Din adına pek çok konuda olduğu gibi, doğru bir ibadet olarak zannedildiği halde, yanlış algılanan ve uygulanan kavramlardan biri de Zikir kavramıdır. Peygamberimizin vefatından sonra oluşan gruplaşmalarla bu kavram, her Mezhep, her Meşrep, her Tarikat, her grup veya Cemaatin görüş ve kabulüne göre asıl kavramından saptırılarak uydurulan hadis ve rivayetlere bağlı olarak farklı farklı uygulanan ritüeller haline getirilmiştir. Bunun sonucunda, halk kültüründe de “ Zikir Çekmek “ diye bir deyim ortaya çıkmıştır. Özellikle ülkemizde bazı insanlar dindar görünüm vasfı kazanmak için ulu orta elde tespihle dolaşır olmuş, tespih aleti makbul bir dini araç haline gelmiş, hacıların en önde gelen hediyesi olarak üretimi el sanatına dönüşmüştür. Camide namazın ardından eline tespih almayanlar kınanır, adeta önüne atılıp, emrivaki ile eline tutuşturulur olmuştur. Tarikat dergâhlarında 99 luk tespihlerle, zikirmatik sayaçları ile binlik, on binlik zikirle, ağızdan tekrarlanarak çıkan ama anlamı da bilinmeyen sözlerle tespih çekilmesi, Müslümanları Cennete götürecek, dünyadaki sıkıntılardan, tasalardan, dertlerden, günahlardan kurtaracak araçlar haline getirilmiştir. Bu bağlamda Kur'anın dışında uydurulan bir çok hadis ve rivayet de insanların zikir konusundaki inançlarının dayanağı olmuştur. Örneğin :
* Dertlerden kurtulmak ve murada kavuşmak için 500 kere ( La havle vela kuvvete illâ billah ) demeli, okumaya başlamadan önce ve okuduktan sonra yüzer kere salavatı şerife okuyup dua etmelidir. ( İmam Muhammed 2 / 33 ) ( Peki bu sözleri zikir olarak tekrarlayanlar, anlamlarını ve ne dediklerini de bilmekte midirler ? )
* İmam Rabbani : Dilek ve isteklerinizin yerine gelmesi ve sıkıntılardan kurtulmak için kelime i temcidi ( La havle vela kuvvete illâ billah il aliyilazim ) 500 kere, dinimize dünyamıza gelecek zararlardan kurtulmak için, cinnden ve korkulardan korunmak için de 500 kere okunup dua edilmelidir. demiştir. ( Bereket – Saadeti Ebediye )
* Ebu Derda ( r.a. ) dan rivayet edilmiştir : Resulü Ekrem ( s.a.v. ) “ Size amellerinizin en hayırlısı ve sevap bakımından en temiz olan mertebelerinizi yükselten, altın, pırlanta infak etmekten ve harp meydanında düşmanlarınızla çarpışmaktan daha hayırlı bir ameli haber vereyim mi ? “ diye sordular. Ashab, “ Evet ya Resulullah ! “ dediler. Resulümüz ; “ Allah ( c.c ) Hazretlerini zikretmektir. “ diye buyurdular. Peygamber efendimiz “ Cennette her şey var. Dünyadaki hiç bir şeye hasret çekilmez, ancak dünyada zikirsiz geçen saatlere acıyıp, ne olaydı da, o boş geçirdiğimiz saatleri de zikir ile geçirseydik diye hasret çekeceklerdir. “ buyurmuştur. Yine Peygamberimiz ; “ Müminin üç kalesi vardır. Birisi Zikrullah, birisi Kur’an okumak, diğeri de namazdır “ buyurmuşlardır. ( Tirmizi Daavat 6. )
Saadet i Ebediye sa. 882. Bir Tasavvuf Mütehassısı denilen Abdülhakim Efendinin buyurduğu Mektuba göre : Bir mürşidi kâmilden öğrenilmeksizin yapılan zikirlerin faidesi pek az olur, belki de hiç olmaz. Çünkü izin alınarak yapılan zikr, mukarreblerin / yaklaştırılanların işidir. İzinsiz zikr ise ebrârın / Allah'ın rızasına kavuşmuş, bütün iyi hasletleri üzerinde toplamış, salih olanın işidir. Bir kimse bu mektubu okuyup seve seve yaparsa ona izin verilmiş olur. Rabıtadan ve izinden istifade edebilmek için Ehl'i Sünnet itikadında olmak ve farzları yapmak, haramlardan sakınmak lâzımdır. Böyle olmayanlarda faide yerine zarar olur. ( Tabii ki bu mukarreb, ebrar, rabıta anlayışı ve bunlara bağlı olarak ortaya konmuş zikir uygulamaları yaklaşımları, Kur'andaki bazı ayetlerin saptırılarak kullanılan, tamamen Kur'anın dışında oluşturulmuş Tasavvuf dinindeki Allah'ın yanında aracı yapılan Mürşitlere aittir. Bu inanç ve uygulama ise şirkin ta kendisidir. Adamlar mektupla bile zikir çekme yetkisinin kendilerinde olduğunu iddia edebilmektedirler. )
Oysa aslında zikrin yapısı ve kabulü sadece Allah'a aittir, zikir için hiç kimseden izin alınmaz, Hücurat Sûresinin 13. ayetinde " Ey insanlar ! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah'ın koruması altına girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır. " ifadelerinde gördüğümüz gibi, bireylerin sosyal statülerine herhangi bir ayrıcalık tanınmamaktadır. İnsanın itibarı, yanlışlara karşı sakınma ve Allah'ın kulu olabilmeleri ölçüsünde değer kazanmaktadır.
Bir tarafta aklı, ilmi, düşünmeyi, üretimi, emeği, alın terini ve çabayı ön plana çıkaran, anlaşılarak okunması, öğütlerinin rehber edinilmesi gereken Kur'anımız dururken, diğer taraftan akıl ve ilim gerekli görülmeden ve uydurulmuş pek çok hadisle oluşturulmuş Ehli Sünnet mezheplerinin anlayışına göre, halk arasındaki yanlış kavramı ile dini inancın en öncelikli ameli haline getirilmiş olan Zikir, Mezhep, Tarikat, Tasavvuf ve Cemaatlerde, insanların Allah'la aldatılarak bir araya toplanabilmesinin önemli bir aracı olarak kullanılmıştır. Osmanlıda 14. yüzyılda üstelik de Devletçe kabul edilip resmileştirilmiş olan Nakşibendi Tarikatının Evliyası ve kurucusu olan Bahaeddin Nakşibendi ( 1318 - 1389 ) Tasavvuf inancının en ünlü Evliyalarından ve Mürşitlerinden biri olmasına rağmen, Sünnilik ilkelerine / uydurma hadis ve rivayet güdümlerine de bağlıdır. Bundan dolayı Allah’ın adlarını anarak derin düşünceye dalmak anlamına gelen “ Zikri “ ilk defa ibadet anlayışının içerisine o eklemiş, böylece Cuma ve Pazartesi günleri yatsı namazından sonra tekkede topluca zikir çekme ritüeli düzenlenmeye başlanmıştır. Ona göre insan görünüşte halk arasında, gerçekte ise Allah’la birlikte olmalıdır. Bu da Allah’ın adlarını dilden düşürmemekle sağlanmalıdır. Prof Dr. Said Hayrullah Şanzumi de 3. Harname adlı kitabında " Eşek, hayvanlar aleminin dervişidir, günde beş bin defa Allah'ı zikreder, bundan dolayı eşeklerden aşağı kalmamak için Nakşibendi Tarikatında olanlar da zikri en az beş binden başlatırlar. " demektedir. Kur’anı anladığı dilden okumayan, İslam'ın Tevhit bilinç ve şuurunu içselleştiremeyen ve Allah'ı gerektiği gibi tanıyamayan insanların bilgisizliği, her zaman olduğu gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından istismar edilmiştir. Halbuki kişinin sorgulayamadığı, tahkik ederek, gerekli bilgileri edinmeden, hazır olamadığı Din, kendisine ait din değildir, atalarının ve başkalarının dayattığı dindir. Bunun sonucunda elinde de bulunmadığı için Kur'an cahili halk kendisine hiç bir yarar sağlamayacak olan Kur'an dışında uydurulmuş, zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri ile yüzyıllardır uyuşturulmuş, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan perişan edilmişlerdir. Bilerek veya bilmeyerek bu Kur’an dışı sapkınlığın faziletlerini anlatan kitaplar yazılmış, Müslümanlar yanlışa doğruymuş gibi inandırılarak sömürülmüştür. Bu kitaplarda zikir konusunun anlatılma örneklerine ana hatlarıyla baktığımızda ;
* Zikir, Arabi bir kelimedir. bu dünyada bir insanın yapabileceği, en yararlı çalışma türüdür. Her ne kadar Allah’ı anma diye tercüme edilse de, böyle bir tercüme son derece yetersizdir. Zikir, beyinde tekrar edilen kelimenin manası istikametinde beyin kapasitesini arttırır. Beyinde üretilen dalga, enerjinin ruha yani benliğe yüklenmesini ve böylece ölüm ötesi yaşamda güçlü bir ruha sahip olunmasını, Allah’a yakınlığı, ilâhi manalar ile tahakkuku sağlar. Şeytanın musallat olmasını önler. * Zikir, sözcükte “ anmak, hatırlamak, yad etmek “ anlamına gelir. Zikir ıstılahta ( tabir, terim olarak ) Allah’ı anmak ve hatırlamak, O’nu unutmamak ve gaflet halinde olmamak, Allah kelimesini tekbir ( Allah u Ekber ) diyerek, tehlil ( La ilâhe illallah ) diyerek, tesbih ( Sübhanallah) diyerek, tahmid ( Elhamdülillah ) diyerek bir çok kez aynı ifadelerle tekrarlamak demektir. Zikir, Rabıta i şerife ile büyüklerimizce öğretilir. ( yani Kur'an zikri öğretemez yetersizdir denilmekte ve aracı Mürşit denilen putlara iş bağlanmakta, küfrün ve şirkin dibine inmektedirler. ) Her gün adet edilerek sabah veya akşam namazından sonra abdestli, temiz bir yerde yalnız olarak kıbleye karşı oturularak ve gözler kapalı olarak 25 kere estağfirullah denilip, Fâtiha ve üç İhlas okuyup, Fahr i alem ( s.a.v. ) ile Muhammed Behaeddin i Buhari ve Abdülkadir i Geylâni hazretlerinin mübarek ruhlarına hediye edersiniz. Zikir Allah’ın yüceliğini dile getirmek ve manevi yetkinliğe ulaşmak amacıyla yapılır. Zikrin çoğulu zikirler, ezkâr ve zükûr dur. Kur’anda pek çok ayette zikir emredilmiş, zikredenler övgüyle söz edilmiştir. Zikir, dil ile söylemekle, yalnız kalp ile, dil ile kalbin birlikteliği ile olmak üzere üç türlü yapılır. Dil ile zikirde güzel isimleri ile Allah anılır, O’na hamdedilir, tesbihte bulunulur, dua edilir, Kur’an okunur. Beden ile zikir, bütün organların, Allah’ın emrine uyması ve yasaklarından kaçınmasıdır. Kalp ile zikir ise Allah’ı gönülden çıkarmamak ve daima hatırlamaktır. Denilmektedir. ( Müslim Zikr 39, Tirmizi Daavat 7, Gazali I. 295 Saadet i Ebediye sa. 282 )
Maalesef çoğunlukla yüz yıllardır dinimizi, Mezhep, Tarikat ve Cemaat bölünmeleriyle oluşmuş Kur'anın dışında Tasavvufi akımlardan çok yanlış ve ters taraflardan öğrenmeye başlamışız ve atalarımızın bizi yanlış yönlendirmelerinin etkisinden, aklımızı kullanarak kendimizi gerçek Zikre / Kur’ana yöneltememişiz. Halbuki zikir Kur’anın isimlerinden biridir. Araf Sûresinin 205. ayetinde " Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle zikret, Rabbini an ve umursamazlardan olma. " ifadelerinde gördüğümüz gibi Allah'ın ayetleriyle beraber olarak Allah’ı anmaktır, Allah’a ve O’nun Hakk Dinine / Kur'ana ve ayetlerinin gerçek mesajlarına, yönelmek için hazır olmaktır. Kur’anımızı bizzat anlayarak okumaktır, öğüt almaktır, bu öğütler doğrultusunda hayatımıza yön vermektir. Cinn Sûresinin 17. ayetinde " Ve onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hale getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin zikrinden / Ku'andan / anılmasından, öğüdünden yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar. " denilerek uyarıldığı gibi de yoksa eline tespih denilen aleti alıp, zikir sayaçları ile sayı tutarak, papağan gibi anlamı bilinmeyen lafları pazarlıkla yüzlerce defa tekrar etmek zikir değildir. Bu kişinin sadece lafta kalan, kendisini, Allah’ı kandırmasından, dosdoğru yoldan ayrılmasından başka hiç bir şey değildir. Ayette de vurgulandığı gibi nasıl ki su, yaşamın, insan hayatının vazgeçilemez temel bir kaynağı ise, Kur'an da şiirsel sanat anlatımı ile, Arapça sözcükler arasındaki uyumu, armonisi ile okuyan ve dinleyen insanlara ilâhi bir haz sunmakla beraber, hayatın devamlılığında izleyeceği dosdoğru yolun temel kaynağıdır. Ancak Kur’anı Arapça okuyarak ilâhi hazzı duyan kişinin bunda kalmayıp, kendi anlayacağı dilden okuyarak, asıl hedef olan ilâhi öğüt ve mesajlara kavuşması çok daha önemli ve gerçek bir zikir olacaktır. İşte o zaman Allah’ın zikri ve Kur’an sevgisi lafta ve duvarda kalmayacaktır.
Her ne kadar bazı kitaplarda zikrin ayrıntılarına değinilmekte ise de, aslında çok kapsamlı olan zikir kavramının anlamı, günümüzde daraltılmış, sadece Allah’ın adını, değişik sayılarda papağan gibi tekrar ederek dil ile anmakla sınırlandırılmıştır. Çünkü Kur’anımız anlaşılacağı dilden okutulmamakta, Kur’an okuyun önerisindeki ifadelerinden, sadece Arapça okunup hatim edilmesi kastedilmektedir. Bu nedenle insanlar papağan gibi tekrar ettikleri zikir lafızlarının gerçek anlamını da bilememekte, Allah'ı gereği gibi de tanıyamamaktadır. Böyle olunca Kur'anı anladığı dilden okutturulmayan ve Allah'ın öğütlerini, koyduğu yasaklarını bilmeyen Müslümanlar, hangi emirlere uyacak, hangi yasaklardan sakınacaklardır. Halbuki bu konuda insanlar, önlerine konan yüzlerce uydurma hadis ve rivayetle şartlandırılmakta ve uyutulmaktadırlar. Oysa zikir, Kur'an ayetlerinin anlatımına göre sadece lafta kalacak olan bir kavram değil, Müslümanın zorunlu olduğu, ona sevap kazandıracak, her an Allah’ı hatırlatacak olan, her türlü amelin, eylemin genel adıdır, tüm ayrıntısı da Kur’anın içerisindedir. Çünkü zikir Allah’a aittir. Bütün ibadetlerin aslı ve özü, Yüce Allah’ı hatırlamak ve O’na itaat etmek, buyruklarının tamamına uymaktır. Allah’a itaat etmek ise hiç bir emek harcamadan, aklı devreye sokmadan, birtakım güzel sözleri, anlamını bilmeden miskin miskin oturduğu yerde papağan gibi tekrar etmek değil, bilakis her durumda Allah’a kulluk şuuru içerisinde bulunmak, tam bir teslimiyetle her hal ve koşulda O’nun bizi sürekli gözetlediğini, bizimle beraber olduğunu zihnimize yerleştirmektir. Her atacağımız adımda, alacağımız kararda, önce Rabbimizi ve Kur'an ayetlerini hatırlayıp süzgeçten geçirmektir. Necm Sûresinin 39. ayetinde " Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka bir şey yoktur. " denilerek ifade edildiği gibi zikir çalışmaktır, hem kendisi, hem de insanlık adına yararlı ve güzel şeyler üretebilmektir.
Zikir sözcüğü için, tanım olarak sözünü etme, söyleme, anma, Tarikatlarda da Allah’ın adını üst üste art arda söyleyerek yapılan tapınma denilmektedir. Buna istinaden akademisyen, öğretim görevlisi bir profesörün bu konuda “ Allah’ı anmak için eline tespih alıp sağa sola sallanıp hu çekip zikirmatikle defalarca Allah, Allah, Lailâhe illallah demek, din adına çürümüşlüktür, oysa Allah’ı hatırlatacak çok şey vardır. Bu davranışlar lüzumsuzdur. “ demiş. Aslında doğru demiş de ; Bu dediği gelenekçi, rivayetçi zihniyet tarafından pek hoş karşılanmamış. Dinimiz İslam.com linkinde ; Bu ifadeye de cevaben zikirmatikçi, bu çevrelerce bazı kavram ve ritüellerle yapılan saptırma ile karşı savunma ve hakaret içeren açıklamalara bir bakalım, neler söylenmiş ;
“ Zikir çekerek Allah’ı hatırlamaya çürümüşlük demek, çok çirkin bir yakıştırmadır. Evet Allah’ı hatırlatacak çok şey vardır. Namaz, oruç, Kur’an okumak Allah’ı hatırlatır. Ama namaz kılan birine, Allah’ı hatırlatacak başka şeyler var diye namaz kılma denilebilir mi ? Veya Kur’an okuyan birine Allah’ı hatırlatan başka şeyler var. Kur’an okuma denilebilir mi ? Zikir çekene de, Allah’ı hatırlatan başka şeyler var, zikir çekme denilebilir mi ? Kişi yapabildiği kadar hepsini yapsın. Zikir Allah’ı anmak, hatırlamak değil midir ? Bir kişinin zikir çekmesinin herhangi bir yolla Allah u tealayı hatırlamasının kime ne zararı olur ? Çürümüşlük diyerek zikre, Allah’ı anmaya karşı çıkmak, mümin kişinin imanına zarar verir. İmam Rabbani hazretleri buyuruyor ki, kalbi tatmin eden tek yol vardır, o da Allah’ı zikretmektir. Sadece akılla kalp tatmin olamaz. Denmiş ve Rad Sûresinin 28. ve Ahzab Sûresinin 41. ayetlerindeki ifadeler de örnek olarak gösterilmiş. Mezhepsiz İbni Teymiye ( El – Ubidiyet ) kitabında Allah u Teala’nın ismini zikretmenin bidat ve dalalet olduğunu bildirmektedir. Acaba bu profesör İbni Teymiyeci midir, sapıklardan öğrendikleri yanlış şeyleri dinin emri imiş gibi Müslümanlara anlatmaya çalışıyor. Müslümanlar profesörlük etiketlerine inanmamalıdır. " Denilmiş ve cevaplama tamamlanmıştır.
Bu açıklamalarda Kur'anı okumak derken, acaba sadece Arapçasının okunup hatim edilmesi mi kastedilmektedir ? Yoksa anlaşılarak Türkçe mealinin, okunmasından mı söz edilmektedir ? Bu ayrıntı Tarikatlar, Cemaatler çevresinde çoğunlukla muğlak bırakılmaktadır. Üstelik Kur'anda birçok ayette bölünmeyin, gruplara ayrılmayın dendiği uyarı ayetlerinden de herhalde kendilerinin haberleri bulunmamaktadır, ki inadına İslam adına birçok Mezhep, Tarikat ve Cemaat oluşturmuşlardır. Elbette ki hiç kimseye namaz kılma, oruç tutma denilemez. Ama Kur'anın zikri, İmam Rabbani hazretleri dedikleri mürşidin dediği ve rabıta ile öğrettiği şeklinde değil ki ! Sufiliğe, Tasavvufa, Eşariliğe ve diğer dört Mezhebe gerçek İslam'a verdikleri zarardan dolayı bunlara aykırı olan düşüncelerinden ve bunları Kur’an dışında gördüğünden dolayı, 1300 lü yıllarında yaşamış olan İbni Teymiye, Mezhep ve Tarikat Cemaatleri tarafından sevilmez, sapkınlıkla suçlanır. Bu zihniyettekiler, sanki Peygamberimizin de Mezhebi varmış gibi, İbni Teymiye'ye Mezhepsiz diyerek aşağılamaya çalışırken Peygamberimizi de, Kur'an ayetlerinin uyarılarını da unuttuklarının farkında değillerdir. Kur’an doğrultusunda olsa da, bizde “ doğru söyleyen dokuz köyden kovulur “ denildiği gibi, bundan dolayı da İbn i Teymiye zamanın muktedirleri tarafından iki defa zindana atılmış ve oralarda öldürülmüştür. Ona bakılırsa aklı ön plana çıkararak uydurma hadisleri elinin tersi ile iten, İmam ı Azam Ebu Hanefi de hayatının yirmi beş yılını zindanlarda geçirmiş, sonunda da bu zihniyetler tarafından öldürülmüş, buna rağmen aynı zihniyet, Hanefi mezhebinden olduğunu söylediği halde, İmamı Azam'a " kâfir geldi kâfir gitti " diyen Buhari de, sahihi unvanı ile yere göğe sığdırılamayıp hadislerin babası sayılmış, en büyük imam olarak ilân edilmiştir. Kur'an ve İslam'ın dışındaki Tasavvuf Dinine göre zamanın Müceddidi, Gavsul Azamı sayılan İmam Rabbani Hazretleri dedikleri Şeyhin, delil gösterdiği Rad Sûresinin 28. ayetinde " Gözünüzü açın ! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla / zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, insanın eksikleri, kuşkuları ve soruları ancak Kur'anın anlaşılarak okunması ile giderilebilir, kalpler ancak o zaman tatmin olabilir ve Ahzab Sûresinin 41. ayetindeki " zikran kesire / çokça anmak " zikir ifadesi ve Kur'anın tanımladığı Zikir anlayışı ile de, aslında papağan gibi aynı sözleri anlamını bilmeden tekrar etmek değil, bilakis Kur'an bilinci ile Allah yolunda üretim ve çabalarla, paylaşımlarla, Allah'ın nimetlerine karşılık şükrün eda edilmesinin gereği anlatılmaktadır. Allah katında kalp ise ancak o zaman mutmain olabilir.
Muhatap alınan ilâhiyatçı öğretim görevlisi profesör kimdir, nasıl bir cevap vermiştir bilmiyoruz. Belki de cevap vermeyi gerekli bile görmemiştir. Ama mutlaka Kur'an doğrultusunda söyleyeceklerinin olduğundan şüphemiz yoktur. Şimdi biz de dinimizin gerçek kaynağı Kur’an ile bu konuya ışık tutmaya çalışacağız, ama tahmin ediyoruz ki bunun sonucunda herhalde biz de gelenekçiler tarafından İbni Teymiyeci olarak sapkınlıkla nitelendirilmekten pek uzak olamayacağız. İmanımız zarar görür mü görmez mi onu Allah bilir. Ama biz yine de dinimizin yegâne kaynağı olarak gördüğümüz, Mezhepleşme ile bölünmeleri de yasaklayan Kur’an ayetleri ile bu konuyu ele almaya çalışalım.
Zikir konusunda değişik ve farklı kabullerin sağlaması ve yanlış bakış açılarının düzeltilmesi, ancak Kur’anı doğru anlamakla mümkün olabilir. Çünkü dine ait bir sözcüğü ve kavramı en iyi ve doğru şekilde tanımlayan, detaylandıran, etraflıca açıklayarak tefsir eden, ancak ve ancak Kur’anın kendisidir. Buna göre anlam olarak Zikir sözcüğü “ Bir şey için korumak, anmak, hatırlamak, hatırdan çıkarmamak, unutmamak, öğüt almak, ibret almak, hazır olmak “ demektir. Sözcük gerek zikir mastarı ve gerekse diğer tüm türevleri olarak Kur’anda hep bu sözlük anlamında kullanılmıştır. Ancak sözcük " ez – zikr “ olarak mecazi mürsel sanatıyla “ öğüt verme “ anlamı ekseninde Allah katından indirilmiş Kitaplar ( Bütün peygamberlere indirilen Allah'ın Vahyi, Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur ) için de kullanılmıştır. Bu nedenle Kur’anın bir adı da “ Zikir “ dir. Fakat gelenekçilerin yaptıkları gibi Kur'anı tecviti ve makamı ile hiç bir şey anlamadan sadece Arapça okuyup, hatim ettiğini zannederek ve hasıl olan sevabı ölülerin ve Evliyaların ruhuna hediye ederek değil, bilakis Kur'anı Türkçe meallerinden anlayarak okumak ve tefekkür etmek de zikrin ta kendisidir.
ALİ İMRAN 58 : İşte bu, Biz bunu sana, ayetlerden ve yasalar içeren zikr’den / hatırlatmalardan, öğütlerden, Kur’andan okuyoruz.
SAD 1 – 3 : Öğüt / şeref zikir sahibi Kur’an kanıttır ki, onlardan önce nice kuşakları helâk ettik / değişime, yıkıma uğrattık Biz….
ENBİYA 10 : Hiç kuşkusuz Biz size, zikri / öğüdünüz, şan şerefiniz içinde olan bir Kitap indirdik. Buna rağmen hala akıllanmayacak mısınız ?
ZUHRUF 44 : Ve şüphesiz sana vahiy edilen Kur’an, senin için de gerçekten bir zikir / öğüttür, şan şereftir, siz ondan sorgulanacaksınız.
Araplar bir kimsenin şanını, şöhretini ve kıymetini anlatmak için zikir sözcüğünü kullanırlar. Bunun yanında bu sözcükle, anmak, hatırlatmak, öğüt vermek ekseninde, Kur’andaki ilkeler, hükümler, vaatler, tehditler, geçmiş toplumların yaşamlarındaki ibret alınacak kıssalar ve haberlerin hepsi zikirdir. Bu hatırlatmaların hepsi, insanların akıllarını başlarına alarak sadece Allah’a yönelmeleri içindir. Zikir sahibi Kur’an ifadesiyle, şanlı, öğütlü, dini öğreten, ibret veren Kur’an olarak anlamak gerekir. Kur’anı ( sadece Arapça okuyup hatim etmek anlayışıyla değil ) anlayarak okuyan bir kimse, zikretmiş, bütün bu hatırlatmaları görmüş, öğüt almış ve Allah’ı anarak aynı zamanda Allah’a yönelmiştir.
Zikir sözcüğü Kur'anda, Allah sözcüğü ile tamlama halinde “ Zikrullah “ olarak ifade edildiğinde anlamı “ Allah’ı anmak “ demek olur ki, halk kültüründe zikir kavramında ele almamız gereken asıl nokta da budur. Nitekim Kur’an ayetlerinde “ zekera “ fiili Allah lafzını tümleç olarak “ Allah’ı anarlar “, “ Allah’ı çokça anın “ tarzında kullanılmıştır. Ve buna paralel olarak örneğin “ Allah’ı çokça anın, Allah’ı anmaya koşunuz “ ifadeleri yer almaktadır. Bu Arapça anlatım kurallarıyla anlatılmak istenen temel nokta Allah’ın anılmasını hatırlatmaktır. Kur’anda pek çok ayette geçen “ zikir “ mastarı ve bu sözcükle yapılmış “ Zikrullah “ tamlaması, ( namaz, salat, zekât, oruç ) gibi bir terim olmayıp, yemek içmek gibi eylem ifade eden sözcüktür. Bilindiği gibi oruç bir terim olup, belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve cinsel ilişkiyi ve gereksiz konuşmayı terk etmektir. Böyle olmasına rağmen Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde “ zikir " sözcüğü Türkçeye çevrilmeden Arapça olarak aynen bırakılmıştır. Istılahta denilerek sözcük sanki bir dini terim gibi kullanıla gelmiştir. Bir eylem olması gerektiği anlamı görülememiştir. Halbuki Kur’anın bir çok ayetinde “ Zikrullah “ ( Allah’ın anılması ) olgusundan söz edilerek eylemin önemine ve gereğine değinilmektedir.
ARAF 124 : Kim zikrullahtan / Benim anılmamdan, Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir yaşam vardır.
BAKARA 152 : Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilik bilmezlik etmeyin, verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.
MÜNAFİKUN 9 : Ey iman etmiş kimseler ! Mallarınız ve çocuklarınız sizi zikrullahtan / Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir.
ZÜMER 22 : Peki Allah kimin göğsünü İslam’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı ? Öyleyse zikrullaha / Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun ! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.
Kur’anda bu kadar önem verilen, aslında bir eylem olması gereken “ Zikrullah “ ın ne demek olduğu, nasıl yapılacağı, ancak yine Kur’andan öğrenilebilir. Ne var ki cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’andan değil de, Kur'ana karşı alternatif oluşmuş Tasavvuf Tarikatları içerisindeki İslam düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya “ Zikir Çekmek “ diye tuhaf ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz Müslüman topluluklarında Cemaat ve Tarikatlar eliyle yaygınlaşmış, haftanın belirli günleri ve saatlerinde ellerine 99 luk, binlik, tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir yaptıklarını zannederek “ Allah Allah, Lailâhe illallah veya Hu hu “ diye zıplayıp bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı da bu yaptıklarıyla kolayca Cennete gideceklerine inandırılmış olmalarıdır. Kesinlikle bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı, ne de ona bağlı olarak gelişen bu garantici cennet anlayışı doğru değildir ve bir hüsrandır. Bu yapılanların hiç kimseye bir yararı yoktur. Bu yapılan zikir çekme uygulaması, parayı çok seven birisinin, hiç bir emek harcamadan eline bir tespih alıp “ para para “ diye sayıklaması, nasıl ki ona para kazandırmazsa, bu saçma ve boş davranışlarla Allah’ın rızasının kazanılması da, Ahirette Cennetle ödüllendirilmek de mümkün olmayacaktır. Çünkü Tevbe Sûresinin 111. ayetinde " ....Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır.. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, Cennetin bedelinin canlarla, mallarla, gayretlerle, faaliyetlerle, rekabetlerle gösterilecek çabaların, emeğin karşılığında olacağıdır. Tembellik, miskinlik ve uyuşuklukla değil, bilakis bir Müslüman olarak bize düşen, Allah’ın bizden istediklerini, yukarıdaki ayetlerde " Bana verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin " ifadelerinde gördüğümüz gibi, Kur’andaki şekliyle öğrenmek, ayrıntıları için de yapacağımız tek şey, Kur’ana başvurmaktır. Çünkü Allah’ı nasıl anmamız gerektiğinin doğrusu, Kur’an ayetlerinde zaten gösterilmektedir.
BAKARA 198 : Meşar i Haram’da / Dokunulmaz bilinçlenme merkezinde, Müzdelifede hemen Allah’ı anın. Ve O’nu, O’nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz.
BAKARA 200 : Sonra da Allah’a karşı görevlerinizi gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. Ve Allah’ı sayılı günlerde anın.
Ayetlerden açık ve net anlaşıldığı gibi, Hacc esnasındaki ve Hacc komitesi tarafından belirlenecek hem çoğul, hem de " nekre / belirsiz " olduğundan sayılı günlerdeki ibadetlere yapılan atıfla bizim Allah'ı, önce Kur'anda belirlenmiş görevleri yerine getirmemiz, ardından da Allah'ın gösterdiği gibi anmamız istenmektedir. Yüce Allah Kendisini babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle anmamızı emretmektedir. Bir insanın zikirmatik ile gece gündüz sadece lafla “ baba baba.. “ diye babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğidir. Babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları unutmadan üzerimizdeki haklarını düşünüp onlara olan maddi ve manevi sorumluluklarımızı hatırlamamız, yerine getirmemiz, eğer sağ iseler gerektiğinde onlara bakmamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir. Öyleyse biz de Allah'ı buna benzer şekilde anacağız, bize sınırsız verdiği ve lütfettiği nimetlerle Allah'a karşı olan yükümlülüklerimizi bileceğiz ve şükrümüzü eda ederek yerine getireceğiz.
Elinde tespih, " Allah, Allah... " diyerek “ Zikrullah’ı “ belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan gelenekçi zihniyetin, Allah’ın Bakara Sûresinde 152. ayetinde verdiği “ Beni anın ki, Ben de sizi anayım “ mesajı hakkında dikkatle kafa yormaları ve Allah’ı “ Allah Allah.. “ diye anan kimselerin, Allah’tan da kendilerini “ kulum kulum .. “ diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir. Üstelik ayetin sonunda da “ Bana verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, nankörlük etmeyin “ denilerek, Allah’ı anmanın ( zikrullah’ın ) nasıl olacağı tarif edilmekte, Allah’ın Kendisinin lafla değil, Kur'anda belirlenmiş hükümlerine uyularak, verdiği nimetlerin karşılığını ödeyen eylemlerle anılmasının gerektiği bildirilmektedir.
Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayan elbette ki Peygamberimiz ile onun çağdaşı olan, dini eğilimlerini ondan alan sahabenin olduğu şüphesizdir. O seçkin Müslümanlar bu ayetleri bugünkü Tarikat, Tekke ve Tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “ Allah, Allah.. “ diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiç bir kitap yazmamıştır. Onlar kişinin aynasının “ iş “ olduğunun, lafına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, paylaşma, destekleşme, dayanışma, dine arka çıkma ile ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla, bilgi ve becerileriyle mücadele ( cihat ) ederek eylemlerle geçirmişlerdir.
Sonuç olarak : Kur’ana göre Zikrullah ( Allah’ın anılması ) halk arasında uygulandığı şekli ile, elde tespih, dilde sayılarak Allah’la pazarlık yapar gibi “ Allah, Allah “ demekle, tehlil, tahmid, temcit tekerlemeleriyle sadece lafla yürüyecek bir peynir gemisi değildir. Kişi elbette ki Rabbini, aklına geldikçe kalbi ve dili ile Kelime i Tevhit ile, bir defa " La ilâhe illalah " diyerek, güzel isimleri ile anarak O’na yönelip dua edecektir, Rabbiyle konuşabilecektir, bir defa " Sübhanallah " ( Sen her türlü noksanlıklardan arınıksın ) diyerek O’nu tesbih edecektir, O’na gönlünü açıp, arzularını, sıkıntılarını dile getirecektir. Ama bunları yaparken de yaptıklarını, yapması gerektiği halde yapmadıklarını ve Rabbinin huzurunda yüzünün olup olmadığını da düşünmesi, bütün bunları anlayarak okuduğu Kur’an ayetleriyle test etmesi gerekir. Çünkü Allah’ın anılması, bizzat biz kulları üzerindeki haklarını, bize sunduğu nimetleri bilmek, her an düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi sık sık kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip, malımızla, bedenimizle, gerektiğinde canımızla Allah yolunda mücadele ile şükrümüzü eda etmek, nankörlük etmemek ve daima Kur’an bilinci içerisinde olmaktır. Bu nedenle Taha Sûresinin 124 - 126. ayetlerinde de, " Kim benim anılmamdan / Benim öğütümden Kur’andan mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak toplantı alanına toplarız. O der ki : “ Rabbim ben gören biri olduğum halde beni neden kör olarak bu yere çıkardın ? “ Allah der ki bu böyledir. Ayetlerimiz sana geldi de sen onları terketmiştin. Bu gün de aynı şekilde sen terkediliyorsun. / cezalandırılıyorsun. " ifadeleriyle Kur'anı anlayarak okumayan ve öğütlerinden haberi olmayanlar için çok çarpıcı bir uyarı yapılmaktadır.
Bu nedenlerle Kur'anı anlayarak okumanın sonucunda zikir, hem kalp, hem dil, hem de bedenle eylemlerle, amellerle olmalı ve insana bahşedilmiş olan ömrün, sayılı günlerin, hayatın tüm anlarına sirayet ettirilmelidir. Bu bağlamda, Allah'ı gerektiği gibi tanıyarak, varlığına, azametine delalet eden delilleri görmek, düşünmek ve tefekkür etmek, kuvvet ve kudretini gözler önüne seren Kâinatı, gökyüzündeki düzeni ve Allah'ın yaratmadaki zenginliğini, kurduğu Evren düzenindeki ölçüye ve dengeye olan hakimiyetini, sayısız alametlerini görmek, ilâhi hükümlerini, emir ve yasaklarını, kulluk görevlerini düşünmek, bir gönül ve vicdan muhasebesini yapmak, sorgulamak ve soruların cevaplarını araştırmak, kalp ile yapılan ve kişiyi eylemlere, bedenle yapılan amellere hazırlayan zikir olur. Vücudumuzun yaratılmasındaki mükemmelliği, donanımı, bütün organlarımızın sorumlu olduğu görevlerin ve yasaklarının bilincinde olmak, hem Allah ile ve hem de insanlarla olan ilişkilerimizde sorumluluk bilincinde, dürüst ve samimi olmamız, yaptığımız her işin, her şeyin ibadet şuuru içerisinde yürütülmesi de bedeni zikirdir. Bütün bunlar da Kur’anın anlaşıldığı dilden okunması, içindeki emir, buyruk ve öğütlerin içselleştirilmesi, din adına müminlerin önüne konulan hurafelerin, akılla sorgulanıp ayıklanması, tefekkür edilerek, sadece Allah’a teslim olarak yönelmeyle ancak mümkün olacaktır. İşte o zaman Enfal Sûresinin 2 - 4. ayetlerinde en özlü sözlerle tarif edildiği gibi ; " Hiç şüphesiz müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen, O'nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca Rabblerine sonucu havale eden, salatı ikame eden ve Bizim kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rabbleri katında dereceler, bağışlanma ve saygın bir rızık vardır. " ifadelerine göre ; Allah'a ortak koşmayan, Kur'an öğretisi ile Tevhit bilincine vakıf olan gerçek müminler, kalpleriyle, dilleriyle ve eylemleriyle Kur'anın ön gördüğü zikri yerine getirmiş olacaklardır. Allah'ın selamı, rahmeti bereketi ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR