Konu Detay

HIZIR KİMDİR VE GERÇEK MİDİR ?

 09.03.2018
 1640

İnsanoğlu  yaşamında,  hayatının  her  döneminde  zaman  zaman  çok  değişik  konularda  sıkıntılarla,  açmazlarla,  çözümsüzlüklerle  karşı  karşıya  gelmektedir.  Bu  açmazından  da  en  kısa  zamanda  kurtulmayı  istemekte,  çaresiz  kaldığında  da  birilerinin,  bir  gücün,  bir  elin  yardımının  ihtiyacını  hissetmektedir. Tarih  buyunca  da  toplumların  halk  kültüründe  bu  el  veya  kişi  Hızır  olmuştur. Gerçek  mi,  hayali  mi,  böyle  bir  kişi  var  mı  sorgulaması  yapılmadan  bu  inanç  öyle  bir  gelenekselleşmiş  kökleşmiş  ki,  adına   ülkemizde  “  Kul  sıkışmayınca  Hızır  yetişmez,  Hızır  gibi  yetişti,  Sen  ne  kadar  çok  yardımda  bulunursan  Hızır  da  o  kadar  senin  yardımına  koşar,  Her  misafiri  Hızır  bil  "  gibi  pek  çok  deyim  üretilmiş,  sıkıntı,  zorluk,  çaresizlik  ve  darda  kalındığında  yardım  eden,  evlere  bolluk  bereket  getiren  kişi  olarak  tasvir  edilmiştir.  Anadolu'daki  halk  inancında  da  Hızır,  boz  atlı,  yeşil  giysili,  nur  yüzlü,  ak  sakallı  ve  ak  saçlı,  kırmızı  çarıklı  bir  derviş  veya  dilenci  kılığında,  elinde  baston  olan  sevimli  bir  ihtiyardır.  Tanrının  bir  vekilidir  denilmekte,  bir  Veli  ya  da  Melek  olarak  gördüğünü  iddia  edenler  de  bulunmaktadır.  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  Enbiya  Sûresinin  34. ayetinde  “ Biz  senden  önce  de  hiç  bir  beşer  için  sonsuzluk  tanımadık.  35  :  Her  kimliği  olan  varlık  ölümü  tadıcıdır. “  ifadeleriyle  ilkel  ve  yabancı  kültürlerin  etkisinde  Müslümanlar  arasına  da  girmiş  olan  " Hızır "  anlayışı  reddedildiği  halde,  masallarda  olduğu  gibi  Hızır’ın  “ abı  hayat  “  ölümsüzlük  suyu  içtiği  söylenmiş,  baharla  birlikte  tabiatın  canlanmasına  yardım  ettiğine  inanılmış,  insanların  bütün  problemlerini  çözen,  gün  ve  saat  ölçülerini  sınırsız  kullanan,  yer  zaman  ve  mekân  kavramı  olmayan  yardımcı  ve  kurtarıcı  anlamlarıyla  dilden  dile  dolaştırılarak  anlatılan,  insan  üstü  bir  konuma  getirilen  bir  varlık  yapılmıştır.

Hızır  sözcüğü  anlam  olarak  “  Yeşil  “  demektir.  Ve  baharı  simgeler.  Bu  kavram  ilk  önceleri  ilkel  toplumların  çok  tanrılı  inançlarındaki  “ Bitki  Tanrısı “  denilebilecek  bir  kavrama  karşılık  gelecek  şekilde  kullanılmakta  iken  daha  sonra  da  kişiselleştirilerek,  kavram  yer  yüzüne  indirilmiştir.  Bunun  ardından  da  bir  kimlik  oluşturma  sorunu  doğmuş,   gerçek  dışı  olunca  da  köy,  kent  her  toplanma  ve  sohbet  mekânlarında  her  önüne  gelen  hayal  gücü  yeteneğine,  halisinasyonlarına  göre  bir  şeyler  ilave  etmiştir. Bunların  sonucunda  da  tarihsel  halk  kültürüne  göre  bir  kişi  olarak  kabul  edilen  Hızır  için,  İbrahim  ( a.s. )  dan  sonra  yaşamış  bir  Peygamber  veya  Velidir  denmiş,  Asya  ve  Avrupa  kıtalarına  hakim  olan  Zülkarneyn  ( a.s. ) ın  askerlerinin  komutanı  ve  teyzesinin  oğlu,  isminin  de  aslında  Belka  bin  Melkan  olduğu,  künyesinin  taa  Nuh  peygamber’in  oğlu  Sam’a  dayandığı,  bazılarınca  da  İsrailoğullarından  olduğu  söylenmiştir.  Hızır  ( a.s. )  ın  kuru  bir  yere  oturup  kalktığı  zaman  oranın  yeşillendiği,  Allah’ın  sevgili  kullarından  biri  olduğu,  doğup  büyüdükten  ve  vefat  ettikten  sonra  ancak  Cenab ı  Hakkın  onun  ruhuna  insan  şeklinde  görünmek  ve  kıyamete  kadar  yardım  isteyen  Müslümanların  imdadına  yetişmek,  yardım  etmek,  konuşmak  ve  ilim  öğretmek  özelliklerini  verdiğine  inanmışlardır.  Bundan  dolayı  Allah'ın  yaratma  ve  yaşatma  kanunlarından  haberi  olmayan  bazı  alimler  de  onun  peygamber,  bazıları  da  Veli  olduğunu  kabul  ederler. Buna  bağlı  olarak  Hızır’ın,  gerçek  fizyonomisini  değiştirme,  sonsuz  değişik  kalıplarda  görünme  kabiliyetine  sahip  olarak  bazen  ihtiyar  bir  adam,  bazen  genç  bir  delikanlı  veya  bir  çocuk  gibi  göründüğüne,  kuş,  tavşan  gibi  türlü  hayvan  biçimlerine  girebileceğine  inanırlar,  bunları  da  cahil  halkı  kandırmak  üzere  sanki  gerçekmiş  gibi,  bir  güzel  anlatırlar. Uydurmanın  ve  halisinasyonun  sınırı  da  olmadığı  için,  tabiattaki  varlıkları  kendi  hizmetinde  kullanabildiğini,  havada,  boşlukta,  suda  yürüyebildiğini  de  söylerler.

Yüce  Rabbimiz  Allah'ın,  yarattığı  bütün  canlıları  ve  varlıkları,  Tabiatın,  Kâinatın  içerisindeki  yaşanacak  olayları,  koyduğu  kanunlarla  Sünnetullah  ile  yönettiğini,  insanın  yaratılışında  fıtri  olarak  biyolojik  bir  sınır  olduğunu  bilmeyen,  aklına  getiremeyen  cahil  ve  sapık  olarak  niteleyebileceğimiz  çevreler,  böylece  Hızır’a  Kur'anın  İslam'ı  ile  hiç  bağdaşmayan  bir  anlayışla  insan  üstü,  doğa  üstü  bütün  güçleri  ve  özellikleri  yakıştırdıkları  bir  kişi  yapmışlardır.  Bunlara  inanan,  aklını  kullanamayan,  Kur’anın  içerisinde  nelerin  olduğunu  ve  olmadığını  bilmeyen  mütedeyyin,  fakat  bilgisiz  ve  Kur'an  cahili  insanlar,  bilhassa  Tasavvuf  içerisinde  anlatılan  kerametlerle  yüzyıllardır  bu  yanlış  inançların  ardına  düşürülmüş,   sömürülmüşlerdir.  Bu  inançlara  göre  kimlik  kazandırılmış  olan,  aslında  gerçek  olmayan  Hızır  algısı,  ülkemizde  de  Tasavvuftaki  Sufilik,  Alevi  Bektaşilik  ve  Nusayri  inançlarında  Sosyolojik  ve  Antropolojik  halk  kültürlerini,  ritüellerini  meydana  getirmiştir.  Tarihsel  olarak  bu  inançların  temeli  İran’daki  Zerdüştlük,  Avrupa’da  Hristiyanlık,  Orta  Doğu’da  Yahudilik,  Uzak  Doğu’da  Şamanizm  ve  eski  Yunan  Mitolojisindeki  çok  tanrılı  dinlere  kadar  dayanmaktadır.

Yahudilik’te  Eski  Ahit’te  anlatılan  ve  Kitabı  Mukaddeste  yer  alan,  Yahudi  Tora  kaynaklarında   ise  ülkemizin  Van  ili  yöresinde  yaşamış  olan  Urartu  Medeniyetinin  başkentinde  görev  yapmış,  Tuşba'lı  İlyas  Peygambere  ait  olarak  bilinen  İlya  inancı,  bizdeki  Hızır  inancıyla  tıpa  tıp  aynıdır.  İlya ( İlyas ) da  Yahudi  Mistiklerine  güya  görünmekte,  onlara  gizli  hikmetleri  öğretmektedir.  Mistikler  de  kendilerine  pay  biçmek  adına  yalandan  kim  ölmüş  inancıyla  yollarda,  çöllerde  İlya’ya  rastladıklarını,  ondan  bilgi  aldıklarını,  maddi  manevi  yardım  gördüklerini  anlatmaktadırlar.

Alevi  Bektaşi  inancında  Hızır, *  Yola  yolladım  seni  *  Yollar  yollasın  seni  *  Hızır  elinden  tutsun  da  *  Bana  yollasın  seni  denildiği  gibi  ülkemizde  Sivas  yöresinin  türkülerinden  birisine  de  yansımış,  yolun  ve  yol  erenlerinin  ta  kendisi  olarak  inanılmıştır.  Sen,  ben,  siz,  biz,  arasında  oluşturulacak  paylaşma  ve  dayanışmadır.  Bu  inançla  Şubat  Ayının  13. günü  başlayarak  üç  gün  “ Hızır  Orucu “  tutulur.  Bu  esnada  Hızır ( a.s. ) ın  görüldüğü  ve  İlyas  ile  kavuştuğu  yer  olarak  bilinen  çeşme  başı,  türbe  avlusu,  mezarlık  kenarı,  akar  su  kenarı  gibi  yeşillik  olan  ve  “ Hıdırlık “  denilen  yerlerde  de  toplanılır  “  Hızır  Cem’i  “  yapılır.  Aynı  zamanda  Nevruz  kutlamaları  ile  birlikte  baharın  başlangıcı  olarak  da  kabul  edilen  gelenekselleştirilmiş  bir  kültür  yaşanmaktadır. Bu  bağlamda  bu  yapılanlar  Orta  Asya'dan  gelen  bir  gelenek  olarak  “ Doğa  Tapımı “  ritüeli  diye  de  nitelendirilebilir.  Hıdırellez  sözcüğünün  Hızır  ve  İlyas  isimlerinin  birleşmesinden  dolayı  Hızır  ve  İlyas,  iki  ayrı  kişilik  olarak  bilinir.  Ancak  Kur’anda  İlyas  Peygamber  ismi  yer  alır,  fakat  Hızır  diye  bir  isim  yer  almaz.  Aslında  bugünkü  Van  ilimiz  yöresinde  Anadolu  medeniyetlerinden  Urartuların  başkentinde  yaşamış  olan,  Tora  kaynaklarında  Tuşba'lı  İlyas  diye  yer  alan  ve  Yahudi  kültüründe  İlyas  peygamberin  bulunmasından  dolayı  her  ikisi  de  farklı  kültürlerde  aynı  kavramları  ve  inançları  temsil  eden  tek  kişidir.  Alevi  Bektaşi   inanç  kültüründe  Hızır,  Halife  Ali,  dolayısıyla  ve  bu  vesileyle  de  Peygamberimizle   bile  özdeşleştirilmekte,  deyişler,  şiirler  yazılmaktadır. Özellikle  yeşil  renk  kutsallaştırılarak  Şiilerin  kutsal  rengi  sayılmaktadır.  Çünkü  rivayetlere  göre ;  Hızır,  Ali  bin Talib'in  cenaze  namazına  katılmış,  ehlibeyte  başsağlığı  dilemiş,  hatta  Ali'nin  oğlu  Hüseyin’in  şehit  edilmesinin  ardından  mersiye  ( ağıt,  övgü )  okumuştur.  Tabii  ki  bu  rivayetlerin  ravilerinin  Nevf  bin  Fudda  el  bekkali  ve  Ka’bül  Ahbar  gibi  Yahudi  asıllı  casus  kişiler  olması  da  manidardır  ve  çok  dikkat  çekicidir.  Düşünen,  aklını  kullanabilen  insanın  aklına  da  ister  istemez  “ Bu  Hızır,  Kerbela  katliamı  esnasında   sonradan  ortaya  çıkacağına,  Hızır  gibi  yetişip  de  önceden  onları  neden  kurtarmamıştır ? “  sorusu  gelebilir.

İslam  Dininin  yegâne  kaynağı  olan  Kur’anda  böyle  bir  varlığın  var  olduğundan  söz  edilmemesine  ve  Hızır  sözcüğünün  Kur’anda  hiç  bir  ayette  yer  almamasına  rağmen,  Hızır  inancı  ve  kerametleri  aynen  vehim  ve  hayale  dayanan  Mehdi  inancı  gibi,  ülkemizdeki  Tasavvufi  Sufi  inancının  Şeyhlerinin  de  çok  önemsedikleri  ve  müritlerini  kolaylıkla  bir  uyutma  aracı  olmuştur. Tüm  Tasavvuf  ve  Tarikat  çevrelerinde,  insanları  etraflarında  toplayabilmenin   ana  unsurlardan  biri  olarak  yer  almıştır.  Kur’anda  Kehf  Sûresinin  60.  ayetiyle  başlayan  paragrafta,  aslında  Kur'anda  ismi  belirtilmeyen  peygamberlerden  biri  olan  ve  eğitilmesi  için  Musa  Peygamberle  beraber  yolculuk  yaptığı  anlatılan  “ Alim  Kul “  ifadesi,  zanlarla  Hızır  olduğu,  Hızır’ın  da  Veli  olduğu  bir  çok  Ulema  tarafından  kabul  edilmiş,  Musa  Peygamberden  daha  bilgili  olduğu  iddiasına  dayalı  olarak  da  Tasavvuf  inancında  Gavs  Hazretlerinin,  Veli’lerin  /  Evliyanın,  Şeyhin  tayy'i  mekân  ( ışınlanma,  yer  değiştirme )  ile  Peygamberlerden  daha  üstün  olduklarına  inanılmıştır. Buna  istinaden  de  Tasavvuf  dininin  ünlü  Şeyhlerinden  olan  Bayezid  i  Bistami  ( İran  804 – 874 ) de  kendini  peygamberlerden  üstün  görerek  “  Biz  öyle  bir  deryaya  daldık  ki,  peygamberler  kıyıda  kaldı “  ( En  nûr  min  kelimati  Ebi't  Tayfur  Muhammed  bin  Ali  es  Sehlegi  164,  Attar  206  )  safsatasını  uydurmuştur,  ona  inananlarla   beraber  gırtlağına  kadar  şirkin  ve  küfrün  deryasına  daldığının  farkında  olmamıştır. Tasavvufi  Tarikatların  içerisine  yuvalanmış  bu  çevreler,  Gavsların  ve  Hızır'ın  da  ölümsüz  ve  hayatın  ikinci  mertebesinde  maişetsiz  olarak  yaşadıklarını  iddia  etmişlerdir.  Rüya  keşif  gibi  aslı  astarı  olmayan  safsataları,  uydurulacak  kerametlere  zemin  hazırlayan   temel  kaynak  edinmişler,  Hızır  adındaki  gerçekte  var  olmayan  bu  kişiliği  de  kendilerine  sermaye  yapıp,  konuyu  ve  kendi  dinini  bilmeyenler  üzerindeki  sömürülerinde  yüz  yıllarca  ilave  bir  araç  olarak  kullanmışlardır.  Bu  konuda  uydurulmuş  yüzlerce  cilt  kitap  yazılmış,  örneğin  İmam  Gazali  İhya,  Muhyiddin  i  Arabi  Futuhat,  Hacı  Bektaş  Veli  Makalat,  İmam  Rabbani  Mektubat,  Saidi  Nursi  Mektubat  eserlerinde  Hızırla  yapılan  konuşmalara,  görüşmelere  ve  maceralarına  yer  verilerek  gerçekte  olmayan  Hızır’ın  kerametlerinden  söz  edilmektedir.

İslam  Dini  ile  uzaktan  yakından   ilgisi  olmayan  ülkemizdeki  Hızır  inancı,  İslam’dan  ayrı  sapık  bir  din  olan  Tasavvuf  ve  Tarikat  kanalı  ile  tamamen  vehme  dayalı  ve  batıl  dinlerden  aktarılarak  uydurulmuş  bir  inanç  olarak,  sonradan  Müslümanlar  arasına  çok  kapsamlı  bir  şekilde  sokulmuş,  pek  çok  sapık  ve  yanlış  inançlardan  birisidir.  Hızır  inancı,  bunların  yanı  sıra  Kışın  bitişini  ve  baharın  gelişini  simgeleyen,  havaya,  suya  ve  toprağa  hayali   bir  “  Cemre  düşmesi  “  inancı  gibi  aslında  gerçekte  olmayan  bir  kültürü  de  yaratmıştır.

Kur'anımızda  Kehf  Sûresinin  60 - 81. ayetleri  arasında  eğitimi  amacıyla  Musa  Peygamber  ile  Alim  bir  kulun  birlikte  yaptıkları  yolculuk  anlatılır. Tasavvuf  Velileri  de  bu  yolculuğu  Hızır  konusu  için  malzeme  yapmışlardır.  Dinimiz  İslam'ın  tek  kaynağı  olan  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  Hızır  isminin  de,  böyle  bir  motifin  ve  inancının  da  bulunmadığı  Hızır  konusunu  ve  Tasavvuf  Şeyhlerinin  veya  bazı  Ulema  denilen  kişilerin  hızır  için  malzeme  olarak  kullandıkları  Kehf  Sûresinin  ayetlerinde  anlatılanlara,  biz  de  Kur’an  öğretisi  içerisinde  bakmaya  ve  konunun  gerçeğini  ortaya  koymaya  çalışalım.

KEHF  60  :  Ve  bir  vakit  Musa,  delikanlısına  / Yanındaki  gence  :  “ Ben   iki  denizin  birleştiği  yere  /  iki  bilgin  kişinin  toplandığı  yere  varıncaya  kadar  durmayacağım  yahut  senelerce  gideceğim  “  demişti.  61  :  Bunun  üzerine  iki  denizin  birleştiği  yere   vardıklarında  ikisi  de  hutlarını  /  bunalımlarını,  sıkıntılarını  terk  etti. O  zaman  bunalım,  bilgin  kimse  yardımıyla  yok  olup  gitti.  62  :  Bu  şekilde  geçtikleri  zaman  Musa  delikanlısına  :  “  Getir  kuşluk  yemeğimizi,  gerçekten  biz  bu  yolculuğumuzda  yorulduk  “  dedi.  63  :  Delikanlı :  “  Gördün  mü,  hiç  düşündün  mü ?  O  kayaya  /  sahraya  /  Mecmuel  Bahreyne  /  iki  bilginin  toplandığı  yere  sığındığım  vakit  doğrusu  ben  bunalımdan  /  sıkıntıdan  kurtuldum,  onu  söylememi  de  kesinlikle  bencilliğim  engelledi.  Bunalım  sıkıntı,  şaşılacak  bir  şekilde  bilgin  insanda  kaybolup  gitti. “  dedi.  64  :  Musa,  “  İşte  bu  aradığımızdı ! “  dedi.  Hemen  izlerini  takip  ederek  gerisin  geri  döndüler.

Bu  ayet  grubunda  Musa  Peygamber’in  Tur  dağında  Peygamber  olarak  görevlendirildikten  sonra,  Mısır'a  Firafun'un  karşısına  çıkmadan  önce  hazırlanması  ve  eğitim  dönemindeki  bir  bölüm  nakledilmektedir. Musa,  daha  önce  Firavun  ülkesinde  iken  kaza  ile  bir  adam  öldürmüştür  ve  ülkesinden  kaçmak  zorunda  kalarak  Medyen  ülkesine  gitmiş  ve  orada  evlenmiş,  evliliği  için  söz  vermiş  olduğundan  dolayı,  on  yıl  kaldıktan  sonra  tekrar  ülkesine  dönme  yolunda  iken  Tur  dağında  Allah  tarafından  peygamber  olduğu  belirtilerek,  Firavuna  gitmesi,  onu  öldürmesi  ve  İsrailoğulları’nı  Mısırdan  çıkarması  görevi  emredilmiştir. ( "  Musa  Peygamberin  Asası  "  Başlıklı  yazımızda  daha  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )  Halbuki  Musa,  daha  önce  öldürdüğü  adamın  vicdan  azabından  dahi  henüz  kendini  kurtaramamış,  bir  de  üzerine  tekrar  birinin  öldürülmesi   emri  ve  bu  görevi  nasıl  yapacağının  endişesi,  kendisini  tereddüde  ve  bunalıma  sokmuştur.  Musa ( a.s. )  daha  önceden  bilginlerin  toplandığı  bir  yerin  olduğunu  duymuştur. İşte  bundan  dolayı  kıssanın  giriş  mahiyetindeki  bu  bölümünde,  Musa ( a.s. )  ın  yanındaki  delikanlı  denilen  yardımcısı  ile  o  yere  yapacağı  yolculuk  anlatılmaktadır.  Ayette  anlatılanlara  göre  Musa  kafasındaki  takıntıları  gidermek  için  bilginlerin  toplandığı  yere  gidip  sıkıntılarına  çare  aramayı  düşünme  kararlılığı  içindedir. İki  kişi  yola  çıkarlar  ve  oraya  geldiklerinde  ikisi  de  bilgin  kişinin  yardımıyla  sıkıntılarından  bunalımlarından  kurtulurlar. Adeta  psikolojik  terapi  görürler. Bunalımları  denizde / engin  bilgin  sahibi  kişide  çekip,  kaybolup  gider.

Kur'anın  kısa  ve  öz  cümlelerle  çok  şeyi  anlatma  yöntemlerinden  biri  de,  Araplardaki  gibi  yöresel  kalıplaşmış  deyim  ve  müteşabih  ifadeleri  kullanma  tekniğidir. Bu  pasajdaki  ifadeler  de  müteşabih  olup /  alegorik  ve  sanatsal  mecazi  bir  anlatım  şeklindedir.  Ayette  yer  alan  “  Musa’nın  Delikanlısı  “  ayetin  orijinalinde  Feta  ( sağlam  genç )  delikanlı  yiğit   anlamında  “  Fityetün “  sözcüğü  ile  ifade  edilmektedir.  Aynı  zamanda  bir  kimsenin  hizmetçisini,  yardımcısını  ifade  eder. Buna  göre  Musa  peygamber  ailesi  ile  beraber  Medyen’den  ayrıldığı  zaman  yardımcısı  veya  hizmetçisi   konumunda  olan  o  genç  delikanlı  da   yanlarındadır. Yolculuğa  da  bu  delikanlı  ile  beraber  çıkmıştır.  Ayetlerin  orijinalinde  Musa’nın  gideceği,  arayacağı  şey  Sahra  /  büyük  kayadır. Hutlarını /  bunalımlarını,  kafasındaki  soru  ve  endişeleri  gidereceği,  orada  iki  denizin  toplandığı  yer,  Mecmeul  Bahreyn  ile  Sahra  / büyük  kaya,  aynı  yer  veya  aynı  şeydir. Bahr  sözcüğü  “  Genişlik  ve  açık  yüzlülük  “ demektir.  Denize  bahr  denmesi,  genişliğinden  ve  enginliğinden  dolayıdır. Bahr  aynı  zamanda  çok  bilgili  kişi  demektir.  Mecaz  anlamında  ise  “ İki  denizin  toplandığı  yer  " / iki  bilgin  kişinin  toplandığı  yer  anlamındadır.  Yani  bu  ayet  grubunda  Musa  peygamber  aslında  iki  bilgin  kişinin /  birçok  bilgin'in  toplandığı  yere  gitmek  istemiştir. Ve  oraya  vardıklarında  da  onların  yardımları,  psikolojik  terapileriyle  bunalımlarından  tereddütlerinden  ve  endişelerinden  kurtulmuştur.  Ayetlerin  orijinalinde  bunalım  ifadesi  de  Yunus  Peygamberin  kıssasındaki   bunalımında,  İsrailoğullarının  Cumartesi  günü  yasağındaki  bunalımlarında  olduğu  gibi  “ Hut “  sözcüğü  ile  yer  almaktadır.  Hut’un /  bunalımın,   Bahr'de  / bilgin  kişide,  orada  deniz  gibi  engin  bilgiye  sahip  kimselerle  karşılaşılıp  sıkıntıdan,  bunalımdan   kurtulduğu   mecazi  olarak  ifade  edilmektedir.  Ülkemizdeki   pek  çok  müfessirin  mealinde  ise  düz  mantıkla  " hut "  sözcüğü  balık, "  Mecmuel  bahreyn "  sözcüğü  de  iki  deniz  olarak  çevrilmiştir  ve  asıl  mesajdan  uzaklaşılmıştır. Bilginlerin  yardımıyla  bunalımdan  kurtulup  geri  dönüş  yolunda   karınlarını  doyurmak  üzere  bir  yerde  konakladıklarında  ise  64. ayette  de  bilginlerin  toplanıp  bilgisiz  olan  kişileri  bilgilendirdikleri,   zihinsel  problemlerini  giderdikleri  yer  olduğuna  kanaat  getirdiklerinden,  aslında  onlardan  daha  pek  çok  şey  öğrenme  ihtiyacında  olduklarını  hissettiklerinden  dolayı  ve  bir  şeyler  daha  öğrenme  isteği  ile  tekrar  bilginlerin  bulunduğu  yere  dönmeye  karar  verdikleri  anlatılır.   

KEHF  65  :  Derken  kullarımızdan  bir  kul  buldular  ki,  Biz  ona  katımızdan  bir  rahmet  vermiş  ve  tarafımızdan  bir  bilgi  öğretmiştik.

Bu  ayete  göre  Musa  Peygamber  ve  yol  arkadaşı   tekrar  geri  döndüklerinde  iki  bilginin  buluştuğu  ( o  Büyük  Kayada ) ( iki  denizin  birleştiği  )  o  yerde  bir  kişi  ile  buluşurlar.  Bu  kişi  ise  Allah’ın  kendisine  ilim  ve  Rahmet  vermiş  olduğu  “  Alim  bir  kul  “ dur.  Aslında  büyük  bir  ihtimalle  Allah  tarafından  bilgi  verilmiş  olan  bu  “ Alim  kul  “  Kur’anda  ismi  belirtilmeyen  pek  çok  peygamberden  birisidir. Çünkü  ayette  “ Biz  ona  katımızdan  bir  rahmet  ile  bilgi  vermiştik “  denilmektedir.  Bu  ifade  Kasas  Sûresinin  86. ayetinde  de  “  Ve  sen  Kitab’ın  sana  vahyedileceğini  /  indirileceğini  ummuyordun.  O  ancak  Rabbinden  bir  rahmet  olarak  verildi. “  ifadeleriyle  rahmetin  Peygamberimize  de  verildiği  ve  ancak  bu  rahmetin  ve  ilmin  sadece  vahiy  ile  peygamberlere  verileceği  dile  getirilmektedir.  Buradaki  “ Bilgin  Kulun “  bir  peygamber  olduğunun  diğer  bir  kanıtı  da  yine  Kehf  Sûresinin  82. ayetinde  duvar  doğrultma  işini  kendi  iradesiyle  yapmadığını  beyan  ediyor  olması  ve  kendisine  vahiy  ile  telkin  edilmiş  olduğudur. Bu  bilgin  kulun  da  Nisa  Sûresinde 164. ayette  “  Daha  önce  sana  kıssalarını  anlattığımız  peygamberler  gönderdik.  Anlatmadığımız  nice  peygamberler  de  gönderdik.  Allah  Musa  ile  de  doğrudan  konuştu. “  denildiği  gibi  Kur’anda  ismi  belirtilmeyen  peygamberlerden  biri  olduğu  anlaşılmaktadır.  Kur’anda  bundan  başka  ismi  bildirilmeyen,  Lut  kavminin  helâk  edileceğini  haber  vermek  için  İbrahim  Peygamber’in  yanına  gelen  iki  peygamber,  Süleyman  peygamberin  yanına  gelen  alim  kişi,  Yasin  Sûresinde  toplumu  ikna  etmeye  çalışan  isimsiz  üç  peygamber  de  yer  almaktadır.

KEHF  66  :  Musa  Ona  :  “  Doğru  yol  konusunda  sana  öğretilenden  bana  da  öğretmen  için  sana  tabi  olabilir  miyim ? “  dedi.

Bu  ayette  Musa  Peygamber  “ Alim  Kul “  ile  tanışmış  ve  onun  bilgin  birisi  olduğunu,  doğru  yolu  bulma  konusunda  kendisine  çok  bilgi  verilmiş  olduğunu  anlamıştır. Ona  öğrenci  olmayı  da  istemiştir.

KEHF  67 – 68  :  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  :  “  Şüphesiz  sen  benimle  beraber  sabretmeye  takat  yetiremezsin.  Ve  kavrayamadığın  bilgiye  nasıl  sabredeceksin ? “  dedi.

Musa  peygamberin  o  yöre  ve  “ Alim  Kul  “  hakkında  bilgisinin  olmadığı  bellidir.  Çünkü  o  bölgeye  yeni  gelmiş  ve  “  Alim  Kul  “  ile  yeni  tanışmıştır.  Ayetteki  ifadelerden  “ Alim  Kulun “  o  yörenin  insanı  olduğu,  Musa  peygamberin  de  yabancı  olduğu  için  muhtemel  olayları  hemen  idrak  edemeyeceği,  sabır  gösteremeyeceği  ve  " Alim  Kulun "  bir  takım  görevlerinin  olduğu  anlaşılmaktadır.

KEHF  69  :  Musa  :  “  İnşallah  beni  sabreden  biri  bulacaksın  ve  senin  hiçbir  işine  karşı  gelmem  “  dedi.  70  :  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  :  “  O  halde  eğer  bana  uyacaksan,  bana  hiçbir  şey  hakkında  soru  sorma,  ta  ki  ben  sana  öğüt  olarak  ondan  söz  açıncaya  kadar. “

Pazarlık  yapılmış  ve  “  Bilgin  Kul  “  kendisi  açıklama  yapıncaya  kadar  tanık  olacağı  herhangi  bir  olay  hakkında   soru   sormaması   şartıyla   Musa’nın   kendisiyle  gelmesine  izin  vermiştir.  Dikkat  edilecek  olursa  artık  bu  ayetlerde  Musa’nın  daha  önceki  genç  arkadaşından  söz  edilmemektedir.  Demek  ki  Musa  Peygamberin  bundan  sonraki  yolculuğu  Alim  Kul  ( İsmi  belirtilmemiş  Peygamber ) ile  devam  edecektir.

KEHF  71  :  Bunun  üzerine  ikisi  yürüdüler ;  Sonunda  gemiye  bindiklerinde  alim  ve  rahmete  mazhar  kul,  gemide  kusurlar  oluşturdu.  Musa  içindekileri  boğman  için  mi  onu  yırttın ? /  kusurlar  hasarlar  oluşturdun.  Kesinlikle  sen,  şaşılacak  bir  şey  yaptın ! “  dedi.  72  :  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  “  Ben  şüphesiz  sen  benimle  beraber  olmaya  sabredemezsin  demedim  mi ? “  dedi.  73  :  Musa  :  “ Unuttuğum  şeyle  beni  cezalandırma  ve  işimden  dolayı  bana  güçlük  çıkarma ! “  dedi.

Ayete  göre  Bilgin  Kul,  bindikleri  gemide  hasar  oluşturunca,  Musa  dayanamaz  ve  müdahale  eder.  Bilgin  kul  ise  anlaşmayı  hatırlatır.  Musa  da  özür  diler. Gemide  bulunan  diğer  insanlar  yöreyi  bildiklerinden  ve  Bilgin  Kula  inandıklarından  dolayı  bu  olaya  müdahale  etmemiş  ve  Bilgin  Kula  engel  olmamışlardır.  Bunun  nedeni  de  daha  sonra  açıklanacaktır.

KEHF  74  :  Yine  gittiler.  Sonunda  bir  delikanlıya  rast  geldiler.  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  onu  öldürüverdi.  Musa  “  Bir  nefis  karşılığı  olmaksızın  tertemiz  bir  nefsi  mi  öldürdün ?   Kesinlikle  çok  anlaşılmaz  bir  şey  yaptın. “  dedi.  75  :  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  :  “  Ben  sana  kesinlikle  sen  benimle  birlikte  asla  sabredemezsin  demedim  mi ? “  dedi.  76  :  Musa  :  “  Eğer  bundan  sonra  sana  bir  şey  sorarsam,  artık  benimle  arkadaşlık  etme !  Kesinlikle  kovarsan  darılmam . “  dedi.

Elbetteki  bu  yolculuğun  hemen  aynı  günde  ve  kısa  bir  süre  içinde  arka  arkaya  olduğu  düşünülmemelidir.  Kur'anın  anlatım  tekniğindeki  asıl  verilmek  istenen  mesaj,  uzun  uzadiye  olayların  ayrıntılarına  girilip  de  bir  masal  yapısına   dönüştürülmemektedir.  Olaylar  da  özet  ve  metafor /  benzetme  yolu  ile  anlatılmaktadır. Ayetin  orijinalinde  geçen  “  Gulam  “  sözcüğünün  orijinal  anlamı,  “  Cinsel  ilişkiye  alabildiğine  düşkün  ve  arzulu   olan  “  demektir.  Bu  özellik  artık  çocukluktan  çıkmış  ve  ergen  olanlarda  olur.  Bu  da  delikanlılık  çağıdır.  Ayetteki  ifadelere  göre  de  Musa  bu  katletme  olayının  ancak  kısas  ile  yapılabileceğini  ileri  sürmektedir.  Bu  ifadeden  de  çocuk  yaşta  birisine  kısas  yapılmayacağına   göre  burada  öldürülen  kişinin,  artık  bir  delikanlı  olduğu  anlaşılmaktadır.  Bu  olaya  Musa’dan  başka  da  karşı  çıkan  olmamıştır.  Demek  ki  Bilgin  Kul’un  delikanlıyı  niçin  öldürdüğünü  o  beldenin  insanları,  öldürülen  delikanlının  yakınları,  ailesi,  ana  babası  ve  herkes  bilmektedir.  Aksi  halde  bu  olaya  kimse  kayıtsız  kalmazdı. Nedeni  de  80  ve  81.  ayetlerde  açıklanacaktır.

KEHF  77  :  Bunun  üzerine  yine  gittiler.  Sonunda  bir  köy  halkına  varınca  onlardan  yemek  istediler.  Bunun  üzerine  onlar  da,  kendilerini  misafir  etmekten  kaçındılar.  Derken  orada  yıkılmak  üzere  olan  bir  duvar  buldular.  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul,  onu  doğrultuverdi.  Musa  :  “  İsteseydin  bunun  karşılığında  kesinlikle  bir  ücret  alırdın “  dedi.

Ayette  anlatılanlara  göre  anlaşılan  o  ki  artık  bu  son  olarak  geldikleri  köyde,  Bilgin  Kul  bu  bölgede  tanınmamaktadır  ve  bundan  dolayı  çok  acıkmış  olmalarına  rağmen  kendilerine  yiyecek  verilmemiş  ve  misafir  edilmemişlerdir,  fakat  buna  rağmen  Bilgin  Kul,  gördükleri  yıkılmak  üzere  olan  duvarı  tamir  ederek  onarmıştır.  Musa  da  yine  dayanamamış  ve  isteseydin  bu  hizmetine  karşı  mutlaka  bir  ücret  alırdın  diyerek  yine  de  sitemini  bildirmiştir.  Bundan  dolayı  da  Musa  Peygamberin  daha  önceden  verdiği  söz  üzerine  artık  birlikte  yaptıkları  yolculuk  burada  sona  erecektir. Ve  Bilgin  Kul  olayların  tevilini ( karşılığını )  açıklamaya  başlayacaktır.

KEHF  78  :  Alim  ve  rahmete  mazhar  kul  :  “  İşte  bu  aramızın  ayrılmasıdır.  Şimdi  sana  o,  üzerine  sabretmeye  güç  yetiremediğin  şeylerin  birinci  anlamlarını   haber  vereyim. “  Gemi  olayına  gelince ;  o,  denizde  çalışan  birtakım  miskinlerindi.  /  Fakirlerindi.  İşte  o  nedenle  ben  onu  kusurlu  hale  getirmek  istedim.  Ötelerinde  de  bütün  sağlam  güzel  gemileri  gasp  edip  alan  bir  kral  vardı.  79  :  Delikanlıya  da  gelince :  Onun  anne  ve  babası  mümin  kimselerdi.  İşte  biz  onun  anne  ve  babasını  azdırmasından  ve  küfre  sürüklemesinden  korktuk.  Sonra  da  Rableri  onun  yerine  kendilerine  temizlikçe  daha  hayırlı  ve  merhamet  bakımından  daha  yakınını  versin  istedik.  80  :  Duvara  da  gelince  :  O,  şehirdeki  iki  yetim  oğlanındı  ve  onun  altında  onlar  için  bir  define  vardı.  Babaları  da  iyi  bir  zat  idi.  İşte  onun  için  Rabbinden  bir  rahmet  olmak  üzere,  Rabbin  onların  erginlik  çağına  ermelerini,  definelerini  çıkarmalarını  diledi.  81  :  Ve  Ben  onu  / duvar  doğrultma  işini  kendi  görüşümle  yapmadım.  İşte  senin  üzerine  sabretmeye  takat  getiremediğin  şeylerin  ilk  plandaki  anlamı !

Ayetlerde  “  Bilgin  Kul “ un   yaptıkları  ve  sonunda  da  onları  neden  yaptıklarının  nedenleri  anlatılmaktadır. Bilgin  Kul,  o  bölgeyi  ve  insanları  iyi  tanıdığından,  o  bölgedeki  insanların  da  ona  inanmış  olarak  onu  iyi  tanıdıklarından  dolayı  gemideki  hasarı  kendisinin  özellikle  yaptığını  ve  böylece  fakirlerin  sahip  olduğu  yegâne  bu  geminin,  zalim  kralın  eline  geçmesine  engel  olduğu  nedenini  açıklamaktadır,  bundan  dolayı  gaybı  bilme  gibi  bir  durum  da  söz  konusu  değildir. Delikanlının  öldürülmesi  olayında  ise  onun  anne  ve  babasını  azdırmaması  için  biz  yaptık,  biz  korktuk,  biz  istedik  ifadelerinin  yer  almasından  dolayı,  bu  olayda  Bilgin  Kulun  yalnız  olmadığı  görülür.  Olayda  Bilgin  Kul  ile  beraber  başkaları  da  vardır. Bu  ayetteki  kıssaya  geleneksel  klasik  açıklamalar  doğrultusunda  bakanlar,  biz  ifadelerinin  öznelerini  tam  olarak  ortaya  koyamamış,  Bilgin  Kulun  “ Hızır “  veya  “ melek “  olduğunu  iddia  ettiklerinden,  ayetteki  “ korkanların “  da  haşa  Allah  ile  Hızır,  veya  Allah  ile  “ melek “  olduğu  anlamını  ortaya  çıkarmışlardır.  Halbuki  ayetlerden  anlaşıldığına  göre,  delikanlıyı  öldürme  olayı  o  bölgedeki  resmi  otoritenin,  toplumun  yasalarına,  yakınlarının,  ailesinin,  anne  ve  basının  rızasına  göre  verdikleri  bir  karar  gereği  olmuştur. Çünkü  sapkın  bir  inançta  olan  bu  delikanlının  çevresine,  ana  ve  basına  zarar   vermesinden  korkulmuştur.  Bilgin  Kul  o  bölgede  bu  kararın  yetkilisi  ve  infaz  memurudur.  Bu  nedenle  de  bölgedeki  hiç  kimse  bu  olaya  itiraz  etmemiştir. Ne  var  ki  Musa  o  bölgenin  yabancısı  olduğu  için  bunları  bilmemektedir.  Duvar  olayına  gelince  ise  Bilgin  Kul  “  Ben  onu  kendi  görüşümle  yapmadım  demek  suretiyle,  gaybi  bilmediğinden  ve  her  peygamberin  yaptığı  gibi  böyle  durumlarda  bu  olay  ile  ilgili  Allah’tan  aldığı  vahiyle  hareket  ettiği  anlaşılmaktadır.  Alim  Kul  ile  Musa  Peygamberin  yaptıkları  bu  yolculukta  yaşanan  olaylarla  beraber,  eğitim,  yeraltı  çalışmalarıyla  teşkilatlanma,  örgütlenme,  bunlar  için  gerekli  olan  para,  zaman  gibi  Musa  peygamber  bir  çok  şey  öğrenmiş,  deneyim  kazanmış,  Allah'ın  inayeti  ile  Mısır’a  döndüğü  zaman  Firavun  karşısında  izleyeceği  yolu  öğrenmiştir.

Kehf  Sûresinde  Musa  Peygamber  ile  yolculuk  eden  ve  aslında  yukarıda  açıkladığımız  gibi  ismi  Kur’anda  belirtilmeyen  Peygamberlerden  biri  olan  “ Alim  Kul  “  kıssasını  anlatan  ayetlerin,  klasik  ve  geleneksel  yorumcular  tarafından  yapılan  tefsirlerinde  ve  konuyu  ele  alan  Hadis  kitaplarında  “ Alim  Kul’un “  Kur'an  ayetlerindeki  delillere  rağmen,  kişisel  zanna  dayalı  olarak  Hızır  olduğu  beyan  edilmektedir.  Ama  Hadis  ilminin  “  Mevzuu  Hadisler  “  uydurulmuş  hadisler  bölümü  incelendiğinde  ise,  Hızır  adı  geçen  bütün  hadislerin  tümünün  yalan  ve  uydurma  olduğunun  oy  birliği  ile  kabul  edildiği  görülmektedir.  Klasik  tefsirciler  ayetlerin  orijinalinde  geçen  ve  Arap  kültüründe  deyimlerle  yer  alan  “  Fityetün,  sahra,  Bahr,  Mecmuel  Bahreyn,  Hut,  Allah’ın  rahmet  verdiği  kul,  gulam  gibi  ifadeleri  Kur’an  bütünlüğü  ve  mecazi  anlatım  sanatı  içerisinde  doğru  tahlil  edememişler,  düz  mantıkla  izah  etmeye  çalışmışlar  ve  aslında   Musa  Peygamberin  eğitimi  için  gerçek  yaşanmış  olan  olayları  saptırarak,  mucizeye,  hurafeye  dönüştürmüşlerdir.  Bunun  ardından  bu  inanç,  Tasavvuf  Şeyhleri  tarafından  tamamen  hayali  düşüncelere,  zanna  dayalı  uydurulmuş  pek  çok  keramet  ile  Müslümanlar  arasına  sonradan  sokulmuş  bir  sömürü  aracı  haline  getirilmiştir. Bu  yolla  da  Kur’andan  onay  almayan,  Peygamberlerden  üstün  olan  Veli,  Hızır,  İlmi  ledun ( gizli  ilimler ),  Evliyaların  gaybi  bilmesi  gibi  birçok  abuk  subuk  inanış  ne  yazık  ki  Kur'anı  ve  dinini  bilmeyen  Müslümanlara  kabul  ettirilmiştir.

Sonuç  olarak  bilhassa  kendilerine  insanları  sömürebilmek  için  bir  araç  elde  etmek  isteyen  Tasavvuf  Tarikatlarının  önderlerinin,   keramet  maceraları  ile  sahip  çıktığı  Hızır  inancı,  İslami  bir  inanç  ve  din  olmayıp,  ilkel  ve  batıl  hale  gelmiş  dinlerin  mensuplarında,  örneğin  Zerdüşt  dininde  olduğu  gibi  yakılan  ateş  üzerinden  atlama  ritüelinde  de  görülen,  hayali  bir  cemre  düşmesi  ile  baharın  müjdelendiği  sosyolojik,  kültürel  ve  antropolojik  bir  inançtır,  bir  kültür  olarak   gelenekselleştirilmiştir.  İslam  dininin  biricik  ve  temel  kaynağı  Yüce  Kitabımız  Kur’anda  din  adına  böyle  bir  motife  ve  inançlara  yer  yoktur.  Hızır  adında  gerçek  olan  böyle  bir  kişi  veya  varlık  da  yoktur.  Müslümanlar  artık  akıllarını  kullanıp,  sorgulayıp,  dinlerinin  yegâne  kaynağı  Kur’ana  yönelip,  kendi  dinlerinin  doğrularını  öğrenmeli,  bu  dünya  ve  ebedi   Ahiret  hayatını  kaybetme  riskleri  ile  dolu  olan  Tasavvuf  dini  ve  İsrailiyatın  şirk  ve  küfür  batağından  uzaklaşmalıdırlar.  Allah'ın  selamı,  rahmeti,  bereketi  ve  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !...

Temel  Kaynak  :  Hakkı  Yılmaz  ( Tebyin  ül  Kur’an )

Anadoluda  Hızır  İlyas  Kültü  ( Doç. Dr.  Selahattin  Döğüş )

Altınok  ( Baki  Yaşa )

Tasavvufun  Pek  Mubarek  Putları ( Psikiyatrist  Dr. Hamdi  Kalyoncu )

Risale i  Nur  Mektubatları  1. Mektubat

Prof. Dr.  Süleyman  Uludağ  Kitap  I. sa. 155  Diyanet  Vakfı  Yayınları 

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET