Konu Detay

HALİFE ALİ VE ŞİİLİĞİN DOĞUŞU

 11.12.2018
 1631

Kur’anı  ve  dinimizin  tarihini  merak  ederek  anlayarak  okumadığından,  Allah’ı, Peygamberini  ve  İslam’a  büyük  hizmetlerde  bulunmuş  sahabeleri  yeterince  tanımaktan  uzak  olan  ve  Müslüman’ım  elhamdülillah  diyen  insanlarımıza  Ali  kimdir  diye  soracak  olursak,  çok  az  bir  orandaki  kişiden  yeterli  bir  cevap  alınabilmesinin  dışında,  büyük  çoğunlukla  yeterli  ve  doğru  bir  cevabın  alınamadığı  gibi,  ehlibeyt  inancıyla  Peygamberdir  diyenler  de  azımsanmayacak  kadar  çok  olacaktır.

 Alevi  Bektaşiliğinde  yiğitlerin  şahı  denilen  Ali  b.  Talib,  598  yılında  Mekke'de  doğmuştur,  Kureyş  kabilesine  mensuptur.  Peygamberimizin  küçüklüğünde  yetim  kaldığında  gözeteni,  koruyup  kollayanı  olup,  ölünceye  kadar  arkasında  duran  amcası  Ebu  Talib’in  oğlu,  Peygamberimizin  de  yeğenidir,  annesinin  adı  da  Fatıma'dır.  Peygamberimiz  Hatice  validemiz  ile  evlenip  ticaretle  uğraşmaya  başladıktan  sonra  ekonomik  durumu  iyileşince,  amcası  Ebu  Talib’in  de  ekonomik  durumu  iyi  olmadığından,  bir  vefa  borcu  olarak  O’  da   Ali’ye  bakmak,  onu  gözetmek,  kollamak  ve  yetiştirmek  için  yanına  almış  ve  ailesinin  içerisine  katmıştır.  Daha  sonra  da  kızı  Fatma  ile  evlendirmiş  ve  damat  edinmiştir. Bu  evlilikten  Peygamberimizin  de  torunları  olan  Hasan  ve  Hüseyin  dünyaya  gelmiştir.

Biz  bu  yazımızda  aslında   son  peygamber  Muhammed  ( a.s. )  ile  birlikte  İslam’ın  Arabistan  yarımadasında  ortaya  çıkmasında,  yayılmasında  güçlenmesinde  çok  büyük  özverilerle   katkıda   bulunan,  hayatını  hiçe  sayan,  fakat  üzerine  ve  ailesine  çok  büyük  iftiraların  atıldığı,  yakıştırma  ve  haksızlıkların  yapıldığı,  buna  rağmen   Kur’anın  ve  İslam’ın  en  büyük  hizmetkârlarından  biri  olan,  Ebu  Bekir  ( 632 – 634 ) Ömer  ( 634 – 644 )  ve  Osman’dan ( 644 – 656 )  sonra  dört  yıl,  dokuz  ay  süre  656 – 661  yılları  arasında  dördüncü  halife  olarak  görev  yapan,  Peygamberimizin  konuşan  Kur’an  diye  övdüğü,  benim   ailemdendir,  velimdir ( koruyup  kollayanım,  dostum,  yakınım,  kardeşim )  diyerek  sahip  çıktığı   Ali’yi,  O’nun  sevgisi,  bağlılığı  ile  etrafında   toplanan  Müslümanların  oluşturduğu  Şiilik  Mezhebini  tanımaya  ve  anlamaya  çalışacağız.  Ali  sözcüğünün  anlamı  " yüce "  dir.  Adının  anlamındaki  yücelik,  düşünceleri,  yaşamı,  felsefesi,  hayattaki  özverisi  ile  O'nun  özel  olduğunun  da  göstergesidir.  Alevi /  Anadolu  Bektaşileri,  onda  İlâhi / Tanrısal  özellikler  olduğuna  inanırlar. " ALİ "  sözcüğünün  Allah'ın  doksan  dokuz  adından  biri  olmasından  dolayı  da  Aleviler  " Ali "  adını  aynı  zamanda  bu  anlamda  da  kullanmaktadırlar.  Ali'ye  duyulan  sevgi  ve  bağlılık,  Alevi /  Bektaşi  yolunun  özüdür,  temelidir. Ama  bunun  yanı  sıra  bu  sevgi  farklı  nedenlere  dayandırılsa  da  diğer  İslami  gruplarda  da  vardır.

 Ali  bin  Talib,  Ehli  Sünnet  kaynaklarında   Peygamberimizin  İslam’a  davetini   kabul  eden  ilk  erkektir  denilmekte  ise  de,  babası  Ebu  Talib  ve  Haşim  oğulları  ailesinden  çekinmesinden  dolayı,  topluma  karşı  herhangi  bir  açıklama  yapmamış  olduğundan,  onun  yerine  Müslüman  olduğunu  açıklayan  ilk  erkeğin   Ebu  Bekir  olduğu  söylenir. En  büyük  sahabelerden  ve  Peygamberimizin  her  zaman  yanında  olan   Ali’nin  Haydar,  Murteza  ( Allah’ın  rızasını  kazanmış )  Emirü’l  Müminin ( kendisinden  razı  olunan )  Esedü’llahi’l  Galip ( Allah’ın  her  zaman  galip  gelen  kuvvetli  aslanı )  gibi  lakapları  vardır.  Ali,  Peygamberimizin  bütün  savaşlarında  yanında  ve  ön  planda  olmuştur.  Peygamber,  Mekke’den  Medine’ye  bir  gece  yarısı  hicret  etmek  üzere  yola  çıkarken,  Kendisini   öldürmek  için  gelen  müşrikleri  şaşırtmak  amacıyla  O’na  evini  emanet  etmiş,  Ali  bin Talib  korkusuzca  müşriklerin  gelmesini  beklemiş  ve  onları  oyalamıştır. Bedir  savaşında   Münebbih  bin  Haccac’a  ait  olup  ganimet  olarak  alınan  ve  iki  ucu  çatallı  olan  Zülfikâr  adındaki  kılıç,  Uhud  savaşında  gösterdiği  üstün  kahramanlık  ve  fedakârlığın  karşılığı  olarak  kendisine  Peygamber  tarafından  hediye  edilmiştir.  Peygamberimiz,  Tebük  seferine  çıkarken   Ali’yi   Medine’de  yerine  vekil   bırakmış,  bazen  kumandanlık,  bazen  sancaktarlık,  bazen  kadılık,  bazen  de  zekât  toplama  amirliği  ile  görevlendirmiştir.  Halifeliği  döneminde  Ümeyye  oğulları  sülalesinin  bütün  yıkıcı  muhalefetine  rağmen  İslami  ilkelere  uygun  adil  bir  yönetim  sergilemiş  ve  İslam  toplumunun  büyük  sevgisini  kazanmıştır.  İslam  toplumunda  ilk  bilimsel  çalışmalar  Onun  halifeliği  döneminde  başlamıştır. Bu  amaçla  da  bilim  bakanlığı  kurduğu  belirtilmektedir. ( Anton  Jozef  Dıerl,  Anadolu  Aleviliği  sa. 94. )  Zamanında  yeni  hukuki  düzenlemelerin  yapıldığı,  el  kesme  uygulamasının  da  yasaklandığı  da  belirtilmektedir. ( Anton  Jozef  Dıerl,  age,  sa.  119. ) Halifeliği  döneminde  İslam  ordularının  Türkistan'daki  harekâtını  durdurması  ve  Horasanı  tahliye  ettirmesi  nedenleriyle  Türklerin  de  kendisine  büyük  bir  sevgi  duyduğu  belirtilmektedir. ( Gibb,  Orta  Asya'da  Arap  Fütuhatı,  Çev. M.  Hakkı,  sa. 14 )

O  zamanın  Mekke’sinde   bir  çok  ailenin  yanı  sıra  aslında  aynı  soydan  gelen  Haşim  oğulları  ve  Ümeyye  oğulları  olmak  üzere  iki  büyük  aile  vardır  ve  uzun  yıllardır  da  bu  iki  aile  arasında   gücü  ve  siyaseti  ele  geçirmek  için  ekonomik  ve  siyasal   çekişmelerle  yarış   bulunmaktadır. Bu  yarış  ve  çekişmeler  de  Peygamberimizin  vefatından  sonra  ilerleyen  zamanlarda,  en  sonunda  Müslümanlar  arasında  bölünmelerle  kan  dökmeye  kadar  gitmiş  ve  savaşlara  dönüşmüştür. Bugün  de  hala  Orta  Doğuda  Sünni  Selefi  ve  Ehlibeyt  savaşlarının,  çekişmelerinin  temelinde  bu  iki  aile  mücadelesinin  yarışması  yatmaktadır.  Peygamberimiz  ve  ailesi,  Ali  bin  Talib  ve  ailesi,  Haşim  oğulları  ailesinin  mensubudurlar.  Peygamberimizin  vefatının  ardından,  iki  yıl   Ebu  Bekir  ve  on  yıl  Ömer’in  arka  arkaya  Halifelik  döneminde,  yeni  kurulmuş  olan  İslam  devletinin  toprakları  genişlemiş,  bilhassa  Halife  Ömer  zamanında   adalete,  hakka  ve  hukuka  dayalı  olarak  yerleşmiş  güzel  bir  devlet  düzeni  oluşturulmuştur.  Ömer’in  şehit  edilmesinden  sonra,  Ümeyye  oğullarına  mensup  olmasına  rağmen,  şura   kararı  ile   Peygamberimizin  damadı,  adeta  koynunda  yılan  beslediği  ve  İslam'ın  birlikteliğine  en  büyük  zararı  vermiş  olan  Osman'ın  üçüncü  Halife  olarak  seçilmesiyle  birlikte  bu  iki  aile  arasındaki  gücü  ele  geçirme  mücadelesi  tekrar  hortlamıştır.  Ümeyye  oğulları  ailesinin  ileri  gelenlerinin  baskı  ve  istekleri  karşısında   dirayetsiz,  yumuşak  huylu  bir  kişilik  gösteren  Osman,  önemli  görevlere  ve  valiliklere  çoğunlukla  kendi  ailesinden  olan  Ümeyye  oğullarına  mensup  kişileri  getirmiş,  bunun  ardından  da  onun  zamanında  Ümeyye  oğulları  böylece  büyük  bir  ekonomik  ve  silahlı  güçle  söz  sahibi  olmaya  başlamıştır.  Bunun  için  de  zulmün,  kıyımın,  kayırmanın,  ayrımcılığın  had  safhada  yoğunlaştığı  bu  dönemde,  halifeliğinin  on  ikinci  yılında  Osman,  haksız  ve  pasif  uygulamalarından,  hazırlattığı  Kur'anın  Osman  Mushafında  gerekli  hassasiyeti  göstermediği  inancıyla  rahatsız  olan  bir  grup  isyancı   tarafından,  Kur'anın  katili  diye  de  hitap  edilerek  evinde  öldürülür.  Hatta  cenaze  namazı  bile  kılınmaz. Bu  olayın  ardından  da  Müslümanlar  arasında  büyük  çekişmeler,  ayrılıklar,  cepheleşmeler  ve  çalkantılar  yaşanır.  Osman’ın  devlet  yönetimi  şurasında  bulunan  son  iki  yaşlı  sahabe  Talha  ve  Zübeyir’in  onaylamamalarına  rağmen,  çoğunlukta  olan  sevenlerinin  dayatmalarının  sonucunda  Ali  bin  Talib  dördüncü  Halife  olur. 

Fakat   Halife  Ali  bin  Talib,  anlatıldığına  göre  Ömer  gibi  siyasi  davranamaz,  kabileler  arasında  Peygamberimiz  gibi  bir  denge  kuramaz.  Osman'ın  yaptığı  kayırma  hatasını  aynen  o  da  yapar,  bütün  görevli  ve  yetkili  konumda  olan  Ümeyye  oğullarını  azlederek  yerlerine  Haşimoğulları  ailesinden  olanları  görevlendirir.  Biat  etmeyenler  de  kılıç  zorlamalarıyla  biat  ettirilir.  Bundan  dolayı  Ümeyye  oğulları  ailesinin  büyük  çoğunluğu  kaçarak  kendisine  biat  etmez. Ümeyye  oğulları  mensubu  olan,  büyük  bir  silahlı  ve  ekonomik  güce  sahip  bulunan  Şam  Valisi   Muaviye  de,  Osman’ın  katilleri  bulununcaya  kadar  bahanesi  ile  Ali  bin  Talib'in  halifeliğini  kabul  etmeyeceğini  bildirir.  Aslında  amacı  Halife  Ali'ye  rahatlık  vermemektir.  Ali  güçlü  ve  huzurlu  bir  yönetim  oluşturursa,  kendisinin  de  saltanatının  sona  ereceğini  bilmektedir. Bunun  yanı  sıra  Ümeyye  oğullarının  nifak  sokması,  kışkırtması,  silah  ve  para  yardımı  güvencesi   vermesi   sonucunda,  Peygamberimizin  Mekke’de  yaşayan  dul  eşi  Ayşe  validemiz  de  Halife  Ali’ye  biat  etmez. En  yaşlı  sahabelerden  olan  Talha  ve  Zübeyir  de  önce  Ali'ye  biat   ettikleri  halde  sonradan  vazgeçerek  Ayşe  validemize  katılırlar.  Ortaya  çıkan  bu  bölünmeler,  güç  ve  siyaset  çıkarları  sonucunda  Müslümanlar  arasında  Cemel  / deve  ve  Sıffin  savaşları  olur.  Sahabeler,  Müslümanlar  birbirlerini,  kardeş  kardeşi  öldürmeye  başlar.  Cemel’de  on  üç  bin,  Sıffin’de  uzun  zaman  süren  çatışmalarda  ise  doksan  bin  Müslüman  hayatını  kaybeder.  Böylece  saldırıların  ve  çatışmaların  hiç  eksik  olmadığı  Ali  bin  Talib’in  halifelik  dönemi,  iç  çekişmelerin  yoğun  olduğu,  Müslümanlar  arasında  ilk  çatışma  ve  savaşların  yaşandığı,  ilk  bölünmelerin  ortaya  çıktığı  bir  dönem  özelliği  göstermiş,  İslam  toplumu  üzerinde  tedavisi  olamayacak  kadar  derin  yaralar  açmıştır. 

Halifeliğinin  ilk  yılında  yaşanan  Cemel  / deve  vakası  savaşında, Peygamberimizin  hayatı  boyunca  aslında  baş  düşmanı  ve  Ona  yapılan  her  türlü  nifakın,  saldırının  ve  kışkırtmanın  içinde  olan  Ümeyye  oğulları  sülalesinin  desteklediği  ve  sağladığı  ordu  ile   Ayşe  validemiz  Basra'ya  doğru  yürür.  Basra  Valisinin  sakalı  tıraş  edilip  aşağılanarak  Halife   Ali  bin  Talib'e  gönderilir.  Bunun  üzerine  ordusunu  hazırlayan  Halife  Ali  ile  karşı  karşıya  gelirler.  Eskiden  beri  Ali  bin  Talib'e  karşı  pek  yakınlık  duymayan,  duygularına  yenik  düşerek  Ümeyye  oğulları  ailesinin  kışkırtmasına  alet  olup  neden  olduğundan,  gereksiz  ve  yanlış  olan  bu  kardeş  savaşında,  ordusunu  deve  üzerinde  yönetmeye  çalışan  Ayşe  validemiz  savaşı  kaybeder.  Bu  olaya  aynı  zamanda  “ Deve  / Cemel  vak’ası " denir. Halife  Ali,  esir  düşen  Peygamberimizin   eşi   olmasından  dolayı,  Ayşe  validemize  misafir  muamelesi  gösterir,  onu  bağışlar,  güvenlik  içerisinde  tekrar  Mekke’ye  dönmesini  sağlar. Bu  olayın  ardından  Halife  Ali,  Şia  dışındaki  bütün  sahabelere  saldıracak,  Ebu  Bekir'in,  Ömer’in  ve  yakınlarının,   onun  Halifeliğini  engelledikleri, Talha  ve  Zübeyir’in  O’na  karşı  savaştıkları  için  haindirler  denilmesinin  endişesi,  korkusu  yaşanmaya  başlar.  Bunun  üzerine  Ehli  Sünnet  ekol  tarafındaki  yakınlara,  sahabelere  saldırılmasını  engellemek  amacıyla  “  Aşere  i  Mübeşşere  / Cennetle  müjdelenen  on  sahabe "  rivayeti   kurgulanmış  ve  uydurulmuştur. 

Ortaya  çıkan  bu  kaos  ve  kargaşadan  sonra,  karşı  tarafın  da  kendilerine  saldırılarda   bulunabileceği  endişesi  ile  de,  Halife  Ali’nin  taraftarlarının  daha  çok  yoğun  olmasından  dolayı,  güvenlik  gereği  olarak  devlet  merkezi,  Medine’den  Küfe’ye  taşınmıştır.  Daha  sonra  da   Ali’nin  halifeliğine  biat  etmeyen,  Ümeyye  oğulları  soyunun  ileri  gelenlerinden  Ebu  Süfyan'ın  oğlu  olan  Şam  valisi  Muaviye  ile  Halife  Ali’nin  ordusu  arasında  bugünkü  Suriye  topraklarında  bulunan  Sıffin  bölgesinde  yapılan  savaşta,  İslam  tarihinde  ilk  defa  Muaviye’nin  askerlerince  mızrakların  ucuna  Kur’an  sayfalarının  takılarak  çıkılması  hilesi  yapılınca,  Halife  Ali’nin  askerleri  savaşmayı  bırakmışlar,  Ali'nin  zaferini  engellemişlerdir.  657  yılındaki  bu  olayın  ardından  tayin  edilen  hakemlerce  de  ayrılıklara   çözüm  sağlanamayınca,   Halife  Ali’nin  taraftarları  Küfe  merkezli  ( Şiiler ) ( Şia ),  Muaviye’nin  taraftarları  Şam  merkezli  ( Emeviler )  ve  bu  her  iki  tarafı  da  onaylamayan  ( Hariciler )  olmak  üzere  Müslümanlar  üç  gruba  ayrılmışlardır.  Kur’anda  bir  çok  ayette  bölünmeyin,  gruplara   ayrılmayın  ve  özellikle  Ali  İmran  Sûresinin  105 – 107. ayetlerinde  “ Kendilerine  apaçık  deliller  geldikten  sonra  parçalanan  ve  ayrılığa  düşen  kimseler  gibi  de  olmayın.  İşte  bunlar,  birtakım  yüzlerin  beyazlaştığı,  birtakım  yüzlerin  siyahlaştığı  günde  büyük  bir  azap  kendileri  için  olanlardır.  Artık  yüzleri  kararan  kimselere  “ siz  inandıktan  sonra  yeniden  kâfir  mi  oldunuz ?  Öyleyse  küfretmenizden  dolayı  tadın  cezayı  “ denilerek  yapılan  uyarılara  rağmen,  Müslümanların  kendi  hırs  ve  çıkarları,  Allah’ın  ayetlerini  geri  planda  bırakmıştır. Tarihte  ilk  defa  böylece  içtihat,  yorum  farkı  bahane  ve  savunmalarıyla  Müslümanların   bölünmelerinin,  mezhepleşmelerinin  yolu  açılmıştır. Bunun  sonucunda  da  elbette  ki,  Allah'ın  uyarıları  tecelli  etmekte,  bin  iki  yüz  yıldır  da  çekişmeler,  sürtüşmeler,  öldürme  ve  savaşlarla  da  Müslümanların  iki  yakaları  bir  araya  gelememektedir.

Hariciler,  İslam  dünyasında  Müslümanlar  arasındaki  bu  ayrılıklara,  bölünmelere  ve  bütün  bunların  sonucunda  ortaya  çıkan  karışıklıklara   Ali,  Muaviye  ve  Sıffin  savaşında   Muaviye’ye  akıl  veren  Ümeyye  oğulları  ailesinden  Mısır  valisi  Amr  bin  As’ın  neden  olduğunu  ileri  sürerek  üçüne  de  suikast  düzenlemiş,  Muaviye  ve  Amr  bin  As  bu  suikastlardan  kurtulurken,  Halife  Ali  ise  kurtulamamış  ve  661  yılında  şehit  edilmiştir.  Bunun  ardından  ilk  dört  halife  dönemi  kapanmış,  Muaviye’nin  kurduğu  Emevi  Devleti  bölgede  egemen  olmuş,  Saltanat  ile  şura  seçimleri  ve  yönetimi  ortadan  kaldırılmış,  babadan  oğla  geçen  bir  halifelik  anlayışı  ile  yönetimler  dönemi  başlamıştır,  Yezid'in  Peygamberimizin  torunu  Hüseyin  ve  yanındakileri  Kerbela'da  hunharca  katletmesi  üzerine  gerçek İslamiyet  doğduğu  topraklara  gömülmüştür.

İşte  bu  çalkantılar  ve  çatışmalar  döneminde  Halife  Ali’nin  yanında  yer  alanlara  “  taraftar / Ali  yanlısı “  anlamına   gelmek  üzere  Alevi  denilmiştir. Bu  söz  aynı  zamanda  Ali'yi  seven,  O'na  bağlı  olan  veya  O'nun  soyundan  gelen  kimse  anlamına  da  gelmektedir.  Alevilik,  sadece  bir  siyasallıktan  öte  inanç  temelli  ve  bu  inançtan  güç  alan  bir  siyasallıktır.  Tarihsel  süreçte  ise  bu  sözcüğün  yerini  “  Şii  “  sözcüğü  almış,  Alevilik  yerine  de " Şia "  denilmeye  başlanmıştır.  Bilindiği  gibi  Türklerin  büyük  çoğunluğu  başlangıçta  İslam'ın  içerisindeki  sünni  oluşuma  muhalif  kanat  olan  Şii / Alevi  inancını  tercih  etmiştir,  özellikle  göçebe  halk  yığınları  Türkmenler  arasında  taraftar  bulmuştur. Türklerin  İslamlaşmasıyla  birlikte,  Ali  yandaşlığını  da  Şia'dan  farklı  olarak,  Türk  kültür  ve  inancının  ağır  bastığı,  kendilerine  özgü  bir  biçime  büründürmüşler, 13. yüzyılda  da  Anadolu'da  Hacı  Bektaş  Veli  tarafından  sistemleştirilmiş  bir  inanç  ve  kültür  iklimine  dönüştürmüşlerdir. Ortadoğuda  ilk  dönemdeki  Şiilere  “ Şiayı  ula  “  denir.  Halife  Ali’nin  ölümünün  ve  ardından  geçen  zamanlar  içerisinde  artan  Emevi  zulümleri  sonucu   Ali’nin  oğulları  Hasan’ın,  daha  sonra  da  Hüseyin  ve  ailesinin,  yakınlarının  Kerbela  çölünde,  günlerce  aç  ve  susuz  bırakılıp,  kadın,  çocuk  demeden  hunharca  katledilerek  şehit  edilmesiyle  ise,  Şii’lik  yeni  bir  boyut  kazanmıştır.  Müslümanlar  kemikleşmiş,  kan  davasına  dönüşmüş,  Ehli  Sünnet  ve  Ehlibeyt   yanlısı  olan  Şia  olmak  üzere  iki  ayrı  ana  mezhebe  ayrılmışlardır. Hiç  kimse,  " Onlar  içtihat  ve  yorum  farkından  dolayı  çatıştılar.  Haklı  olan  taraftakiler  iki,  hatalı  tarafta  olanlar  bir  sevap  ile  Allah  yolunda  savaşarak  her  iki  taraf  da  sevap  kazandılar.  "  yalanı  ile  sahabeleri  aklamaya,  Müslümanları  aldatmaya  çalışmasın. Böyle  saçma  bir  şey  olabilir  mi ?  Buradaki  haklılık  neye  göre  ve  kime  göredir ?  Lafla  Ehli  Sünnet,  Peygamber'in  sünneti  deniliyor  ya !  ama  ardından  da  bir  kere  bu  bölünmelerle   Peygamberin  Kur'anın  emirlerine  bağlı  olarak  kurduğu  Şura  ile  yönetim  belirleme  ve  karar  alma  yöntemi  yıkılmıştır. Bir  tarafta  babadan  oğla  geçen  halifelik,  diğer  tarafta  imamlık  yolları  ile  İktidarın,  saltanatın,   yönetim  gücünün  ele  geçirilmesi  arzusunun,  hırsının   egemen  olması  sonucunda,  Allah’ın  ayetlerinin  inkârı  ile  küfür  ve  şirk  kapısı  bir  kere  aralanmıştır. Daha  sonraki  ilerleyen  zamanlarda  da  her  iki  mezhebin  temel  fikirlerini  esas  alan  bir  çok  fırkalar,  Mezhepler,  Tarikatlar  ve  Cemaatler  ortaya  çıkmıştır. Kur'anın  İslam'ı  ve  Tevhit  inancı,  temelinde  iki  ailenin  mücadelesine  teslim  edilmiş  ve  ortadan  kaldırılmıştır.  Unutulmamalıdır  ki  her  Müslümanım  diyen  mümin  değildir.  Çünkü  aralarında  gerçek  müminler  vardır,  münafıklar  / iki  yüzlüler  vardır,  müşrikler  / ortak  koşanlar  vardır.  İslam'da  asıl  olan  ise  dosdoğru  yol  bilgisi  ile  iman  ederek  mümin  olabilmektir. Bu  nedenle  de  Kur'anımızda  bir  çok  ayette  " Ey  iman  edenler "  diye  hitap  edilir,  hiç  bir  ayette  de  ey  Müslümanlar  denilmez.

Şia,  Arapça’da  “  ş y a  “  kökünden  gelen,  misafiri   uğurlamak,  peşinden  gitmek,  bir  kimsenin  taraftarı  olmak,  yardımcısı  olmak,  ayrılmak,  fırkalaşmak  gibi  anlamları  olan  bir  sözcüktür.  Kur’anda  da  bu  sözcük  değişik  ayetlerde  fırka,  bölük,  taraftar  gibi  anlamlarda  yer  almıştır.  Sözlük  anlamı  olarak  ise  “  taraftar,  yardımcı  “  anlamları  ön  plana  çıkmış,  Literatürde  ise,   Peygamberin  vefatından  sonra   Ali’yi  Halifeliğe  en  layık  kişi  olarak  gören  ve  O’nu  ilk  meşru  Halife  kabul  eden,   Ali’nin  vefatından  sonra  da  Halifeliğe  Ali  evladının  ve  soyunun  getirilmesi  gerektiğine  inanan  toplulukların  ortak  adı  olmuştur. Bu  inançlar  içerisinde  olanlara  da  “  Şii  “  denir.  Böylece  Şia,  Şiiliği   müdafaa  etmek,  Şii  olmak,  dil  ile  bir  önderi  ( imamı ) veli  olarak  kabul  ederek,  halisane  dini  bağlarla  bağlı  olanlar  demektir. Şiiler,  Ali  ve  soyundan  gelen  imamların  Muhammed ( a.s. )  ın  dini  ve  manevi  varisleri  olduklarına,  dini,  manevi,  ahlâki,  siyasi  ve  idari  anlamda  imamların  onun  temsilcileri  olması  gerektiğine,  bu  nedenle  ümmetin  imamları  örnek  alması  ve  önder  olarak  kabul  etmesi  gerektiğine  inanırlar.  Onlara  göre  böylece  aynen Peygamberimizdeki  İslam'ı  yaşama  şeklinin  imamlarda  da  devam  ettiğinden,  genel  olarak  bütün  hayat  ve  inanç  meziyetleri  veraset  yoluyla  Ali  ve  soyuna  intikal  etmektedir  denilmektedir. ( Eş Şeybi  es  Sıla  Tasavvuf  ve  Şia )  ( Süleyman  Uludağ  Şiilikte  Tasavvuf ) Bazı  müfessirler  Şiiliğin,  Peygamberimiz  zamanında  zaten  var  olduğunu  ve  şekillenmeye  başladığını,  Peygamberimizin  vefatından  sonra  da  bir  mezhep  olarak  ortaya  çıktığını,  Ebu  Zer  el  Gıfari,  Selman  el  Farisi  ve  Ammar  bin  Yasir  gibi  sahabelerin  de  ilk  Şiiler  olduğunu  iddia  ederler.

Ehli  Sünnet  ekolünde  olduğu  gibi,  Şiilikte  de  birçok  kol  bulunmaktadır.  İmam  Ali’nin  torunu  olan  ve  Emevilerle  girdiği  bir  çatışmada  ölen  Zeyd  bin  Ali  ( Zeynel  Abidin’e )  nispet  edilen  Zeydiyye,  altıncı  imam  Cafer  es  Sadık’ın  oğlu  İsmail’in  hak  sahibi  olduğunu  iddia  eden  İsmailiyye / Batıniye,  peşi  sıra  on  iki  imamın  imamet  görüşüne  dayanan  İmamiyye  olmak  üzere  Şia’nın  üç  ana  fırkası  ön  planda  olmaktadır. Şiiliğin  bütün  kollarında  çok  etkin  bir  Esoterizm /  Batınilik /  Sadece  üstat  tarafından  anlatılması  gereken  ve  Ehil  olmayanlardan  bilgi  ve  sırların  gizlenmesi  disiplini  bulunmaktadır. Çünkü  imamlara  ait  olan  velayet  / cismani  ve  ruhani  önderlik,  sadece  Ali  ve  soyundan  gelenlere  özgüdür.  Bunun  aksi  ise  Şia  geleneğine  ve  inançlarına  ters  düşer.  Zaman  içerisinde  dünyanın  dört  bir  yanına  yayılmanın  sonucunda  Karmatiler,  Fatımiler,  İşrakiler,  Rifailer,  Bedeviyeler,  Bektaşiler,  Kızılbaşlar,  Zehebiyeler,  Hurufiler  gibi  Şiiliğin,  Sünniliğin,  Tasavvufun  birbirine  karıştığı  birçok  yan  kollar  da  ortaya  çıkmıştır.  Sonradan  ortaya  çıkan  bazı  yan  fırkalarda  İmam  Ali’nin  peygamberliğine,  hatta  ilâhlığına  kadar  işi  götürüp  abartan,  on  iki  imamdan  her  birini  nebi  /  peygamber  gibi  görenler  olmuştur.  Bunlara  da  “  Gulatı  Şia  “ denir.  Özellikle  İmamiyye  Şia’sına  göre  ise  İmam  Ali’nin  ilk  Halife  olması  gerektiği  iddiası  bulunmaktadır.  Bu  hakkın  kendisinden  zorla,  cebir  kullanarak  alındığına,  gasp  edildiğine  inanılır.  Bu  nedenle   Ömer,   Ebu  Bekir,  Muaviye,   Ayşe,  Amr  bin  As,  Talha,  Zübeyr   gibi  sahabeler  Şiiler  tarafından  gasıp  olarak  nitelendirilirler.  İmam  Ali'nin,  Peygamberimizden  sonra  ilk  Halife  olması  gerektiği  halde  kendisinden  bu  hakkın  gasp  edildiğini  iddia  etmek,  Şii’liğin  özünü  oluşturmaktadır.  Ali  bin  Talib'in,  Peygamberimiz   tarafından  bizzat  imam,  Halife  olarak  tayin  edilmiş  olduğu  inancındadırlar. Temelde   İmam  Ali’nin  nass  ile  ( kesin  ve  açık  olarak )  tayinle  imam  olması  gerektiği  fikrinin  etrafında  şekillenen  İmamet  ( Halifelik )  konusu  Şiilikte  inanç  esası  olarak  kabul  edilmektedir. Bu  konuda  da  Şii  kaynaklarında  “ Gadir  i  Hum,  Kırtas  / kâğıt  “  gibi  olaylar  ve  bazı  Kur’an  ayetleri  kuvvetli  delil  olarak  gösterilmektedir.

Gadir i Hum,  Mekke  ile  Medine  arasında  bir  yerdir. Şii  kaynaklarında  bu  olay  özetle  şöyle  anlatılmaktadır. “  Peygamberimizin  kafileler  halinde  veda  haccını  yapmış  olarak  Mekke’den  Medine’ye  doğru  dönerken,  yolda   “  Ey  Resul !  Rabbinden  sana  indirileni  tebliğ  et.  Ve  eğer  bunu  yapmazsan,  o  zaman  O’nun  verdiği  elçilik  görevini  yerine  getirmemiş  olursun.  Allah  da  seni  insanlardan  koruyacaktır. “  mealindeki   Maide  Sûresinin  67.  ayeti  nazil  olmuş  ve  bu  esnada  Hacc  kafilesi  de  Cuhfe  yakınlarındaki  Gadir  i  Hum  denilen  yere  gelmiştir.  Burası  bir  çok  yöne  yolların  ayrıldığı  bir  yerdir.  Üstelik  de  kervanların  konaklamasına  elverişli  de  değildir.  Buna  rağmen   Peygamberimiz,  hemen  ashabını  toplar,  daha  önce  farklı  yöne  ayrılmış  olanlara  da  geri  dönmeleri  için  haber  gönderir,  kafilenin  geri  kalanların  da  yetişmesi  için  bir  süre  beklenilir.  Burada  Peygamber,  kızgın  güneş  altında  Müslümanlara  hitaben  “  Men  kuntu  Mevlâhu  fehu  ve  Aliyyun  Mevlâhu  “  ( Ben  kimin  koruyup  kollayanı,  dostu,  velisi  isem,  Ali  de  onun  koruyup  kollayanı,  dostu,  velisidir. )  der.  Ali’nin  imametini  ilan  eder. “  ( Kuleyni  el  usül  minel  Kafi  I. 289,  Abdül  Kadir  Gölpınarlı  İslam  Mezhepleri  ve  Şiilik  40. )  Yine  Kuleyni  el  Kafi  I. 289.  Rivayetine  göre  Maide  Sûresinin  67. ayetinin  nüzul  sebebi  olarak  Maide  Sûresinin  55. ayetinde  “ Sizin  veliniz  / yardımcı,  yol  gösterici,  koruyucu  yakınınız  sadece  Allah’tır,  Onun  elçisidir,  bir  de  Allah’ı  birleyerek  salatı  ikame  eden,  zekâtı  veren  iman  etmiş  kimselerdir. “  denilerek  Ali  bin  Ebi  Talip’in  velayeti  ayetle  de  bildirilmiş  olmaktadır.  Buna  rağmen,  Peygamberin  ümmeti,   Ali’nin  velayetini  kabul  etmez  ve  dinden  çıkar  endişesiyle  bu  gizlenmiştir  “  denilmektedir. Yine  Şii  iddialarına  göre  bu  ayetlerle  ve  Gadir  i  Hum  mevkiinde   Peygamberin  Ali’nin  imametini  açıkça  ilan  etmesinin  ardından  da  Maide  Sûresinin  3. ayeti  ile  “ Bugün  sizin  dininizi,  kemale  erdirdim.  Üzerinizdeki  nimetimi  tamamladım.  Ve  size  din  olarak  İslam’ı  beğenip  seçtim. “  ifadelerinin  yer  almasından  dolayı   “  Dinin  tamamlandığının  “  bildirilmesi  de  Ali’nin  imameti  olmaktadır  denilmektedir.

Gadir i Hum  konusu,  Prof  Dr.  Mehmet   Azimli’nin   “  Siyer’i  Doğru  Okumak “   ana  teması  içerisinde  yazdığı  Hz. Ali  adlı  kitabında  ise,  daha  da  ayrıntılarına  inilerek   olay  daha  farklı  ve  gerçekçi  ayrıntılarla  anlatılmaktadır. 

*  Gadir  i  Hum,  Şia’nın  itikat  noktasına  kadar  çıkardığı  bir  konu  olup,  Hz. Peygamberin  "  Benden  sonra  Veliniz  Ali’dir  "  dediği  ve  bazı  fırkalar  tarafından  da  Peygamber  olarak  tayin  edildiği  inancının  hakim  kılındığı  bir  olay  olarak  kabul  edilmektedir.  Olayın  aslında  ve  başlangıcında   Peygamberimiz,   Ali’yi  zekât   amiri   olarak  görevlendirir  ve  Yemen  taraflarında  bir  yere,  sahabelerle  birlikte  zekâtların  toplanıp  getirilmesi  için  gönderir. Orada  Devlete  ait  olarak  toplanacak  zekâtlar  ( mallar,  silahlar,  eşyalar,  paralar  köleler  ve  cariyeler )  Medine’ye  getirilecektir.  Zekâtların  toplanması  işleminden  sonra   Ali,  kendi  payı  olarak  düşündüğü  cariyelerden  birini  kendi  çadırına  alır  ve  onunla  birlikte  olur.  Sahabeler  buna,  “  Sen   Peygamber’den  izin  almadan  bunu  nasıl  yaparsın “  diye  itiraz  ederler,  Peygambere  şikâyet  edeceklerini  bildirirler  ve  aralarında  tartışma  çıkar.  Bu  tartışma  ve  gerginlik  dönüş  yolculuğu  boyunca  devam  eder.  Bunun  üzerine  Medine’ye  yaklaştıklarında   Ali,  olayı  Peygambere  önce  kendisi  açıklamak  üzere  zekât  mallarını  sahabelere  bırakarak  kervandan  ayrılıp  Medine’ye  gelir. O  esnada  sahabeler  de  geri  kalan  malları  kendi  aralarında  paylaşırlar.  Kafile  Medine’ye  gelince  Ali  sahabelere  zekât  mallarının  nerede  olduğunu  sorar,  onlar  da  kendi  aralarında   paylaştıklarını  söylerler  ve   Peygamberin  huzurunda  tartışma  tekrar  alevlenir.  Bunun  üzerine   Peygamber  tartışmayı  ve  olayı  daha  fazla  büyütmemek  için  kapatın  bu  konuyu  diyerek  olayın  üzerine  gitmez. Çünkü   Peygamber  yoğun  bir  çalışma   ve  hazırlıklar  içerisindedir.  Hacc  mevsimi  yaklaşmaktadır  ve  Peygamberimiz,  nübüvvetinin  süresince  ilk  defa  Kur’anın  emrettiği  rükûnlarla  Hacc  farızasını  yerine  getirecektir.  Fakat  bu  tartışma  burada  bitmez  ve  günlerce  de  devam  eder.  Kısa  bir  süre  sonra  da  kafileler  halinde  hacca  gidilir.  Hacc  esnasında  da  ve  Hacc  dönüşü  yolda  da  bu  konudaki  tartışmalar  ve  dedikodular  devam   eder.  Taa  ki  dönüş  yolunda  kafilelerin  Gadir  i  Hum  denilen  bölgeye  gelinceye  kadar  da  tartışmanın  sürmesinden  dolayı,  Peygamberimizin  de  sabrı  taşar. Topladığı  bütün  sahabelerin  önünde   Ali’nin  elinden   tutarak  “  Yeter  artık  bu  benim  ailemdendir,  ehlibeytimdir,  üzerine  varıp  durmayın,  aslında  onun  orada  alacağı  hakkı  daha  da  fazla  idi,  bu  konuyu  büyütmeyin  artık  “  dedikten  sonra  “  Ali  benim  velimdir  “ der. Bu  ifadeyi  Şia  ise  “  Ali, benden  sonra  halife  olacak  “ diye  anlar. Allah’tan  gelmiş  bir  vahiy  gibi   Ali’nin,  Peygamberimizden  sonra   Halife  olması  gerektiğinin  en  kuvvetli  delili  olarak  gösterilerek  hak  gaspından  söz  etmeye  başlarlar. 

Şia  kaynaklarında  “  kırtas  “  ( kâğıt )  olayı  da   Ali’nin  ilk  halife  olması  gerektiğine  delil  olarak  gösterilmektedir.  Peygamber  vefatına  yakın  günlerde  hasta  yatarken  “  Bana  kâğıt  kalem  getirin,  size  bir  yazı  ( vasiyet )  yazdırayım  ki  benden  sonra  ihtilafa,  sapıklığa   düşmeyesiniz  “  buyurmuşlardır.  ( Buhari  VII. 9 )   Peygamberimizin  bu  sözü  üzerine  hastalığının  şiddetinden  dolayı,  orada  bulunan  Müslümanlar  arasında  kalem  kâğıdın  getirilip  getirilmemesi  konusunda  görüş  ayrılığı  çıkar.  Ömer,  “  Allah’ın  Kitabının  ve  Peygamberin  sünnetinin  Müslümanlara  yeteceğini  “  söyler.  Peygamber  de  rahatsızlığından  dolayı,  gürültü  ile  yanında  tartışılmasının  doğru  olmadığını  söyler,  çıkın  dışarı  der.  Neticede  Peygamberimiz  vasiyet  olarak  hiç  bir  şey  yazdırmamış  olur.  Peygamberimizin   vefatının  ardından  da  bu  olaya  istinaden  Şia  da  “  Eğer  Peygamber  vasiyetini  yazdırmış  olsaydı,   Ali’nin  kendisinden  sonra  Müslümanların  halifesi  olduğunu  yazdıracaktı  “  diyerek  bu  olayı  da   Ali’nin  imameti  için  delil  gösterir. ( Muhammed  es  Sadıki  Ali  ve’l  Hakimun  87. vd  )

Prof. Dr. Mehmet  Azimli  de  Siyer’i  Doğru  Okumak  ana  teması  içerisinde  yazdığı  Hz. Ali  adlı  kitabında  bu  “  kırtas  “  konusuna,  daha  net  bir  açıklama  getirmektedir. *  Vahiyler  bitmiş,  artık  din  de  tamamlanmıştır.  Peygamberimizin  kâğıt  isteyerek  vasiyet  yazdırma  isteğinin  olduğu  “ kırtas “  olayı  kayıtlara  göre  Perşembe  günü  olmuştur.  Peygamberimiz  ise  bu  olaydan  dört  gün  sonra  pazartesi  günü  vefat  etmiştir. Bu  dört  gün  içinde  kendine  geldiği,  konuştuğu,  namaz  kıldığı,  mescide  gelip  Ebu  Bekir’in  arkasında  namaza  durduğu  zamanlar  olmuştur.  Eğer  Şia’nın   iddia  ettiği  gibi,   Ömer’in  o  gün   Peygamberimizin  konuşmasını  engelleme  yaptığına  inandıkları  doğru  olsaydı,  o  dört  gün  içinde   Peygamberimiz  mutlaka  konuşur,  benden  sonra  Ali  halife  olacak  derdi.  Ama  böyle  bir  şey  olmamıştır. “  demektedir.  Şia’nın  bu  tutarsız  iddiasına  karşı,  Ehli  Sünnet  tarafı  da  rivayetler  uydurmuş,  Peygamberimiz  kâğıt  kalem  istemiştir,  fakat  halife  olarak  zaten  Ebu  Bekir’i  yazacaktı  demişlerdir.  Bunların  tamamı  gerçekle  ilgisi  olmayan,  fakat  Peygamberimizin  ağzından  sonradan  uydurma  ile  söylenen  tutarsız   siyasi   konuşmalardır. Çünkü  Peygamberimizin  zamanında  bütün  önemli  kararların  şura  ile  oluşturulması  geleneği  yerleştirilmiştir. Kayıtlarda  da  Peygamberimizin  vefatından  sonra  Halife  seçiminin  yine  sahabeler  ve  Şura  arasındaki  tartışmalarla  yapıldığı  belirtilmektedir.

Kur’an  siyasi  konularda,  evrensel  nitelik  taşıyan  genel  ilkelerin  dışında  herhangi  bir  belirlemede  bulunmamıştır.  Bu  tür  genel  ilkeler  de  Kur’anda,  Nisa  Sûresinin  58. ayetinde, “  Şüphesiz  Allah,  size  emanetleri  ehline  vermenizi  ve  insanlar  arasında  hükmettiğiniz  zaman  adaletle  hükmetmenizi  emrediyor  “  ifadeleriyle  görev  ve  yetkilerin  ehil  ve  liyakat  sahibi  olanlara  verilmesi,  Şura  Suresinin  38. ayetinde,  “  İman  etmiş  ve  sadece  Rabblerine  işin  sonucunu  havale  eden  kimseler  için …. İşleri  de  kendi  aralarında  şura  ile  “  işin  en  iyi  yanını  ortaklaşa  bulup  ortaya  çıkarma  “  ….  Daha  hayırlı  ve  daha  kalıcıdır.  “  ve  Ali  İmran  Suresinin  159. ayetinde  de, “ …. İşlerde  onlarla  müşavere  et.  İşin  en  güzelini  ortaklaşa  bulup  ortaya  çıkar … “  ifadelerine  yer  verilerek  danışma  ve  Şura  ile  hareket  edilmesi,  Nisa  Sûresinin  59.  ayetinde  Allah’a,  Peygambere  ve  Mümin  emirlere  itaat  edilmesi,  İsra  Sûresinin  36. ayetinde  de  bilinmeyen  şeylerin  ardından  gidilerek  desteklenmemesi  olarak  dile  getirilmektedir.  Öte  yandan  bir  kimseyi  Peygamber  olarak  seçme  yetkisinin  Hacc  Sûresinin  75. ayetinde,  “  Allah,  haberci  ayetlerden  elçiler  seçer,  insanlardan  da  elçiler  seçer.  Şüphesiz  Allah,  en  iyi  işiten,  en  iyi  görendir,  ellerinin  arasında  olanı  ve  arkalarında  olanı  bilir.  Ve  işler  yalnızca  Allah’a  döndürülür. “  denilerek  yalnızca  Allah’a  ait  olduğu  bildirilmektedir. Kur’anda  sırf  peygamberlik  için  yaratılmış  bir  kavim  veya  sülaleden  bahsedilmemekte  ve  Saffat   Sûresinin  113. ayetinde  “  İbrahim’e   ve  İshak’a  bereketler  verdik.  Her  ikisinin  neslinden  de  iyilik,  güzellik  üreten  ile  açıkça  kendi  nefsine  haksızlık  eden  vardır. “  yine  133 – 136.  ayetlerinde,  “  Şüphesiz  Lut  da  gönderilen  elçilerdendir.  Hani  Biz  onu  ve  geride  kalıp  batanlar  içinde  kalan  bahtsız  kadın  hariç  ehlinin  tamamını  kurtarmıştık.  Sonra  diğerlerini  helak  etmiştik. “  ifadeleriyle,  Peygamberlerin  zürriyetinden  iyilerin  de  zalimlerin  de  bulunduğu,  Tevbe  Sûresinin  113. ayetinde  “   Kendilerine  cehennem  ashabı  oldukları  iyice  belli  olduktan  sonra  Peygambere  ve  iman  etmiş  kişilere,  akraba  bile  olsalar,  ortak  koşanlar  için  bağışlanma  dilemek  yoktur. “   ifadeleriyle  hiç  kimseye  kayırmanın  ve  ayrımcılığın  yapılmayacağı  bildirilmektedir.  Kur’anın  bu  evrensel  delillerinden  anlıyoruz  ki,  Peygamberlik,  Halifelik  ve  yöneticilik  ile  hükmetme  makamları  bir  sülaleye  imtiyaz  değildir.  Aslında  Kur'an,  bin  dört  yüz  yıl  öncesinden,  demokrasinin,  Cumhuriyetin  temel  ilkelerini  hedef  göstermektedir.

Evrensel   ve  Kıyamete  kadar  insanlık  yaşamının  düzenine  hitap  edecek  olan  Kur’anın  bu  tavrı  ve  Allah’ın  emirleri  ortada  dururken,  sırf   Peygamber  içlerinden  çıktı  diye  Kureyş  Kabilesine  veya  Arap  soyuna  her  hangi  bir  üstünlük  atfetmek  mümkün  olmadığı  gibi,  Haşim  Oğullarına,  Ümeyye  Oğullarına,  ya  da  Ali  bin  Talip’in  Fatma’dan  olan  soyuna  diğer  insanlardan  farklı  olarak,  seyit  ve  imamlık  unvanları  ile  özel  bir  statü  belirlenmesi  de  mümkün  değildir. Üstelik  de   Peygamberin  müminler  arasındaki  mevkiine  işaret  edilirken,  Ahzab  Sûresinin  53.  ayetinde, “  Ey  iman  eden  kimseler !  Peygamberin  evlerine  sadece  yemeğe  izin  verilince  girin …. O’nun  hanımlarından  bir  kazanım  istediğiniz  zaman  da  perde  arkasından  odalarına  girmeden  isteyin….”  İfadeleriyle   ailesini  teşkil  eden  kimseler  olarak  sadece  hanımları  zikredilmekte,  kızları,  damatları  ve  diğer  akrabalarıyla  ilgili  hiç  bir  özel  hükme  yer  verilmemektedir.  Peygamber   ve   zevcelerinden  ibaret  olan  aile  halkına  da  Kur’anda  Ahzab  Sûresinin  33.  ayetinde  “  Ehlu’l  Beyt  “  denilmekte  olduğundan  bu  tabir  içerisine  başkalarının  alınmasına  da  imkan  yoktur.  Buna  rağmen  Şia,   Peygamberimizin  kızının  ve   Ali’nin  soyundan  gelenlerin  tamamını  “  Ehli  Beyt  “  kavramı  içerisine  alarak  on  iki  imamın  masum,  günahsız  kişiler  olduğuna  inanmaktadır.  Buna  paralel  olarak  da  “  On  kimse  vardır  ki,  bunlar  cennetliktir.  Ben,  Ebu  Bekir,  Ömer,  Osman,  Ali,  Talha,  Zübeyr,  Saad  Ebu  Vakkas,  Abdurrahman  bin  avf. “ uydurma   “  Aşere i  Mübeşşere  “  denilen  rivayetine  göre  Ehli  Sünnet  de  kendi  hükümleriyle  belirlediği  kişileri  tamamen  günahsız  olarak  peşin  peşin  Allah'ın  yerine  cennete  yerleştirmektedir. 

Halbuki  Kur'anda  Ahkaf  Sûresinin  9. ayetinde,  "  De  ki  :  “ Ben  elçilerden  ilk  ortaya  çıkan  biri  değilim.  Ve  ben  bana  ve  size  ne  yapılacağını  bilmiyorum.  Ben  sadece  bana  vahyedilene  tabi  oluyorum. Ve  ben  apaçık  bir  uyarıcıyım. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  Allah'ın  bilgisinin  dışında   Peygamberimizin  bile  Ahiretteki  durumundan  bilgisi  yoktur.  Bu  konuda  Kur’anda  bir  çok  ayetin  ve  özellikle  Cin  Sûresinin  18. ayetindeki,  Ve  şüphesiz  ki  mescitler  Allah  içindir.  O  nedenle  Allah  ile  birlikte  herhangi  kimseye  yalvarmayın. / kulluk  etmeyin )  “  ifadeleriyle  Allah’a  boyun  eğilip,  secde  edilen  mekânlara,   kutsallaştırılarak,  ilâhlaştırılarak  başka  insanların  isimlerinin  konulmaması  uyarılarına  aykırı  ve  küfür  olduğu  halde,  bugün  Ehli  Sünnet  Camilerinde  ön  duvarda  bu  isimler  asılı  olarak  dururken,  Şia  ibadethaneleri  olan  Cem  evlerinde  de  on  iki  imamın  isimleri  ön  duvarda  asılı  olarak  bulundurulmaktadır. Sadece  bununla  kalınmayıp  sahabenin  tamamının  ve  Peygamberimizin  ashabının  tamamen  günahsız  olduğunu  belirterek  korumaya  ve  onları  kutsallaştırmaya  yönelik  olarak, Peygamberimizin  vefatından  sonra  onun  ağzından  pek  çok  rivayet  uydurmuşlar,  sahabelerin  eleştirilmesini  kâfirlikle  nitelendirmişlerdir. 

*  Ashabıma  sövmeyin  *  Ashabım  konusunda  Allah’tan  korkun  *  Benden  sonra  onları  taşlama  hedefi  yapmayın  *  Onları  seven  beni  sevdiği  için  sevmiştir. *  İnsanların  en  hayırlısı  benim  asrımda  yaşayanlardır.  Sonra  bunları  takip  edenlerdir. ( Buhari  Şahadet  9. ) 

*  Ashabım  yıldızlar  gibidir.  Hangisine  uyarsanız,  hidayeti  bulursunuz. ( Suyuti  Feyzul  Kadr  4.  76 ) 

*  Ashabıma  dil  uzatmayın.  Nefsim  elinde  olan  Zat  ı  Zülcelal’e  yemin  olsun,  sizden  biri  uhud  dağı  kadar  altın  infak  etse,  onlardan  birinin  infak  ettiği  bir  müdd’e  hatta  yarım  müdd’e  bedel  olmaz. ( Müslim  Fedailus  Sahabe  221 ) 

Gibi  örneklerini  gördüğümüz  rivayetler,  ortaya  çıkmış  olan  bölünmelerin  sonucunda  savunmaya  yönelik,   Kur’anın  uyarılarına  ve  Peygamberimizin  Kur’an  ahlâkına   bağlı  mümtaz  şahsiyetine  uymayan  tutarsız  söylentilerdir. Prof. Dr. Süleyman  Ateş  Hoca  da  ( Yüce  Kur’anın  Çağdaş  Tefsiri  İst. 1988. IV.  134 )  eserinde  “  Bu  tür  hadisler  dört  halife  devrinden  sonra  çıkan  bölünmeler  yüzünden,  her  fırkanın  kendi  görüşüne  ters  gördüğü  sahabelere  karşı  yönelttikleri  hücumları  önlemek  amacıyla  söylenmiş,  sonraki  devirlerin  ürünleri  olan  sözler  oldukları  anlaşılmaktadır.  Kur’anda  Ashabın  derecesine  kimsenin  ulaşamayacağına  dair  bir  hüküm  yoktur.  İnsanın  Allah  katındaki  derecesini  yalnız  Allah  bilir  “  demektedir.

Sonuç  olarak  elbette  ki  İslam’a  çok  büyük  hizmetleri  dokunmuş,  canını  vermiş,  şehit  olmuş,  dürüstlüğü,  ahlâkı  ve  Kur’an  bağlılığı  ile  Müslümanlara  örnek  olmuş  pek  çok  sahabe  vardır.  Fakat   bir  kısmı  da  bölünmenin,  ayrılmanın  tarafı  ve  destekleyici  olmuş,  birbirlerini  öldürmüşlerdir.  “  Onlar  içtihat  farkından  dolayı  Müslümanlar  arasında  giriştikleri  savaşlarda,  haklı  tarafta  iseler  iki  sevap,  haksız  tarafta  iseler  dahi  yine  bir  sevap  kazanmışlardır  “  hadisi  ile  aklanmaya  çalışılması  ise  çok  saçma  ve  Kur’an  ayetlerine  tamamen  ters  düşen,  sahabelerin  tümünü  kutsallaştırmaya  yönelik  uydurma  bir  hadistir.  Bir  kere  Peygamberimizin  vefatından  sonra  ortaya  çıkan  ve  kan  dökme  ile  savaşlara  dönüşen,  mezhepler  oluşturan  ayrılıklarda,  Allah’ın  pek  çok  ayetle  bölünmeyin,  ayrılmayın,  gruplaşmayın  kan  dökmeyin,  insan  öldürmeyin,  Allah'a  ortak  koşmayın  diye  uyardığı  ayetlerin  muhatabı  olarak  her  iki  taraftakiler  de  yanlışlar  içerisinde  olmalarından  dolayı  üzerlerindeki  vebal  çok  büyük  olacaktır.  Bundan  dolayı  bugün  Müslümanlar  olarak  Tarih  boyunca  yaşanmışlıkların  ardından  geldiğimiz  noktada,  Kur’an  ayetlerinin  uyarısına  baktığımız  zaman,  Sahabe  ve  Tabiin  toplumu  kutsallaştırılacak,  ilâhlaştırılacak  ve  örnek  alınacak  değil,  ancak  ibret  alınacak  bir  toplumdur.  Müslümanlar  arasında  vuku  bulmuş  bütün  çatışmalar,  savaşlar  her  iki  taraf  için  de  yanlış  olan,  Tarihten  ibret  almamızı  gerektiren,  kişilerin,  soyların,  hanedanların  dünya  menfaatleri  için  yarattıkları  dünya  malına  aşırı  hırsla  gücü  ve  hakimiyeti  ele  geçirmek  için  oluşturdukları  siyasi  olaylardır. Geçen  uzun  yılların  ardından  artık  bugün  gelinen  noktada  ise,  bir  tarafta  Ehli  Sünnet  mezhepler  adı  altında  Peygamber  ekseninde  " Şefaat  ya  resulullah  "  diyen  Emevi  Arap  kültürünü  ve  yaşam  tarzını  egemen  kılan  bir  anlayışla  oluşturulmuş  ve  uydurulmuş  hadislerle  yaşatılan  dinler  ile,  diğer  tarafta   İmam  Ali  ismine  atıfla  Pirimiz,  Şahımız  "  Yetiş  ya  Ali  "  diye  çağırılarak  on  iki  imam  Ehli  Beyt  temelinde  yaşanan  Şia  dinleri  ile  Kur'anın  öğüt  ve  emirlerinin  hiçe  sayıldığı,  İslam'dan  kopmuş  ritüellerle  bölünmüş,  parçalanmış  dinler  yaşanmaktadır. 

Bu  sonuç  maalesef  Ehli  Sünnet  ekolün  büyük  çoğunluğunun  da  peşinden  gittiği,  Hazret  diyerek  hitap  ettiği,  sahabe  saydığı,  fakat  aslında  Peygamberimiz  ve   Ali  bin  Talib  karşısında  kılıcıyla  başarılı  olamadığı  halde,  Kur'anı  ve  İslam'ı  hayatın  dışına  iterek,  dini  Kur'andan  kopararak  Peygamber'den  ve  ailesinden  intikam  almaya  yemin  ile,  Allah'a,  Peygambere  ve  Kur'ana  ihanet  etmiş  Muaviyenin  eseridir.  Ki  o  Muaviye ; Kur'an  vahyinin  ve  Peygamberimizin  hayatı  boyunca  karşısına  dikilmiş  olan  müşrik  ordusunun  komutanı,  Ümeyye  oğulları  ailesinin  en  önde  gelen  parasal  ve  güç  kaynağı  Ebu  Süfyan'ın  oğludur.  Annesi  ise  Bedir  savaşında  bir  oğlunu  ve  kardeşini  kaybetmiş,  intikam  almaya  yemin  etmiş,  Uhud  savaşında  Peygamberimizin  amcası  ve  Müslümanların  komutanı  Hamza'yı  bir  Habeşli  mel'una  mızrakla  öldürttüren,  bununla  yetinmeyip  göğsünü  yardırarak  ciğerlerini  çıkarttıran,  ağzında  çiğneyerek  zafer  çığlıkları  atan,  Hamza'nın  cesedinden  burnunu,  kulaklarını  kestirip,  gözlerini  çıkarttırarak  ipe  dizdirip  müşrik  dostlarına  dağıtan  ve  Kur'anda  da  İsra  Sûresinin  60. ayetinde  "  Şecerei  mel'une  "  ifadesiyle  lanetlenen  soya  mensup  olanlardan  Hint  Hutbe  denilen  kadındır.  Neticede  Muaviye,  oğlu  Yezid  ve  ardından  gelen  soyu,  saltanatlarını  sürdürebilmek  için  Kur'anın  Hakk  Dini  İslam'ı  ortadan  kaldırmayı  başarmışlardır,  akıllarınca   Peygamberden  intikamlarını  almışlardır. Peki  yaklaşık  yüz  yıl  sonra  üstelik  de  Ali  bin  Talib  ve  eşi   Fatma  soyunun  torunlarının  ve   Şia'nın  desteği  ile  Emevi  zulmüne  ve  saltanatına  son  verilerek  kurulan  Abbasi  Devleti  zamanında  hakka  ve  hukuka  dönülmüş  müdür ?  Halife  Ali  soyunun  hakkı  teslim  edilmiş  midir ?  Hayır.  Maalesef  bu  sefer  Haşim  oğulları  soyundan,  üstelik  de   Peygamberimizin  amcası   Abbas'ın  oğulları  oldukları  halde  gücü  ele  geçirenler  de  dünya  menfaatlerinin,  siyasetin  ve  gücün  esaretinden  kurtulamamış,  Kur'an  ayetlerinin  uyarıları  görmemezlikten  gelinerek,  Emevi  zulmünün  temeli  üzerine  aynı  zihniyetle  bina  inşa  edilmeye  devam  edilmiştir. 

Bugün  de  içinde  bulunduğumuz  dünya   konjonktüründe   bölünmüş,  gruplaşmış,  mezhepleşmiş,  hizipleşmiş  Müslümanlar,  hala   mezhep   çatışmalarıyla  kan  dökmeye  devam  etmektedirler,  birbirlerini  aşağılamaya  yok  etmeye  çalışmakta,  emperyalist  güçlerin  sömürü  ve  emellerine  alet  olmaktadırlar.  Biz  elbette  ki  Peygamberimizin  yeğeni  ve  yakını  olmasından,  İslam'a  yaptığı  katkılardan  ve  şahsiyetinden  dolayı  Ali  bin  Talib'i  çok  sever  ve  sayarız.  O'nu  Muaviye  ile,  Hüseyin'i  de  Yezid  ile  asla  bir  kefeye  koyamayız. O'na,  ailesine,  evlatlarına,  Ehlibeytine  tarih  boyunca  yapılan  haksızlıkları  ve  saldırıları  asla  onaylamayız. Fakat  ortaya  çıkmış  ve  Kur'anın  onaylamadığı  bölünmelerden  dolayı  her  hangi  bir  tarafın  taraftarı  da  olamayız. Çünkü  bugün  artık  görülmüştür  ki,  gerek  Ehli  Sünnet  ve  gerekse  de  Ehlibeyt  temelindeki  iki  mezhebe  bağlı  bir  çok  fırka  ve   cemaat   bölünmeleriyle  aslında  Kur'anın  İslam'ı  yok  edilmiştir.  Bu  bölünmelerden,  hizipleşmelerden,  ortaya   çıkmış  olan  düşmanlıklardan  kurtulmanın  yegâne  yolu,  tekrar  Kur’an  ile  Allah’a  ve  Tevhit'e  yönelmek,  Müslümanların  birlik  ve  beraberliğini  tesis  etmektir. Şu  iyi  bilinmelidir  ki  Muaviyenin  oluşturduğu  saltanat  ile  Emevi  dönemindeki  Emevi  melaneti  / zulmü,  İslam'a  soktuğu  fitneler  ve  zararlar  deşifre  edilmeden,  bilinmeden  Müslümanların  iflah  olması  mümkün  değildir. Hud  Sûresinin  113. ayetinde  "  Ve  Allah'ın  ortağı  olduğunu  kabul  ederek  yanlış,  kendi  zararlarına  iş  yapan  zalimlere  /  kimselere  meyletmeyin,  sonra  size  de  ateş  dokunuverir. "  ifadeleriyle  yapılan  uyarının  ciddiyetinde  veya  farkında  olmayan  ve  zalimlerin  zulmünden  söz  etmeden  göz  yuman  ve  ortak  olanlar,  onların  izinden  gidenler,  aynı  zamanda  Kur'anın  tek  düşman  olarak  belirlediği  zalimlerdir.  Onları  da  ayette  gördüğümüz  gibi  Cehennem  azabı  beklemektedir. Çünkü  hala  zamanımızda  dinci  egemen  güçlerin  dayatmasıyla,  Emevi  Arap  saltanatının  hegemonyasındaki  din,  Ehli  Sünnet  diye  aynen  yaşanmaya  devam  edilmektedir. Bundan  böyle  bütün  yöneticilerin,  önderlerin,  bütün  hüküm  verme  makamında  bulunanların,  bütün  Müslümanların  yegâne  rehberi  anlaşılarak  okunan  Kur’an  olmalıdır.  Kur’an  bilhassa  anlaşılabilen  ana  dilinden  okunmalı,  öğütleri  akıldan  çıkarılmamalıdır.  Barış,  esenlik,  huzur,  Allah’ın  selamı  ve  rahmeti  hiç  kuşkusuz,  bölünmelerin  içinde  olmayan,  bütün  iman  ettim  deyip  Kur’anı  rehber  edinebilenlerin,  içselleştirip  Kur'an  ile  yaşayanların  üzerine  olacaktır !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !..

Temel  Kaynak  :  Hakkı  Yılmaz  ( Tebyin  ül  Kur’an )

TDV  Yayınları  İslam  Ansiklopedisi

Prof  Dr.  Hasan  Onat  ( Şiiliğin  Doğuşu  Meselesi  Birinci  Hicri  Asır )

Prof  Dr.  Mehmet  Azimli ( Siyer’i  Doğru  Okumak  Hz. Ali )

Prof  Dr.  Süleyman  Ateş (  Yüce  Kur’anın  Çağdaş  Tefsiri  İst. 1988  IV. 134 )

Prof  Dr.  Süleyman  Uludağ  ( Dört  Kapı  Kırk  Eşik )

Mustafa  Cemil  Kılıç ( Yükselen  Alevilik )

Nur’a  Doğru  Ayet  ve  Hadisler

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET