Konu Detay

ZİKİR ÇEKMEK

 08.02.2017
 5524

Din  adına  pek  çok  konuda  olduğu  gibi,  doğru  bir  ibadet  olarak  zannedildiği  halde,  yanlış  algılanan  ve  uygulanan  kavramlardan  biri  de  Zikir  kavramıdır.  Peygamberimizin  vefatından  sonra  oluşan   gruplaşmalarla  bu  kavram,  her  Mezhep,  her  Meşrep,  her  Tarikat,   her  grup  veya  Cemaatin  görüş  ve  kabulüne  göre  asıl  kavramından  saptırılarak  uydurulan  hadis  ve  rivayetlere  bağlı  olarak  farklı  farklı  uygulanan  ritüeller  haline  getirilmiştir.  Bunun  sonucunda,  halk  kültüründe  de  “  Zikir  Çekmek  “  diye  bir  deyim  ortaya  çıkmıştır.  Özellikle  ülkemizde  bazı  insanlar  dindar  görünüm  vasfı  kazanmak  için  ulu  orta  elde  tespihle  dolaşır  olmuş,  tespih  aleti  makbul  bir  dini  araç  haline  gelmiş,  hacıların  en  önde  gelen  hediyesi  olarak  üretimi  el  sanatına  dönüşmüştür. Camide  namazın  ardından  eline  tespih  almayanlar  kınanır,  adeta  önüne  atılıp,  emrivaki  ile  eline  tutuşturulur  olmuştur.  Tarikat  dergâhlarında  99  luk  tespihlerle,  zikirmatik  sayaçları  ile  binlik,  on  binlik  zikirle,  ağızdan  tekrarlanarak  çıkan  ama  anlamı  da  bilinmeyen  sözlerle  tespih  çekilmesi,  Müslümanları  Cennete  götürecek,  dünyadaki  sıkıntılardan,  tasalardan,  dertlerden,  günahlardan  kurtaracak  araçlar  haline  getirilmiştir. Bu  bağlamda  Kur'anın  dışında  uydurulan  bir  çok  hadis  ve  rivayet  de  insanların  zikir  konusundaki  inançlarının  dayanağı  olmuştur. Örneğin :   

* Dertlerden  kurtulmak  ve  murada   kavuşmak  için  500  kere  ( La  havle  vela  kuvvete  illâ  billah )  demeli,  okumaya   başlamadan  önce  ve  okuduktan  sonra  yüzer  kere  salavatı  şerife  okuyup  dua  etmelidir. ( İmam  Muhammed  2 / 33 ) ( Peki  bu  sözleri  zikir  olarak  tekrarlayanlar,  anlamlarını  ve  ne  dediklerini  de bilmekte  midirler ? )

* İmam  Rabbani : Dilek  ve  isteklerinizin  yerine  gelmesi  ve  sıkıntılardan  kurtulmak  için  kelime  i  temcidi  ( La  havle  vela  kuvvete  illâ  billah  il  aliyilazim )  500  kere, dinimize  dünyamıza  gelecek  zararlardan  kurtulmak  için,  cinnden  ve  korkulardan  korunmak  için  de  500  kere  okunup  dua  edilmelidir. demiştir. ( Bereket – Saadeti   Ebediye )

* Ebu  Derda ( r.a. )  dan  rivayet  edilmiştir :  Resulü  Ekrem ( s.a.v. ) “  Size  amellerinizin  en  hayırlısı  ve  sevap  bakımından  en  temiz  olan  mertebelerinizi  yükselten,  altın,  pırlanta  infak  etmekten  ve  harp  meydanında  düşmanlarınızla   çarpışmaktan  daha  hayırlı  bir  ameli  haber  vereyim  mi ? “  diye  sordular.  Ashab, “  Evet  ya  Resulullah ! “  dediler.  Resulümüz ;  “  Allah ( c.c ) Hazretlerini  zikretmektir. “   diye  buyurdular.  Peygamber  efendimiz  “  Cennette  her  şey  var.  Dünyadaki  hiç  bir  şeye  hasret  çekilmez,  ancak  dünyada  zikirsiz  geçen  saatlere  acıyıp,  ne  olaydı  da,  o  boş  geçirdiğimiz  saatleri  de  zikir  ile  geçirseydik  diye  hasret  çekeceklerdir. “  buyurmuştur. Yine  Peygamberimiz ; “ Müminin  üç  kalesi  vardır.  Birisi  Zikrullah,  birisi  Kur’an  okumak,  diğeri  de  namazdır  “  buyurmuşlardır. ( Tirmizi  Daavat  6. )

Saadet  i  Ebediye  sa.  882.  Bir  Tasavvuf  Mütehassısı  denilen  Abdülhakim  Efendinin  buyurduğu  Mektuba  göre : Bir  mürşidi  kâmilden  öğrenilmeksizin  yapılan  zikirlerin  faidesi  pek  az  olur,  belki  de  hiç  olmaz. Çünkü  izin  alınarak  yapılan  zikr,  mukarreblerin  /  yaklaştırılanların  işidir. İzinsiz  zikr  ise  ebrârın  /  Allah'ın  rızasına  kavuşmuş,  bütün  iyi  hasletleri  üzerinde  toplamış,  salih  olanın  işidir. Bir  kimse  bu  mektubu  okuyup  seve  seve  yaparsa  ona  izin  verilmiş  olur. Rabıtadan  ve  izinden  istifade  edebilmek  için  Ehl'i  Sünnet  itikadında  olmak  ve  farzları  yapmak,  haramlardan  sakınmak  lâzımdır. Böyle  olmayanlarda  faide  yerine  zarar  olur. ( Tabii  ki  bu  mukarreb,  ebrar,  rabıta  anlayışı  ve  bunlara  bağlı  olarak  ortaya  konmuş  zikir  uygulamaları  yaklaşımları,  Kur'andaki  bazı  ayetlerin  saptırılarak  kullanılan,  tamamen  Kur'anın  dışında  oluşturulmuş  Tasavvuf  dinindeki  Allah'ın  yanında  aracı  yapılan  Mürşitlere  aittir.  Bu  inanç  ve  uygulama  ise  şirkin  ta  kendisidir.  Adamlar  mektupla  bile  zikir  çekme  yetkisinin  kendilerinde  olduğunu  iddia  edebilmektedirler. )

Oysa  aslında  zikrin  yapısı  ve  kabulü  sadece  Allah'a  aittir,  zikir  için  hiç  kimseden  izin  alınmaz,  Hücurat  Sûresinin  13. ayetinde  "  Ey  insanlar !  Biz  sizi  bir  erkek  ile  bir  dişiden  oluşturduk,  birbirinizle  tanışasınız  diye  sizi  uluslar  ve  oymaklar  yaptık.  Şüphesiz  ki,  Allah  katında  en  değerliniz,  en  çok  Allah'ın  koruması  altına  girmiş  olanınızdır.  Gerçekten  Allah,  en  iyi  bilendir,  en  çok  haber  alandır. " ifadelerinde  gördüğümüz  gibi,  bireylerin  sosyal  statülerine  herhangi  bir  ayrıcalık  tanınmamaktadır. İnsanın  itibarı,  yanlışlara  karşı  sakınma  ve  Allah'ın  kulu  olabilmeleri  ölçüsünde  değer  kazanmaktadır.

Bir  tarafta  aklı,  ilmi,  düşünmeyi,  üretimi,  emeği,  alın  terini  ve  çabayı  ön  plana  çıkaran,  anlaşılarak  okunması,  öğütlerinin  rehber  edinilmesi  gereken  Kur'anımız  dururken,  diğer  taraftan  akıl  ve  ilim  gerekli  görülmeden  ve  uydurulmuş  pek  çok  hadisle  oluşturulmuş  Ehli  Sünnet  mezheplerinin  anlayışına  göre,  halk  arasındaki  yanlış  kavramı  ile  dini  inancın  en  öncelikli  ameli  haline  getirilmiş  olan  Zikir,  Mezhep,  Tarikat,  Tasavvuf  ve  Cemaatlerde,  insanların  Allah'la  aldatılarak  bir  araya  toplanabilmesinin  önemli  bir  aracı  olarak  kullanılmıştır. Osmanlıda  14. yüzyılda  üstelik  de  Devletçe  kabul  edilip  resmileştirilmiş  olan  Nakşibendi  Tarikatının  Evliyası  ve  kurucusu  olan  Bahaeddin  Nakşibendi  ( 1318 - 1389 )  Tasavvuf  inancının  en  ünlü  Evliyalarından  ve  Mürşitlerinden  biri   olmasına  rağmen,  Sünnilik  ilkelerine  /  uydurma  hadis  ve  rivayet  güdümlerine   de  bağlıdır.  Bundan  dolayı  Allah’ın  adlarını  anarak  derin  düşünceye  dalmak  anlamına  gelen  “ Zikri “  ilk  defa  ibadet  anlayışının  içerisine  o  eklemiş,  böylece  Cuma  ve  Pazartesi  günleri  yatsı   namazından  sonra  tekkede  topluca  zikir  çekme  ritüeli  düzenlenmeye  başlanmıştır. Ona  göre  insan  görünüşte  halk  arasında,  gerçekte  ise  Allah’la  birlikte  olmalıdır.  Bu  da  Allah’ın  adlarını  dilden  düşürmemekle  sağlanmalıdır. Prof  Dr. Said  Hayrullah  Şanzumi  de  3. Harname  adlı  kitabında  "  Eşek,  hayvanlar  aleminin  dervişidir,  günde  beş  bin  defa  Allah'ı  zikreder,  bundan  dolayı  eşeklerden  aşağı  kalmamak  için  Nakşibendi  Tarikatında  olanlar  da  zikri  en  az  beş  binden  başlatırlar. "  demektedir.  Kur’anı  anladığı  dilden  okumayan,  İslam'ın  Tevhit  bilinç  ve  şuurunu  içselleştiremeyen  ve  Allah'ı  gerektiği  gibi  tanıyamayan  insanların  bilgisizliği,  her  zaman   olduğu  gibi,  açıkgözler  ve  art  niyetliler  tarafından  istismar  edilmiştir.  Halbuki  kişinin  sorgulayamadığı,  tahkik  ederek,  gerekli  bilgileri  edinmeden,  hazır  olamadığı  Din,  kendisine  ait  din  değildir,  atalarının  ve  başkalarının  dayattığı  dindir.  Bunun  sonucunda   elinde  de  bulunmadığı  için  Kur'an  cahili  halk  kendisine  hiç  bir  yarar  sağlamayacak  olan  Kur'an  dışında  uydurulmuş,  zikir  halkaları,  zikir  şekilleri  ve  zikir  aletleri  ile  yüzyıllardır  uyuşturulmuş,  ekonomik,  sosyal  ve  kültürel  açıdan  perişan  edilmişlerdir.  Bilerek  veya   bilmeyerek  bu  Kur’an  dışı  sapkınlığın  faziletlerini  anlatan  kitaplar  yazılmış,  Müslümanlar  yanlışa  doğruymuş  gibi  inandırılarak  sömürülmüştür. Bu  kitaplarda  zikir  konusunun  anlatılma  örneklerine  ana  hatlarıyla  baktığımızda ;

* Zikir,  Arabi  bir  kelimedir.  bu  dünyada  bir  insanın  yapabileceği,  en  yararlı  çalışma  türüdür.  Her  ne  kadar  Allah’ı  anma  diye  tercüme  edilse  de,  böyle  bir  tercüme  son  derece  yetersizdir.  Zikir,  beyinde  tekrar  edilen  kelimenin  manası  istikametinde  beyin  kapasitesini  arttırır. Beyinde  üretilen  dalga,  enerjinin  ruha  yani  benliğe  yüklenmesini  ve  böylece  ölüm  ötesi  yaşamda  güçlü  bir  ruha  sahip  olunmasını,  Allah’a  yakınlığı,  ilâhi  manalar  ile  tahakkuku  sağlar.  Şeytanın  musallat  olmasını  önler. * Zikir,  sözcükte  “  anmak,  hatırlamak,  yad  etmek “  anlamına  gelir.  Zikir  ıstılahta  ( tabir,  terim  olarak )  Allah’ı  anmak  ve  hatırlamak,  O’nu  unutmamak  ve  gaflet  halinde  olmamak,  Allah  kelimesini  tekbir  ( Allah u  Ekber )  diyerek,  tehlil  ( La  ilâhe  illallah )  diyerek,  tesbih ( Sübhanallah)  diyerek,  tahmid ( Elhamdülillah ) diyerek  bir  çok  kez  aynı  ifadelerle  tekrarlamak  demektir.  Zikir,  Rabıta  i  şerife  ile  büyüklerimizce  öğretilir. (  yani  Kur'an  zikri  öğretemez  yetersizdir  denilmekte  ve  aracı  Mürşit  denilen  putlara  iş  bağlanmakta,  küfrün  ve  şirkin  dibine  inmektedirler. ) Her  gün  adet  edilerek  sabah  veya  akşam  namazından  sonra  abdestli,  temiz  bir  yerde  yalnız  olarak  kıbleye  karşı  oturularak  ve  gözler  kapalı  olarak  25  kere  estağfirullah  denilip,  Fâtiha  ve  üç  İhlas  okuyup,  Fahr  i  alem ( s.a.v. )  ile  Muhammed  Behaeddin i  Buhari  ve  Abdülkadir i  Geylâni  hazretlerinin  mübarek  ruhlarına  hediye  edersiniz. Zikir  Allah’ın  yüceliğini  dile  getirmek  ve  manevi  yetkinliğe  ulaşmak  amacıyla  yapılır.  Zikrin  çoğulu  zikirler,  ezkâr  ve  zükûr  dur.  Kur’anda  pek  çok  ayette  zikir  emredilmiş,  zikredenler  övgüyle  söz  edilmiştir.  Zikir,  dil  ile  söylemekle,  yalnız  kalp  ile,  dil  ile  kalbin  birlikteliği  ile  olmak  üzere  üç  türlü  yapılır. Dil  ile  zikirde  güzel  isimleri  ile  Allah  anılır,  O’na  hamdedilir,  tesbihte  bulunulur,  dua  edilir,  Kur’an  okunur.  Beden  ile  zikir,  bütün  organların,  Allah’ın  emrine  uyması  ve  yasaklarından  kaçınmasıdır.  Kalp  ile  zikir  ise  Allah’ı  gönülden  çıkarmamak  ve  daima  hatırlamaktır. Denilmektedir. ( Müslim  Zikr  39,  Tirmizi  Daavat  7,  Gazali  I. 295  Saadet i  Ebediye  sa. 282 )

Maalesef   çoğunlukla  yüz  yıllardır  dinimizi,  Mezhep,  Tarikat  ve  Cemaat  bölünmeleriyle  oluşmuş  Kur'anın  dışında  Tasavvufi  akımlardan  çok  yanlış  ve  ters  taraflardan  öğrenmeye  başlamışız  ve  atalarımızın  bizi  yanlış  yönlendirmelerinin  etkisinden,  aklımızı   kullanarak  kendimizi  gerçek  Zikre  /  Kur’ana  yöneltememişiz.  Halbuki  zikir  Kur’anın  isimlerinden  biridir.  Araf  Sûresinin  205. ayetinde  "  Ve  her  zaman  kendi  içinden,  korkarak  ve  alçala  alçala,  yüksek  olmayan  bir  sesle  zikret,  Rabbini  an  ve  umursamazlardan  olma. "  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi   Allah'ın  ayetleriyle  beraber  olarak  Allah’ı  anmaktır,  Allah’a  ve  O’nun  Hakk  Dinine  /  Kur'ana  ve  ayetlerinin  gerçek  mesajlarına,  yönelmek  için  hazır  olmaktır.  Kur’anımızı  bizzat  anlayarak  okumaktır,  öğüt  almaktır,  bu  öğütler  doğrultusunda  hayatımıza  yön  vermektir.  Cinn  Sûresinin  17. ayetinde  "  Ve  onlar  gerçekten  o  yol  üzere  dosdoğru  gitselerdi,  elbette  onlara,  kendilerini  saf  hale  getirmek  için  bol  bir  su  verirdik.  Kim  Rabbinin  zikrinden  /  Ku'andan  /  anılmasından,  öğüdünden  yüz  çevirirse,  O  da  onu  gittikçe  yükselen  bir  azaba  sokar. "  denilerek  uyarıldığı  gibi  de  yoksa  eline  tespih  denilen  aleti  alıp,  zikir  sayaçları  ile  sayı  tutarak,  papağan  gibi  anlamı  bilinmeyen  lafları  pazarlıkla  yüzlerce  defa  tekrar  etmek  zikir  değildir. Bu  kişinin  sadece  lafta  kalan,  kendisini,  Allah’ı  kandırmasından,  dosdoğru  yoldan  ayrılmasından  başka  hiç  bir  şey  değildir.  Ayette  de  vurgulandığı  gibi  nasıl  ki  su,  yaşamın,  insan  hayatının  vazgeçilemez  temel  bir  kaynağı  ise,  Kur'an  da  şiirsel  sanat  anlatımı  ile,  Arapça   sözcükler  arasındaki  uyumu,  armonisi  ile  okuyan  ve  dinleyen  insanlara  ilâhi  bir  haz  sunmakla  beraber,  hayatın  devamlılığında  izleyeceği  dosdoğru  yolun  temel  kaynağıdır.  Ancak  Kur’anı  Arapça  okuyarak  ilâhi  hazzı  duyan  kişinin  bunda  kalmayıp,  kendi  anlayacağı  dilden  okuyarak,  asıl  hedef  olan  ilâhi  öğüt  ve  mesajlara   kavuşması  çok  daha  önemli  ve  gerçek  bir  zikir  olacaktır. İşte  o  zaman  Allah’ın  zikri  ve  Kur’an  sevgisi  lafta  ve  duvarda  kalmayacaktır. 

Her  ne  kadar  bazı  kitaplarda  zikrin  ayrıntılarına  değinilmekte  ise  de,  aslında  çok  kapsamlı  olan  zikir  kavramının  anlamı,  günümüzde  daraltılmış,  sadece  Allah’ın  adını,  değişik  sayılarda  papağan  gibi  tekrar  ederek  dil  ile  anmakla  sınırlandırılmıştır. Çünkü  Kur’anımız  anlaşılacağı  dilden  okutulmamakta,  Kur’an  okuyun  önerisindeki  ifadelerinden,  sadece  Arapça  okunup  hatim  edilmesi  kastedilmektedir. Bu  nedenle  insanlar  papağan  gibi  tekrar  ettikleri  zikir  lafızlarının  gerçek  anlamını  da  bilememekte,  Allah'ı  gereği  gibi  de  tanıyamamaktadır. Böyle  olunca  Kur'anı  anladığı  dilden  okutturulmayan  ve  Allah'ın  öğütlerini,  koyduğu  yasaklarını  bilmeyen  Müslümanlar,  hangi  emirlere  uyacak,  hangi  yasaklardan  sakınacaklardır.  Halbuki  bu  konuda  insanlar,  önlerine  konan  yüzlerce  uydurma  hadis  ve  rivayetle  şartlandırılmakta  ve  uyutulmaktadırlar.  Oysa  zikir,  Kur'an  ayetlerinin  anlatımına  göre  sadece  lafta  kalacak  olan  bir  kavram  değil,  Müslümanın  zorunlu  olduğu,  ona   sevap  kazandıracak,  her  an  Allah’ı  hatırlatacak  olan,  her  türlü  amelin,  eylemin  genel  adıdır,  tüm  ayrıntısı  da  Kur’anın  içerisindedir. Çünkü  zikir  Allah’a  aittir.  Bütün  ibadetlerin  aslı  ve  özü,  Yüce  Allah’ı  hatırlamak  ve  O’na  itaat  etmek,  buyruklarının  tamamına  uymaktır.  Allah’a  itaat  etmek  ise  hiç  bir  emek  harcamadan,  aklı  devreye  sokmadan,  birtakım  güzel  sözleri,  anlamını  bilmeden  miskin  miskin  oturduğu  yerde  papağan  gibi  tekrar  etmek  değil,  bilakis  her  durumda  Allah’a  kulluk  şuuru  içerisinde  bulunmak,  tam  bir  teslimiyetle  her  hal  ve  koşulda  O’nun  bizi  sürekli  gözetlediğini,  bizimle  beraber  olduğunu  zihnimize  yerleştirmektir. Her  atacağımız  adımda,  alacağımız  kararda,  önce  Rabbimizi  ve  Kur'an  ayetlerini  hatırlayıp  süzgeçten  geçirmektir.  Necm  Sûresinin  39. ayetinde "  Gerçek  şu  ki,  insan  için  çalışıp  didindiğinden  başka  bir  şey  yoktur. "  denilerek  ifade  edildiği  gibi  zikir  çalışmaktır,  hem  kendisi,  hem  de  insanlık  adına  yararlı  ve  güzel  şeyler  üretebilmektir.

Zikir  sözcüğü  için,  tanım  olarak  sözünü  etme,  söyleme,  anma,  Tarikatlarda  da   Allah’ın  adını  üst  üste  art  arda  söyleyerek  yapılan  tapınma  denilmektedir.  Buna  istinaden  akademisyen,  öğretim  görevlisi  bir  profesörün  bu  konuda  “  Allah’ı  anmak  için  eline  tespih  alıp  sağa  sola  sallanıp  hu  çekip  zikirmatikle  defalarca   Allah,  Allah,  Lailâhe  illallah   demek,  din  adına  çürümüşlüktür,  oysa  Allah’ı  hatırlatacak  çok  şey  vardır.  Bu  davranışlar  lüzumsuzdur. “  demiş.  Aslında  doğru  demiş  de ; Bu  dediği  gelenekçi,  rivayetçi  zihniyet  tarafından  pek  hoş  karşılanmamış. Dinimiz  İslam.com  linkinde ;  Bu  ifadeye  de  cevaben  zikirmatikçi,  bu  çevrelerce  bazı  kavram  ve  ritüellerle  yapılan  saptırma  ile  karşı  savunma  ve  hakaret  içeren  açıklamalara  bir  bakalım,  neler  söylenmiş ;

“ Zikir  çekerek  Allah’ı  hatırlamaya  çürümüşlük  demek,  çok  çirkin  bir  yakıştırmadır. Evet   Allah’ı  hatırlatacak  çok  şey  vardır.  Namaz,  oruç,  Kur’an  okumak  Allah’ı  hatırlatır.  Ama  namaz  kılan  birine,  Allah’ı  hatırlatacak  başka  şeyler  var  diye  namaz  kılma  denilebilir  mi ?  Veya  Kur’an  okuyan  birine  Allah’ı  hatırlatan  başka  şeyler  var.  Kur’an  okuma  denilebilir  mi ?  Zikir  çekene  de,  Allah’ı  hatırlatan  başka  şeyler  var,  zikir  çekme  denilebilir  mi ?  Kişi  yapabildiği  kadar  hepsini  yapsın.  Zikir  Allah’ı  anmak,  hatırlamak  değil  midir ?  Bir  kişinin  zikir  çekmesinin  herhangi  bir  yolla  Allah u  tealayı  hatırlamasının  kime  ne  zararı  olur ?  Çürümüşlük  diyerek  zikre,  Allah’ı  anmaya  karşı  çıkmak,  mümin  kişinin  imanına  zarar  verir. İmam  Rabbani  hazretleri  buyuruyor  ki,  kalbi  tatmin  eden  tek  yol  vardır,  o  da  Allah’ı  zikretmektir.  Sadece  akılla  kalp  tatmin  olamaz.  Denmiş  ve  Rad  Sûresinin  28. ve  Ahzab  Sûresinin  41. ayetlerindeki  ifadeler  de  örnek  olarak  gösterilmiş. Mezhepsiz  İbni  Teymiye  ( El – Ubidiyet )  kitabında  Allah  u  Teala’nın  ismini  zikretmenin  bidat  ve  dalalet  olduğunu  bildirmektedir.  Acaba  bu  profesör  İbni  Teymiyeci  midir,  sapıklardan  öğrendikleri  yanlış  şeyleri  dinin  emri  imiş  gibi  Müslümanlara  anlatmaya  çalışıyor.  Müslümanlar  profesörlük  etiketlerine  inanmamalıdır. "  Denilmiş  ve  cevaplama  tamamlanmıştır.

Bu  açıklamalarda  Kur'anı  okumak  derken,  acaba  sadece  Arapçasının  okunup  hatim  edilmesi  mi   kastedilmektedir ? Yoksa  anlaşılarak  Türkçe   mealinin,   okunmasından  mı  söz  edilmektedir ?  Bu  ayrıntı  Tarikatlar,  Cemaatler  çevresinde  çoğunlukla  muğlak  bırakılmaktadır.  Üstelik  Kur'anda  birçok  ayette  bölünmeyin,  gruplara  ayrılmayın  dendiği  uyarı  ayetlerinden  de  herhalde  kendilerinin  haberleri  bulunmamaktadır,  ki  inadına  İslam  adına  birçok  Mezhep,  Tarikat  ve  Cemaat  oluşturmuşlardır. Elbette  ki  hiç  kimseye  namaz  kılma,  oruç  tutma  denilemez.  Ama  Kur'anın  zikri,  İmam  Rabbani  hazretleri  dedikleri  mürşidin  dediği  ve  rabıta  ile  öğrettiği  şeklinde  değil  ki !  Sufiliğe,  Tasavvufa,  Eşariliğe  ve  diğer  dört  Mezhebe  gerçek  İslam'a  verdikleri  zarardan  dolayı  bunlara  aykırı  olan  düşüncelerinden  ve  bunları  Kur’an  dışında  gördüğünden  dolayı, 1300  lü  yıllarında  yaşamış  olan  İbni  Teymiye,   Mezhep  ve  Tarikat  Cemaatleri  tarafından  sevilmez,  sapkınlıkla  suçlanır.  Bu  zihniyettekiler,  sanki  Peygamberimizin  de  Mezhebi  varmış  gibi,  İbni  Teymiye'ye  Mezhepsiz  diyerek  aşağılamaya  çalışırken  Peygamberimizi  de,  Kur'an  ayetlerinin  uyarılarını  da  unuttuklarının  farkında  değillerdir. Kur’an  doğrultusunda  olsa  da,  bizde  “  doğru  söyleyen  dokuz   köyden  kovulur  “  denildiği  gibi,  bundan  dolayı  da  İbn i Teymiye  zamanın  muktedirleri  tarafından  iki  defa  zindana   atılmış  ve  oralarda   öldürülmüştür. Ona  bakılırsa  aklı  ön  plana  çıkararak  uydurma  hadisleri  elinin  tersi  ile  iten,  İmam ı  Azam  Ebu  Hanefi  de  hayatının  yirmi  beş  yılını  zindanlarda  geçirmiş,  sonunda  da  bu  zihniyetler  tarafından  öldürülmüş,  buna  rağmen  aynı   zihniyet,  Hanefi  mezhebinden  olduğunu  söylediği  halde,  İmamı  Azam'a  " kâfir  geldi  kâfir  gitti  "  diyen  Buhari  de,  sahihi  unvanı  ile  yere  göğe  sığdırılamayıp  hadislerin  babası  sayılmış,  en  büyük  imam  olarak  ilân  edilmiştir. Kur'an  ve  İslam'ın  dışındaki  Tasavvuf  Dinine  göre  zamanın  Müceddidi,   Gavsul  Azamı  sayılan  İmam  Rabbani  Hazretleri  dedikleri  Şeyhin,  delil  gösterdiği  Rad  Sûresinin  28. ayetinde  "  Gözünüzü  açın !  Kalpler  yalnız  ve  yalnız  Allah'ı  anmakla /  zihnindeki  tüm  soru  işaretlerini  gidermekle  rahata  kavuşur. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  insanın  eksikleri,  kuşkuları  ve  soruları  ancak  Kur'anın  anlaşılarak  okunması  ile  giderilebilir,  kalpler  ancak  o  zaman  tatmin  olabilir  ve  Ahzab  Sûresinin  41. ayetindeki  " zikran  kesire /  çokça  anmak  "  zikir  ifadesi  ve  Kur'anın  tanımladığı  Zikir  anlayışı  ile  de,  aslında  papağan  gibi  aynı  sözleri  anlamını  bilmeden  tekrar  etmek  değil,  bilakis  Kur'an  bilinci  ile  Allah  yolunda  üretim  ve  çabalarla,  paylaşımlarla,  Allah'ın  nimetlerine  karşılık  şükrün  eda  edilmesinin  gereği  anlatılmaktadır.  Allah  katında  kalp  ise  ancak  o  zaman  mutmain  olabilir.

Muhatap  alınan  ilâhiyatçı  öğretim  görevlisi  profesör  kimdir,  nasıl  bir  cevap  vermiştir  bilmiyoruz.  Belki  de  cevap  vermeyi  gerekli  bile  görmemiştir.  Ama  mutlaka  Kur'an  doğrultusunda  söyleyeceklerinin  olduğundan  şüphemiz  yoktur. Şimdi  biz  de  dinimizin  gerçek  kaynağı  Kur’an  ile  bu  konuya  ışık  tutmaya  çalışacağız,  ama  tahmin  ediyoruz  ki  bunun  sonucunda  herhalde  biz  de  gelenekçiler  tarafından  İbni  Teymiyeci  olarak  sapkınlıkla  nitelendirilmekten  pek  uzak  olamayacağız.  İmanımız  zarar  görür  mü  görmez  mi  onu   Allah  bilir.  Ama  biz  yine  de  dinimizin  yegâne  kaynağı  olarak  gördüğümüz,  Mezhepleşme  ile  bölünmeleri  de  yasaklayan  Kur’an  ayetleri  ile  bu  konuyu  ele  almaya  çalışalım.

Zikir  konusunda  değişik  ve  farklı  kabullerin  sağlaması  ve  yanlış  bakış  açılarının  düzeltilmesi,  ancak  Kur’anı  doğru  anlamakla  mümkün  olabilir.  Çünkü  dine  ait  bir  sözcüğü  ve  kavramı  en  iyi  ve  doğru  şekilde  tanımlayan,  detaylandıran,  etraflıca  açıklayarak  tefsir  eden,  ancak  ve  ancak  Kur’anın  kendisidir.  Buna  göre  anlam  olarak  Zikir   sözcüğü  “  Bir  şey  için  korumak,  anmak,  hatırlamak,  hatırdan  çıkarmamak,  unutmamak,  öğüt  almak,  ibret  almak,  hazır  olmak “  demektir.  Sözcük  gerek  zikir  mastarı  ve  gerekse  diğer  tüm  türevleri  olarak  Kur’anda  hep  bu  sözlük  anlamında  kullanılmıştır.  Ancak  sözcük   " ez – zikr  “  olarak  mecazi  mürsel  sanatıyla  “  öğüt  verme “  anlamı  ekseninde  Allah  katından  indirilmiş  Kitaplar  ( Bütün  peygamberlere  indirilen  Allah'ın  Vahyi,  Kur’an,  İncil,  Tevrat,  Zebur )  için  de  kullanılmıştır. Bu  nedenle  Kur’anın  bir  adı  da  “  Zikir  “ dir.  Fakat  gelenekçilerin  yaptıkları  gibi  Kur'anı  tecviti  ve  makamı  ile  hiç  bir  şey  anlamadan  sadece  Arapça  okuyup,  hatim   ettiğini  zannederek  ve  hasıl  olan  sevabı  ölülerin  ve  Evliyaların  ruhuna  hediye  ederek  değil,  bilakis  Kur'anı  Türkçe  meallerinden  anlayarak  okumak  ve  tefekkür  etmek  de  zikrin  ta  kendisidir.

ALİ  İMRAN  58  :  İşte  bu,  Biz  bunu  sana,  ayetlerden  ve  yasalar  içeren  zikr’den  /  hatırlatmalardan,  öğütlerden,  Kur’andan  okuyoruz.

SAD  1 – 3  :  Öğüt  /  şeref  zikir  sahibi  Kur’an  kanıttır  ki,  onlardan  önce  nice  kuşakları  helâk  ettik  /  değişime,  yıkıma  uğrattık  Biz….

ENBİYA  10  :  Hiç  kuşkusuz  Biz  size,  zikri  /  öğüdünüz,  şan  şerefiniz  içinde  olan  bir  Kitap  indirdik.  Buna  rağmen  hala  akıllanmayacak  mısınız ?

ZUHRUF  44  :  Ve  şüphesiz  sana  vahiy  edilen  Kur’an,  senin  için  de  gerçekten  bir  zikir  /  öğüttür,  şan  şereftir,  siz  ondan  sorgulanacaksınız.

Araplar  bir  kimsenin  şanını,  şöhretini  ve  kıymetini  anlatmak  için  zikir  sözcüğünü  kullanırlar.  Bunun  yanında  bu  sözcükle,  anmak,  hatırlatmak,  öğüt  vermek  ekseninde,  Kur’andaki  ilkeler,  hükümler,  vaatler,  tehditler,  geçmiş  toplumların  yaşamlarındaki  ibret  alınacak  kıssalar  ve  haberlerin  hepsi  zikirdir. Bu  hatırlatmaların  hepsi,  insanların  akıllarını  başlarına  alarak  sadece  Allah’a  yönelmeleri  içindir.  Zikir  sahibi  Kur’an  ifadesiyle,  şanlı,  öğütlü,  dini  öğreten,  ibret  veren  Kur’an  olarak  anlamak  gerekir. Kur’anı  ( sadece  Arapça  okuyup  hatim  etmek  anlayışıyla  değil ) anlayarak  okuyan  bir  kimse,  zikretmiş,  bütün  bu  hatırlatmaları  görmüş,  öğüt  almış  ve  Allah’ı  anarak  aynı  zamanda  Allah’a  yönelmiştir.

Zikir  sözcüğü  Kur'anda,  Allah  sözcüğü  ile  tamlama   halinde  “ Zikrullah “  olarak  ifade  edildiğinde  anlamı  “  Allah’ı  anmak “  demek  olur  ki,  halk  kültüründe  zikir  kavramında  ele  almamız  gereken  asıl  nokta  da  budur.  Nitekim  Kur’an  ayetlerinde  “ zekera “  fiili  Allah  lafzını  tümleç  olarak  “  Allah’ı  anarlar “, “ Allah’ı  çokça  anın “  tarzında  kullanılmıştır.  Ve  buna  paralel  olarak  örneğin  “  Allah’ı  çokça  anın,   Allah’ı  anmaya  koşunuz  “   ifadeleri  yer  almaktadır. Bu  Arapça  anlatım  kurallarıyla  anlatılmak  istenen  temel  nokta  Allah’ın  anılmasını  hatırlatmaktır.  Kur’anda   pek  çok  ayette  geçen  “ zikir “  mastarı  ve  bu  sözcükle  yapılmış  “ Zikrullah “  tamlaması, ( namaz,  salat,  zekât,  oruç )  gibi  bir  terim  olmayıp,  yemek  içmek  gibi  eylem  ifade  eden  sözcüktür.  Bilindiği  gibi  oruç  bir  terim  olup,  belirli  bir  zaman  diliminde  ve  özel  bir  amaçla  yemeyi,  içmeyi  ve  cinsel  ilişkiyi  ve  gereksiz  konuşmayı  terk  etmektir.  Böyle  olmasına  rağmen  Arapçadan  Türkçeye  yapılan  tüm  çevirilerde  “  zikir "  sözcüğü  Türkçeye  çevrilmeden   Arapça  olarak  aynen  bırakılmıştır.  Istılahta  denilerek  sözcük  sanki  bir  dini  terim  gibi  kullanıla  gelmiştir.  Bir  eylem  olması  gerektiği  anlamı  görülememiştir.  Halbuki  Kur’anın  bir  çok  ayetinde  “ Zikrullah “  ( Allah’ın  anılması  ) olgusundan  söz  edilerek  eylemin  önemine  ve  gereğine  değinilmektedir.

ARAF  124  :  Kim  zikrullahtan  /  Benim  anılmamdan,  Benim  öğüdümden  mesafeli  durursa,  hiç  şüphesiz  onun  için  zor,  sıkıcı  bir  yaşam  vardır.

BAKARA  152  :  Öyleyse  Beni  anın  ki,  Ben  de  sizi  anayım.  Ve  Bana,  verdiğim  nimetlerin  karşılığını  ödeyin,  Bana  iyilik  bilmezlik  etmeyin,  verdiğim  nimetleri  görmemezlikten  gelmeyin.

MÜNAFİKUN  9  :  Ey  iman  etmiş  kimseler !  Mallarınız  ve  çocuklarınız  sizi   zikrullahtan  /  Allah’ı  anmaktan  alıkoymasın.  Böyle  bir  şeyi  kim  yaparsa,  artık  işte  onlar,  zarara,  kayba  uğrayıp  acı  çekenlerin  ta  kendileridir.

ZÜMER  22  :  Peki  Allah  kimin  göğsünü  İslam’a  açarsa,  o  zaman  o,  Rabbinden  bir  ışık  üzerinde  olmaz  mı ?  Öyleyse  zikrullaha  /  Allah’ı  anmaya  karşı  kalpleri  katılaşmış  olanlara  yazıklar  olsun ! İşte  onlar,  apaçık  bir  sapıklık  içindedirler.

Kur’anda  bu  kadar  önem  verilen,  aslında  bir  eylem  olması  gereken  “ Zikrullah “ ın  ne  demek  olduğu,  nasıl  yapılacağı,  ancak  yine  Kur’andan  öğrenilebilir. Ne  var  ki  cehalet,  gaflet  veya  dalalet  gibi  nedenlerle  konu  Kur’andan  değil  de,  Kur'ana  karşı  alternatif  oluşmuş  Tasavvuf  Tarikatları  içerisindeki  İslam  düşmanlarından  öğrenilmeye   kalkışılmış,  sonuçta  ortaya  “ Zikir  Çekmek “  diye  tuhaf  ve  anlaşılmaz  uygulamalar  çıkmıştır.  Bu  uygulamalar   daha  çok  geri  kalmış,  yoksul  ve  eğitimsiz  Müslüman  topluluklarında   Cemaat  ve  Tarikatlar  eliyle  yaygınlaşmış,  haftanın  belirli  günleri  ve  saatlerinde  ellerine  99  luk,  binlik,  tespihler  alan  insanlar,  halkalar  halinde  güya  zikir  yaptıklarını  zannederek  “  Allah  Allah,   Lailâhe  illallah   veya  Hu  hu “  diye  zıplayıp   bağırıp  durmuşlardır. İşin  en  acıklı  yanı  da  bu  yaptıklarıyla  kolayca  Cennete  gideceklerine  inandırılmış  olmalarıdır. Kesinlikle  bilinmelidir  ki,  ne  bu  zikir  anlayışı,  ne  de  ona  bağlı  olarak  gelişen  bu  garantici  cennet  anlayışı  doğru  değildir  ve  bir  hüsrandır. Bu  yapılanların  hiç  kimseye  bir  yararı  yoktur.  Bu  yapılan  zikir  çekme  uygulaması,  parayı  çok  seven  birisinin,  hiç  bir  emek  harcamadan  eline  bir  tespih  alıp  “ para   para “  diye  sayıklaması,  nasıl  ki  ona  para   kazandırmazsa,  bu  saçma  ve  boş  davranışlarla  Allah’ın  rızasının  kazanılması  da,  Ahirette  Cennetle  ödüllendirilmek  de  mümkün  olmayacaktır.  Çünkü  Tevbe  Sûresinin  111. ayetinde  "  ....Allah'ı  birleyen,  boyun  eğip  teslimiyet  gösteren,  herkesçe  kabul  gören  iyi  şeyleri  emreden,  kötü  olan  her  şeyden  vazgeçiren,  Allah'ın  hududunu  koruyan  inananlardan,  canlarını  ve  mallarını  şüphesiz  cenneti  onlara  verme  karşılığında  satın  almıştır.. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  Cennetin  bedelinin  canlarla,  mallarla,  gayretlerle,  faaliyetlerle,  rekabetlerle  gösterilecek  çabaların,  emeğin  karşılığında  olacağıdır. Tembellik,  miskinlik  ve  uyuşuklukla  değil,  bilakis  bir  Müslüman  olarak  bize  düşen,  Allah’ın   bizden  istediklerini,  yukarıdaki  ayetlerde  " Bana  verdiğim  nimetlerin  karşılığını  ödeyin "  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi,  Kur’andaki  şekliyle  öğrenmek,  ayrıntıları  için  de  yapacağımız  tek  şey, Kur’ana   başvurmaktır. Çünkü  Allah’ı  nasıl  anmamız  gerektiğinin  doğrusu,  Kur’an  ayetlerinde  zaten  gösterilmektedir. 

BAKARA  198  :  Meşar  i  Haram’da  /  Dokunulmaz  bilinçlenme  merkezinde,  Müzdelifede  hemen  Allah’ı  anın.  Ve  O’nu,  O’nun  size  gösterdiği  gibi  anın.  Ve  siz  bundan  önce   gerçekten  sapıklardan  idiniz.

BAKARA  200  :  Sonra  da  Allah’a  karşı  görevlerinizi  gerçekleştirdiğinizde,  tıpkı  babalarınızı  andığınız  gibi,  hatta  daha  kuvvetli  bir  anışla  Allah’ı  anın.  Ve  Allah’ı  sayılı  günlerde  anın. 

Ayetlerden  açık  ve  net  anlaşıldığı  gibi,  Hacc  esnasındaki  ve  Hacc  komitesi  tarafından  belirlenecek  hem  çoğul,  hem  de  "  nekre / belirsiz "  olduğundan  sayılı  günlerdeki  ibadetlere  yapılan  atıfla  bizim  Allah'ı,  önce  Kur'anda  belirlenmiş  görevleri  yerine  getirmemiz,  ardından  da  Allah'ın  gösterdiği  gibi  anmamız  istenmektedir. Yüce  Allah  Kendisini  babalarımızı  andığımız  gibi,  hatta  daha  kuvvetle  anmamızı  emretmektedir.  Bir  insanın  zikirmatik  ile  gece  gündüz  sadece  lafla  “  baba  baba.. “  diye   babasını  anması  söz  konusu  olamayacağına  göre,  burada  düğümü  çözecek  olan  ipucu,  babamızı  anmamızın,  onu  düşünmemizin  nasıl  olması  gerektiğidir.  Babalarımızı  anmamız,  onları  düşünmemiz,  onları  unutmadan  üzerimizdeki   haklarını  düşünüp  onlara  olan  maddi  ve  manevi  sorumluluklarımızı  hatırlamamız,  yerine  getirmemiz,  eğer  sağ  iseler  gerektiğinde  onlara  bakmamız,  sevgide  ve  saygıda  kendilerine  kusur  etmememiz  demektir. Öyleyse  biz  de  Allah'ı  buna  benzer  şekilde  anacağız,  bize  sınırsız  verdiği  ve  lütfettiği  nimetlerle  Allah'a  karşı  olan  yükümlülüklerimizi  bileceğiz  ve  şükrümüzü  eda  ederek  yerine  getireceğiz.

Elinde  tespih,  " Allah,  Allah... "  diyerek  “ Zikrullah’ı “  belirli  sayıdaki  ifade  kalıplarıyla  yapmayı  doğru  bulan  gelenekçi  zihniyetin,  Allah’ın  Bakara  Sûresinde 152. ayetinde  verdiği  “  Beni  anın  ki,  Ben  de  sizi  anayım “  mesajı  hakkında  dikkatle  kafa  yormaları  ve  Allah’ı  “  Allah  Allah.. “  diye  anan  kimselerin,  Allah’tan  da  kendilerini  “ kulum  kulum .. “  diye  anmasını  bekleyip  beklemediklerini  düşünmeleri  gerekir.  Üstelik  ayetin  sonunda  da  “  Bana  verdiğim  nimetlerin  karşılığını  ödeyin,  nankörlük  etmeyin “  denilerek,  Allah’ı  anmanın ( zikrullah’ın ) nasıl  olacağı  tarif  edilmekte,  Allah’ın  Kendisinin  lafla  değil,  Kur'anda  belirlenmiş  hükümlerine  uyularak,  verdiği  nimetlerin  karşılığını  ödeyen  eylemlerle  anılmasının  gerektiği  bildirilmektedir.

Bu  dini  en  iyi  anlayan  ve  en  iyi  uygulayan  elbette  ki  Peygamberimiz  ile  onun  çağdaşı  olan,  dini  eğilimlerini  ondan  alan  sahabenin  olduğu  şüphesizdir.  O  seçkin  Müslümanlar  bu  ayetleri  bugünkü  Tarikat,  Tekke  ve  Tasavvuf  anlayışıyla  anlayıp  uygulamamışlardır.  Onların  belirli  sayılarla  “ Allah,  Allah.. “  diye  zikrettiklerini  kimse  duymamış,  hiç  bir  kitap  yazmamıştır.  Onlar  kişinin  aynasının  “  iş  “  olduğunun,  lafına   bakılmayacağının  bilincindeydiler. Bu  nedenle  de  ömürlerini  hep  öğrenerek,  öğreterek,  paylaşma,  destekleşme,  dayanışma,  dine  arka  çıkma  ile  ve   Allah  yolunda  mallarıyla,  canlarıyla,  bilgi  ve  becerileriyle   mücadele  ( cihat )  ederek  eylemlerle  geçirmişlerdir.

Sonuç  olarak :  Kur’ana  göre  Zikrullah  ( Allah’ın  anılması  ) halk  arasında  uygulandığı  şekli  ile,  elde  tespih,  dilde  sayılarak  Allah’la  pazarlık  yapar  gibi “ Allah,  Allah “  demekle,  tehlil,  tahmid,  temcit  tekerlemeleriyle  sadece  lafla  yürüyecek  bir  peynir  gemisi  değildir. Kişi  elbette  ki  Rabbini,  aklına  geldikçe  kalbi  ve  dili  ile  Kelime i  Tevhit  ile,  bir  defa  " La  ilâhe  illalah " diyerek,  güzel  isimleri  ile  anarak  O’na  yönelip  dua  edecektir,  Rabbiyle  konuşabilecektir,  bir  defa  " Sübhanallah "  (  Sen  her  türlü  noksanlıklardan  arınıksın )  diyerek  O’nu  tesbih  edecektir,  O’na  gönlünü  açıp,  arzularını,  sıkıntılarını  dile  getirecektir.  Ama  bunları  yaparken  de  yaptıklarını,  yapması  gerektiği  halde  yapmadıklarını  ve  Rabbinin  huzurunda  yüzünün  olup  olmadığını  da  düşünmesi,  bütün  bunları  anlayarak  okuduğu  Kur’an  ayetleriyle  test  etmesi  gerekir.  Çünkü  Allah’ın  anılması,  bizzat  biz  kulları  üzerindeki  haklarını,  bize  sunduğu  nimetleri  bilmek,  her  an  düşünmek,  O’na  karşı  sorumluluklarımızı  yerine  getirip  getirmediğimizi  sık  sık  kontrol  etmek,  verdiği  görevleri  eksiksiz  yerine  getirmek,  nimetlerine  karşı  şükredip,   malımızla,  bedenimizle,  gerektiğinde  canımızla  Allah  yolunda  mücadele  ile  şükrümüzü  eda  etmek,  nankörlük  etmemek  ve  daima  Kur’an  bilinci  içerisinde  olmaktır.  Bu  nedenle  Taha  Sûresinin  124 - 126. ayetlerinde  de, " Kim  benim  anılmamdan  /  Benim  öğütümden  Kur’andan  mesafeli  durursa,  hiç  şüphesiz  onun  için  zor,  sıkıcı  bir  yaşam  vardır.  Kıyamet  günü  de  onu  kör  olarak  toplantı  alanına  toplarız.  O  der  ki : “  Rabbim  ben   gören  biri  olduğum  halde  beni  neden  kör  olarak  bu  yere  çıkardın ? “  Allah  der  ki  bu  böyledir.  Ayetlerimiz  sana  geldi  de  sen  onları  terketmiştin.  Bu  gün  de   aynı  şekilde  sen  terkediliyorsun. /  cezalandırılıyorsun.  "  ifadeleriyle  Kur'anı  anlayarak  okumayan  ve  öğütlerinden  haberi  olmayanlar  için  çok  çarpıcı  bir  uyarı  yapılmaktadır.

Bu  nedenlerle  Kur'anı  anlayarak  okumanın  sonucunda  zikir,  hem  kalp,  hem  dil,  hem  de  bedenle  eylemlerle,  amellerle  olmalı  ve  insana  bahşedilmiş  olan  ömrün,  sayılı  günlerin,  hayatın  tüm  anlarına  sirayet  ettirilmelidir.  Bu  bağlamda,  Allah'ı  gerektiği  gibi  tanıyarak,  varlığına,  azametine  delalet  eden  delilleri  görmek,  düşünmek  ve  tefekkür  etmek,  kuvvet  ve  kudretini  gözler  önüne  seren  Kâinatı,  gökyüzündeki  düzeni  ve  Allah'ın  yaratmadaki  zenginliğini,  kurduğu  Evren  düzenindeki  ölçüye  ve  dengeye  olan  hakimiyetini,  sayısız  alametlerini  görmek,  ilâhi  hükümlerini,  emir  ve  yasaklarını,  kulluk  görevlerini  düşünmek,  bir  gönül  ve  vicdan  muhasebesini  yapmak,  sorgulamak  ve  soruların  cevaplarını  araştırmak,  kalp  ile  yapılan  ve  kişiyi  eylemlere,  bedenle  yapılan  amellere  hazırlayan  zikir  olur.  Vücudumuzun  yaratılmasındaki  mükemmelliği,  donanımı,  bütün  organlarımızın  sorumlu  olduğu  görevlerin  ve  yasaklarının  bilincinde  olmak,  hem  Allah  ile  ve  hem  de  insanlarla  olan  ilişkilerimizde  sorumluluk  bilincinde,  dürüst  ve  samimi  olmamız,  yaptığımız  her  işin,  her  şeyin  ibadet  şuuru  içerisinde  yürütülmesi  de  bedeni  zikirdir.  Bütün  bunlar  da  Kur’anın  anlaşıldığı  dilden  okunması,  içindeki  emir,  buyruk  ve  öğütlerin  içselleştirilmesi,  din  adına  müminlerin  önüne  konulan  hurafelerin,  akılla  sorgulanıp  ayıklanması,  tefekkür  edilerek,  sadece   Allah’a  teslim  olarak  yönelmeyle  ancak  mümkün  olacaktır. İşte  o  zaman  Enfal  Sûresinin  2 - 4.  ayetlerinde  en  özlü  sözlerle  tarif  edildiği  gibi ; "  Hiç  şüphesiz  müminler  ancak,  Allah  anıldığı  zaman  yürekleri  ürperen,  O'nun  ayetleri  kendilerine  okunduğu  zaman,  iman  açısından  güç  kazanan  ve  yalnızca  Rabblerine   sonucu  havale  eden,  salatı  ikame  eden  ve  Bizim  kendilerine  rızk  olarak  verdiğimiz  şeylerden  Allah  yolunda  harcayan  kimselerdir. İşte  bunlar,  gerçekten  inananların  ta  kendisidir.  Onlara  Rabbleri  katında  dereceler,  bağışlanma  ve  saygın  bir  rızık  vardır. " ifadelerine  göre ;  Allah'a  ortak  koşmayan,  Kur'an  öğretisi  ile  Tevhit  bilincine  vakıf  olan  gerçek  müminler,  kalpleriyle,  dilleriyle  ve  eylemleriyle  Kur'anın  ön  gördüğü  zikri  yerine  getirmiş  olacaklardır. Allah'ın  selamı,  rahmeti  bereketi  ve  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER  !

Temel  Kaynak :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

 

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET