Kur’anı ve dinimizin tarihini merak ederek anlayarak okumadığından, Allah’ı, Peygamberini ve İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuş sahabeleri yeterince tanımaktan uzak olan ve Müslüman’ım elhamdülillah diyen insanlarımıza Ali kimdir diye soracak olursak, çok az bir orandaki kişiden yeterli bir cevap alınabilmesinin dışında, büyük çoğunlukla yeterli ve doğru bir cevabın alınamadığı gibi, ehlibeyt inancıyla Peygamberdir diyenler de azımsanmayacak kadar çok olacaktır.
Alevi Bektaşiliğinde yiğitlerin şahı denilen Ali b. Talib, 598 yılında Mekke'de doğmuştur, Kureyş kabilesine mensuptur. Peygamberimizin küçüklüğünde yetim kaldığında gözeteni, koruyup kollayanı olup, ölünceye kadar arkasında duran amcası Ebu Talib’in oğlu, Peygamberimizin de yeğenidir, annesinin adı da Fatıma'dır. Peygamberimiz Hatice validemiz ile evlenip ticaretle uğraşmaya başladıktan sonra ekonomik durumu iyileşince, amcası Ebu Talib’in de ekonomik durumu iyi olmadığından, bir vefa borcu olarak O’ da Ali’ye bakmak, onu gözetmek, kollamak ve yetiştirmek için yanına almış ve ailesinin içerisine katmıştır. Daha sonra da kızı Fatma ile evlendirmiş ve damat edinmiştir. Bu evlilikten Peygamberimizin de torunları olan Hasan ve Hüseyin dünyaya gelmiştir.
Biz bu yazımızda aslında son peygamber Muhammed ( a.s. ) ile birlikte İslam’ın Arabistan yarımadasında ortaya çıkmasında, yayılmasında güçlenmesinde çok büyük özverilerle katkıda bulunan, hayatını hiçe sayan, fakat üzerine ve ailesine çok büyük iftiraların atıldığı, yakıştırma ve haksızlıkların yapıldığı, buna rağmen Kur’anın ve İslam’ın en büyük hizmetkârlarından biri olan, Ebu Bekir ( 632 – 634 ) Ömer ( 634 – 644 ) ve Osman’dan ( 644 – 656 ) sonra dört yıl, dokuz ay süre 656 – 661 yılları arasında dördüncü halife olarak görev yapan, Peygamberimizin konuşan Kur’an diye övdüğü, benim ailemdendir, velimdir ( koruyup kollayanım, dostum, yakınım, kardeşim ) diyerek sahip çıktığı Ali’yi, O’nun sevgisi, bağlılığı ile etrafında toplanan Müslümanların oluşturduğu Şiilik Mezhebini tanımaya ve anlamaya çalışacağız. Ali sözcüğünün anlamı " yüce " dir. Adının anlamındaki yücelik, düşünceleri, yaşamı, felsefesi, hayattaki özverisi ile O'nun özel olduğunun da göstergesidir. Alevi / Anadolu Bektaşileri, onda İlâhi / Tanrısal özellikler olduğuna inanırlar. " ALİ " sözcüğünün Allah'ın doksan dokuz adından biri olmasından dolayı da Aleviler " Ali " adını aynı zamanda bu anlamda da kullanmaktadırlar. Ali'ye duyulan sevgi ve bağlılık, Alevi / Bektaşi yolunun özüdür, temelidir. Ama bunun yanı sıra bu sevgi farklı nedenlere dayandırılsa da diğer İslami gruplarda da vardır.
Ali bin Talib, Ehli Sünnet kaynaklarında Peygamberimizin İslam’a davetini kabul eden ilk erkektir denilmekte ise de, babası Ebu Talib ve Haşim oğulları ailesinden çekinmesinden dolayı, topluma karşı herhangi bir açıklama yapmamış olduğundan, onun yerine Müslüman olduğunu açıklayan ilk erkeğin Ebu Bekir olduğu söylenir. En büyük sahabelerden ve Peygamberimizin her zaman yanında olan Ali’nin Haydar, Murteza ( Allah’ın rızasını kazanmış ) Emirü’l Müminin ( kendisinden razı olunan ) Esedü’llahi’l Galip ( Allah’ın her zaman galip gelen kuvvetli aslanı ) gibi lakapları vardır. Ali, Peygamberimizin bütün savaşlarında yanında ve ön planda olmuştur. Peygamber, Mekke’den Medine’ye bir gece yarısı hicret etmek üzere yola çıkarken, Kendisini öldürmek için gelen müşrikleri şaşırtmak amacıyla O’na evini emanet etmiş, Ali bin Talib korkusuzca müşriklerin gelmesini beklemiş ve onları oyalamıştır. Bedir savaşında Münebbih bin Haccac’a ait olup ganimet olarak alınan ve iki ucu çatallı olan Zülfikâr adındaki kılıç, Uhud savaşında gösterdiği üstün kahramanlık ve fedakârlığın karşılığı olarak kendisine Peygamber tarafından hediye edilmiştir. Peygamberimiz, Tebük seferine çıkarken Ali’yi Medine’de yerine vekil bırakmış, bazen kumandanlık, bazen sancaktarlık, bazen kadılık, bazen de zekât toplama amirliği ile görevlendirmiştir. Halifeliği döneminde Ümeyye oğulları sülalesinin bütün yıkıcı muhalefetine rağmen İslami ilkelere uygun adil bir yönetim sergilemiş ve İslam toplumunun büyük sevgisini kazanmıştır. İslam toplumunda ilk bilimsel çalışmalar Onun halifeliği döneminde başlamıştır. Bu amaçla da bilim bakanlığı kurduğu belirtilmektedir. ( Anton Jozef Dıerl, Anadolu Aleviliği sa. 94. ) Zamanında yeni hukuki düzenlemelerin yapıldığı, el kesme uygulamasının da yasaklandığı da belirtilmektedir. ( Anton Jozef Dıerl, age, sa. 119. ) Halifeliği döneminde İslam ordularının Türkistan'daki harekâtını durdurması ve Horasanı tahliye ettirmesi nedenleriyle Türklerin de kendisine büyük bir sevgi duyduğu belirtilmektedir. ( Gibb, Orta Asya'da Arap Fütuhatı, Çev. M. Hakkı, sa. 14 )
O zamanın Mekke’sinde bir çok ailenin yanı sıra aslında aynı soydan gelen Haşim oğulları ve Ümeyye oğulları olmak üzere iki büyük aile vardır ve uzun yıllardır da bu iki aile arasında gücü ve siyaseti ele geçirmek için ekonomik ve siyasal çekişmelerle yarış bulunmaktadır. Bu yarış ve çekişmeler de Peygamberimizin vefatından sonra ilerleyen zamanlarda, en sonunda Müslümanlar arasında bölünmelerle kan dökmeye kadar gitmiş ve savaşlara dönüşmüştür. Bugün de hala Orta Doğuda Sünni Selefi ve Ehlibeyt savaşlarının, çekişmelerinin temelinde bu iki aile mücadelesinin yarışması yatmaktadır. Peygamberimiz ve ailesi, Ali bin Talib ve ailesi, Haşim oğulları ailesinin mensubudurlar. Peygamberimizin vefatının ardından, iki yıl Ebu Bekir ve on yıl Ömer’in arka arkaya Halifelik döneminde, yeni kurulmuş olan İslam devletinin toprakları genişlemiş, bilhassa Halife Ömer zamanında adalete, hakka ve hukuka dayalı olarak yerleşmiş güzel bir devlet düzeni oluşturulmuştur. Ömer’in şehit edilmesinden sonra, Ümeyye oğullarına mensup olmasına rağmen, şura kararı ile Peygamberimizin damadı, adeta koynunda yılan beslediği ve İslam'ın birlikteliğine en büyük zararı vermiş olan Osman'ın üçüncü Halife olarak seçilmesiyle birlikte bu iki aile arasındaki gücü ele geçirme mücadelesi tekrar hortlamıştır. Ümeyye oğulları ailesinin ileri gelenlerinin baskı ve istekleri karşısında dirayetsiz, yumuşak huylu bir kişilik gösteren Osman, önemli görevlere ve valiliklere çoğunlukla kendi ailesinden olan Ümeyye oğullarına mensup kişileri getirmiş, bunun ardından da onun zamanında Ümeyye oğulları böylece büyük bir ekonomik ve silahlı güçle söz sahibi olmaya başlamıştır. Bunun için de zulmün, kıyımın, kayırmanın, ayrımcılığın had safhada yoğunlaştığı bu dönemde, halifeliğinin on ikinci yılında Osman, haksız ve pasif uygulamalarından, hazırlattığı Kur'anın Osman Mushafında gerekli hassasiyeti göstermediği inancıyla rahatsız olan bir grup isyancı tarafından, Kur'anın katili diye de hitap edilerek evinde öldürülür. Hatta cenaze namazı bile kılınmaz. Bu olayın ardından da Müslümanlar arasında büyük çekişmeler, ayrılıklar, cepheleşmeler ve çalkantılar yaşanır. Osman’ın devlet yönetimi şurasında bulunan son iki yaşlı sahabe Talha ve Zübeyir’in onaylamamalarına rağmen, çoğunlukta olan sevenlerinin dayatmalarının sonucunda Ali bin Talib dördüncü Halife olur.
Fakat Halife Ali bin Talib, anlatıldığına göre Ömer gibi siyasi davranamaz, kabileler arasında Peygamberimiz gibi bir denge kuramaz. Osman'ın yaptığı kayırma hatasını aynen o da yapar, bütün görevli ve yetkili konumda olan Ümeyye oğullarını azlederek yerlerine Haşimoğulları ailesinden olanları görevlendirir. Biat etmeyenler de kılıç zorlamalarıyla biat ettirilir. Bundan dolayı Ümeyye oğulları ailesinin büyük çoğunluğu kaçarak kendisine biat etmez. Ümeyye oğulları mensubu olan, büyük bir silahlı ve ekonomik güce sahip bulunan Şam Valisi Muaviye de, Osman’ın katilleri bulununcaya kadar bahanesi ile Ali bin Talib'in halifeliğini kabul etmeyeceğini bildirir. Aslında amacı Halife Ali'ye rahatlık vermemektir. Ali güçlü ve huzurlu bir yönetim oluşturursa, kendisinin de saltanatının sona ereceğini bilmektedir. Bunun yanı sıra Ümeyye oğullarının nifak sokması, kışkırtması, silah ve para yardımı güvencesi vermesi sonucunda, Peygamberimizin Mekke’de yaşayan dul eşi Ayşe validemiz de Halife Ali’ye biat etmez. En yaşlı sahabelerden olan Talha ve Zübeyir de önce Ali'ye biat ettikleri halde sonradan vazgeçerek Ayşe validemize katılırlar. Ortaya çıkan bu bölünmeler, güç ve siyaset çıkarları sonucunda Müslümanlar arasında Cemel / deve ve Sıffin savaşları olur. Sahabeler, Müslümanlar birbirlerini, kardeş kardeşi öldürmeye başlar. Cemel’de on üç bin, Sıffin’de uzun zaman süren çatışmalarda ise doksan bin Müslüman hayatını kaybeder. Böylece saldırıların ve çatışmaların hiç eksik olmadığı Ali bin Talib’in halifelik dönemi, iç çekişmelerin yoğun olduğu, Müslümanlar arasında ilk çatışma ve savaşların yaşandığı, ilk bölünmelerin ortaya çıktığı bir dönem özelliği göstermiş, İslam toplumu üzerinde tedavisi olamayacak kadar derin yaralar açmıştır.
Halifeliğinin ilk yılında yaşanan Cemel / deve vakası savaşında, Peygamberimizin hayatı boyunca aslında baş düşmanı ve Ona yapılan her türlü nifakın, saldırının ve kışkırtmanın içinde olan Ümeyye oğulları sülalesinin desteklediği ve sağladığı ordu ile Ayşe validemiz Basra'ya doğru yürür. Basra Valisinin sakalı tıraş edilip aşağılanarak Halife Ali bin Talib'e gönderilir. Bunun üzerine ordusunu hazırlayan Halife Ali ile karşı karşıya gelirler. Eskiden beri Ali bin Talib'e karşı pek yakınlık duymayan, duygularına yenik düşerek Ümeyye oğulları ailesinin kışkırtmasına alet olup neden olduğundan, gereksiz ve yanlış olan bu kardeş savaşında, ordusunu deve üzerinde yönetmeye çalışan Ayşe validemiz savaşı kaybeder. Bu olaya aynı zamanda “ Deve / Cemel vak’ası " denir. Halife Ali, esir düşen Peygamberimizin eşi olmasından dolayı, Ayşe validemize misafir muamelesi gösterir, onu bağışlar, güvenlik içerisinde tekrar Mekke’ye dönmesini sağlar. Bu olayın ardından Halife Ali, Şia dışındaki bütün sahabelere saldıracak, Ebu Bekir'in, Ömer’in ve yakınlarının, onun Halifeliğini engelledikleri, Talha ve Zübeyir’in O’na karşı savaştıkları için haindirler denilmesinin endişesi, korkusu yaşanmaya başlar. Bunun üzerine Ehli Sünnet ekol tarafındaki yakınlara, sahabelere saldırılmasını engellemek amacıyla “ Aşere i Mübeşşere / Cennetle müjdelenen on sahabe " rivayeti kurgulanmış ve uydurulmuştur.
Ortaya çıkan bu kaos ve kargaşadan sonra, karşı tarafın da kendilerine saldırılarda bulunabileceği endişesi ile de, Halife Ali’nin taraftarlarının daha çok yoğun olmasından dolayı, güvenlik gereği olarak devlet merkezi, Medine’den Küfe’ye taşınmıştır. Daha sonra da Ali’nin halifeliğine biat etmeyen, Ümeyye oğulları soyunun ileri gelenlerinden Ebu Süfyan'ın oğlu olan Şam valisi Muaviye ile Halife Ali’nin ordusu arasında bugünkü Suriye topraklarında bulunan Sıffin bölgesinde yapılan savaşta, İslam tarihinde ilk defa Muaviye’nin askerlerince mızrakların ucuna Kur’an sayfalarının takılarak çıkılması hilesi yapılınca, Halife Ali’nin askerleri savaşmayı bırakmışlar, Ali'nin zaferini engellemişlerdir. 657 yılındaki bu olayın ardından tayin edilen hakemlerce de ayrılıklara çözüm sağlanamayınca, Halife Ali’nin taraftarları Küfe merkezli ( Şiiler ) ( Şia ), Muaviye’nin taraftarları Şam merkezli ( Emeviler ) ve bu her iki tarafı da onaylamayan ( Hariciler ) olmak üzere Müslümanlar üç gruba ayrılmışlardır. Kur’anda bir çok ayette bölünmeyin, gruplara ayrılmayın ve özellikle Ali İmran Sûresinin 105 – 107. ayetlerinde “ Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ayrılığa düşen kimseler gibi de olmayın. İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere “ siz inandıktan sonra yeniden kâfir mi oldunuz ? Öyleyse küfretmenizden dolayı tadın cezayı “ denilerek yapılan uyarılara rağmen, Müslümanların kendi hırs ve çıkarları, Allah’ın ayetlerini geri planda bırakmıştır. Tarihte ilk defa böylece içtihat, yorum farkı bahane ve savunmalarıyla Müslümanların bölünmelerinin, mezhepleşmelerinin yolu açılmıştır. Bunun sonucunda da elbette ki, Allah'ın uyarıları tecelli etmekte, bin iki yüz yıldır da çekişmeler, sürtüşmeler, öldürme ve savaşlarla da Müslümanların iki yakaları bir araya gelememektedir.
Hariciler, İslam dünyasında Müslümanlar arasındaki bu ayrılıklara, bölünmelere ve bütün bunların sonucunda ortaya çıkan karışıklıklara Ali, Muaviye ve Sıffin savaşında Muaviye’ye akıl veren Ümeyye oğulları ailesinden Mısır valisi Amr bin As’ın neden olduğunu ileri sürerek üçüne de suikast düzenlemiş, Muaviye ve Amr bin As bu suikastlardan kurtulurken, Halife Ali ise kurtulamamış ve 661 yılında şehit edilmiştir. Bunun ardından ilk dört halife dönemi kapanmış, Muaviye’nin kurduğu Emevi Devleti bölgede egemen olmuş, Saltanat ile şura seçimleri ve yönetimi ortadan kaldırılmış, babadan oğla geçen bir halifelik anlayışı ile yönetimler dönemi başlamıştır, Yezid'in Peygamberimizin torunu Hüseyin ve yanındakileri Kerbela'da hunharca katletmesi üzerine gerçek İslamiyet doğduğu topraklara gömülmüştür.
İşte bu çalkantılar ve çatışmalar döneminde Halife Ali’nin yanında yer alanlara “ taraftar / Ali yanlısı “ anlamına gelmek üzere Alevi denilmiştir. Bu söz aynı zamanda Ali'yi seven, O'na bağlı olan veya O'nun soyundan gelen kimse anlamına da gelmektedir. Alevilik, sadece bir siyasallıktan öte inanç temelli ve bu inançtan güç alan bir siyasallıktır. Tarihsel süreçte ise bu sözcüğün yerini “ Şii “ sözcüğü almış, Alevilik yerine de " Şia " denilmeye başlanmıştır. Bilindiği gibi Türklerin büyük çoğunluğu başlangıçta İslam'ın içerisindeki sünni oluşuma muhalif kanat olan Şii / Alevi inancını tercih etmiştir, özellikle göçebe halk yığınları Türkmenler arasında taraftar bulmuştur. Türklerin İslamlaşmasıyla birlikte, Ali yandaşlığını da Şia'dan farklı olarak, Türk kültür ve inancının ağır bastığı, kendilerine özgü bir biçime büründürmüşler, 13. yüzyılda da Anadolu'da Hacı Bektaş Veli tarafından sistemleştirilmiş bir inanç ve kültür iklimine dönüştürmüşlerdir. Ortadoğuda ilk dönemdeki Şiilere “ Şiayı ula “ denir. Halife Ali’nin ölümünün ve ardından geçen zamanlar içerisinde artan Emevi zulümleri sonucu Ali’nin oğulları Hasan’ın, daha sonra da Hüseyin ve ailesinin, yakınlarının Kerbela çölünde, günlerce aç ve susuz bırakılıp, kadın, çocuk demeden hunharca katledilerek şehit edilmesiyle ise, Şii’lik yeni bir boyut kazanmıştır. Müslümanlar kemikleşmiş, kan davasına dönüşmüş, Ehli Sünnet ve Ehlibeyt yanlısı olan Şia olmak üzere iki ayrı ana mezhebe ayrılmışlardır. Hiç kimse, " Onlar içtihat ve yorum farkından dolayı çatıştılar. Haklı olan taraftakiler iki, hatalı tarafta olanlar bir sevap ile Allah yolunda savaşarak her iki taraf da sevap kazandılar. " yalanı ile sahabeleri aklamaya, Müslümanları aldatmaya çalışmasın. Böyle saçma bir şey olabilir mi ? Buradaki haklılık neye göre ve kime göredir ? Lafla Ehli Sünnet, Peygamber'in sünneti deniliyor ya ! ama ardından da bir kere bu bölünmelerle Peygamberin Kur'anın emirlerine bağlı olarak kurduğu Şura ile yönetim belirleme ve karar alma yöntemi yıkılmıştır. Bir tarafta babadan oğla geçen halifelik, diğer tarafta imamlık yolları ile İktidarın, saltanatın, yönetim gücünün ele geçirilmesi arzusunun, hırsının egemen olması sonucunda, Allah’ın ayetlerinin inkârı ile küfür ve şirk kapısı bir kere aralanmıştır. Daha sonraki ilerleyen zamanlarda da her iki mezhebin temel fikirlerini esas alan bir çok fırkalar, Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler ortaya çıkmıştır. Kur'anın İslam'ı ve Tevhit inancı, temelinde iki ailenin mücadelesine teslim edilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. Unutulmamalıdır ki her Müslümanım diyen mümin değildir. Çünkü aralarında gerçek müminler vardır, münafıklar / iki yüzlüler vardır, müşrikler / ortak koşanlar vardır. İslam'da asıl olan ise dosdoğru yol bilgisi ile iman ederek mümin olabilmektir. Bu nedenle de Kur'anımızda bir çok ayette " Ey iman edenler " diye hitap edilir, hiç bir ayette de ey Müslümanlar denilmez.
Şia, Arapça’da “ ş y a “ kökünden gelen, misafiri uğurlamak, peşinden gitmek, bir kimsenin taraftarı olmak, yardımcısı olmak, ayrılmak, fırkalaşmak gibi anlamları olan bir sözcüktür. Kur’anda da bu sözcük değişik ayetlerde fırka, bölük, taraftar gibi anlamlarda yer almıştır. Sözlük anlamı olarak ise “ taraftar, yardımcı “ anlamları ön plana çıkmış, Literatürde ise, Peygamberin vefatından sonra Ali’yi Halifeliğe en layık kişi olarak gören ve O’nu ilk meşru Halife kabul eden, Ali’nin vefatından sonra da Halifeliğe Ali evladının ve soyunun getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Bu inançlar içerisinde olanlara da “ Şii “ denir. Böylece Şia, Şiiliği müdafaa etmek, Şii olmak, dil ile bir önderi ( imamı ) veli olarak kabul ederek, halisane dini bağlarla bağlı olanlar demektir. Şiiler, Ali ve soyundan gelen imamların Muhammed ( a.s. ) ın dini ve manevi varisleri olduklarına, dini, manevi, ahlâki, siyasi ve idari anlamda imamların onun temsilcileri olması gerektiğine, bu nedenle ümmetin imamları örnek alması ve önder olarak kabul etmesi gerektiğine inanırlar. Onlara göre böylece aynen Peygamberimizdeki İslam'ı yaşama şeklinin imamlarda da devam ettiğinden, genel olarak bütün hayat ve inanç meziyetleri veraset yoluyla Ali ve soyuna intikal etmektedir denilmektedir. ( Eş Şeybi es Sıla Tasavvuf ve Şia ) ( Süleyman Uludağ Şiilikte Tasavvuf ) Bazı müfessirler Şiiliğin, Peygamberimiz zamanında zaten var olduğunu ve şekillenmeye başladığını, Peygamberimizin vefatından sonra da bir mezhep olarak ortaya çıktığını, Ebu Zer el Gıfari, Selman el Farisi ve Ammar bin Yasir gibi sahabelerin de ilk Şiiler olduğunu iddia ederler.
Ehli Sünnet ekolünde olduğu gibi, Şiilikte de birçok kol bulunmaktadır. İmam Ali’nin torunu olan ve Emevilerle girdiği bir çatışmada ölen Zeyd bin Ali ( Zeynel Abidin’e ) nispet edilen Zeydiyye, altıncı imam Cafer es Sadık’ın oğlu İsmail’in hak sahibi olduğunu iddia eden İsmailiyye / Batıniye, peşi sıra on iki imamın imamet görüşüne dayanan İmamiyye olmak üzere Şia’nın üç ana fırkası ön planda olmaktadır. Şiiliğin bütün kollarında çok etkin bir Esoterizm / Batınilik / Sadece üstat tarafından anlatılması gereken ve Ehil olmayanlardan bilgi ve sırların gizlenmesi disiplini bulunmaktadır. Çünkü imamlara ait olan velayet / cismani ve ruhani önderlik, sadece Ali ve soyundan gelenlere özgüdür. Bunun aksi ise Şia geleneğine ve inançlarına ters düşer. Zaman içerisinde dünyanın dört bir yanına yayılmanın sonucunda Karmatiler, Fatımiler, İşrakiler, Rifailer, Bedeviyeler, Bektaşiler, Kızılbaşlar, Zehebiyeler, Hurufiler gibi Şiiliğin, Sünniliğin, Tasavvufun birbirine karıştığı birçok yan kollar da ortaya çıkmıştır. Sonradan ortaya çıkan bazı yan fırkalarda İmam Ali’nin peygamberliğine, hatta ilâhlığına kadar işi götürüp abartan, on iki imamdan her birini nebi / peygamber gibi görenler olmuştur. Bunlara da “ Gulatı Şia “ denir. Özellikle İmamiyye Şia’sına göre ise İmam Ali’nin ilk Halife olması gerektiği iddiası bulunmaktadır. Bu hakkın kendisinden zorla, cebir kullanarak alındığına, gasp edildiğine inanılır. Bu nedenle Ömer, Ebu Bekir, Muaviye, Ayşe, Amr bin As, Talha, Zübeyr gibi sahabeler Şiiler tarafından gasıp olarak nitelendirilirler. İmam Ali'nin, Peygamberimizden sonra ilk Halife olması gerektiği halde kendisinden bu hakkın gasp edildiğini iddia etmek, Şii’liğin özünü oluşturmaktadır. Ali bin Talib'in, Peygamberimiz tarafından bizzat imam, Halife olarak tayin edilmiş olduğu inancındadırlar. Temelde İmam Ali’nin nass ile ( kesin ve açık olarak ) tayinle imam olması gerektiği fikrinin etrafında şekillenen İmamet ( Halifelik ) konusu Şiilikte inanç esası olarak kabul edilmektedir. Bu konuda da Şii kaynaklarında “ Gadir i Hum, Kırtas / kâğıt “ gibi olaylar ve bazı Kur’an ayetleri kuvvetli delil olarak gösterilmektedir.
Gadir i Hum, Mekke ile Medine arasında bir yerdir. Şii kaynaklarında bu olay özetle şöyle anlatılmaktadır. “ Peygamberimizin kafileler halinde veda haccını yapmış olarak Mekke’den Medine’ye doğru dönerken, yolda “ Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O’nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. “ mealindeki Maide Sûresinin 67. ayeti nazil olmuş ve bu esnada Hacc kafilesi de Cuhfe yakınlarındaki Gadir i Hum denilen yere gelmiştir. Burası bir çok yöne yolların ayrıldığı bir yerdir. Üstelik de kervanların konaklamasına elverişli de değildir. Buna rağmen Peygamberimiz, hemen ashabını toplar, daha önce farklı yöne ayrılmış olanlara da geri dönmeleri için haber gönderir, kafilenin geri kalanların da yetişmesi için bir süre beklenilir. Burada Peygamber, kızgın güneş altında Müslümanlara hitaben “ Men kuntu Mevlâhu fehu ve Aliyyun Mevlâhu “ ( Ben kimin koruyup kollayanı, dostu, velisi isem, Ali de onun koruyup kollayanı, dostu, velisidir. ) der. Ali’nin imametini ilan eder. “ ( Kuleyni el usül minel Kafi I. 289, Abdül Kadir Gölpınarlı İslam Mezhepleri ve Şiilik 40. ) Yine Kuleyni el Kafi I. 289. Rivayetine göre Maide Sûresinin 67. ayetinin nüzul sebebi olarak Maide Sûresinin 55. ayetinde “ Sizin veliniz / yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınınız sadece Allah’tır, Onun elçisidir, bir de Allah’ı birleyerek salatı ikame eden, zekâtı veren iman etmiş kimselerdir. “ denilerek Ali bin Ebi Talip’in velayeti ayetle de bildirilmiş olmaktadır. Buna rağmen, Peygamberin ümmeti, Ali’nin velayetini kabul etmez ve dinden çıkar endişesiyle bu gizlenmiştir “ denilmektedir. Yine Şii iddialarına göre bu ayetlerle ve Gadir i Hum mevkiinde Peygamberin Ali’nin imametini açıkça ilan etmesinin ardından da Maide Sûresinin 3. ayeti ile “ Bugün sizin dininizi, kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim. “ ifadelerinin yer almasından dolayı “ Dinin tamamlandığının “ bildirilmesi de Ali’nin imameti olmaktadır denilmektedir.
Gadir i Hum konusu, Prof Dr. Mehmet Azimli’nin “ Siyer’i Doğru Okumak “ ana teması içerisinde yazdığı Hz. Ali adlı kitabında ise, daha da ayrıntılarına inilerek olay daha farklı ve gerçekçi ayrıntılarla anlatılmaktadır.
* Gadir i Hum, Şia’nın itikat noktasına kadar çıkardığı bir konu olup, Hz. Peygamberin " Benden sonra Veliniz Ali’dir " dediği ve bazı fırkalar tarafından da Peygamber olarak tayin edildiği inancının hakim kılındığı bir olay olarak kabul edilmektedir. Olayın aslında ve başlangıcında Peygamberimiz, Ali’yi zekât amiri olarak görevlendirir ve Yemen taraflarında bir yere, sahabelerle birlikte zekâtların toplanıp getirilmesi için gönderir. Orada Devlete ait olarak toplanacak zekâtlar ( mallar, silahlar, eşyalar, paralar köleler ve cariyeler ) Medine’ye getirilecektir. Zekâtların toplanması işleminden sonra Ali, kendi payı olarak düşündüğü cariyelerden birini kendi çadırına alır ve onunla birlikte olur. Sahabeler buna, “ Sen Peygamber’den izin almadan bunu nasıl yaparsın “ diye itiraz ederler, Peygambere şikâyet edeceklerini bildirirler ve aralarında tartışma çıkar. Bu tartışma ve gerginlik dönüş yolculuğu boyunca devam eder. Bunun üzerine Medine’ye yaklaştıklarında Ali, olayı Peygambere önce kendisi açıklamak üzere zekât mallarını sahabelere bırakarak kervandan ayrılıp Medine’ye gelir. O esnada sahabeler de geri kalan malları kendi aralarında paylaşırlar. Kafile Medine’ye gelince Ali sahabelere zekât mallarının nerede olduğunu sorar, onlar da kendi aralarında paylaştıklarını söylerler ve Peygamberin huzurunda tartışma tekrar alevlenir. Bunun üzerine Peygamber tartışmayı ve olayı daha fazla büyütmemek için kapatın bu konuyu diyerek olayın üzerine gitmez. Çünkü Peygamber yoğun bir çalışma ve hazırlıklar içerisindedir. Hacc mevsimi yaklaşmaktadır ve Peygamberimiz, nübüvvetinin süresince ilk defa Kur’anın emrettiği rükûnlarla Hacc farızasını yerine getirecektir. Fakat bu tartışma burada bitmez ve günlerce de devam eder. Kısa bir süre sonra da kafileler halinde hacca gidilir. Hacc esnasında da ve Hacc dönüşü yolda da bu konudaki tartışmalar ve dedikodular devam eder. Taa ki dönüş yolunda kafilelerin Gadir i Hum denilen bölgeye gelinceye kadar da tartışmanın sürmesinden dolayı, Peygamberimizin de sabrı taşar. Topladığı bütün sahabelerin önünde Ali’nin elinden tutarak “ Yeter artık bu benim ailemdendir, ehlibeytimdir, üzerine varıp durmayın, aslında onun orada alacağı hakkı daha da fazla idi, bu konuyu büyütmeyin artık “ dedikten sonra “ Ali benim velimdir “ der. Bu ifadeyi Şia ise “ Ali, benden sonra halife olacak “ diye anlar. Allah’tan gelmiş bir vahiy gibi Ali’nin, Peygamberimizden sonra Halife olması gerektiğinin en kuvvetli delili olarak gösterilerek hak gaspından söz etmeye başlarlar.
Şia kaynaklarında “ kırtas “ ( kâğıt ) olayı da Ali’nin ilk halife olması gerektiğine delil olarak gösterilmektedir. Peygamber vefatına yakın günlerde hasta yatarken “ Bana kâğıt kalem getirin, size bir yazı ( vasiyet ) yazdırayım ki benden sonra ihtilafa, sapıklığa düşmeyesiniz “ buyurmuşlardır. ( Buhari VII. 9 ) Peygamberimizin bu sözü üzerine hastalığının şiddetinden dolayı, orada bulunan Müslümanlar arasında kalem kâğıdın getirilip getirilmemesi konusunda görüş ayrılığı çıkar. Ömer, “ Allah’ın Kitabının ve Peygamberin sünnetinin Müslümanlara yeteceğini “ söyler. Peygamber de rahatsızlığından dolayı, gürültü ile yanında tartışılmasının doğru olmadığını söyler, çıkın dışarı der. Neticede Peygamberimiz vasiyet olarak hiç bir şey yazdırmamış olur. Peygamberimizin vefatının ardından da bu olaya istinaden Şia da “ Eğer Peygamber vasiyetini yazdırmış olsaydı, Ali’nin kendisinden sonra Müslümanların halifesi olduğunu yazdıracaktı “ diyerek bu olayı da Ali’nin imameti için delil gösterir. ( Muhammed es Sadıki Ali ve’l Hakimun 87. vd )
Prof. Dr. Mehmet Azimli de Siyer’i Doğru Okumak ana teması içerisinde yazdığı Hz. Ali adlı kitabında bu “ kırtas “ konusuna, daha net bir açıklama getirmektedir. * Vahiyler bitmiş, artık din de tamamlanmıştır. Peygamberimizin kâğıt isteyerek vasiyet yazdırma isteğinin olduğu “ kırtas “ olayı kayıtlara göre Perşembe günü olmuştur. Peygamberimiz ise bu olaydan dört gün sonra pazartesi günü vefat etmiştir. Bu dört gün içinde kendine geldiği, konuştuğu, namaz kıldığı, mescide gelip Ebu Bekir’in arkasında namaza durduğu zamanlar olmuştur. Eğer Şia’nın iddia ettiği gibi, Ömer’in o gün Peygamberimizin konuşmasını engelleme yaptığına inandıkları doğru olsaydı, o dört gün içinde Peygamberimiz mutlaka konuşur, benden sonra Ali halife olacak derdi. Ama böyle bir şey olmamıştır. “ demektedir. Şia’nın bu tutarsız iddiasına karşı, Ehli Sünnet tarafı da rivayetler uydurmuş, Peygamberimiz kâğıt kalem istemiştir, fakat halife olarak zaten Ebu Bekir’i yazacaktı demişlerdir. Bunların tamamı gerçekle ilgisi olmayan, fakat Peygamberimizin ağzından sonradan uydurma ile söylenen tutarsız siyasi konuşmalardır. Çünkü Peygamberimizin zamanında bütün önemli kararların şura ile oluşturulması geleneği yerleştirilmiştir. Kayıtlarda da Peygamberimizin vefatından sonra Halife seçiminin yine sahabeler ve Şura arasındaki tartışmalarla yapıldığı belirtilmektedir.
Kur’an siyasi konularda, evrensel nitelik taşıyan genel ilkelerin dışında herhangi bir belirlemede bulunmamıştır. Bu tür genel ilkeler de Kur’anda, Nisa Sûresinin 58. ayetinde, “ Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor “ ifadeleriyle görev ve yetkilerin ehil ve liyakat sahibi olanlara verilmesi, Şura Suresinin 38. ayetinde, “ İman etmiş ve sadece Rabblerine işin sonucunu havale eden kimseler için …. İşleri de kendi aralarında şura ile “ işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma “ …. Daha hayırlı ve daha kalıcıdır. “ ve Ali İmran Suresinin 159. ayetinde de, “ …. İşlerde onlarla müşavere et. İşin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar … “ ifadelerine yer verilerek danışma ve Şura ile hareket edilmesi, Nisa Sûresinin 59. ayetinde Allah’a, Peygambere ve Mümin emirlere itaat edilmesi, İsra Sûresinin 36. ayetinde de bilinmeyen şeylerin ardından gidilerek desteklenmemesi olarak dile getirilmektedir. Öte yandan bir kimseyi Peygamber olarak seçme yetkisinin Hacc Sûresinin 75. ayetinde, “ Allah, haberci ayetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür. “ denilerek yalnızca Allah’a ait olduğu bildirilmektedir. Kur’anda sırf peygamberlik için yaratılmış bir kavim veya sülaleden bahsedilmemekte ve Saffat Sûresinin 113. ayetinde “ İbrahim’e ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik, güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine haksızlık eden vardır. “ yine 133 – 136. ayetlerinde, “ Şüphesiz Lut da gönderilen elçilerdendir. Hani Biz onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın hariç ehlinin tamamını kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik. “ ifadeleriyle, Peygamberlerin zürriyetinden iyilerin de zalimlerin de bulunduğu, Tevbe Sûresinin 113. ayetinde “ Kendilerine cehennem ashabı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygambere ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. “ ifadeleriyle hiç kimseye kayırmanın ve ayrımcılığın yapılmayacağı bildirilmektedir. Kur’anın bu evrensel delillerinden anlıyoruz ki, Peygamberlik, Halifelik ve yöneticilik ile hükmetme makamları bir sülaleye imtiyaz değildir. Aslında Kur'an, bin dört yüz yıl öncesinden, demokrasinin, Cumhuriyetin temel ilkelerini hedef göstermektedir.
Evrensel ve Kıyamete kadar insanlık yaşamının düzenine hitap edecek olan Kur’anın bu tavrı ve Allah’ın emirleri ortada dururken, sırf Peygamber içlerinden çıktı diye Kureyş Kabilesine veya Arap soyuna her hangi bir üstünlük atfetmek mümkün olmadığı gibi, Haşim Oğullarına, Ümeyye Oğullarına, ya da Ali bin Talip’in Fatma’dan olan soyuna diğer insanlardan farklı olarak, seyit ve imamlık unvanları ile özel bir statü belirlenmesi de mümkün değildir. Üstelik de Peygamberin müminler arasındaki mevkiine işaret edilirken, Ahzab Sûresinin 53. ayetinde, “ Ey iman eden kimseler ! Peygamberin evlerine sadece yemeğe izin verilince girin …. O’nun hanımlarından bir kazanım istediğiniz zaman da perde arkasından odalarına girmeden isteyin….” İfadeleriyle ailesini teşkil eden kimseler olarak sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiç bir özel hükme yer verilmemektedir. Peygamber ve zevcelerinden ibaret olan aile halkına da Kur’anda Ahzab Sûresinin 33. ayetinde “ Ehlu’l Beyt “ denilmekte olduğundan bu tabir içerisine başkalarının alınmasına da imkan yoktur. Buna rağmen Şia, Peygamberimizin kızının ve Ali’nin soyundan gelenlerin tamamını “ Ehli Beyt “ kavramı içerisine alarak on iki imamın masum, günahsız kişiler olduğuna inanmaktadır. Buna paralel olarak da “ On kimse vardır ki, bunlar cennetliktir. Ben, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Saad Ebu Vakkas, Abdurrahman bin avf. “ uydurma “ Aşere i Mübeşşere “ denilen rivayetine göre Ehli Sünnet de kendi hükümleriyle belirlediği kişileri tamamen günahsız olarak peşin peşin Allah'ın yerine cennete yerleştirmektedir.
Halbuki Kur'anda Ahkaf Sûresinin 9. ayetinde, " De ki : “ Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben apaçık bir uyarıcıyım. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, Allah'ın bilgisinin dışında Peygamberimizin bile Ahiretteki durumundan bilgisi yoktur. Bu konuda Kur’anda bir çok ayetin ve özellikle Cin Sûresinin 18. ayetindeki, “ Ve şüphesiz ki mescitler Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. / kulluk etmeyin ) “ ifadeleriyle Allah’a boyun eğilip, secde edilen mekânlara, kutsallaştırılarak, ilâhlaştırılarak başka insanların isimlerinin konulmaması uyarılarına aykırı ve küfür olduğu halde, bugün Ehli Sünnet Camilerinde ön duvarda bu isimler asılı olarak dururken, Şia ibadethaneleri olan Cem evlerinde de on iki imamın isimleri ön duvarda asılı olarak bulundurulmaktadır. Sadece bununla kalınmayıp sahabenin tamamının ve Peygamberimizin ashabının tamamen günahsız olduğunu belirterek korumaya ve onları kutsallaştırmaya yönelik olarak, Peygamberimizin vefatından sonra onun ağzından pek çok rivayet uydurmuşlar, sahabelerin eleştirilmesini kâfirlikle nitelendirmişlerdir.
* Ashabıma sövmeyin * Ashabım konusunda Allah’tan korkun * Benden sonra onları taşlama hedefi yapmayın * Onları seven beni sevdiği için sevmiştir. * İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir. ( Buhari Şahadet 9. )
* Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayeti bulursunuz. ( Suyuti Feyzul Kadr 4. 76 )
* Ashabıma dil uzatmayın. Nefsim elinde olan Zat ı Zülcelal’e yemin olsun, sizden biri uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd’e hatta yarım müdd’e bedel olmaz. ( Müslim Fedailus Sahabe 221 )
Gibi örneklerini gördüğümüz rivayetler, ortaya çıkmış olan bölünmelerin sonucunda savunmaya yönelik, Kur’anın uyarılarına ve Peygamberimizin Kur’an ahlâkına bağlı mümtaz şahsiyetine uymayan tutarsız söylentilerdir. Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca da ( Yüce Kur’anın Çağdaş Tefsiri İst. 1988. IV. 134 ) eserinde “ Bu tür hadisler dört halife devrinden sonra çıkan bölünmeler yüzünden, her fırkanın kendi görüşüne ters gördüğü sahabelere karşı yönelttikleri hücumları önlemek amacıyla söylenmiş, sonraki devirlerin ürünleri olan sözler oldukları anlaşılmaktadır. Kur’anda Ashabın derecesine kimsenin ulaşamayacağına dair bir hüküm yoktur. İnsanın Allah katındaki derecesini yalnız Allah bilir “ demektedir.
Sonuç olarak elbette ki İslam’a çok büyük hizmetleri dokunmuş, canını vermiş, şehit olmuş, dürüstlüğü, ahlâkı ve Kur’an bağlılığı ile Müslümanlara örnek olmuş pek çok sahabe vardır. Fakat bir kısmı da bölünmenin, ayrılmanın tarafı ve destekleyici olmuş, birbirlerini öldürmüşlerdir. “ Onlar içtihat farkından dolayı Müslümanlar arasında giriştikleri savaşlarda, haklı tarafta iseler iki sevap, haksız tarafta iseler dahi yine bir sevap kazanmışlardır “ hadisi ile aklanmaya çalışılması ise çok saçma ve Kur’an ayetlerine tamamen ters düşen, sahabelerin tümünü kutsallaştırmaya yönelik uydurma bir hadistir. Bir kere Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan ve kan dökme ile savaşlara dönüşen, mezhepler oluşturan ayrılıklarda, Allah’ın pek çok ayetle bölünmeyin, ayrılmayın, gruplaşmayın kan dökmeyin, insan öldürmeyin, Allah'a ortak koşmayın diye uyardığı ayetlerin muhatabı olarak her iki taraftakiler de yanlışlar içerisinde olmalarından dolayı üzerlerindeki vebal çok büyük olacaktır. Bundan dolayı bugün Müslümanlar olarak Tarih boyunca yaşanmışlıkların ardından geldiğimiz noktada, Kur’an ayetlerinin uyarısına baktığımız zaman, Sahabe ve Tabiin toplumu kutsallaştırılacak, ilâhlaştırılacak ve örnek alınacak değil, ancak ibret alınacak bir toplumdur. Müslümanlar arasında vuku bulmuş bütün çatışmalar, savaşlar her iki taraf için de yanlış olan, Tarihten ibret almamızı gerektiren, kişilerin, soyların, hanedanların dünya menfaatleri için yarattıkları dünya malına aşırı hırsla gücü ve hakimiyeti ele geçirmek için oluşturdukları siyasi olaylardır. Geçen uzun yılların ardından artık bugün gelinen noktada ise, bir tarafta Ehli Sünnet mezhepler adı altında Peygamber ekseninde " Şefaat ya resulullah " diyen Emevi Arap kültürünü ve yaşam tarzını egemen kılan bir anlayışla oluşturulmuş ve uydurulmuş hadislerle yaşatılan dinler ile, diğer tarafta İmam Ali ismine atıfla Pirimiz, Şahımız " Yetiş ya Ali " diye çağırılarak on iki imam Ehli Beyt temelinde yaşanan Şia dinleri ile Kur'anın öğüt ve emirlerinin hiçe sayıldığı, İslam'dan kopmuş ritüellerle bölünmüş, parçalanmış dinler yaşanmaktadır.
Bu sonuç maalesef Ehli Sünnet ekolün büyük çoğunluğunun da peşinden gittiği, Hazret diyerek hitap ettiği, sahabe saydığı, fakat aslında Peygamberimiz ve Ali bin Talib karşısında kılıcıyla başarılı olamadığı halde, Kur'anı ve İslam'ı hayatın dışına iterek, dini Kur'andan kopararak Peygamber'den ve ailesinden intikam almaya yemin ile, Allah'a, Peygambere ve Kur'ana ihanet etmiş Muaviyenin eseridir. Ki o Muaviye ; Kur'an vahyinin ve Peygamberimizin hayatı boyunca karşısına dikilmiş olan müşrik ordusunun komutanı, Ümeyye oğulları ailesinin en önde gelen parasal ve güç kaynağı Ebu Süfyan'ın oğludur. Annesi ise Bedir savaşında bir oğlunu ve kardeşini kaybetmiş, intikam almaya yemin etmiş, Uhud savaşında Peygamberimizin amcası ve Müslümanların komutanı Hamza'yı bir Habeşli mel'una mızrakla öldürttüren, bununla yetinmeyip göğsünü yardırarak ciğerlerini çıkarttıran, ağzında çiğneyerek zafer çığlıkları atan, Hamza'nın cesedinden burnunu, kulaklarını kestirip, gözlerini çıkarttırarak ipe dizdirip müşrik dostlarına dağıtan ve Kur'anda da İsra Sûresinin 60. ayetinde " Şecerei mel'une " ifadesiyle lanetlenen soya mensup olanlardan Hint Hutbe denilen kadındır. Neticede Muaviye, oğlu Yezid ve ardından gelen soyu, saltanatlarını sürdürebilmek için Kur'anın Hakk Dini İslam'ı ortadan kaldırmayı başarmışlardır, akıllarınca Peygamberden intikamlarını almışlardır. Peki yaklaşık yüz yıl sonra üstelik de Ali bin Talib ve eşi Fatma soyunun torunlarının ve Şia'nın desteği ile Emevi zulmüne ve saltanatına son verilerek kurulan Abbasi Devleti zamanında hakka ve hukuka dönülmüş müdür ? Halife Ali soyunun hakkı teslim edilmiş midir ? Hayır. Maalesef bu sefer Haşim oğulları soyundan, üstelik de Peygamberimizin amcası Abbas'ın oğulları oldukları halde gücü ele geçirenler de dünya menfaatlerinin, siyasetin ve gücün esaretinden kurtulamamış, Kur'an ayetlerinin uyarıları görmemezlikten gelinerek, Emevi zulmünün temeli üzerine aynı zihniyetle bina inşa edilmeye devam edilmiştir.
Bugün de içinde bulunduğumuz dünya konjonktüründe bölünmüş, gruplaşmış, mezhepleşmiş, hizipleşmiş Müslümanlar, hala mezhep çatışmalarıyla kan dökmeye devam etmektedirler, birbirlerini aşağılamaya yok etmeye çalışmakta, emperyalist güçlerin sömürü ve emellerine alet olmaktadırlar. Biz elbette ki Peygamberimizin yeğeni ve yakını olmasından, İslam'a yaptığı katkılardan ve şahsiyetinden dolayı Ali bin Talib'i çok sever ve sayarız. O'nu Muaviye ile, Hüseyin'i de Yezid ile asla bir kefeye koyamayız. O'na, ailesine, evlatlarına, Ehlibeytine tarih boyunca yapılan haksızlıkları ve saldırıları asla onaylamayız. Fakat ortaya çıkmış ve Kur'anın onaylamadığı bölünmelerden dolayı her hangi bir tarafın taraftarı da olamayız. Çünkü bugün artık görülmüştür ki, gerek Ehli Sünnet ve gerekse de Ehlibeyt temelindeki iki mezhebe bağlı bir çok fırka ve cemaat bölünmeleriyle aslında Kur'anın İslam'ı yok edilmiştir. Bu bölünmelerden, hizipleşmelerden, ortaya çıkmış olan düşmanlıklardan kurtulmanın yegâne yolu, tekrar Kur’an ile Allah’a ve Tevhit'e yönelmek, Müslümanların birlik ve beraberliğini tesis etmektir. Şu iyi bilinmelidir ki Muaviyenin oluşturduğu saltanat ile Emevi dönemindeki Emevi melaneti / zulmü, İslam'a soktuğu fitneler ve zararlar deşifre edilmeden, bilinmeden Müslümanların iflah olması mümkün değildir. Hud Sûresinin 113. ayetinde " Ve Allah'ın ortağı olduğunu kabul ederek yanlış, kendi zararlarına iş yapan zalimlere / kimselere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunuverir. " ifadeleriyle yapılan uyarının ciddiyetinde veya farkında olmayan ve zalimlerin zulmünden söz etmeden göz yuman ve ortak olanlar, onların izinden gidenler, aynı zamanda Kur'anın tek düşman olarak belirlediği zalimlerdir. Onları da ayette gördüğümüz gibi Cehennem azabı beklemektedir. Çünkü hala zamanımızda dinci egemen güçlerin dayatmasıyla, Emevi Arap saltanatının hegemonyasındaki din, Ehli Sünnet diye aynen yaşanmaya devam edilmektedir. Bundan böyle bütün yöneticilerin, önderlerin, bütün hüküm verme makamında bulunanların, bütün Müslümanların yegâne rehberi anlaşılarak okunan Kur’an olmalıdır. Kur’an bilhassa anlaşılabilen ana dilinden okunmalı, öğütleri akıldan çıkarılmamalıdır. Barış, esenlik, huzur, Allah’ın selamı ve rahmeti hiç kuşkusuz, bölünmelerin içinde olmayan, bütün iman ettim deyip Kur’anı rehber edinebilenlerin, içselleştirip Kur'an ile yaşayanların üzerine olacaktır !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : Hakkı Yılmaz ( Tebyin ül Kur’an )
TDV Yayınları İslam Ansiklopedisi
Prof Dr. Hasan Onat ( Şiiliğin Doğuşu Meselesi Birinci Hicri Asır )
Prof Dr. Mehmet Azimli ( Siyer’i Doğru Okumak Hz. Ali )
Prof Dr. Süleyman Ateş ( Yüce Kur’anın Çağdaş Tefsiri İst. 1988 IV. 134 )
Prof Dr. Süleyman Uludağ ( Dört Kapı Kırk Eşik )
Mustafa Cemil Kılıç ( Yükselen Alevilik )
Nur’a Doğru Ayet ve Hadisler
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR