Müslüman toplumlarında insanların İslamla beraber olabilmeleri, İslamla tanışabilmeleri için ilk şart olarak " Eşhedüenlailâhe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhu ve resuluhu " dedirttirilir ve bu ifadedeki yalancı şahitlik ile denilenin anlamı da hiç bilinmeden ve sorgulanmadan, Peygamber de yeterince tanınmadığı halde sadece lafta kalacak bir şekilde Müslüman olarak İslami hayata başlamış olduğu kabul edilir. Halbuki eğer gerçek ise dile getirilen bu şahitlik ile aslında Tevhit inancıyla birlikte önce Muhammed'in Allah'ın bir kulu, bizim gibi bir insan, bir beşer olduğu, daha sonra da bir Resul ( Elçi ) ( Peygamber ) olduğu, Kur'anda anlatılanlar ile tanınmış olarak sabır ve vakar ile verdiği mücadelenin büyüklüğü bilinmiş olunur. Böylece kul olan, insan olan, beşer olan bir Peygambere iman edilmiş olunduğu belirtilmiş olarak dine girilmiştir. Fakat dine girilirken Peygamber, Kur'an ayetleriyle gerektiği gibi tanınamadığı için bu söylem ve inanç böyle kalmamakta, oluşturulan sistem gereği ağızdan çıkanların ne olduğu da hiç sorgulanmadığı için, ilerleyen zaman içerisinde Ulema, Hoca, Vaiz, İmam, Mürşit, Veli denilen önderlerin yönlendirmeleri, anlattıkları ve telkinleri sonucunda bugün görülmektedir ki, bu Peygamberin öyle alelade basit bir insan olmadığı, hatta meleklerden de üstün, insan üstü bir varlık olduğu, Kâinatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı söylenmeye başlanmakta, yüceler yücesi, efendilerin efendisi denilen ve bizim gibi bir beşer olmayan Peygamber portresi ortaya konulmaktadır. Tıpkı Mekke müşriklerinin yemek yiyen, sokaklarda dolaşan, alışveriş yapan bir kişi Peygamber olabilir mi ? inancının bir benzeri olarak, bugünün Müslümanlık inancında da göklerde miraçta gezen, havada uçan, suda yürüyen, ayakları yere değmeyen, savaşlar kazanan, mucizeler ve kerametler sahibi insan üstü olması gereken, melek türü, sevgisi saygısı abartılmış, adeta Allah'ın yanında ortağı olan Dinin sahibi gibi görülen bir Peygamber inancı hakim kılınmaktadır. Bunlardan dolayı Müslüman toplumlarında Kur'an anlaşılmak üzere okunmadığından, buna bağlı olarak Peygamber de yeterince ve gerçekçi olarak tanınamadığından yanlış bir Peygamber algısı ortaya çıkmakta, başlangıçta Peygamberin kul ve insan olduğuna şahitlik yaptığını söyleyenler, bu yanlış algılarından dolayı da Allah katında yalancı konumuna düşmekte, şirk sorumluluğunun muhatabı olmaktan öteye geçememektedirler. Halbuki böyle algılanan bir peygamber, Kur'anın anlattığı, Allah'ın gönderdiği Resulü ( Elçisi ) ve insan olan bir Peygamber değildir.
Kur'anın bize anlattıklarına rağmen toplumumuzda yaşanan ve gönüllerin sultanı olarak görülen Muhammed ( a.s. ) a iman inancı, bugün hala abartılarak ve üstelik de Allah'a ortak edilmiş olarak büyük bir hayranlık, sevgi, saygı ve muhabbet ile sadece lafta ve gösterişte kalacak şekilde yaşanmaktadır. Ülkemizde adına biri Mevlit Kandili, diğeri de Kutlu Doğum Haftası denilerek, yılda iki kez doğum günü ve haftası düzenlenmektedir. Fakat bu, gün ve haftalarda, onun mümtaz şahsiyetinin, kişiliğinin, karakterinin ve Kur'an ahlâkının tanıtımından ziyade, saçma ve küfür içerisindeki mevlit törenlerinin, Cemaatlerin Kur'an tilavet şölenlerindeki yarışmalarla gövde gösterilerinin, yapılan hatimlerin sevaplarının ölülerin ruhlarına bağışlanmasının ön plana çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla Peygambere olan saygı, sevgi ve muhabbet, genellikle kulaktan kulağa taşınan yetersiz ve yanlış bilgilerle ve taklidi bir iman ile yaşanmaktadır. İsmi anıldığında, samimiyetten uzak olarak eller kalp üzerine götürülmekte, ne denildiğinin, gerçekteki anlamının ve gereğinin ne olduğu bilinmeden salavatlar getirilmekte, içine düşülen şirkin, küfrün farkına varılamadan değişik zamanlarda cami minarelerinden seslenilerek adına okunan selalarla selamlar gönderilmektedir. Arap kültürünün ve yaşam tarzının bir gereği olarak İslam düşmanları olan Ebu Cehil, Ebu Leheb de sakal bırakıp sarık sardığı ve cübbe giydiği halde, Peygamberimiz de sakalı, sarığı, cübbesi ile tasavvur edilmekte, terk edilmemesi gereken sünnet adı altında sonradan uydurulmuş birçok kural ve hüküm Peygambere imanın bir gereği olarak görülmekte, Kandil gecelerinde tamamen putlaştırma ve şirk olan cübbe ve sakalını öpme kuyruklarına girilmektedir.
Böylece İslam’ın temeli olan Tevhit ( La ilâhe illallah ) Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur demenin inancının, Kur’an ile tebliğcisi, Allah’ın ( Hatemun Nebiyyin ) dediği son elçisi, peygamberlerin sonuncusu Muhammed ( a.s. ) ın sevildiği, sayıldığı, Onun izinden gidildiği zannedilmektedir. Kur’an ayetlerine aykırı mıdır ? değil midir ? sorgulamasını yapmadan, sevgiyi taşırarak Kâinatın Efendisi, Nebiler Nebisi diyerek şirke ve küfre girildiğinin bile farkında olunamamaktadır. Onun bize emanet ettiği Kur'anı, her harfine on sevap kazanıldığı inancıyla hiç bir şey anlamadan sadece Arapça okuyup ölülerin ruhuna hediye edildiği zaman, Kur'anın okunduğuna, görevin layıkıyla yerine getirildiğine inanılmaktadır. Kur'an terk edilmiş olduğundan ve anlaşılmak üzere okunmadığından dolayı içinde, bize vermeye çalışılan öğütlerden çoğunlukla haberdar olunamamaktadır. Din adına, Peygamberimiz adına önümüze konulanların, doğru olup olmadığı sorgulanmamaktadır. Piyasada hayatını anlatan yüzlerce kitap bulunmaktadır. Fakat bu kitaplar incelendiğinde görülmektedir ki, neredeyse tamamı uydurma hadis ve rivayetlerin oluşturduğu Kütübi Sitte denilen kaynaktan çıkışlıdır. Dolayısıyla bu kitaplarla nakledilenler, çoğunlukla Onu doğa üstü bir insan konumuna getirmeye çalışan, Kur’ana aykırı olan masalımsı ve mucizevi anlatımlarla doludur. Bu kitapları okuyarak Peygamberimizi tanımaya çalışanların çoğu da, bu yanlış bilgilerin etkisi altında kalarak, Onun kıyafetine, sakalına, oturup kalkmasına, yediklerine, içtiklerine, uydurma rivayetlerle anlatılan mucizelerine sünnet adı altında sarılmakla, sevgilerini, bağlılıklarını gösterdiklerini zannetmektedirler.
Bize bu kitaplardan aktarılanlara bağlı olarak öğrendiklerimiz, gösterdiğimiz Peygamber sevgisine, saygısına, sünnetine bu bakış açımız, gerçekten Kur'anımızın tanıttığı Peygamberimizin güzel ahlâkı, karakteri, kişiliği ile örtüşmekte midir ? Onun tebliğ görevini 23 yılda nasıl bir sabır, özveri, metanet ve dirayetle, hangi tür baskılara, tehditlere, aşağılanmasına, hakir görülmesine ve dışlanmasına karşı görev yaptığının gerçekten farkında mıyız ? Yüce Rabbimiz Allah’ın Resulünü daha küçük yaşta iken yetim, babasız ve annesiz bırakarak, aile desteği, sevgisi, sıcaklığı ve şefkatinden yoksun bırakarak, ardından sığıntılıkla, maddi sıkıntılarla, Onu nasıl saflaştırıp olgunlaştırmaya çalıştığını biliyor muyuz ? O güzel ahlâkın, hoşgörünün, sabrın, affediciliğin, merhametin ve azmin, örnek arkadaş ve dostluğun, Kur’ana bağlılığın timsali Peygamberimizin hayatını merak edip hiç araştırmış, Kur'an ile okumuş ve öğrenmiş, peygambere iman ettim, Onun elçiliğine şahidim derken, gerçekten şahitlik için gereken bilgilere sahip miyiz ? Onu tanımak için çabamız olmuş mudur ? Onun sevgisi ve saygısı gerçekten kalbimize inmiş midir ? O nasıl bir hayat yaşamıştır ? Nasıl bir babadır ? Nasıl bir aile reisidir ? Nasıl bir eştir ? Nasıl bir arkadaştır ? Nasıl bir devlet başkanıdır ? Ezcümle nasıl bir peygamberdir ? Bütün bu soruların cevabı bizde var mıdır ?
Bütün bu soruların en doğru karşılığı, Devlet Başkanı olduğu zamanda dahi sade ve aynı görünümle arkadaşlarının arasına karıştığından, yabancı bir kişinin Onu seçebilmek için “ Hanginiz Muhammed “ diye sorduktan sonra ancak tanıyabildiği felsefededir, onu dedirtebilen yüceliktedir. Ona bu yüceliği kazandıran Kur’andadır. Bu nedenle bu yazımızda, aslında bizim gibi bir beşer, bir insan ve kul olan Peygamberimizi, dünya var oldukça İslam'ın yayılmasında çok büyük özverisi, mücadelesi olan bu mümtaz şahsiyeti, Allah'ın İslam adına insanlığa göndermiş olduğu son Elçisini ve hayatını her zaman olduğu gibi biz de Yüce Kitabımız Kur'an ile anlamaya çalışacağız.
Kur'anda aslında bizim bildiğimiz ve inandığımız anlamdaki unvan için Peygamber sözcüğü geçmez. Bu unvan için aralarında çok ince bir nüansla işlev farkı olan Resül ve Nebi sözcükleri kullanılır. Peygamber sözcüğü ise bize sonradan Farsça'dan geçmiş bir kavram olarak yerleştirilmiştir. Bu sözcüklerle ilgili ayrıntıları ve işlev farkını ( Peygamber Sünneti Nedir ? başlıklı makalemizde ) bulabilirsiniz. Biz yine bu unvan için açıklamalarımıza alışageldiğimiz, kanıksadığımız Peygamber sözcüğünü kullanarak devam edelim. Peygamberimizin doğup büyüdüğü ve yaşadığı Mekke, adeta bir şehir devleti gibiydi. Onu yöneten Kureyş kabilesi, Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları aileleri ile iki büyük kola ve Esedoğulları, Teymoğulları, Mahzumoğulları, Cümhoğulları, Nevfeloğulları, Abdüşemsoğulları, Sehmoğulları, Üdeyoğulları olmak üzere sekiz küçük alt aşirete ayrılıyor idi. Her bir aşiretin de sanki bakanlar kurulu gibi Kureyş'in yönetimi için ayrı ayrı değişik alanlarda görevleri bulunan ve Nedve denilen, Meşvere / Şura danışmalarına dayanan yönetim kurulları bulunmakta idi. Peygamberimizin tam olarak adı Ebu’l Kasım Muhammed İbn’i Abdullah Kasım’ın babası, Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Arapça’da çok övülen demektir. Babasının adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, annesinin adı Amine’dir. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’de Kureyş kabilesinin Haşimoğulları soyunun en büyüğü, en ileri gelenidir. Peygamberimizin hayatının ayrıntılarını anlatan kaynaklar, daha ziyade hadis ve siyer kitaplarıdır. Kur’an, Muhammed ( a.s. ) ın 40 yaşına kadar peygamber olmadan önceki hayatı ile ilgili bilgileri birkaç ayrıntı dışında daha fazla vermez. Ailesinden de söz etmez. Ancak peygamberlik dönemindeki 23 yıllık nübüvvetinin tamamına yön verir ve Tevhit içerisinde olan hayatını anlatır. Hadis ve siyer kitapları ise Muhammed ( a.s. ) ın ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra yazılan, bazıları çok tartışmalı olan anlatımları, bunlara bağlı olarak tarihi bilgileri içerir. Bu anlatımların içerisinde de Vahiy gelmeden önce Peygamberimiz de dahil Mekke halkının putperest, kimilerinin Ateist, kimilerinin Tanrının varlığına inandıkları halde Deist olduğuna dair binlerce uydurulmuş hadis ve rivayet bulunmaktadır ve gerçek tarihi bilgilerle de birbirine karışmış durumdadır.
Muhammed ( a.s. ) öncesi Arabistan’da, özellikle Mekke şehrinde yaşayanlar büyük çoğunlukla İsmail peygamber soyundan çoğalarak gelmiş ve İbrahimi öğretiden kalma bir inançla Tanrı’nın varlığına inanır, namaz kılar, oruç tutar, Hacc eder, zekât verir, fakat bunun yanı sıra tanrılar ve tanrıçalar, kabileler tarafından koruyucu ve Allah’a yaklaştıran aracılar olarak görülürdü. Onların ruhları kutsal ağaçlar, taşlar, tabiat, dağlar gökler, su kaynakları, su kuyuları ile ilişkilendirilirdi. Değişik merkezlerdeki tapınaklarda bulunan Lat, Uzza, Menat adını verdikleri ve ay tanrısı Hubel'in kızları diye dişi olarak düşünülen meleklerin taştan putlarını aracı ilâh edinip tapmakta ve kurbanlar kesmekteydiler. Bunların yanı sıra evlerinin bir köşesine koydukları 160 kadar da küçük putları vardı. Mekke halkının içerisinde değişik putlara tapanların yanı sıra, sonradan Mekke’ye gelip yerleşmiş, tek Tanrıya inanan Hristiyanlar, Yahudiler ve İbrahim soyundan gelme Hanifler ve putları reddeden muvahhitler de yaşamakta idi. O zamanda da Mekke’de Hacc yeri olarak Kâbe tavaf edilirdi ama içerisi putlarla doldurulmuştu. Ahlâk bozulmuş, fuhuş, içki, kumar, tefecilik toplumu kuşatmış, insanlar zenginler ve muktedirler tarafından köle yapılmış, bazı kavimlerde kız çocukları esir olmasın, cariye yapılmasın korkusundan diri diri toprağa gömülür olmuştur. Kadınlar tamamen haysiyetsiz ve mal gibi alınıp satılan kimliksiz bir varlık halinde görülmektedir. Dini inanç yozlaştırılmış, yüzlerce tanrısı olan müşrik bir toplum oluşmuştur. İbrahim Peygamber ve oğlu İsmail Peygamberin birlikte inşa ettikleri Tevhidin ilk ilâhiyat yüksek okulu olan Kâbe / Beytullah / Mescidil Haram Enfal Sûresinin 35. ayetinde ; " Ve onların Kâbe’nin / Beyt'in yanındaki salatı / dini yaşamaları, arka çıkmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktır, bir gösteriştir. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, Allah’ın Tevhit ile birlendiği ev, Tevhidin ilk yüksek İlâhiyat okulu olmaktan çıkarılmış, insanların ıslık çalarak, alkış tutarak, oluşturulan şirk yuvasında çırılçıplak tavaf ettikleri bir eğlence alanına dönüştürülmüştür.
İşte böyle bir ortamda yaşamış ve büyümüş olan Peygamberimiz, bazı kaynaklara göre Miladi 569, bazı kaynaklara göre 570, bazı kaynaklara göre de 571 yılının Rebiülevvel ayında, bunun yanı sıra Ebrehe'nin Fil ordusunun Mekke'ye saldırısının olduğu ayda doğduğu da söylenmiştir. Peygamberimiz doğmadan önce babasını kaybetmiş, 6 yaşında iken de annesi vefat etmiştir. Küçük yaşta yetim kalmış, Onu, önce dedesi Abdül Muttalip sahiplenmiş, onun ölümünden sonra da amcası ve Ali’nin babası Ebu Talip himayesine almıştır, büyütmüştür, koruyup kollamıştır. Doğumuyla beraber süt annesinin yanında büyütülmek üzere Bedevi bir ailenin yanına verilen Peygamberimiz, 4 yaşına kadar bu ailenin yanında kalarak, Arap kültürünün bütün dil kurallarının en ince ayrıntılarını öğrenmiştir. Anne sevgisi ile ise sadece iki yıl yaşayabilmiştir. İlerleyen yıllarda çobanlık yapmış, fakirlikle geçen gençlik yıllarında amcasının yanında ticaret kervanlarına katılarak ticareti de öğrenmiştir. 25 yaşında iken 40 yaşındaki zengin ve bir dul olan Hatice validemizle evlenmiştir. Hatice’den iki oğlu ve dört kızı olmak üzere altı çocuğu ve ikinci evliliğini yaptığı Mariye validemizden de İbrahim ismindeki oğlu dünyaya gelmiştir. Erkek çocukları Kasım, Abdullah ve İbrahim küçük yaşlarda art arda vefat etmişlerdir. Kız çocukları ise sırasıyla Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatma’dır.
Muhammed ( a.s. ) in doğumu, çocukluğu, yetişkinliği ile ilgili olarak hadis ve rivayet kitaplarında akla hayale gelmeyecek, mantığın alamayacağı, Kur’an ayetlerine, Allah’ın yaratma kanunlarına ve Sünnetullah’a aykırı pek çok doğa üstü olayların anlatımı ve uydurma rivayet bulunmaktadır. Örneğin ;
* Adem aleyhisselam, arşta gördüğü nurun mahiyetini sual etti. Hakk Teala buyurdu ki : “ Bu nur, gökte Ahmed, yerde Muhammed denilen senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur. O olmasaydı, seni de yer ve gök yüzünü de yaratmazdım. “ ( İmam Kastalani Mevahib i Ledünniyye )
* Adem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, ya Rabbi, Muhammed’in hürmetine beni affet diye dua etti. Allah ü Teala ise “ Ya Adem O’nu henüz yaratmadım, nereden bildin “ buyurdu. Adem ( a.s. ) da arşta “ La ilâhe illallah Muhammedün Resulullah “ yazılı olduğunu gördüm dedi. Allahu Teala buyurdu ki “ Ya Adem doğru söyledin. O’nun hürmetine dua ettiğin için seni affettim. ( Taberani )
* Levlake Levlake lema halaktul eflak ( Sen olmasaydın sen olmasaydın ben Kâinatı yaratmazdım ) hadisi İmam Kastalani İlmi Ledunniyye eserinde, Marifetname kitabında, Yusuf Nebhaninin Muhammed adlı kitabının 13. sayfasında, imam Rabbaninin Mektubatının 122. sayfasında yer almaktadır.
Bunlara benzer binlerce uydurulmuş rivayetin hangi ayrıntısına bakarsanız bakın, Kur’an ayetleri ile ele alınan pek çok kavrama aykırılıklarla ve kendi içinde tutarsızlıklarla, saçmalıklarla doludur. Örneğin, sadece Enbiya Sûresinin 107. ayetindeki “ Ey resulüm ! Biz seni de ancak alemlere rahmet olarak gönderdik “ ifadesi, yukarıdaki hadislerin uydurma olduğunu ortaya koymaya yetmektedir. Çünkü peygamberimizden önce insanoğluna gönderilen bütün peygamberler de Alemlere rahmet olarak gönderilmişlerdir. Üstelik de kıyamet kopmamış, Evrendeki bütün hayata son verilmemiş olduğundan, Kur'an ayetlerinin bize anlattıklarına göre henüz Cennet kurulmamıştır, Adem Peygamber de Cennette yaratılmamış, yeryüzünde topraktan bir bitki olarak yaratılan ve çoğalmış olan insanların arasından seçilmiştir. Buna ilave olarak Ali İmran Sûresinin 84, Bakara Sûresinin 136. ve 285. ayetlerinde de iman edip Kur'anı anlayarak okuyanlara “ Biz peygamberlerin hiç birini diğerinden ayırmayız “ dedirtilmekte Saffat Sûresinin 181. ayetinde de " Ve selamun alel murselin " ( Ve selam gönderilen Elçileredir ) ifadesiyle görüldüğü gibi ayırt edilmeksizin bütün elçiler selamlanmaktadır.
Kur’an, Peygamberimizin 40 yaşına kadar peygamber olmadan önceki hayatını kutsamamakta ve Ahmet bin Hanbel ve Müslim' hadislerinde nakledilen bir çok rivayette de söz edildiği gibi, hatta Onun da Mekke müşriklerinin puta tapan gelenekleri, inançları ile doğru yolda olmadığını, iman nedir kitap nedir bilmediğini söyleyerek, Onun da herkes gibi bir insan olduğuna, onun da yanlışlar içerisinde kusur işleyebileceğine işaret etmekte, orada yaşayan insanlardan farklı bir yapıda ve inançta olmadığını dile getirmektedir.
ŞURA 52 : İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden olan Kur’anı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu kullarımızdan dilediğimizi kılavuzladığımız bir nur / ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin.
DUHA 6 – 8 : O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı ? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi ? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi ?
RUM 30 : O halde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yoktan yaratmış olduğu Allah'ın fıtratına doğrult.
Bunların yanı sıra da Kur'an, Muhammed ( a.s. ) ’in peygamber olmadan önceki dönemi için, El Ümmi olduğunu da dile getirmektedir.
ARAF 158 : Ey insanlar ! O halde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, el ümmi peygamber olan elçisine iman edin ve O’na uyun.
Ancak ümmi olma kavramı, Peygamberimizin okuryazarlığı konusunda iki farklı görüşü ortaya çıkarmıştır. Ümmi ifadesini farklı yorumlayan Klasik geleneksel görüşe göre Peygamberimiz, okur yazar değildir. Onlara göre Ümmi sözcüğü, anasından doğduğu gibi bilgisiz, cahil, okur yazar olmayan demektir. Fakat bu görüşten dolayı hem dinimiz doğru anlaşılamamış, hem de Peygamberimiz bütün insanlığa yanlış tanıtılmıştır. Bu anlamdan dolayı da “ Ümminin ümmiye imameti caizdir. “ ( Cahilin cahile imam olmasının sakıncası yoktur ) deyimi uydurulmuş, bir bakıma cehalet makbul bir şeymiş gibi gösterilmiştir. Bundan dolayı da yanlış da olsa, başkaları için kınanacak bir eksiklik de olsa, Peygamberimizin bu okur yazar olmadığı kabulünü övünç vesilesi yapmışlardır. Böylece bilerek veya bilmeyerek Peygamberimize haksızlık yapılmakta, manevi şahsiyeti rencide edilmektedir. Ümmiliği, “ okuryazar olmamakla “ kabul edenler, görüşlerini Ankebut Sûresinin 48. ayeti ile ilk vahyin indirildiğinin anlatıldığı, Peygamberimizin vahyi getiren Cebrail meleğine ben okuma bilmem dediği ve Cebrail’in onu üç defa sıktırarak oku dediği, meşhur Hira mağarası rivayetine dayandırmaktadırlar. ( Peygamberimizin Hira Mağarası Hikâyesi başlıklı makalemize bakabilirsiniz )
ANKABUT 48 : Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun. Sen Kur’anı sağ elinle kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı batıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
Halbuki bu ayette Peygamberimizin Ehli Kitap Yahudi Hahamları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı ve daha önceden bu kitaplar hakkında herhangi bir bilgisinin bulunmadığı vurgulanmaktadır. Aslında aksine bu ayet Peygamberimizin okuma yazma bildiğinin de bir kanıtıdır. Çünkü okuma yazma bilmeyen birine ayetin orijinalindeki ifadelerle “ onu sağ elinle kendin de yazmıyorsun “ denilmesinin bir anlamı olamaz. Bundan dolayı başka bir görüşe göre ise ayetin orijinalinde yer alan El Ümmi sözcüğü okuma yazma bilmeyen anlamında değil, Mekke’de doğmuş, yaşamış, ana kentli olan, Mekke'ye sonradan gelmiş ve Mekke'de bulunan Hristiyan ve Yahudilerin dinlerine tabi olmayan, onların soyundan gelmeyen, onların kitaplarını hiç okumamış olan, eski dinlerle ilgili hiç bir bilgisi olmayan anlamındadır. Çünkü Yahudiler bütün peygamberlerin kendi soylarından olması gerektiğini iddia etmekte, kendilerini üstünlüklü kılınmış bir soy olarak görmektedirler. Bu nedenle de ayette adeta alın size sizin soyunuzdan olmayan El Ümmi bir peygamber denilmektedir. Üstelik de tarihi kayıtlara bakılacak olunursa Muhammed ( a.s ), peygamber olmadan önce de okur yazardır, emin olunan güvenilir bir kişidir. Yedi emin olarak çevresindekilerin emanetlerini kayıt tutarak güvenle saklamaktadır. Ayrıca ticaretle uğraşmakta ve ticaret kayıtlarını da tutmakta, eşinin ticaret kervanlarını yönetmektedir. Aynı zamanda kendisine ilk defa görev tevdi edilirken de O’na Allah’ın ilk emri “ oku “ demek olmuştur. Okuma bilmeyen bir kimseye oku demenin bir anlamı da olamaz. Bununla beraber de peygamberlik görevine başlar başlamaz, Müzzemmil Sûresinin ayetleri ile eğitilirken, kendisine yöneltilen çalışma yöntemlerinde, geceleyin çalışması ve ayetlerin tertiplenerek sıraya sokulması ve düzenlenmesi, gerekli hazırlıkların yapılması istenecektir.
Kur’ana göre Peygamberimize ilk vahiy indirme ile ilk görevin verilişi, İsra Sûresindeki gece yürütülüşü ve ardından, Necm Sûresinin ayetleri ile vahyin nasıl ve nerede indirildiği, Kadr Sûresinde de o gecenin bir şerefli ve kıymetli Kadir gecesi olduğu, Bakara Sûresinde Ramazan ayı içerisinde olduğu, Duhan Sûresinde bu gecenin hayırlı bir gece olduğu, ayrıntılarla dile getirilmektedir. Peygamberimize elçilik görevi, 40 yaşında iken Milattan Sonra 610 yılında ilk olarak Alak Sûresinin ilk 5 ayeti ile vahyedilmiştir.
ALAK 1 – 5 : Bismillahirrahmanirrahim. * İkra’bismi rabbikelleziy halak * Halakalinsane minalak * İkra’ ve rabbikel ekrem * Elleziy alleme bil kalem * Allemel insane malem ya’lem
ALAK 1 -5 : Yaratan Rabbinin adına oku ! O insanı alaktan / kan pıhtısından yarattı. Oku ! senin Rabbin kerem sahibidir. O kalemi yaratan, insana okuma yazmayı öğretendir.
Ayette yer alan “ İkra “ sözü, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde vahyolunacakları zihninde toparla, oku, öğren, öğret, dağıt, tebliğ et anlamında mecazi olarak kullanılmıştır. Ve peygamberimize kısaca “ öğren öğret “ diye hitap edilmektedir. Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup, yerine getirilecektir, görevde kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz, Allah’ı ilk olarak bu ayetlerle Rabb ( Terbiye edip eğiten, yaratılanları programlayıp yöneten, efendi, patron ) olarak, Halık ( Yaratan ) olarak, Ekrem ( Kerim ) ( En cömert, en zengin, ikram ve özgürlüklerin sahibi ) olarak tanımaya başlıyor. Kalemi yaratan, okuma yazmayı öğreten sıfatlarının ardından bundan sonra indirilen ayetlerle de yavaş yavaş Esma i Hüsna'daki diğer isim ve sıfatları sırasıyla öğrenecek, gerekli bilgilerle donatılacaktır. Bu nedenle ilk vahiyle birlikte Peygamberimiz hemen toplum karşısında alenen göreve başlatılmamış, bir süre Kalem Sûresi ayetleriyle bilgilendirilmiş, gerekli ön bilgilerle donatılmış, Müzzemmil Sûresi ayetleriyle nasıl çalışması, hazırlanması gerektiği anlatılarak eğitilmiş, diğer bazı Sûrelerin ayetleriyle muhatap olacağı insanların ve müşriklerin karakterleri tanıtılmıştır. Elbette ki bu dönem içerisinde Müslümanlığı kabul eden, kendisine inanan ailesi içerisindeki kişiler ve bazı arkadaşları ve yakınları olmuştur. Zamanla hazır hale geldiğinde de, Müddessir Sûresinin ayetleri ile alenen topluma karşı açıkça görevini ve Peygamberliğini ilan etmesi istenerek tebliğine başlatılmıştır.
Peygamberimize vahyedilen ilk ayetlerden, bizim dikkatimizi çeken en önemli nokta ve gereken şey de ilime verilen önem olmalıdır. Bu ayetlerle denilmek istenmektedir ki, bundan sonra ilim akıtılacak, vahyedilecek ve peygamber de onları toplayacak, ezberleyecek, yazdıracak ve insanlara tebliğ edecektir. Çünkü ilk Sûrelerde kullanılan Kalem sözcüğü yazı ile sabitlenecek ilmin sembolüdür. Ayetlerde mecaz olarak kullanılmıştır. İnsanlığın gelişiminde ve yücelmesinde rol oynayacak olan en önemli araçtır. Kalemden amaç, bilgidir, eğitimdir, okuldur. Bu amaç doğru algılanmaz ise birçok uydurma ve saçma rivayetler ortaya çıkıverir ve nitekim de çıkmıştır. Rivayetlerle Arşın etrafına melekler oturtulmuş, önlerine mürekkep hokkaları konmuş, peygamberimiz de miraca çıkartılmış, arşın sınırındaki kalemlerin gıcırtısı duyurulmuş, Allah’la namaz pazarlıkları yaptırılmış, ilk vahyin mağarada indirildiği, Peygamberin Cebrail’den korktuğu, okuma yazma bilmediği gibi bir çok uydurma asılsız masallar, insanların belleğine yerleştirilivermiştir.
Oysa Kur’an ayetlerine baktığımız zaman, Kur’anın Ramazan ayında, mübarek ( bolluklu ) ve hayırlı bir gecede indirilmeye başlandığı, Peygamberin korkmadığı, mağarada değil de Mekke çevresinde haram bölge sınırındaki Mescidi Aksa denilen küçük mescidin avlusundaki sedir ağacının önünde oluşan kozmik bir perdenin arkasından ilk vahiylerle beraber indirilmeye başlandığı görülmektedir. Kur'anda bir beşer ve arkadaşınız olarak tanıtılan Muhammed ( a.s. ) in Peygamberliği, Kur’an ayetlerine göre İsra Sûresinin 1 - 2. ayetlerinde " Kulunu bir gece, kendisine ayetlerimizden gösterelim diye, Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürüten, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. O en iyi işitendir, en iyi görendir. 2 : Musa ‘ya da kitap vermiştik ve O’nu “ Benden başka vekil tutmayın “ diye İsrailoğullarına kılavuz kılmıştık. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, bir gece Kâbe çevresinde haram bölgede bulunan, Mescid i Aksa denilen yere yürütülmesiyle başlamaktadır.
KADR 1 : Şüphesiz Biz onu / Kur’anı Kadr gecesinde / şerefli, kıymetli bir gecede indirdik.
DUHAN 2 : Apaçık olan Kitaba andolsun ki Biz O’nu mübarek bir gecede indirdik.
BAKARA 185 : İnsanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delili olarak Kur’anın kendisinde indirildiği ay Ramazan ayıdır.
NECM 11 : Gönlü gördüğünü yalanlamadı. 16 : O zaman sidreyi / sedir ağacını kaplayan kaplamıştı. 17 : Göz şaşmadı ve korkmadı. 18 : Andolsun Rabbinin alametlerinin en büyüğünü gördü.
Her şeyin Yaratıcısı olan Yüce Rabbimiz Allah, insanlık tarihi boyunca yarattığı kulları için uygun gördüğü davranış ve yaşam tarzını belirlemek, insanlar arasında sevgiyi, barışı, huzuru, kardeşliği, mutluluğu ve adaleti sağlamak, zulmü, kargaşayı ve kaosu önlemek için zaman zaman peygamberler ve onların aracılığı ile yazılı emirler ve kitaplar göndermiştir. Geçen zamanlar içerisinde Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına uyanlar olmuş, uymayanlar olmuş, zamanla bu emirlerin bazıları tahrif edilmiş, bambaşka inançlar ve kültürler ortaya çıkmış, Allah’ın ayetleri unutulur olmuştur. Tarih boyunca değişik peygamberlere indirilen çeşitli zamanlardaki sayfaların dışında bugüne kadar Allah’ın indirdiği 4 kitap bilinmektedir. Bunlar Davut Peygambere indirilen Zebur, Musa Peygambere indirilen Tevrat, İsa Peygambere indirilen İncil ve son peygamber olan bizim Peygamberimize indirilen Kur’andır. Bütün indirilen bu kitapların ana ilkesi ( La ilâhe illallah ) ( Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur ) demenin şuuru ile Tevhit ( Allah’ı birlemek ) tir. Her kitap bir önceki kitabı tasdik eder ve zamanla unutulmuş, saptırılmış, tahrif edilmiş olan, Tevhit ilkelerini hatırlatan, tekrar geliştirilmiş ve güncelleştirilmiş olarak insanların önüne koyan niteliktedir. Çünkü Allah katında tek bir din vardır. O da İslam’dır. O nedenle Adem peygamberden bu yana gelmiş bütün peygamberler de bizim peygamberimizdir. Biz onların hepsine inanırız. Hepsini sayarız ve onların hiç birini diğerinden ayrı tutmayız.
BAKARA 136 : Deyin ki : “ Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilenlere ve peygamberlere Rabblerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız, biz ancak O’nun için İslamlaştıranlarız
İşte Yüce Rabbimiz yukarıda İsra Sûresinde ifade edildiği gibi, peygamberimizin içinde yaşadığı toplumdaki sapkınlığı ve kaosu görmüş, zulüm görenlerin feryadını işitmiş ve Muhammed ( a.s. ) ’i Kendisine son elçi ( Resül ) olarak seçmiştir. Ayetlerinin en büyüğünü göstermek, Elçiliğini bildirmek için de O’nu, Ramazan ayında, hayırlı, mübarek ve şerefli bir gece olan Kadir gecesinde 18 kilometre yürütmüştür. Aynı Musa peygambere Tur dağında bir ağacın önünde seslendiği gibi, peygamberimize de sınırdaki sedir ağacını kaplayan kozmik bir perdenin arkasından seslenerek vahyini indirmeye başlamıştır. Gerçek yukarıda ayetlerde anlatıldığı gibi olduğu halde, Peygamberimize ilk vahyin gelişi ile ilgili olarak uydurulan mağara ve Cebrail rivayetleri, okuma yazma bilmediğinin söylenmesi, üstüne atılan iftiraların en büyüklerindendir.
Peygamberimiz, parça parça ( necm necm ) bazen 5 ayet, bazen 10 ayet, bazen de daha çok sayıda, paragraf paragraf inen ayetlerle bir süre eğitilip, gerekli bilgilerle donatıldıktan sonra, Müddessir Sûresinin ilk iki ayetinin ardından indirilen Fatiha Sûresinin yedi ayeti ile, artık insanların karşısına çıkması ve Kur’an ayetlerini tebliğ etmeye başlaması emredilir.
MÜDDESSİR 1 – 3 : Bismillahirrahmanirrahim
* Ya eyyühel müddessir ( Ey örtünüp bürünen ) * Kum fe enzir. ( Kalk hemen uyar ) * Verabbekefekebbir ( Rabbinin en yüce olduğunu ilan et )
Meallerin çoğunda Müzzemmil ve Müddessir Sûrelerinin her ikisinin de sözcük anlamları için ( Ey örtünüp bürünen ) ifadeleri kullanılmaktadır. Aslında Müzzemmil ev içindeki genel giyinmeyi, Müddessir de dışarıda toplum karşısında giyinmeyi ifade etmektedir. Rabbimiz Müddessir Sûresinde aslında edebiyatın kinaye sanatını kullanarak : Ey peygamberlik elbisesini giyinen, yeterli bilgiyle donanımla kuşanmış, artık insanlara tebliğ etmeye hazır hale gelmiş olan, artık kalk, hemen görevine başla, insanları uyar demektedir. Peygamberimiz de bu emrin hemen ardından ( Tecrit Tercemesi c. 9. sa. 246, İbn Sad Tabakat c. 1 sa. 199, Buhari Sahih c. 3 sa. 171, Müslim Sahih c.1 sa. 133, Taberi Tarih c. 2 sa. 216 da yer alan ) tarihi rivayetlere göre ; Kâbe yanındaki Safa tepesine çıkarak ve Fatiha Sûresinin ayetlerini okuyarak tebliğine başlamıştır. ( İlk Tebliğ Fatiha Suresi başlıklı yazımızda daha geniş bilgi bulabilirsiniz. ) Bu ilk tebliğin ardından indirilen Müddessir Suresinin diğer ayetleri ile peygamberimize ; Rabbinin en yüce olduğunu ilan et, nefsini bedenini ruhunu temiz tut, her türlü pislikten, şaibeden, şirkten uzak dur. Yapacağın görevlerinden sonra sakın insanlardan karşı bir menfaat bekleme, kibirlenip başa kakma, sana çok karşı duracaklar, çeşitli kötülüklerle alay edecekler, tuzaklar kuracaklar, bütün bunlara " Ve lirabbike fesbir " denilerek, sadece Rabbin için sabredeceksin, Rabbine güveneceksin uyarıları yapılmaktadır.
Tabiidir ki Peygamberimiz ilk günlerde, peygamber olarak seçilişinin şüphesi ve tedirginliği içerisindedir. Aklına çok olumsuz düşünceler ve soru işaretleri gelmektedir. Kendini böyle bir göreve uygun bulmuyor, verilen görevi çok zor bir görev olarak görüyor, mücadele edeceği kitleyi ise çok güçlü, acımasız ve çok katı olarak görüyordu. Ama her şeyi duyan, gören ve sezen Rabbimiz, O’nu ayetlerle teselli ediyor, onların karakterleri hakkında bilgilerle donatıp, izleyeceği yolu gösteriyordu.
YUNUS 94 – 95 : Artık sana indirdiğimiz şeylerin bir kısmına dair, kesin, yeterli bilgin yok idiyse, hemen senden önce kitap öğrenip öğreten kimselere sor ! Andolsun ki sana Rabbinden hak gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma ! Sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olma....
YASİN 2 – 6 : Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri duyarsız bir toplumu kendisiyle uyarasın diye Aziz ve Rahim olan Allah’ın indirdiği yasalar içeren Kur’an kanıttır ki sen o elçilerdensin. Hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yoldasın.
Peygamberimizin başladığı bu elçilik görevi çok çetin görünmektedir. Çünkü karşısında, bir toplum düzeninin ve kurallarının olmadığı, medeniyetin gelişmediği, insanlık onurunun olmadığı, köle olarak alınıp satıldığı, kadınların cariye yapıldığı, Allah’ın ve Tevhidin unutulduğu, putlarla Allah’a ortakların koşulup, şirkin ayyuka çıktığı, Ahiret ve hesap gününe inanılmadığı, vicdanın, haysiyetin kalmadığı, tefeciliğin, içkinin, kumarın yaygın olduğu, özellikle biz atalarımızın bize bıraktığından ayrılmayız diyen tutucu ve Kur'anı kabul etmeyen, ayetlerine inanmayan, Yunus Sûresinin 94 - 95. ayetlerinde yer alan ifadelerden, sanki Peygamberimizin şahsınaymış gibi çoğunluk meallerde de yanlış anlaşılarak aktarılmaktadır. Aslında ayetin içinde bulunduğu paragraf bütünlüğüne bakacak olursak, Peygamberimiz değil, Mekke'de kuşku içinde şüphe duyan bir toplum yapısı bulunmaktadır. Elbette ki Rabbimizin vahyine Peygamberimizin şüphe duyup kuşku ile bakması mümkün olamaz. Öte yandan Mekke şehri, Ümeyye oğulları, Mahsun oğulları, Abdülmenaf oğulları, Haşim oğulları, Üveyy oğulları, Esed oğulları isimlerindeki kabileler, bu kabilelerin başı olan Ebu Süfyan, asıl adı Amr bin Hişam el Hakem olan, fakat Peygamberimizin cehaletin babası anlamına geldiği için lakap taktığı Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye bin Haleb, Velid bin Mugire, As bin Vail, Utbe bin Rabia, Şeybe bin Rabia gibi putları da sahiplenmiş, Darün nedve üyeleri denilen 9 kişilik bir zenginler ve muktedirler heyeti tarafından yönetilmektedir. Bütün bunlara karşı da peygamberimize ayetlerle sürekli olarak onların, karşısında muhatap olduğu ve olacağı toplum karakterleri telkin edilirken, onlara güzellikle, öğütle, anlayışla sabırla yaklaşması öğütlenmektedir.
GAŞİYE 21 – 22 : Haydi öğüt ver / hatırlat şüphesiz sen sadece bir öğütçüsün. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.
NAHL 125 : Rabbinin yoluna hikmetle / Haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı önlemek için konulmuş kanun düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır.
KEHF 29 : Ve de ki : “ O gerçek Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin.
ENAM 162 – 163 : Ve de ki : “ Benim salatım, kulluğum, her türlü ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan alemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum. Ben Müslümanların da ilkiyim.
ASR 1 - 3 : Yaşadığınız çağın insanlık hali kanıttır ki, iman eden, salihatı işleyen / düzeltmeye yönelik işler yapan hakkı ve sabrı tavsiyeleşenlerin dışındaki tüm insanlar, kesinlikle tam bir kayıp, hüsran / zarar, bunalım, acı içindedir.
Peygamberimizin göreve başlaması, her gün akşam üzeri Safa tepesine çıkarak kendisine indirilen, vahyedilen ayetleri tebliğ etmesi ve bu ayetlerdeki uyarılar, Mekke’nin ileri gelen muktedirlerini, zenginlerini, yöneticilerini rahatsız etmeye, tedirgin etmeye başlar. Düzenlerinin bozulacağından korkmaya, bundan dolayı da peygamberimize muhalif olmaya, tavır koymaya başlarlar. Mecnun derler, konuşmalarını engellemeye O’nu tartaklamaya çalışırlar, alay ederler, hakaret ederler. Ayetleri ve Kur’anı küçümsemeye başlarlar.
RAD 32 : Andolsun ki senden önceki elçilerle de alay edildi. Ve Ben kâfirlere süre verdim.
YUNUS 15 : Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar / Ahirete inanmayanlar “ Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir ! “ dediler. De ki : “ O’nu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.
ENBİYA 5 : Aksine onlar “ Bunlar karmakarışık düşlerdir. Yok yok onu kendisi uydurdu, yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alamet / gösterge / mucize getirsin “ dediler.
SEBE 43 : Ve kendilerine açık deliller halinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar : “ Bu başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır “ dediler. Ve “ Kur’an uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir “ dediler. Kâfirler kendilerine hak geldiği zaman : “ Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir “ dediler.
FURKAN 32 : Kâfirler ; Allah’ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddeden kimseler : “ Kur’an O’na bir defada topluca indirilmeli değil miydi ? “ de dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle parça parça indirdik. Ve biz onu tane tane birbirine karıştırmadan vahyettik.
İSRA 89 : Ve andolsun ki Biz, bu Kur’anda insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârda ısrarcı oldular.
BAKARA 23 : Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sure siz getirin, Allah’ın astlarından / ortak koştuklarınızdan tüm tanıklarınızı da çağırın.
HİCR 6 – 7 : Ve onlar ; “ Ey kendisine Kur’an indirilen kişi ! Şüphesiz sen gizli güçlerce desteklenen mecnun / deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin. “ dediler.
FUSSİLET 5 : Ve onlar : “ Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü / zırh içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz. “ dediler.
FUSSİLET 6 – 7 : De ki “ Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana “ Sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. O nedenle O’na dosdoğru yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. “
NEML 80 - 81 : Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasına dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip doğru yolu gösterici de değilsin. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere / teslim olanlara dinletebilirsin.
Bu ayetlerle vahye karşı tavır alan, itiraz eden, hatta akıllarınca peygamberimize meydan okumaya kalkışan müşriklere cevap verilmektedir. Bu sözlerle adeta zımnen “ Ben sizi zorla imana sevk edecek değilim, böyle bir gücüm yok. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım, Allah’tan başka hiç kimseyi ilâh yerine koymayın, Ondan başkasına ibadet etmeyin, şimdiye kadar işlediğiniz günahlardan dolayı tevbe edin.” Denilmektedir. Peygamberimizin de bir çok ayette sapmadığı, mecnun olmadığı dile getirilerek müşrikler uyarılmaktadır.
KALEM 2 – 4 : Sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun / gizli güçlerce desteklenen deli bir kişi değilsin. Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var. Ve kesinlikle sen çok büyük bir ahlâk üzerindesin.
DUHA 9 - 11 : O halde yetimi perişan etme / daha da kötüleştirme isteyeni, soranı azarlama. Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy.
NECM 2 – 4 : Arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. O boş ve iğreti arzusundan da konuşmuyor. O’nun size söyledikleri ; İnen o ayet grupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
FURKAN 56 – 57 : Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik. De ki : “ Ben buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.
SEBE 46 : De ki : “ Ben size sadece bir tek Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınız Muhammed’de delilikten bir şey olmadığını, O’nun sadece şiddetli bir azabın önünde sizi sakındıracak bir uyarıcı olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum. 47 : De ki : Benim sizden istediğim ücret ; İşte o sizin içindir. Sizin Allah’a yaklaşmanızdır. Benim ecrim ancak Allah’a aittir. Ve O her şeye şahittir. 50 : De ki : “ Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve eğer kılavuzlandığım doğru yolu bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz O, en iyi işitendir, çok yakın olandır.
ŞURA 23 : İşte bu Allah’ın iman eden, düzeltmeye yönelik işler yapan kullarına müjdelediği şeydir. De ki : “ Ben bu tebliğime karşı sizden yakınlıkta sevgiden başka hiç bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.
Rabbimiz hiç bir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla Peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Elçilerin herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiç bir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak, bütün işlerini terk etmekte, adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte, inanmayan yakınlarıyla dahi ilişkilerinin kopmasını göze almakta, üstüne üstlük de pek çok işkenceye ve saldırıya da katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla Peygamberimizin de elçilik görevinden tek beklentisi, Allah’ın O’na vereceği ödül, insanların doğru yolu bulmaları ve Allah’a yaklaştıran sevgi olacaktır.
Peygamberimize karşı tavır alan ve en ağır hakaretlerde bulunup bütün gücü ile mücadele eden muktedirler takımının içinde başı, peygamberimizin amcası, aynı zamanda iki kızını oğulları ile evlendirmiş olduğu dünürü olan Ebu Leheb ve karısı ile daha çok ön plana çıkmış olan Ebu Cehil çekmektedir. Çünkü Ku’an mesajı ile onlara, Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, tevhide dönün, ( Allah’ı birleyin ) O'na ortaklar ve aracılar koşmayın, putlarınızı terk edin, malınızı paranızı yoksullarla paylaşın, köleleri azat edin, onlar da sizin eşitiniz olan insanlardır, denilmektedir.
Allah, diğer taraftan parça parça indirdiği ayetlerle de peygamberimize karşı gelen, engellemek isteyen, hakaret eden, baskı yapan, toplumdan dışlayan müşriklere, Ebu leheb, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Velid Bin Mugire ve yandaşlarının girişimlerinin etkisiz kılınması için, kıyamet, mahşer ve cehennem sahneleri ile uyarılar yapar.
TEKVİR 1 : Güneş katlanıp dürüldüğünde 2 : Yıldızlar söndürüldüğünde 3 : Dağlar yürütüldüğünde 4 : Menfaatler ve en iyi gelir kaynakları işe yaramaz olduklarında 5 : Canlılar özelliklerini yitirdiklerinde 6 : Denizler kaynatıldığında 7 : İnsanlar amellerine göre gruplandırıldığında 8 : İnim inim inletilip “ Hangi günahtan dolayı diri diri toprağa gömüldükleri “ sorulduğunda 10 : Amel defterleri açılıp yayınlandığında 11 : Gök sıyrılıp açıldığında 12 : Cehennem kızıştırıldığında 13 – 14 : Ve cennet yaklaştırıldığında herkes ne hazırladığını anlar.
KARİAH 4 : O gün insanlar darmadağın kelebekler gibi olurlar. 5 : Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur.
KIYAMET 3 : O insan kendisinin kemiklerini asla bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor ? 4 : Evet Biz onun parmak uçlarını tüm organlarını düzenlemeye gücü yetenleriz 6 : Soruyor : “ Kıyamet günü ne zamanmış ? 7 – 10 : İşte göz şimşek gibi çaktığı, ay tutulduğu ve güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan “ Kaçacak yer neresi ? “ der.
Bu ayetlerle Rabbimiz, insanın hangi sebeplerle Ahiret ve kıyameti yalanlama gayretine düştüğünü açıklamaktadır. Ve hesap gününün mutlaka geleceğine de pek çok ayetle değinmektedir. Mekke müşrikleri dünyanın sonunun geleceğine, öldükten sonra dirilmeye ve Ahiret hayatına inanmamaktadırlar. Kur’anla bildirilen dünya hayatını düzenleyici kurallar, onların hoşuna gitmemektedir. Çünkü bu kurallar insanın dünya hayatına kısıtlamalar getirmekte, insanların haram helal demeden, zevkusefa içinde, işine geldiği gibi yaşamasına engeller ve sınırlar koymaktadır. Bundan dolayı da inançsız insanlar din tarafından konulan bu ilkelerin kendi dünyevi yaşantısına yön vermesini istememektedirler. ( Ahiretim Ne Olacak , Kıyamet ve Hayatın Sonu başlıklı yazılarımızda bu konuda geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Peygamberimizin karşı karşıya kaldığı baskılar, zaman zaman içine düştüğü sıkıntılar karşısında, Rabbimiz, O’nun Allah katında çok itibarlı olduğunu belirtir, Tebbet, İnşirah, Kevser surelerinin ayetleri ile teselli ederek, moral vererek O’na destek olur.
TEBBET 1 – 5 : Ebu Leheb’in iki eli kurudu. / iki gücü yok oldu. Kendisi de yok oldu. Malı ve kazandığı şeyler kendisine yarar sağlamadı. Yakında o ve boynunda liften bir ip odun taşıyıcısı olarak karısı, alevli ateşe atılacaklar.
Bu Surenin 1. ayeti birçok tefsir ve mealde beddua anlamı verilerek " Ebu Leheb'in iki eli kurusun " diye çevrilmiştir. Halbuki Allah, Kendisinden daha üstün bir güç ve başka ilâh olmadığı için dua da, beddua da etmez, iyi yada kötü bir istekte bulunmaz. Tebbet sözcüğünün kalıp anlamı " kurudu, yok oldu, helâk oldu " demektir. Burada beddua manasıyla alınıp, gerekeni yapmaktan acizmiş gibi Allah'ın beddua ettiğini düşünmek anlamlı ve doğru bir yaklaşım olamaz. Aksi halde Allah, bunları kimden isteyecektir ? O her şeyi Kendisi yapar. Dua ve beddua sözcüklerinin Allah için kullanılması akıl ve mantık dışıdır. İmanla bağdaşmaz. Bu Surede, günümüze zerreleri bile ulaşmayan Ebu Leheb gibilerin sembolize edilerek, sadece o günler için değil, Ebu Leheb gibilerin her zaman var olacağı, onlar gibi olanların da aynı akıbete uğrayacakları vurgulanmaktadır. Bu Sure aynı zamanda geleceğe yönelik verdiği bir haberle de ayrı bir mucize sergilemektedir. Çünkü bir süre sonra Ebu Leheb'in sonunun nasıl olduğu o dönemin birçok insanı tarafından bizzat gözleriyle görülmüştür. Cümlelerdeki bildirimler geçmiş zaman kipiyle özellikle anlatılanların kesinlikle, mutlaka gerçekleşeceği kastedilerek beyan edilmektedir. Bu anlatım tarzı Kur'anda birçok ayette de dili geçmiş zaman kalıbı ile uygulanmaktadır. Biz yine de Peygamberimizin hayatında ve mücadelesinde engelleyici olarak önemli bir yer tutan Ebu Leheb'i kısaca tanımaya çalışalım.
Ayette Ebu Leheb diye sembolik olarak tanıtılan şahıs, Kureyş kabilesinin eşrafından ve peygamberimizin dedesi, Abdülmuttalib’in on oğlundan biridir. Ebu Leheb’in asıl adı da Abdüluzza ( Uzza tanrısının kulu ) dır. Peygamberimizin hem öz amcası, hem komşusu ve hem de iki kızını onun oğullarına verdiği dünürüdür. Tarihi kayıtlar Ebu Leheb’in son derece zengin, iri cüsseli, kırmızı suratlı, çabuk hiddetlenen birisi olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda da Mekke müşriklerinin taptığı Uzza tapınağının sahibi olup, oraya getirilen bütün hediyelerle zengin olmaktadır. Hayatının sonuna kadar hep İslam’a karşı savaşmış, her zaman müşriklerin / şirk koşanların başında veya yanında yer almıştır. Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil’dir. Peygamberimizin Safa tepesindeki ilk tebliğine “ Helak olası, kahrolası bizi bunun için mi buraya topladın “ diye bağırarak onu taşlayıp ve ayağından yaralayan ilk reddiyeci kişi, Ebu Leheb olmuştur. Peygamberimize karşı olan düşmanlığını sözlü ve fiili tacizlerle her platformda sürdürmüş, O’nu bir gölge gibi takip etmiş, etkisiz hale getirebilmek için her yolu denemiştir. “ Bu benim yeğenim mecnundur, ona kulak asmayın “ diyerek herkesi etkilemeye çalışmıştır. Bu arada karısı da boş durmamış, peygamberimizin oturduğu sokağa ve evinin etrafına dikenler sererek ve dedikodular yaparak kocasına destek olmuştur. Bu vesile ile boynundaki gerdanlığı bile satarak, bu uğurda peygamberimize yapılacak kötülüklerin ödülü olarak harcamıştır.
Böyle bir karşılığın ve engellemenin en yakın akrabaları tarafından yapılması, peygamberimizi çok üzüyordu. Çünkü bu durum O’nun başarısını da olumsuz etkiliyordu. Amcasının kendisine verdiği zarar, başkalarının verdiği zarardan kat ve kat fazlaydı. Bazıları “ Kendi amcasının inanmadığına biz neden inanalım “ diyorlardı. Bu Sure böyle bir ortamda peygamberimizi teselli etmek, desteklemek, ona moral vermek ve güç katmak için indirilmiş ve Ebu Leheb gibilerin eninde sonunda kökünün ve sahip olduklarının kuruyarak, kaybolarak yok olacakları ve ardından da Allah katında azapla dolu akıbetleri bildirilmiştir. Kur’anda adlarını açıkça andığı, helâklerini ve ebedi lanete sürüklendiklerini haber verdiği kişiler, yalnızca Ebu Leheb ve karısıdır. Doğum yılı bilinmeyen Ebu Leheb, 624 yılında Mekke’de “ Kara kızıl “ denilen veba hastalığına yakalanmış, yedi gün içinde ölmüştür. Hastalığın bulaşıcı olmasından dolayı cesedine oğulları dahil kimse yaklaşamamış, ölüsü üç gün ortada kalmış, kokmuş ve çürümüş olarak bir fare ölüsü gibi uzun sırıklarla bir çukura itilip kapatılmış, kendisine herhangi bir defin merasimi de yapılamamıştır. Bugün yattığı yerin üzerinde yüzyıllardır insanların hacetlerini giderdiği umumi tuvalet bulunmaktadır. Peygamberimizi teselli eden ve morallendirerek ona güç katan surelerden biri de İnşirah suresidir.
İNŞİRAH 1 – 8 : Biz senin için senin göğsünü açmadık mı ? Senden ağır yükünü indirmedik mi ? ki o senin belini çatırdatmıştı. Senin şanını da senin için yüceltmedik mi ? Demek ki zorluğun yanında kesinlikle bir kolaylık var. O halde boş kalır kalmaz / bir işi bitirince hemen yeni bir şeye başla. Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt.
Bu ayet ile ilgili olarak düz bir mantıkla yorumlanıp, pek çok yanlış saçma sapan rivayet uydurulmuştur. Meleklere Peygamberimizin çocukluk, gençlik ve peygamberlik döneminde göğsü açılarak kalp ameliyatları yaptırılmış, suyla yıkattırılarak kalp temizliği sağlanmıştır. Ayette göğsün açılıp genişletilmesi, aslında göğüs ve kalp ferahlığıdır. Ruhsal sıkıntılardan kurtulmasıdır. Beli büken ağır yük, toplumun gösterdiği tepki, eşi Hatice validemizin, amcası Ebu Talib’in ölümü ve himayesiz kalmasıdır. Aslında “ Sana göğüs ve kalp ferahlığı, ruhsal sevinç, şevk, bilgi ve tahammül genişliği vermedik mi ? Senin ismini, şanını, rütbeni, itibarını, onurunu seni memnun etmek için yüceltmedik mi ? Sen sıradan bir kul iken sana Allah’ın elçisi, peygamber, Hatemun Nebiyyin rütbelerini vermedik mi ? Böylece seni toplumda yüksek rütbeli, yüksek itibarlı, çok onurlu bir duruma getirmedik mi ? denilerek iltifat edilmektedir. Sonuç olarak da Allah’ın koyduğu hükümlere samimiyetle bağlı olanlar için mutlaka bir kolaylık yaratacağı, bakmasını bilen her insan, Allah’ın kendisi için yarattığı kolaylığı görebilir ve hiç bir zaman zorluklar karşısında gevşeklik göstermez denilmekte, bu gerçeğin görülmesi de ancak Allah’a sığınmak, tek dostun Allah olduğuna inanmakla mümkün olabileceği dile getirilmektedir.
KEVSER 1 – 3 : Şüphesiz Biz sana kevseri / bol nimet verdik. Öyleyse Rabbin için salat et / mali yönden ve zihinsel açıdan destek ol, toplumu aydınlatmaya çalış ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle. Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın, yaptıkları işe yaramayanın ta kendisidir.
Peygamberimiz daha ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Bunların yanı sıra üçüncü oğlu İbrahim’in de küçük yaşta vefat etmesiyle, artık soyunu devam ettiremeyeceği yönündeki alaycı hafif görmeler, onun üzüntüsünü son derece arttırmıştır. İşte bu Sûrenin iniş sebebi de yine peygamberimizi desteklemek, ona metanet kazandırmak ve onu ilerideki görevlerine daha güçlü sarılma ile hazırlamaktır. ( Kevser Suresi ve Kurban başlıklı yazımızda geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Zaman ilerledikçe Allah’ın ayetlerini inkâr eden, kendi düzenlerinin bozulacağından, çıkarlarının, kazançlarının yok olacağından endişelenen müşrikler, zulüm ve işkencelerini, baskılarını, tehditlerini, arttırmaya başlarlar. Peygamberimize, inananlara ambargo uygulayıp onları toplumdan tecrit ederler. Alışveriş yapmazlar, alışveriş yapmalarını engellerler. Ele geçirdikleri kimsesiz müminlere akla gelmeyecek işkenceler yaparlar. Bu zulme dayanamayan bir kısım Müslüman, Habeşistan’a göç etmek zorunda kalır. Mekke’de 12 yıl süren peygamberimizin çilelerle, sıkıntılarla üzüntülerle dolu bu büyük mücadelesine, azmine, sabrına ve çabalarına rağmen, inananların sayısı ancak yüzü geçmeyecek kadar az sayıdadır. Bu arada Hamza, Ömer, Osman gibi Mekke’nin saygın kişileri müminlerin arasına katılmıştır. Ama buna rağmen Müslümanlık yeterince güçlenememiştir. Üstelik müşrikler, zulümlerinde ve saldırılarında maddi ve sosyal güçlerini kullanarak daha da ileri gitmişler, iyice azmış ve hatta artık peygamberimizi bile öldürme kararına varmışlardır. Bu zaman içerisinde peygamberimiz, önce dedesi Abdülmuttalib’i, sonra hamisi ve onu koruyup kollayan ve sahip çıkan amcası Ebu Talib’i kaybetmiş, iyice yalnız ve korumasız kalmıştır. Ardından zevcesi ve eşi Hatice’yi kaybetmiş, üzüntüler, sıkıntılar içerisine girmiştir. Üstelik de ne kadar malı, mülkü ve zenginliği varsa, ambargolara direnebilmek için müminler için harcamış, maddi açıdan da tükenmiştir. İşte tam bu sıkıntılı koşullarda, daha önce peygamberimizi ve Kur’anı dinleyerek, Allah’ın inayeti ile vesile kıldığı Medine’li Evs ve Hazrec kabilelerinin inanmış müminlerinin daveti üzerine, Mekke’den Medine’ye hicret etmeye karar verir. Milattan sonra 622 yılında yapılan bu hicret, aynı zamanda yeni bir dönemin ve Hicri takvimin de başlangıcı olacaktır.
Bu geçen zaman içerisinde Mekke’de peygamberimize yaklaşık 4800 ayet vahyedilmiştir. Bu ayetlerle, daha önceki dönemlerde yaşamış peygamberlerin hayatlarından kıssalarla örnekler verilerek yol gösterilmiş, Bu kıssalarla örneğin ; Yunus gibi balığın arkadaşı olma, sabırsızlıkla öfkeni kontrol edemeyip görevini terk etme, Haniflerin ilki İbrahim gibi tevhidin kalesi ol ateşini söndürme, Davut gibi çok güçlü ve sürekli Allah’a yönelen ol, Süleyman’ın saltanatı gibi güçlü saltanatların bile bir küçücük kurtun kemirmesiyle yok olabileceğini bil, Salihin devesi gibi salatı ikame et, Musa’nın asasını tuttuğu gibi sana verilen hükümlere sıkı sıkıya sarıl, çekeceğin sıkıntılarda Eyyüb’ün sabrını örnek al gibi öğütlerle olgunlaştırılmıştır. Hak Din, tevhit ilkeleri, kanun, düstur ve kurallar, din günü, ibadet, kulluk, salat, zekât, nefislerin temizlenmesi, iman etmek, salihatı işlemek, hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek, küfür, gibi pek çok konu ile cinn, şeytan, melek, cennet, cehennem, ruh, takva, hesap günü, kıyamet, secde, rükû gibi pek çok kavram öğretilmiş, çok çeşitli konulardaki öğütler aktarılmıştır. Müminlerin vasıfları tanıtılmıştır.
RAD 30 : İşte böyle, seni onlar Rahman’a inanmazlarken, sana vahyettiklerimizi onlara okuyasın diye, kendilerinden önce nice ümmetler / önderli toplumlar gelip geçmiş olan bir ümmet içinde elçi yaptık. De ki : Rahman benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben yalnızca O’na işin sonucunu havale ettim. Dönüşüm de yalnızca O’nadır.”
ENBİYA 2 -3 : Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü, ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler. “ Bu sizin gibi insandan başka bir şey midir ? Görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz ?
ENBİYA 6 – 8 : Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler. Ve Biz senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri elçi yaptık. Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi.
FURKAN 20 : Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik.
ENAM 8 : Ve onlar “ Bu peygambere bir melek indirilseydi ya dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra kendilerine göz bile açtırılmazdı.
İSRA 94 : Ve insanlara yol gösteren Kur’an gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “ Allah bir beşeri mi elçi gönderdi ? “ demeleri engel oldu.
MÜMİNUN 72 – 73 : Yoksa sen onlardan bir vergi mi istiyorsun ? Oysa Rabbinin vergisi daha hayırlıdır. Ve Rabbin rızık verenlerin en hayırlısıdır. Ve şüphesiz sen kesinlikle doğru yoldasın. Onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.
TAHA 130 : Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de Rabbinin övgüsü ile birlikte Allah’ı tanıt / Noksanlıklardan uzak olduğunu öğret. Salat et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da Allah’ı tesbih et.
ANKEBUT 50 : Ve onlar “ O’na Rabbinden mucize indirilmeli değil miydi ? dediler. De ki : “ Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım.
İSRA 90 – 93 : Ve bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, onların aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın, yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin, yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin, ancak bunu öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız “ dediler. Sen de ki : Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben beşer bir elçiden başka bir şey değilim.
ANKEBUT 51 : Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi ? Bunda inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
YUNUS 96 – 97 : Şüphesiz şu aleyhlerinde Rabbinin kelimesi hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler.
RAD 38 : Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve nesil / çocuklar verdik. Hiç bir peygamber için Allah’ın izni olmadan herhangi bir alâmet – gösterge / mucize getirmek de yoktur. Her süre sonu için bir yazı vardır.
NAHL 37 : Sen onların doğru yolda olmaları için hırs göstersen de, artık Allah, saptırdığı kimseyi / dilemeyen kimseyi doğru yola kılavuzlamaz.
YUSUF 103 – 104 : Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman edici değillerdir. Ve sen buna karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur’an alemlere sadece bir öğüttür.
ENBİYA 45 : De ki : “ Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum “ Uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıya kulak vermezler.
ENBİYA 36 : Ve şu kâfirler / Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek inkâr edenler seni gördükleri zaman seni sadece alaya alıyorlar. Halbuki onlar Rahman’ın anılmasını, öğüdünü, Kitabı, Kur’anı bilerek reddedenlerin ta kendileridir.
Medine’de inananların sayısı hızla artmaya başlar. Bu artışın kendilerini de olumsuz etkileyeceğini, düzenlerinin yine bozulabileceğini düşünen Mekke müşrikleri bu gelişmelerden rahatsız olurlar. Ebu Cehil'in önderliğinde büyük bir ordu hazırlayarak Medine’deki bu gelişmeye son verip, Muhammed ( a.s. ) ı ortadan kaldırmak isterler. Önce Bedir su kuyularının yanında yapılan karşılaşmada Ebu Cehil, Muaz bin Afra tarafından öldürülür, Müslümanlar büyük bir zafer kazanır. Bir süre sonra bu yenilgiyi hazmedemeyerek tekrar bir ordu hazırlayıp gelen Mekke müşrikleriyle yine Uhud dağı eteklerinde karşılaşılır. Fakat bu kez yeterince hazırlanamayıp gaflet içinde kalan Müslümanlar, yenilgi yaşar, İslam'ın önde gelen savunucularından ve Peygamberin amcası olan Hamza ve kırka yakın Müslüman şehit olur. Bu zaferin ardından güçlenen, umutlanan ve daha büyük bir sayıda savaşçı ile gelen Müşrik ordusunun Medine’yi kuşatmasıyla Hendek savaşı adı ile müşriklerle, inananlar üç kez karşı karşıya gelmiş olurlar. Allah'ın inayeti ve destekleriyle müşrik ordusu kuşatmada başarılı olamaz ve büyük bir hezimete uğrayarak, kayıplarla Mekke'ye geri döner. Bu savaşlar esnasında da Allah’ın savaş ayetlerini indirerek peygamberimize nasıl yardım ettiğini, destek olduğunu ayetlerle de görmekteyiz.
HACC 39 : Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları, sırf “ Rabbimiz Allah’tır “ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.
BAKARA 190 : Ve sizinle savaşan kimselerle Allah yolunda savaşın / ölün öldürün ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah sınırı aşanları sevmez.
ŞURA 40 : Ve bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah’a aittir.
MAİDE 8 : Ey iman etmiş kişiler ! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, adaletli olmak, Allah’ın koruması altına girmeye daha yakındır. Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
AHZAB 56 : Şüphesiz Allah ve melekler / doğadaki güçleri, indirdiği Kur’an ayetleri peygambere salat ediyorlar. / Destekliyorlar, yardım ediyorlar, arka çıkıyorlar. Ey iman etmiş kimseler ! Siz de peygambere salat edin. / Destek olun, O’na yardım edin, arka çıkın ve O’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın.
Ahzab : Hizibler, gruplar demektir. Bu ayet müşriklerin büyük bir ordu ile Medine’yi kuşatmaları üzerine, sahabelerden İranlı Selman Farisi’nin önerisiyle Medine’nin bütün çevresinin hendeklerle çevrilerek savaşın savunmaya dönüştürülmesi, Medine içerisindeki bazı hizip gruplarının savaşa katılmak ve Peygamberimizin yanında olmak istememeleri üzerine indirilmiştir. Fakat illaki salat = namaz = dua anlayışı sonucu dar bir kalıba sokulmak istendiğinden, bu ayetteki ifadeler, tarihi süreç içerisinde yozlaştırılmış asıl anlatılmak istenilenden çok farklı bir anlama ve uygulamaya oturtulmuştur. Şöyle ki : Rivayet olunduğuna göre O’na “ Ey Allah’ın resulü ! Aziz ve Celil olan Allah’ın, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salat ederler buyruğu hakkında ne dersin ? diye sorulmuş. Peygamber ( s.a. ) şöyle buyurmuştur : “ Bu örtülüp gizli tutulmuş ilimdendir. Şayet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu size haber vermezdim. Yüce Allah, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir Müslüman’ın yanında anılıp da o bana salat getirecek olursa, mutlaka o iki melek, “ Allah sana mağfiret buyursun “ derler. Yüce Allah ve melekleri de o iki meleğe “ amin “ diye cevap verirler. Bu uydurma rivayete dayanılarak ya ihanetten ya da cehaletten, ne acıdır ki bu güne kadar Müslümanların “ Salavat’ı “ bir tekerleme şekline sokan anlayış egemen olmuş, ardına da peygamberimize atfedilerek daha pek çok salavat rivayetleri ve hadisler eklenmiştir. Cennete girmek bile salavat getirme tekerlemesine endekslenmiştir. Bu anlayış ve uygulamanın yarattığı tutarsızlık ve yanlışlık ise Kur’an ayetiyle test edilip, düşünülüp bir türlü sorgulanamamış ve gerçek anlamına kavuşturulamamıştır.
Ayetteki “ Siz de peygambere salat edin “ cümlesi “ Allahümme salli ala Muhammed “ deyin ve ona salavat edin şeklinde yorumlanmış, gerçek anlamı ise hiç sorgulanmamıştır. Camilerde her namazın ardından müminler, müezzin tarafından “ Ala Resulüne salavat “ denilerek tekerlemeye davet edilir, onlar da ne dediklerini bilmeden bu davete icabet ederler. Aslında Yüce Rabbimiz, bu ayette müminlere, Ben ve Meleklerim peygambere destek oluyoruz, Onu koruyup kolluyoruz, O’na arka çıkıp yardım ediyoruz, siz de O’na destek olun, arka çıkın, yardım edin, bu savaş anında O’nun güvenliğini tam olarak sağlayın, Onu yalnız bırakmayın diye emretmektedir. Bir eylem, bir tavır ve bir görev yüklemektedir. İşte bu görevin farkında olunmadan sadece kuru lafla ( Allahümme salli ala Muhammed ) diyerek salavat getirenlerin içine düştükleri durum, amiyane tabiriyle “ Yok ben almayım, Resulüne Sen yardım et “ demekten başka bir şey değildir. Allah’ın da müminlere yüklediği görevin bilincinde olamamaktadırlar. Elbette ki Peygamberimiz zamanındaki sahabe bu ayetin sonucunda, onca saldırıya, tehdide, zulme karşı oturup “ Allah ümme salli ala Muhammed “ diyerek lafla değil, olması gerektiği gibi peygamberlerini koruyup kollamış, güvenliğini sağlamış, cansiperane O’na arka çıkmış, yardım etmiş, destek olmuş, Allah’ın bu emrini layıkıyla ve canıyla yerine getirmiştir.
Buna rağmen bu yanlış “ salavat “ anlayışında ısrarcı olanlar Allah’ın ve meleklerin peygambere salat etmesini de kendilerine göre kılıf uydurup, çelişkili ifadelerle ve kabullerle yorumlamaya çalışmışlardır. Eğer ayette sözü edilen Allah’ın salatı, bir destek, yardım değil de, dua, namaz, ya da tekerleme ise, Allah peygamberi için dua ile namaz kılma ile, ya da tekerleme ile kimden, niçin ve nasıl istekte bulunacaktır. Haşa Allah’tan başka bir güç mü vardır. Yoksa Allah bir salavat korosu kurmuş da bizleri de bu koroya katılmaya mı davet etmektedir. İnsanların her gün onlarca defa anlamını bilmeden sadece ağızdan lafla getirdikleri salavatın kime ne faydası olacaktır ? Yüce Rabbimiz Peygamberlik makamına getirdiği Resulüne merhamet edecekse, bize yalvartmasına gerek var mıdır? Salatı destek değil de illaki namazdır, duadır diye ısrarcı olan ve siz bu kadar ulemadan daha iyi mi bileceksiniz diyen mealcilerin çoğu, bu sorulara kılıf hazırlamaya çalışmışlar “ Salatın Allah’a nispet edildiğinde kullarına rahmet ettiği,” kullara nispet edildiğinde de dua anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Bu çelişkili kabullenme, bu meseleyi karmaşık hale getirmenin yanı sıra, kendilerini kurtarmaya da yaramamıştır. Çünkü Bakara Sûresinin 157. ayeti bu çelişkiyi bizzat yüzlerine çarpmaktadır. ” İşte böyleleri üzerine Rablerinden salavat / destekler, yardımlar ve bir rahmet vardır. “ Denilerek bu ayette Allah, rahmet ve salavatın aynı şeyler olmadığını göstermektedir. ( Kur’anda Salat Namaz mıdır ? başlıklı yazımızda salat konusunda geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Medine’deki Hendek Kuşatması, Allah’ın destekleri ve inayeti ile müşriklerin hezimetiyle sonuçlanmıştır. Günlerce süren kuşatmadan sonra bıkkın yorgun ve yılgın düşen müşriklerin üzerine yağmaya başlayan, toz bulutu, göz gözü görmeyen şiddetli yağmur, fırtına ve boran onları tamamen tüketmiş ve darmadağın etmiştir. Bu artık Mekke müşriklerinin bitişi olmuş ve ardından kısa bir süre sonra da Müslümanların hazırladıkları ordu ile hiç çatışma olmadan Mekke’nin fethi gerçekleşmiştir. Müşrikler ortadan kaldırılmış, hak gelmiş batıl yok olmuştur. Kâbe’deki putlar yıkılmıştır, Allah’ın evinde tevhit anlayışı egemen olmuş, tekrar tevhidin okulu olma yapısına kavuşturulmuş, Allah’ın zaferi gerçekleşmiştir.
NASR 1 – 3 : Allah’ın yardımı ve fethi geldiği ve sen insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, hemen Rabbinin övgüsüyle beraber her türlü noksanlıklardan Kendisini arındır. / Hamd et ve O’ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O ezelden beri tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir.
Bu savaşların ardından İslamiyet hızla güç kazanmış, Medine’de İslam Devleti ortaya çıkmıştır. Bunun ardından Peygamberimize, artık toplum kurallarını, aile hukukunu, sosyal yaşayışı, güzel ahlâkı, kişi hak ve sorumluluklarını düzenleyen ayetler vahyedilmeye başlanmıştır.
FETİH 1 – 2 : Biz sana apaçık bir zafer verdik. Ki Allah geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru yola iletsin.
AHZAB 40 : Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak O, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah her şeyi en iyi bilendir.
TEVBE 128 : Andolsun içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir.
MUHAMMED 2 : Ve iman eden, düzeltmeye yönelik işler yapan ve Rabbleri tarafından bir gerçek olarak Muhammed’e indirilene inanan kimseler ; Allah onların kötülüklerini örttü ve durumlarını düzeltti.
ALİ İMRAN 144 : Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz ? Kim eski dinine dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.
MUHAMMED 33 : Ey iman etmiş kimseler ! Allah’a itaat edin, Elçi’ye itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.
AHZAB 21 : Andolsun ki Allah elçisinde sizin ; Allah’ı ve son günü uman ve Allah’ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.
ENAM 38 : Ve yeryüzünde hiçbir irili ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi noksan / yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaktır.
MAİDE 3 : Bugün kâfirler dininizi yok etmekten vazgeçtiler. / Ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın. Benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.
Peygamberimiz, Mekke fethinin ardından gelen yıl içerisinde bu sefer Mekke’ye Hacc Yapmak üzere gelmiştir. Hayatında Mümin olarak sadece bir defa Kur'anın Hacc farızasını yerine getirmiştir. Peygamberimizin bu haccına veda haccı denir. Bu Hacc dönüşünün ardından kısa bir süre sonra, geçirdiği bir beyin rahatsızlığı sonucunda 632 yılında dünya hayatına veda etmiştir. Peygamberimize, nübüvveti süresince vahyedilen toplam 6234 ayetle, önce Peygamberimize sonra da bütün insanlığa, kıyamet gününe kadar ayakta duracak olan, kulluk terbiyesi öğretilmiştir. Herkes şahit olmuştur ki, Resulullah canını dişine takarak elçilik görevini layıkıyla yerine getirmiş, Risaletini başarıyla tamamlamıştır. Kur'anın 6234 ayeti, O'nun rehberi ve hayatı olmuştur.
Peygamberimiz de bir insandı bir beşerdi. Peygamber olmadan önce O da günah işlemişti. O da hataya düşmüştü. Ama Allah’ın elçisi olarak O, Kur’anın ahlâkı ile taçlandırıldı, fazileti nuru ile aydınlatıldı. Kur’an ayetlerinin rehberliğinde örnek bir baba, örnek bir aile reisi, örnek bir arkadaş, örnek bir Devlet Başkanı ve yaşayan Kur'an olmuştur. Allah’ın son elçisi olarak, Allah ile kulları arasında aracılık, elçilik mevkisi O’nunla beraber son bulmuştur. Bozuk ve adaletsiz bir düzene karşı, O kıyama / ayağa kalkmıştır, yeryüzünde insanların tanık olabileceği en büyük devrimi O gerçekleştirmiştir. Bozulmuş yok olmuş Tevhidi tekrar hayata O kazandırmıştır. Kâbe’de putları O kırmış, şirki O ortadan kaldırmıştır. Binlerce yıldır yaşanan belli günlere sıkıştırılan tapınak dinleri yapısındaki ibadeti, sokağa, dünyanın her köşesine ve halkın arasına indirerek sürekliliği olan bir yapıya O kavuşturmuştur. Ancak İslam alemi Onun ardından 1400 yıldır kafalardaki putları kıramadı. Bugün yine Ondan önceki zamanın yanlışları içindedir. Bu defa ağızdan “ Müslüman’ım elhamdülillah “ deyip günde 40 defa Salavat getirenlerin kafasında, Mekkeliler gibi Allah’ın kızlarının taştan, odundan heykelleri yoktur, ancak putlaştırılmış, Allah’a ortak edilmiş, tapılan, ululaştırılan, şefaat umulan, ulaşamayacaklarını düşündükleri Allah’a kendilerini yaklaştırsın diye aracı ve ortak olması istenen Muhammed peygamber vardır. Adına Kutlu doğum haftaları, Mevlit kandili adıyla doğum gününü bırakın, doğum yılı bile kesin olmadığı halde günler oluşturulmuş ve bu günlerde Kâinatın Efendisi makamına çıkartılmış, abartılı sevgi ve methiyelerle oluşturulan selalarla ve getirilen salavatlarla, Senedena, Mevlana, Seyyidel evveline vel ahirine denilerek Allah'ın hükmüne ve sıfatlarına ortak edilmiş, cübbesi, sakalı eşyaları putlaştırılıp, öpülmeye çalışılan Muhammed peygamber vardır. ( Sela Nedir Niçin Verilir ? başlıklı yazımızda geniş bilgi bulabilirsiniz. ) Çünkü Peygamberimizin bize yegâne emaneti olan Kitabımız Kur’anın, bu yapılanları onaylayıp onaylamadığı sorgulanmamaktadır. Kur'an anlaşılmak üzere okunmadığından, Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde " Ve Allah'ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizlerdir de. " denilerek yapılan şiddetli uyarıdan tabii ki haberdar olunamamaktadır.
Üstelik Peygamberimizin bize yegâne emaneti olan Kur’an, bugün terk edilmiş durumdadır. Furkan Sûresinin 30. ayetine göre de, hesap gününde zaten " Benim toplumum şüphesiz bu Kur'anı mahcur / terk edilmiş bir şey eyledi " diye Peygamberimizin şikâyet edeceği de temsili olarak bildirilmektedir. Acaba Peygamberimizin şikâyeti sadece bu mu olacaktır ? Kur'anın içerisinde nelerin olduğunu bilmediğimiz için, Ulemanın da Kur'anı yeterli görmeyip uydurma hadislerle, rivayetlerle dini kendilerine göre tamamlamaya çalıştıklarından dolayı da Biz Müslümanlar ne yaptık ? Allah'ın bize bir beşer, arkadaş ve Kur'anın ahlâkı ile tanıttığı sade ve mütevazi peygamberi, abarttığımız sevgimizle öylesine ululaştırdık ki, ayaklarını yerden kestik, sanki Allah sadece göklerdeymiş gibi miraçla göklere Allah'ın katına çıkardık. Habiballah dedik Allah'a sevgili, Mevlana dedik koruyup kollayanımız yaptık, şefaat edecek diyerek hesap gününde Allah'ın hükmüne ortak ettik, Kâinatın efendisi, sahibi diyerek Allah'ın sıfatlarını O'na aktardık, yüzü suyu hürmetine Allah'a Kâinatı yarattırdık. Evvelin ve ahirin sahibi ve yaratıcısı yaptık, Peygamberimizin de asla tolerans göstermediği şirkin batağına gırtlağımıza kadar saplandık.
Sonuç olarak : İslam'ın temeli olan Tevhit inancının Kur'an ile tebliğcisi ve Allah'ın Hatemun Nebiyyin dediği son elçisi Peygamberimizi, sevdiğimizi, saydığımızı, O'nun izinden gittiğimizi sanıyoruz. Allah denince hiç bir tepkide bulunmadığımız halde, peygamberimizin ismi anılınca elimizi kalbimizin üzerine koyuyoruz. Kur'anın Tevhit öğretisine aykırı mıdır ? Değil midir ? sorgulamasını yapmadan Kâinatın Efendisi, Nebiler Nebisi diyerek küfre ve şirke girdiğimizin bile farkında olamıyoruz. Aklımıza geldikçe onun için salavat getiriyoruz, ama yanlışlığını ve anlamını bilmiyoruz. Peygamberimizin sakalını ve kıyafetlerini kutsallaştırarak sünnet adı altında yaşamımızın bir parçası haline getiriyoruz. Peygamberimizi asıl tanımamız gereken güzel hasletlerini ve ahlakını bilmekten ve yaşamaktan da çok uzağız. Bundan dolayı artık Müslüman toplumu olarak aklımızı başımızı toplayalım, biz ne yapıyoruz diye bir soralım, kendimize gelelim. Peygamber sevgimiz, O’na olan imanımız sadece lafta ve şekilde kalmasın. Peygamber sevgimiz şirkin pisliği ile kirlenmesin. Yanlış bilgi ve davranışlarla böyle sürüp gitmesin. O’nu Allah’ın ayetleri ile, Türkçe mealiyle okuyarak Kur’andan tanımaya çalışalım. Sevgimizin ölçüsünü kaçırarak bilinçsizce, O’nu Allah’ın yanına koyarak, aracı yaparak, şirk batağına saplanmaktan vazgeçerek kendimizi ve Ahiretimizi koruyalım. Sadece lafla O’na Salavat getirmenin O’nu sevmek, yardım etmek olmadığını, O’nun bize emanet ettiği Kur’ana böyle lafla sahip çıkılamayacağını bilelim. Ahzab Sûresinin 56. ayeti ile gerçekte Rabbimizin O’na nasıl yardım ettiğini ve bizim de O’na nasıl yardım etmemiz gerektiğini, salavatın asıl anlamının ne olduğunu, Kur’anı kendi anlayacağımız dilden okuyarak gerçeği öğrenmeye çalışalım. Sevgimizin ölçüsünü kaçırarak, zamanlı zamansız cami minarelerinde okunan selalarda, Habiballah, Senedena, Mevlâna, Seyyidina evveline vel ahirine denilerek, bilinçsizce O’nu Allah’ın yanına koyarak şirk batağına saplanmaktan vazgeçelim. İnsanları Allah'la ve abartılmış peygamber sevgisiyle aldatmaktan vazgeçelim. Hadis ve rivayet adı altında üzerine atılan iftiralardan O’nu Kur’an gerçeği ile arındıralım. Risaleti boyunca Kur'an ahlâkından ve bağlılığından ayrılmayan Peygamberimizin, bu mümtaz Resulün, kıyafetini, sarığını, cübbesini değil, ahlâkını, kişiliğini, karakterini içselleştirmeye çalışalım. Din adına önümüze konulanları mutlaka Kur'an ile sorgulayalım, aklımızı kullanalım. Peygamberin izinden gitmenin, onu sevmenin, saymanın yolunun ancak O'nun bize yegâne emaneti olan Kur'anı anlayarak okumak olduğunu unutmayalım. Allah'ın rahmeti, selamı ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR