin  Allah  için  kullanılması  akıl  ve  mantık  dışıdır.  İmanla  bağdaşmaz. Bu  Surede,  günümüze  zerreleri  bile  ulaşmayan  Ebu  Leheb  gibilerin  sembolize  edilerek,  sadece  o  günler  için  değil,  Ebu  Leheb  gibilerin  her  zaman  var  olacağı,  onlar  gibi  olanların  da  aynı  akıbete  uğrayacakları  vurgulanmaktadır. Bu  Sure  aynı  zamanda  geleceğe  yönelik  verdiği  bir  haberle  de  ayrı  bir  mucize  sergilemektedir. Çünkü  bir  süre  sonra  Ebu  Leheb'in  sonunun   nasıl  olduğu  o  dönemin  birçok  insanı  tarafından  bizzat  gözleriyle  görülmüştür. Cümlelerdeki  bildirimler  geçmiş  zaman  kipiyle  özellikle  anlatılanların  kesinlikle,  mutlaka  gerçekleşeceği  kastedilerek  beyan  edilmektedir. Bu  anlatım  tarzı  Kur'anda  birçok  ayette  de  dili  geçmiş  zaman  kalıbı  ile  uygulanmaktadır. Biz  yine  de  Peygamberimizin  hayatında  ve  mücadelesinde  engelleyici  olarak  önemli  bir  yer  tutan  Ebu  Leheb'i  kısaca  tanımaya  çalışalım.

Ayette  Ebu  Leheb  diye  sembolik  olarak  tanıtılan  şahıs,  Kureyş  kabilesinin  eşrafından  ve  peygamberimizin  dedesi,  Abdülmuttalib’in  on  oğlundan  biridir. Ebu  Leheb’in  asıl  adı  da  Abdüluzza ( Uzza  tanrısının  kulu )  dır. Peygamberimizin  hem  öz  amcası,  hem  komşusu  ve  hem  de  iki  kızını  onun  oğullarına  verdiği  dünürüdür. Tarihi  kayıtlar  Ebu  Leheb’in  son  derece  zengin,  iri  cüsseli,  kırmızı  suratlı,  çabuk  hiddetlenen  birisi  olduğunu  belirtmektedir. Aynı  zamanda  da  Mekke  müşriklerinin  taptığı  Uzza  tapınağının  sahibi  olup,  oraya  getirilen  bütün  hediyelerle  zengin  olmaktadır. Hayatının  sonuna  kadar  hep  İslam’a  karşı  savaşmış,  her  zaman  müşriklerin /  şirk  koşanların  başında  veya  yanında  yer  almıştır. Ebu  Leheb’in  karısı  Ümmü  Cemil’dir. Peygamberimizin  Safa  tepesindeki  ilk  tebliğine “ Helak  olası, kahrolası  bizi  bunun  için  mi  buraya  topladın “  diye  bağırarak  onu  taşlayıp  ve  ayağından  yaralayan  ilk  reddiyeci  kişi,  Ebu  Leheb  olmuştur. Peygamberimize  karşı  olan  düşmanlığını  sözlü  ve  fiili  tacizlerle  her  platformda  sürdürmüş,  O’nu  bir  gölge  gibi  takip  etmiş,  etkisiz  hale  getirebilmek  için  her  yolu  denemiştir. “ Bu  benim  yeğenim  mecnundur,  ona  kulak  asmayın “  diyerek  herkesi  etkilemeye  çalışmıştır.  Bu  arada  karısı  da  boş  durmamış,  peygamberimizin  oturduğu  sokağa  ve  evinin  etrafına  dikenler  sererek  ve  dedikodular  yaparak   kocasına  destek  olmuştur.  Bu  vesile  ile  boynundaki  gerdanlığı  bile  satarak,  bu  uğurda  peygamberimize  yapılacak  kötülüklerin  ödülü  olarak  harcamıştır.

Böyle  bir  karşılığın  ve  engellemenin  en  yakın  akrabaları  tarafından  yapılması,  peygamberimizi  çok  üzüyordu. Çünkü  bu  durum  O’nun  başarısını  da  olumsuz  etkiliyordu.  Amcasının  kendisine  verdiği  zarar,  başkalarının  verdiği   zarardan  kat  ve  kat  fazlaydı.  Bazıları  “ Kendi  amcasının  inanmadığına  biz  neden  inanalım “ diyorlardı. Bu  Sure  böyle  bir  ortamda  peygamberimizi  teselli  etmek,  desteklemek,  ona  moral  vermek  ve  güç  katmak  için  indirilmiş  ve  Ebu  Leheb  gibilerin  eninde  sonunda  kökünün  ve  sahip  olduklarının  kuruyarak,  kaybolarak  yok  olacakları  ve  ardından  da  Allah  katında  azapla  dolu  akıbetleri  bildirilmiştir. Kur’anda  adlarını  açıkça  andığı,  helâklerini  ve  ebedi  lanete  sürüklendiklerini  haber  verdiği  kişiler,  yalnızca  Ebu  Leheb  ve  karısıdır.  Doğum  yılı  bilinmeyen  Ebu  Leheb,  624  yılında  Mekke’de  “ Kara  kızıl  “  denilen  veba  hastalığına  yakalanmış,  yedi  gün  içinde  ölmüştür. Hastalığın  bulaşıcı  olmasından  dolayı  cesedine  oğulları  dahil  kimse  yaklaşamamış,  ölüsü  üç  gün  ortada  kalmış,  kokmuş  ve  çürümüş  olarak  bir  fare  ölüsü  gibi  uzun  sırıklarla  bir  çukura  itilip  kapatılmış,  kendisine  herhangi  bir  defin  merasimi  de  yapılamamıştır. Bugün  yattığı  yerin  üzerinde  yüzyıllardır  insanların  hacetlerini  giderdiği  umumi  tuvalet  bulunmaktadır. Peygamberimizi  teselli  eden  ve  morallendirerek  ona  güç  katan  surelerden  biri  de  İnşirah  suresidir.

İNŞİRAH  1 – 8  :  Biz  senin  için  senin  göğsünü  açmadık  mı ?  Senden  ağır  yükünü  indirmedik  mi ? ki  o  senin  belini  çatırdatmıştı.  Senin  şanını  da  senin  için  yüceltmedik  mi ?  Demek  ki  zorluğun  yanında  kesinlikle  bir  kolaylık  var. O  halde  boş  kalır  kalmaz  /  bir  işi  bitirince  hemen  yeni  bir  şeye  başla.  Ve  arzularını  yalnızca  Rabbine  yönelt.

Bu  ayet  ile  ilgili  olarak  düz  bir  mantıkla  yorumlanıp,  pek çok  yanlış  saçma  sapan  rivayet  uydurulmuştur.  Meleklere   Peygamberimizin  çocukluk,  gençlik  ve  peygamberlik  döneminde  göğsü  açılarak  kalp  ameliyatları  yaptırılmış,  suyla  yıkattırılarak  kalp  temizliği   sağlanmıştır. Ayette  göğsün  açılıp  genişletilmesi,  aslında  göğüs  ve  kalp  ferahlığıdır.  Ruhsal  sıkıntılardan  kurtulmasıdır. Beli  büken  ağır  yük,  toplumun  gösterdiği  tepki,  eşi  Hatice  validemizin,  amcası  Ebu  Talib’in  ölümü  ve  himayesiz  kalmasıdır.  Aslında “  Sana  göğüs  ve  kalp  ferahlığı,  ruhsal  sevinç,  şevk,  bilgi  ve  tahammül  genişliği  vermedik  mi ?  Senin   ismini,  şanını,  rütbeni,  itibarını,  onurunu  seni  memnun  etmek  için  yüceltmedik  mi ?  Sen  sıradan  bir  kul  iken  sana  Allah’ın  elçisi,  peygamber,  Hatemun  Nebiyyin  rütbelerini  vermedik  mi ?  Böylece  seni  toplumda  yüksek  rütbeli,  yüksek  itibarlı,  çok  onurlu  bir  duruma  getirmedik  mi ?  denilerek  iltifat  edilmektedir. Sonuç  olarak  da  Allah’ın  koyduğu  hükümlere  samimiyetle  bağlı  olanlar  için  mutlaka  bir  kolaylık  yaratacağı,  bakmasını  bilen  her  insan,  Allah’ın  kendisi  için  yarattığı  kolaylığı  görebilir  ve  hiç  bir  zaman  zorluklar  karşısında  gevşeklik  göstermez  denilmekte,  bu   gerçeğin  görülmesi  de  ancak  Allah’a   sığınmak,  tek  dostun  Allah  olduğuna  inanmakla  mümkün  olabileceği  dile  getirilmektedir.

KEVSER  1 – 3  :  Şüphesiz  Biz  sana  kevseri  / bol  nimet  verdik.  Öyleyse  Rabbin  için  salat  et  /  mali  yönden  ve  zihinsel  açıdan  destek  ol,  toplumu  aydınlatmaya  çalış  ve  karşılaşacağın  zorlukları  göğüsle.  Şüphesiz  seni  horlayan,  sonu  olmayanın,  yaptıkları  işe  yaramayanın  ta  kendisidir.

Peygamberimiz  daha  ilk  günden  itibaren  müşriklerin  kendisini  hafife  ve  alaya  almalarıyla,  hazırladıkları  hile  ve  tuzaklarla  karşı  karşıya  kalmıştır.  Bunların  yanı  sıra   üçüncü  oğlu  İbrahim’in  de  küçük  yaşta  vefat  etmesiyle,  artık  soyunu  devam  ettiremeyeceği  yönündeki  alaycı  hafif  görmeler,  onun  üzüntüsünü  son  derece  arttırmıştır. İşte  bu  Sûrenin  iniş  sebebi  de  yine  peygamberimizi  desteklemek,  ona  metanet  kazandırmak  ve  onu  ilerideki  görevlerine  daha  güçlü  sarılma  ile  hazırlamaktır. ( Kevser  Suresi  ve  Kurban  başlıklı  yazımızda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Zaman  ilerledikçe  Allah’ın  ayetlerini  inkâr  eden,  kendi  düzenlerinin  bozulacağından,  çıkarlarının,  kazançlarının  yok  olacağından  endişelenen  müşrikler,  zulüm  ve  işkencelerini,  baskılarını,  tehditlerini,  arttırmaya  başlarlar. Peygamberimize,  inananlara  ambargo  uygulayıp  onları  toplumdan  tecrit  ederler. Alışveriş  yapmazlar,  alışveriş  yapmalarını  engellerler.  Ele  geçirdikleri  kimsesiz  müminlere  akla  gelmeyecek  işkenceler  yaparlar.  Bu  zulme  dayanamayan  bir  kısım  Müslüman,  Habeşistan’a  göç  etmek  zorunda  kalır.  Mekke’de  12  yıl  süren  peygamberimizin  çilelerle,  sıkıntılarla  üzüntülerle  dolu  bu  büyük  mücadelesine,  azmine,  sabrına  ve  çabalarına   rağmen,  inananların  sayısı  ancak  yüzü  geçmeyecek  kadar  az  sayıdadır. Bu  arada  Hamza,  Ömer,  Osman  gibi  Mekke’nin  saygın  kişileri  müminlerin  arasına  katılmıştır.  Ama  buna  rağmen  Müslümanlık  yeterince  güçlenememiştir. Üstelik  müşrikler,  zulümlerinde  ve  saldırılarında  maddi  ve  sosyal  güçlerini  kullanarak  daha  da  ileri  gitmişler,  iyice  azmış  ve  hatta  artık  peygamberimizi  bile  öldürme  kararına  varmışlardır. Bu  zaman  içerisinde  peygamberimiz,  önce  dedesi  Abdülmuttalib’i,  sonra  hamisi  ve  onu  koruyup  kollayan  ve  sahip  çıkan  amcası  Ebu  Talib’i  kaybetmiş,  iyice  yalnız  ve  korumasız  kalmıştır.  Ardından  zevcesi  ve  eşi  Hatice’yi  kaybetmiş,  üzüntüler,  sıkıntılar  içerisine  girmiştir.  Üstelik  de  ne  kadar  malı,  mülkü  ve  zenginliği  varsa,  ambargolara  direnebilmek  için  müminler  için  harcamış,  maddi  açıdan  da  tükenmiştir. İşte  tam  bu  sıkıntılı  koşullarda,  daha   önce   peygamberimizi  ve  Kur’anı  dinleyerek,  Allah’ın  inayeti  ile  vesile  kıldığı  Medine’li  Evs  ve  Hazrec  kabilelerinin  inanmış  müminlerinin  daveti  üzerine,   Mekke’den  Medine’ye  hicret  etmeye  karar  verir.  Milattan  sonra  622  yılında  yapılan  bu  hicret,  aynı  zamanda  yeni  bir  dönemin  ve  Hicri  takvimin  de  başlangıcı  olacaktır.

Bu  geçen  zaman  içerisinde  Mekke’de  peygamberimize  yaklaşık  4800  ayet  vahyedilmiştir. Bu  ayetlerle,  daha  önceki  dönemlerde  yaşamış  peygamberlerin  hayatlarından  kıssalarla  örnekler  verilerek  yol  gösterilmiş,  Bu  kıssalarla  örneğin ; Yunus  gibi  balığın  arkadaşı  olma,  sabırsızlıkla  öfkeni  kontrol  edemeyip  görevini  terk  etme,  Haniflerin  ilki  İbrahim  gibi  tevhidin  kalesi  ol  ateşini  söndürme,  Davut  gibi  çok  güçlü  ve  sürekli  Allah’a  yönelen  ol,  Süleyman’ın  saltanatı  gibi  güçlü  saltanatların  bile  bir  küçücük  kurtun  kemirmesiyle  yok  olabileceğini  bil,  Salihin  devesi  gibi  salatı  ikame  et,  Musa’nın  asasını  tuttuğu  gibi  sana  verilen  hükümlere  sıkı  sıkıya  sarıl,  çekeceğin  sıkıntılarda  Eyyüb’ün  sabrını  örnek  al  gibi  öğütlerle  olgunlaştırılmıştır. Hak  Din,  tevhit  ilkeleri,  kanun,  düstur  ve  kurallar,  din  günü,  ibadet,  kulluk,  salat,  zekât,  nefislerin  temizlenmesi,  iman  etmek, salihatı  işlemek,  hakkı  ve  sabrı  tavsiyeleşmek,  küfür,  gibi  pek  çok  konu  ile  cinn,  şeytan,  melek,  cennet,  cehennem,  ruh,  takva,  hesap  günü,  kıyamet,  secde,  rükû  gibi  pek  çok  kavram  öğretilmiş,  çok  çeşitli  konulardaki  öğütler  aktarılmıştır. Müminlerin  vasıfları  tanıtılmıştır.

RAD  30  :  İşte  böyle,  seni  onlar  Rahman’a  inanmazlarken,  sana  vahyettiklerimizi  onlara  okuyasın  diye,  kendilerinden  önce  nice  ümmetler  /  önderli  toplumlar  gelip  geçmiş  olan  bir  ümmet  içinde  elçi  yaptık.  De  ki  :  Rahman  benim  Rabbimdir. O’ndan  başka  ilâh  diye  bir şey  yoktur.  Ben  yalnızca  O’na  işin  sonucunu  havale  ettim.  Dönüşüm  de  yalnızca  O’nadır.”

ENBİYA  2 -3 :  Rablerinden  kendilerine  gelen  her  yeni  öğüdü,  ancak  oyun  yaparak  ve  kalpleri  eğlenerek  dinlerler.  Ve  şirk  koşan  o  kimseler,  aralarında  şu  fısıltıyı  gizlediler. “ Bu  sizin  gibi  insandan  başka  bir  şey  midir ? Görüp  dururken  büyüye  mi  gidiyorsunuz ?

ENBİYA  6 – 8 :  Onlardan  önce  yok  ettiğimiz  hiçbir  memleket  iman  etmemişti.  Şimdi  bunlar  mı  iman  edecekler.  Ve  Biz  senden  önce  de  ancak  kendilerine  vahyettiğimiz  olgun  kimseleri  elçi  yaptık.  Ve  Biz  o  elçileri  yemek  yemez  birer  ceset  yapmadık.  Onlar  ölümsüz  de  değillerdi.

FURKAN  20  :  Biz  senden  evvel  de  sadece,  kesinlikle  yemek  yiyen,  çarşılarda  yürüyen  elçilerden  gönderdik.

ENAM  8  :  Ve  onlar “  Bu  peygambere  bir  melek  indirilseydi  ya  dediler.  Eğer  Biz  bir  melek  indirmiş  olsaydık,  iş  kesinlikle  bitirilmiş  olurdu. Sonra  kendilerine  göz  bile  açtırılmazdı.

İSRA  94  :  Ve  insanlara  yol  gösteren  Kur’an  gelince,  kendilerinin  iman  etmelerine,  sadece  “ Allah  bir  beşeri  mi  elçi  gönderdi ? “   demeleri  engel  oldu.

MÜMİNUN  72 – 73  :  Yoksa  sen  onlardan  bir  vergi  mi  istiyorsun ?  Oysa  Rabbinin  vergisi  daha  hayırlıdır.  Ve  Rabbin  rızık  verenlerin  en  hayırlısıdır.  Ve  şüphesiz  sen  kesinlikle  doğru  yoldasın.  Onları  dosdoğru  bir  yola  çağırıyorsun.

TAHA  130  :  Artık  onların  söylediklerine  sabret,  hoşnutluğa  erebilmen  için  güneşin  doğuşundan  önce  de  Rabbinin  övgüsü  ile  birlikte  Allah’ı  tanıt  /  Noksanlıklardan  uzak  olduğunu  öğret.  Salat  et.  Gecenin  bazı  saatleriyle  gündüzün  iki  ucunda  da  Allah’ı  tesbih  et.

ANKEBUT  50  :  Ve  onlar “ O’na  Rabbinden  mucize  indirilmeli  değil  miydi ?  dediler. De  ki  : “  Mucizeler  ancak  Allah’ın  katındadır.  Ben  ise  apaçık  bir  uyarıcıyım.

İSRA  90 – 93  :  Ve  bizim  için  yerden  bir  pınar  fışkırtmadıkça  sana  asla  inanmayız.  Yahut  senin  hurmalardan,  üzümlerden  oluşan  bir  bahçen  olmalı,  onların  aralarından  şarıl  şarıl  ırmaklar  akıtmalısın,  yahut  iddia  ettiğin  gibi  göğü  parçalar  halinde  üzerimize  düşürmelisin,  yahut  Allah’ı  ve  melekleri  karşımıza  getirmelisin,  yahut  senin  altın  süslemeli  bir  evin  olmalı,   yahut  göğe  yükselmelisin,  ancak  bunu  öğrenip  öğreteceğimiz  bir  kitabı  bize  indirmene  kadar  asla  inanmayız “  dediler.  Sen  de  ki  :  Rabbim  noksanlıklardan  arınıktır.  Ben  beşer  bir  elçiden  başka  bir  şey  değilim.

ANKEBUT  51  :  Kendilerine  okunan  Kitab’ı  şüphesiz  Bizim  sana  indirmiş  olmamız  onlara  yetmedi  mi ?  Bunda  inanan  bir  toplum  için  elbette  ki  bir  rahmet  ve  bir  öğüt  vardır.

YUNUS  96 – 97  :  Şüphesiz  şu  aleyhlerinde  Rabbinin  kelimesi  hak  olmuş  olan  kimseler,  kendilerine  bütün  mucizeler  hep  birden  gelse  yine  de  o  acıklı  azabı  görünceye  kadar  iman  etmezler.

RAD  38  :  Andolsun  ki  Biz  senden  önce  de  peygamberler  gönderdik,  onlara  da  eşler  ve  nesil  /  çocuklar  verdik.  Hiç  bir  peygamber  için  Allah’ın  izni  olmadan  herhangi  bir  alâmet – gösterge /  mucize  getirmek  de  yoktur.  Her  süre  sonu  için  bir  yazı  vardır.

NAHL  37  :   Sen  onların  doğru  yolda  olmaları  için  hırs  göstersen  de,  artık  Allah,  saptırdığı  kimseyi  /  dilemeyen  kimseyi  doğru  yola  kılavuzlamaz.

YUSUF  103 – 104  :  Sen  şiddetle  arzulasan  da,  insanların  çoğu  iman  edici  değillerdir.  Ve  sen  buna  karşılık  onlardan  herhangi  bir  ücret  istemiyorsun.  Kur’an  alemlere  sadece  bir  öğüttür.

ENBİYA  45  :  De  ki  : “  Ben  sizi  ancak  vahiyle  uyarıyorum “  Uyarıldıkları  zaman  sağırlar  çağrıya  kulak  vermezler.

ENBİYA  36  :  Ve  şu  kâfirler  /  Allah’ın   ilâhlığını ve  rabliğini  bilerek  inkâr  edenler  seni  gördükleri  zaman  seni  sadece  alaya  alıyorlar.  Halbuki  onlar  Rahman’ın  anılmasını,  öğüdünü,  Kitabı,  Kur’anı  bilerek  reddedenlerin  ta  kendileridir.

Medine’de  inananların  sayısı  hızla  artmaya  başlar. Bu  artışın  kendilerini  de  olumsuz  etkileyeceğini,  düzenlerinin  yine  bozulabileceğini  düşünen  Mekke  müşrikleri  bu  gelişmelerden  rahatsız  olurlar.  Ebu  Cehil'in  önderliğinde  büyük  bir  ordu  hazırlayarak  Medine’deki  bu  gelişmeye  son  verip,  Muhammed  ( a.s. ) ı  ortadan  kaldırmak  isterler.  Önce  Bedir  su  kuyularının  yanında  yapılan  karşılaşmada  Ebu  Cehil,  Muaz  bin  Afra  tarafından  öldürülür,  Müslümanlar  büyük  bir  zafer  kazanır. Bir  süre  sonra  bu  yenilgiyi  hazmedemeyerek  tekrar  bir  ordu  hazırlayıp  gelen  Mekke  müşrikleriyle  yine  Uhud  dağı  eteklerinde  karşılaşılır.  Fakat  bu  kez  yeterince  hazırlanamayıp  gaflet  içinde  kalan  Müslümanlar,  yenilgi  yaşar,  İslam'ın  önde  gelen  savunucularından  ve  Peygamberin  amcası  olan  Hamza  ve  kırka  yakın  Müslüman  şehit  olur.  Bu  zaferin  ardından  güçlenen,  umutlanan  ve  daha  büyük  bir  sayıda  savaşçı  ile  gelen  Müşrik  ordusunun  Medine’yi  kuşatmasıyla  Hendek  savaşı  adı  ile  müşriklerle,  inananlar  üç  kez  karşı  karşıya  gelmiş  olurlar. Allah'ın  inayeti  ve  destekleriyle  müşrik  ordusu  kuşatmada  başarılı  olamaz  ve  büyük  bir  hezimete  uğrayarak,  kayıplarla  Mekke'ye  geri  döner. Bu  savaşlar  esnasında  da  Allah’ın  savaş  ayetlerini  indirerek  peygamberimize  nasıl  yardım  ettiğini,  destek  olduğunu  ayetlerle  de  görmekteyiz.

HACC  39  :  Kendilerine  savaş  açılan  kimselere,  kendileri  haksızlığa  uğramaları,  sırf  “  Rabbimiz  Allah’tır “  dedikleri  için  haksız  yere   yurtlarından  çıkarılmaları  nedeniyle  savaşmalarına  izin  verildi.

BAKARA  190  :  Ve  sizinle  savaşan  kimselerle  Allah  yolunda  savaşın  /  ölün  öldürün  ve  haddi  aşmayın.  Şüphesiz  Allah  sınırı  aşanları  sevmez.

ŞURA  40  :  Ve  bir  kötülüğün  cezası  onun  gibi  bir  kötülüktür.  Ama  kim  affeder  ve  düzeltirse,  artık  onun  ücreti  Allah’a  aittir.

MAİDE  8  :  Ey  iman  etmiş  kişiler !  Allah  için,  hakkaniyeti  ayakta  tutan  tanıklar  olunuz.  Bir  topluma  olan  kininiz,  sizi  adaletsizlik  yapmaya  sürüklemesin.  Adaletli  olun,  adaletli  olmak,  Allah’ın  koruması  altına  girmeye  daha  yakındır. Allah’ın  koruması  altına  girin.  Şüphesiz  Allah  yaptıklarınızdan  haberdardır.

AHZAB  56  :   Şüphesiz  Allah  ve  melekler /  doğadaki  güçleri,  indirdiği  Kur’an  ayetleri  peygambere  salat  ediyorlar.  /  Destekliyorlar,  yardım  ediyorlar,  arka  çıkıyorlar.  Ey  iman  etmiş  kimseler ! Siz  de  peygambere  salat  edin.  /  Destek  olun,  O’na  yardım  edin,  arka  çıkın  ve  O’nun  güvenliğini  tam  bir  güvenlikle  sağlayın.

Ahzab : Hizibler,  gruplar  demektir.  Bu  ayet  müşriklerin  büyük  bir  ordu  ile  Medine’yi  kuşatmaları  üzerine,  sahabelerden  İranlı  Selman  Farisi’nin  önerisiyle  Medine’nin  bütün  çevresinin  hendeklerle  çevrilerek  savaşın  savunmaya  dönüştürülmesi,  Medine  içerisindeki  bazı  hizip  gruplarının  savaşa  katılmak   ve  Peygamberimizin  yanında  olmak  istememeleri  üzerine  indirilmiştir. Fakat  illaki  salat  =  namaz  =  dua  anlayışı  sonucu  dar  bir  kalıba  sokulmak  istendiğinden,  bu  ayetteki  ifadeler,  tarihi  süreç  içerisinde  yozlaştırılmış  asıl  anlatılmak  istenilenden  çok  farklı  bir  anlama   ve  uygulamaya  oturtulmuştur.  Şöyle  ki  :  Rivayet  olunduğuna  göre  O’na “  Ey  Allah’ın  resulü !  Aziz  ve  Celil  olan  Allah’ın,  Şüphesiz  Allah  ve  melekleri  Peygambere  salat  ederler  buyruğu  hakkında  ne  dersin ? diye  sorulmuş.  Peygamber ( s.a. ) şöyle  buyurmuştur : “  Bu  örtülüp  gizli  tutulmuş  ilimdendir.  Şayet  siz   bu  hususta  bana  sormamış  olsaydınız,  bu  hususu  size  haber  vermezdim.  Yüce  Allah,  benim  için  iki  melek  görevlendirmiştir.  Bir  Müslüman’ın  yanında  anılıp  da  o  bana  salat  getirecek  olursa,  mutlaka  o  iki  melek,  “ Allah  sana  mağfiret  buyursun “  derler.  Yüce  Allah  ve  melekleri  de  o  iki  meleğe  “ amin “  diye  cevap  verirler. Bu  uydurma  rivayete  dayanılarak  ya  ihanetten  ya  da  cehaletten,  ne  acıdır  ki  bu  güne  kadar  Müslümanların “ Salavat’ı “  bir  tekerleme  şekline  sokan  anlayış  egemen  olmuş, ardına  da  peygamberimize  atfedilerek  daha  pek  çok  salavat  rivayetleri  ve  hadisler  eklenmiştir. Cennete  girmek  bile  salavat  getirme  tekerlemesine  endekslenmiştir. Bu  anlayış  ve  uygulamanın  yarattığı  tutarsızlık  ve  yanlışlık  ise  Kur’an  ayetiyle  test  edilip,  düşünülüp  bir  türlü  sorgulanamamış  ve  gerçek  anlamına  kavuşturulamamıştır.

Ayetteki “ Siz  de  peygambere  salat  edin “ cümlesi  “ Allahümme  salli  ala  Muhammed “  deyin  ve  ona  salavat  edin  şeklinde  yorumlanmış,  gerçek  anlamı  ise  hiç  sorgulanmamıştır. Camilerde  her  namazın  ardından  müminler,  müezzin  tarafından  “ Ala  Resulüne  salavat “  denilerek  tekerlemeye  davet  edilir,  onlar  da  ne  dediklerini  bilmeden  bu  davete  icabet  ederler. Aslında  Yüce  Rabbimiz,  bu  ayette  müminlere, Ben  ve  Meleklerim  peygambere  destek  oluyoruz,  Onu  koruyup  kolluyoruz,  O’na  arka  çıkıp  yardım  ediyoruz,  siz  de  O’na  destek  olun,  arka  çıkın, yardım  edin,  bu  savaş  anında  O’nun  güvenliğini  tam  olarak  sağlayın,  Onu  yalnız  bırakmayın  diye  emretmektedir. Bir  eylem,  bir  tavır  ve  bir  görev  yüklemektedir. İşte  bu  görevin  farkında  olunmadan  sadece  kuru  lafla  ( Allahümme  salli  ala  Muhammed )  diyerek  salavat  getirenlerin  içine  düştükleri  durum,  amiyane  tabiriyle “  Yok  ben  almayım,  Resulüne  Sen  yardım  et “  demekten  başka  bir  şey  değildir.  Allah’ın  da  müminlere  yüklediği  görevin   bilincinde  olamamaktadırlar.  Elbette  ki  Peygamberimiz  zamanındaki  sahabe  bu  ayetin  sonucunda,  onca  saldırıya,  tehdide,  zulme  karşı  oturup “  Allah  ümme  salli  ala  Muhammed “  diyerek  lafla  değil,  olması  gerektiği  gibi  peygamberlerini  koruyup  kollamış,  güvenliğini  sağlamış,  cansiperane  O’na  arka  çıkmış, yardım  etmiş,  destek  olmuş,  Allah’ın  bu  emrini  layıkıyla  ve  canıyla  yerine  getirmiştir.

Buna  rağmen  bu  yanlış  “ salavat “ anlayışında   ısrarcı  olanlar  Allah’ın  ve   meleklerin  peygambere  salat  etmesini  de  kendilerine  göre  kılıf  uydurup,  çelişkili  ifadelerle  ve  kabullerle  yorumlamaya  çalışmışlardır. Eğer  ayette  sözü  edilen  Allah’ın  salatı,  bir  destek,  yardım  değil  de,  dua,  namaz,  ya  da  tekerleme  ise,  Allah  peygamberi  için  dua  ile  namaz  kılma  ile,  ya  da  tekerleme  ile  kimden,  niçin  ve  nasıl  istekte  bulunacaktır.  Haşa  Allah’tan  başka  bir  güç  mü  vardır. Yoksa  Allah  bir  salavat  korosu  kurmuş  da  bizleri  de  bu  koroya  katılmaya  mı  davet  etmektedir. İnsanların  her  gün  onlarca  defa  anlamını  bilmeden  sadece  ağızdan  lafla  getirdikleri  salavatın  kime  ne  faydası  olacaktır ?  Yüce  Rabbimiz  Peygamberlik  makamına  getirdiği  Resulüne  merhamet  edecekse,  bize  yalvartmasına  gerek  var  mıdır?  Salatı  destek  değil  de  illaki  namazdır,  duadır  diye  ısrarcı  olan  ve  siz  bu  kadar  ulemadan  daha  iyi  mi  bileceksiniz  diyen   mealcilerin  çoğu,  bu  sorulara  kılıf  hazırlamaya  çalışmışlar “  Salatın  Allah’a  nispet  edildiğinde  kullarına  rahmet  ettiği,”  kullara  nispet  edildiğinde  de  dua  anlamına  geldiğini  ifade  etmişlerdir. Bu  çelişkili  kabullenme,  bu  meseleyi  karmaşık  hale  getirmenin  yanı  sıra,  kendilerini  kurtarmaya  da  yaramamıştır.  Çünkü  Bakara  Sûresinin  157.  ayeti  bu  çelişkiyi  bizzat   yüzlerine  çarpmaktadır. ” İşte  böyleleri  üzerine  Rablerinden  salavat  / destekler,  yardımlar  ve  bir  rahmet  vardır. “  Denilerek  bu  ayette  Allah,  rahmet  ve  salavatın  aynı  şeyler  olmadığını  göstermektedir. ( Kur’anda  Salat  Namaz  mıdır ?  başlıklı  yazımızda  salat  konusunda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Medine’deki  Hendek  Kuşatması,  Allah’ın  destekleri  ve  inayeti  ile  müşriklerin  hezimetiyle  sonuçlanmıştır. Günlerce  süren  kuşatmadan  sonra  bıkkın  yorgun  ve  yılgın  düşen  müşriklerin  üzerine  yağmaya  başlayan,  toz  bulutu,  göz  gözü  görmeyen  şiddetli  yağmur, fırtına  ve  boran  onları  tamamen  tüketmiş  ve  darmadağın  etmiştir. Bu  artık  Mekke  müşriklerinin  bitişi  olmuş  ve  ardından  kısa  bir  süre  sonra  da  Müslümanların  hazırladıkları  ordu  ile  hiç  çatışma  olmadan  Mekke’nin  fethi  gerçekleşmiştir. Müşrikler  ortadan  kaldırılmış,  hak  gelmiş  batıl  yok  olmuştur.  Kâbe’deki  putlar  yıkılmıştır,  Allah’ın  evinde  tevhit  anlayışı  egemen  olmuş,  tekrar  tevhidin   okulu  olma  yapısına  kavuşturulmuş,  Allah’ın  zaferi  gerçekleşmiştir.

NASR  1 – 3  :  Allah’ın  yardımı  ve  fethi  geldiği  ve  sen  insanların  bölük  bölük  Allah’ın  dinine  girdiklerini  gördüğün  zaman,  hemen  Rabbinin  övgüsüyle  beraber  her  türlü  noksanlıklardan  Kendisini  arındır.  /  Hamd  et  ve  O’ndan  bağışlanma  dile.  Şüphesiz  O  ezelden  beri  tevbeleri  çokça  kabul  eden,  çok  tevbe  fırsatı  verendir.

Bu  savaşların  ardından  İslamiyet  hızla  güç  kazanmış,  Medine’de  İslam  Devleti  ortaya  çıkmıştır. Bunun  ardından  Peygamberimize,  artık  toplum  kurallarını,  aile  hukukunu,  sosyal  yaşayışı,  güzel  ahlâkı,  kişi  hak  ve  sorumluluklarını  düzenleyen  ayetler  vahyedilmeye  başlanmıştır.

FETİH  1 – 2  :  Biz  sana  apaçık  bir  zafer  verdik. Ki  Allah  geçmiş  ve  gelecek  günahlarını  bağışlasın,  sana  olan  nimetini  tamamlasın  ve  seni  doğru  yola  iletsin.

AHZAB  40  :  Muhammed,  sizin  er  kişilerinizden  hiç  birinin  babası  değildir.  Ancak  O,  Allah’ın  elçisi  ve  peygamberlerin  sonuncusudur.  Ve  Allah  her  şeyi  en  iyi  bilendir.

TEVBE  128  :  Andolsun  içinizden  size,  sıkıntıya  uğramanız  kendisine  ağır  gelen,  size  düşkün,  sadece  inananlara  çok  şefkatli,  kolaylık  sağlayan,  çok  merhametli  bir  elçi  gelmiştir.

MUHAMMED  2 :  Ve  iman  eden,  düzeltmeye  yönelik  işler  yapan  ve  Rabbleri  tarafından  bir  gerçek  olarak  Muhammed’e  indirilene  inanan  kimseler ;  Allah  onların  kötülüklerini  örttü  ve  durumlarını  düzeltti. 

ALİ  İMRAN  144  :  Muhammed  ancak  bir  peygamberdir.  Ondan  önce  de  peygamberler  gelip  geçmiştir.  Şimdi  o  ölür  veya  öldürülürse  gerisin  geriye  mi  döneceksiniz ?  Kim  eski  dinine  dönerse  Allah’a  hiçbir  zarar  veremez.  Allah  şükredenleri  mükafatlandıracaktır.

MUHAMMED  33  :  Ey  iman  etmiş  kimseler !  Allah’a  itaat  edin,  Elçi’ye  itaat  edin  ve  amellerinizi  boşa  çıkarmayın.

AHZAB   21  :  Andolsun  ki  Allah  elçisinde  sizin ;  Allah’ı  ve  son  günü  uman  ve  Allah’ı  çokça  anan  kimseler  için  güzel  bir  örnek  vardır.

ENAM  38  :  Ve  yeryüzünde  hiçbir  irili  ufaklı  kıpırdayan  canlı   ve  iki  kanadıyla  uçan  hiçbir  kuş  yoktur  ki,  sizin  gibi  önderli  topluluklar  olmasın.  Biz  Kitap’ta  hiçbir  şeyi  noksan  /  yetersiz  bırakmadık.  Sonra  onlar  Rabblerine  toplanacaktır.

MAİDE  3  :  Bugün  kâfirler  dininizi  yok  etmekten  vazgeçtiler.  /  Ümitlerini  kestiler.  Artık  onlardan  korkmayın.  Benden  korkun.  Bugün  sizin  için  dininizi  kemale  erdirdim.  Size  olan  nimetimi  tamamladım.  Ve  sizin  için  din  olarak  İslam’ı  seçtim.

Peygamberimiz,  Mekke  fethinin  ardından   gelen  yıl  içerisinde  bu  sefer  Mekke’ye  Hacc  Yapmak  üzere  gelmiştir.  Hayatında  Mümin  olarak  sadece  bir  defa  Kur'anın  Hacc  farızasını  yerine  getirmiştir.  Peygamberimizin  bu  haccına  veda  haccı  denir. Bu  Hacc  dönüşünün  ardından  kısa  bir  süre  sonra,  geçirdiği  bir  beyin  rahatsızlığı  sonucunda  632  yılında  dünya  hayatına  veda  etmiştir.  Peygamberimize,  nübüvveti  süresince  vahyedilen   toplam  6234  ayetle,  önce  Peygamberimize  sonra  da  bütün  insanlığa,  kıyamet  gününe  kadar  ayakta  duracak  olan,  kulluk  terbiyesi  öğretilmiştir.  Herkes  şahit  olmuştur  ki,  Resulullah  canını  dişine  takarak  elçilik  görevini  layıkıyla  yerine  getirmiş,  Risaletini  başarıyla  tamamlamıştır. Kur'anın  6234  ayeti,  O'nun  rehberi  ve  hayatı  olmuştur. 

Peygamberimiz  de  bir  insandı  bir  beşerdi. Peygamber  olmadan  önce  O  da  günah  işlemişti.  O  da  hataya  düşmüştü.  Ama  Allah’ın  elçisi  olarak  O,  Kur’anın  ahlâkı  ile  taçlandırıldı,  fazileti  nuru  ile  aydınlatıldı. Kur’an  ayetlerinin  rehberliğinde  örnek  bir  baba,  örnek  bir  aile  reisi,  örnek  bir  arkadaş,  örnek  bir  Devlet  Başkanı  ve  yaşayan  Kur'an  olmuştur.  Allah’ın  son  elçisi  olarak,  Allah  ile  kulları  arasında  aracılık,  elçilik  mevkisi  O’nunla  beraber  son  bulmuştur. Bozuk  ve  adaletsiz  bir  düzene  karşı, O  kıyama / ayağa  kalkmıştır,  yeryüzünde  insanların  tanık  olabileceği  en  büyük  devrimi  O  gerçekleştirmiştir.  Bozulmuş  yok  olmuş Tevhidi  tekrar  hayata  O  kazandırmıştır. Kâbe’de  putları  O  kırmış,  şirki  O  ortadan  kaldırmıştır. Binlerce  yıldır  yaşanan  belli  günlere  sıkıştırılan  tapınak  dinleri  yapısındaki  ibadeti,  sokağa,  dünyanın  her  köşesine  ve  halkın  arasına  indirerek  sürekliliği  olan  bir  yapıya  O  kavuşturmuştur.  Ancak  İslam  alemi  Onun  ardından 1400  yıldır  kafalardaki  putları  kıramadı. Bugün  yine  Ondan  önceki  zamanın  yanlışları  içindedir. Bu  defa  ağızdan  “ Müslüman’ım  elhamdülillah “  deyip  günde  40  defa  Salavat  getirenlerin  kafasında,  Mekkeliler  gibi  Allah’ın  kızlarının  taştan,  odundan  heykelleri  yoktur,  ancak  putlaştırılmış,  Allah’a  ortak  edilmiş,  tapılan,  ululaştırılan,  şefaat  umulan,  ulaşamayacaklarını  düşündükleri  Allah’a  kendilerini  yaklaştırsın  diye  aracı  ve  ortak  olması  istenen  Muhammed  peygamber  vardır.  Adına  Kutlu  doğum  haftaları,  Mevlit  kandili  adıyla  doğum  gününü  bırakın,  doğum  yılı  bile  kesin  olmadığı  halde  günler  oluşturulmuş  ve  bu  günlerde  Kâinatın  Efendisi  makamına  çıkartılmış,  abartılı  sevgi  ve  methiyelerle  oluşturulan  selalarla  ve  getirilen  salavatlarla,  Senedena,  Mevlana,  Seyyidel  evveline  vel  ahirine  denilerek  Allah'ın  hükmüne  ve  sıfatlarına  ortak  edilmiş,  cübbesi,  sakalı  eşyaları  putlaştırılıp,  öpülmeye  çalışılan  Muhammed  peygamber  vardır.  ( Sela  Nedir  Niçin  Verilir ?  başlıklı  yazımızda  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )  Çünkü  Peygamberimizin  bize  yegâne   emaneti  olan  Kitabımız  Kur’anın,  bu  yapılanları  onaylayıp  onaylamadığı  sorgulanmamaktadır. Kur'an  anlaşılmak  üzere  okunmadığından,  Ahkaf  Sûresinin  5. ayetinde  "  Ve  Allah'ın  astlarından  kıyamet  gününe  kadar  kendisine  hiç  bir  cevap  veremeyecek  olan  kimselere  dua  eden  kimseden  daha  sapık  kim  olabilir ?  Üstelik  tapılan  kimseler,  o  kimselerin  yalvarışından  habersizlerdir  de. "  denilerek  yapılan  şiddetli  uyarıdan  tabii  ki  haberdar  olunamamaktadır.

Üstelik  Peygamberimizin  bize  yegâne  emaneti  olan  Kur’an,  bugün  terk  edilmiş  durumdadır. Furkan  Sûresinin  30. ayetine  göre  de,  hesap  gününde  zaten  " Benim   toplumum  şüphesiz  bu  Kur'anı  mahcur  / terk  edilmiş  bir  şey  eyledi "  diye  Peygamberimizin  şikâyet  edeceği  de  temsili  olarak  bildirilmektedir.  Acaba  Peygamberimizin  şikâyeti  sadece  bu  mu  olacaktır ?  Kur'anın  içerisinde  nelerin  olduğunu  bilmediğimiz  için,  Ulemanın  da  Kur'anı  yeterli  görmeyip  uydurma  hadislerle,  rivayetlerle  dini  kendilerine  göre  tamamlamaya  çalıştıklarından  dolayı  da  Biz  Müslümanlar  ne  yaptık ?  Allah'ın  bize  bir  beşer,  arkadaş  ve  Kur'anın  ahlâkı  ile  tanıttığı  sade  ve  mütevazi  peygamberi,  abarttığımız  sevgimizle  öylesine  ululaştırdık  ki,  ayaklarını  yerden  kestik,  sanki  Allah  sadece  göklerdeymiş  gibi  miraçla  göklere  Allah'ın  katına  çıkardık.  Habiballah  dedik  Allah'a  sevgili,  Mevlana  dedik  koruyup  kollayanımız  yaptık,  şefaat  edecek  diyerek  hesap  gününde  Allah'ın  hükmüne  ortak  ettik, Kâinatın  efendisi,  sahibi  diyerek  Allah'ın  sıfatlarını  O'na  aktardık,  yüzü  suyu  hürmetine  Allah'a  Kâinatı  yarattırdık.  Evvelin  ve  ahirin  sahibi  ve  yaratıcısı  yaptık,  Peygamberimizin  de  asla  tolerans  göstermediği  şirkin  batağına  gırtlağımıza  kadar  saplandık. 

Sonuç  olarak  :  İslam'ın  temeli  olan  Tevhit  inancının  Kur'an  ile  tebliğcisi  ve  Allah'ın  Hatemun  Nebiyyin  dediği  son  elçisi  Peygamberimizi,  sevdiğimizi,  saydığımızı,  O'nun  izinden  gittiğimizi  sanıyoruz.  Allah  denince  hiç  bir  tepkide  bulunmadığımız  halde,  peygamberimizin  ismi  anılınca  elimizi  kalbimizin  üzerine  koyuyoruz.  Kur'anın  Tevhit  öğretisine  aykırı  mıdır ?  Değil  midir ?  sorgulamasını  yapmadan  Kâinatın  Efendisi,  Nebiler  Nebisi  diyerek  küfre  ve  şirke  girdiğimizin  bile  farkında  olamıyoruz. Aklımıza  geldikçe  onun  için  salavat  getiriyoruz,  ama  yanlışlığını  ve  anlamını  bilmiyoruz.  Peygamberimizin  sakalını  ve  kıyafetlerini  kutsallaştırarak  sünnet  adı  altında  yaşamımızın  bir  parçası  haline  getiriyoruz.  Peygamberimizi  asıl  tanımamız  gereken  güzel  hasletlerini  ve  ahlakını  bilmekten  ve  yaşamaktan  da  çok  uzağız.  Bundan  dolayı  artık  Müslüman  toplumu  olarak  aklımızı  başımızı  toplayalım,  biz  ne  yapıyoruz  diye  bir  soralım,  kendimize  gelelim. Peygamber  sevgimiz,  O’na  olan  imanımız  sadece  lafta  ve  şekilde  kalmasın.  Peygamber  sevgimiz  şirkin  pisliği  ile  kirlenmesin.  Yanlış  bilgi  ve  davranışlarla  böyle  sürüp  gitmesin. O’nu  Allah’ın  ayetleri  ile,  Türkçe  mealiyle  okuyarak  Kur’andan  tanımaya  çalışalım.  Sevgimizin  ölçüsünü  kaçırarak  bilinçsizce,  O’nu  Allah’ın  yanına  koyarak,  aracı  yaparak,  şirk  batağına   saplanmaktan  vazgeçerek  kendimizi  ve  Ahiretimizi  koruyalım.  Sadece  lafla  O’na  Salavat  getirmenin  O’nu  sevmek,  yardım  etmek  olmadığını,  O’nun  bize  emanet  ettiği  Kur’ana  böyle  lafla  sahip  çıkılamayacağını  bilelim.  Ahzab  Sûresinin  56. ayeti  ile  gerçekte  Rabbimizin  O’na  nasıl  yardım  ettiğini   ve  bizim  de  O’na  nasıl  yardım  etmemiz  gerektiğini,  salavatın  asıl  anlamının  ne  olduğunu,  Kur’anı  kendi  anlayacağımız  dilden  okuyarak  gerçeği  öğrenmeye  çalışalım. Sevgimizin  ölçüsünü  kaçırarak,  zamanlı  zamansız  cami  minarelerinde   okunan  selalarda,  Habiballah,  Senedena,  Mevlâna,  Seyyidina  evveline  vel  ahirine  denilerek,  bilinçsizce  O’nu  Allah’ın  yanına  koyarak  şirk  batağına  saplanmaktan  vazgeçelim.  İnsanları  Allah'la  ve  abartılmış  peygamber  sevgisiyle  aldatmaktan  vazgeçelim.  Hadis  ve  rivayet  adı  altında  üzerine  atılan  iftiralardan  O’nu  Kur’an  gerçeği  ile  arındıralım.  Risaleti  boyunca  Kur'an  ahlâkından  ve  bağlılığından  ayrılmayan  Peygamberimizin,  bu  mümtaz  Resulün,  kıyafetini,  sarığını,  cübbesini  değil,  ahlâkını,  kişiliğini,  karakterini  içselleştirmeye  çalışalım. Din  adına  önümüze  konulanları  mutlaka  Kur'an  ile  sorgulayalım,  aklımızı  kullanalım. Peygamberin  izinden  gitmenin,  onu  sevmenin,  saymanın  yolunun  ancak  O'nun  bize  yegâne  emaneti  olan  Kur'anı  anlayarak  okumak  olduğunu  unutmayalım.  Allah'ın  rahmeti,  selamı  ve  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !..

Temel  Kaynak : HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

 

 

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET