Bugün Anadolu’da ve neredeyse bütün Müslüman toplumlarında yüzyıllardan beri gelen kökleşmiş bir inançla, Allah’ın Hakk Dini İslam’ın yerine Peygamber’in de sanki Allah’ın ortağı imiş gibi, terkedilmesinden korkulan Peygamber’in Sünneti, Sünneti Seniyye denilen, aksine terkedilmesinden korkulmayan Kur’anın dışında bir din yaşanmaktadır. Kur’anda bir çok ayette olduğu gibi, Yasin Sûresinin 2 – 6. ayetlerinde de özellikle, “ Ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gaflet içinde / duyarsız bir toplumu uyarasın diye, Aziz ve Rahim / mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah’ın indirdiği hikmet dolu / Yasalar, içeren Kur’an kanıttır ki sen o elçilerdensin. Hiç şüphesiz sen doğru bir yol üzerinesin. “ İfadeleriyle, Peygamberimizin de bütün önceki peygamberler gibi hikmet / hüküm dolu Kur'anın yolunda, dosdoğru yolda olduğu bildirilerek yapılan uyarılara rağmen, yüzyıllardır yine gaflet ve duyarsızlık içerisinde kalınarak, anlamak üzere okunmadığı için Dinimizin yegâne kaynağı Kur'anın öğütleri terkettirilmiştir. Onun yerine hayatın her alanına, ibadetin her şekline müdahale eden, bir bütündür denilen, asırlar sonra ortaya çıkartılmış uydurma Rivayet ve Hadislerle Peygamberin Sünneti adı altında, Peygamber de Dinde şeriat ( kural ) koyucu ( Şari ) yapılmıştır. Peygamber adına sonradan söylenen ve kurgulanan sözler, oturduğu, kalktığı, yediği, içtiği, kılığı, kıyafeti, saçı, sakalı, cübbesi, sarığı, öpme yarışıyla kutsal emanet denilen eşyaları dahi putlaştırılmış, Sünnet kabulü ile asla terk edilmez dayatmaları hakim kılınmıştır. ( Hadislerle Yaşanan Din başlıklı makalemizde daha geniş bilgi bulabilirsiniz. )
Müslüman alimler arasında Küfür ve şirke bulaştıkları halde " Hadisleri / Aslında Emevi Dinini ortadan kaldırırsanız ortada Din diye bir şey kalmaz " diyerek sünnet’in / rivayetin de Kur’an’a eşit hatta bazı durumlarda Kur’an’ın üstünde delil değeri taşıdığını söyleyenlerin olduğu herkesçe bilinmektedir. İnsanları böyle bir anlayışa yönelten, aslında şirk olduğu halde Kur’an’ın eksik, kapalı, anlaşılması zor bir kitap olduğu düşüncesidir. Kıssalarda zaman ve mekân belirtilmemesi, bazı ibadetlerin ( namazın rekât sayıları ve hangi şekle göre kılınacağı, zekâtın yüzde kaç verileceği gibi ) ayrıntıların hiç olmaması bu anlayışı besleyen deliller olarak sergilenir. Meselenin özüne bakıldığında, rivayetlerin Kur’an kadar ( bazı durumlarda O’nun da üstünde ) delil değeri taşıdığını söyleyenler, bu düşünceye Kur’an üzerinden vardıklarını söylemektedirler. ( Bu düşünceyi savunanlar özellikle Kur’an’da bir çok yerde geçen “ Allah’a ve Resulüne itaat edin ” ifadesini saptırarak delil göstermektedirler. Bkz: Nisa 59, Maide 92, Ahzap 33, Muhammed 33, 13, ) Yani onları böyle bir anlayışa Kur’an sevk etmiş ve hatta emretmiştir gibi algılanmaktadır.
Sünnet / rivayet dediğimiz olgunun peygamberimizin vefatından sonra Emeviler döneminde nasıl ve ne şekilde oluştuğuna, menşei’nin kim ya da kimler olduğuna, yapısını nelerin oluşturduğuna baktığımızda Kur’an’a eşdeğer olmadığı gün gibi ortadadır. Eşdeğer değildir çünkü, Kur’an’ın hiç bir sözcüğü diğerlerinden ayrılabilecek yapıda değildir. Bunun yanında Kur’an ayetleri Sahih, Hasen, Hürsel, Munkatı, Mütevatir şeklinde herhangi bir tasnife tabi tutulamaz. Kur’an delil değerini bizzat kendinden almaktadır, ortadadır ve incelemeye açıktır. Kur’an’ın içinde rivayetlerde olduğu gibi tasnife tabi tutulacak bir sözcük dahi yoktur ve olamaz da. Rivayet üzerinden Allah Resulüne atfedilen sözlerin değerini, o sözleri telif eden müelliflerin uyguladığı yöntemler belirler. Üstelik bu yöntemler her müellifte farklılık gösterir. Bu yüzden hadis kitaplarında aynı konu ile ilgili Allah Resulüne atfedilen ve birbirinden farklı şeyler söyleyen hadisler vardır. Bunlardan hangisinin doğru olduğu müelliflerin hangisinin metodunun benimsendiğine göre farklılık arz eder. Bir hadisin uydurma olduğu o hadisi ele alan farklı müelliflerin belirlediği metot üzerinden anlaşılır. Metotlar farklılık arz ettiği için kimi müellife göre uydurma olan bir hadis, kimi müellife göre pekâla sahih olabilmektedir. Hadis külliyatında bunun binlerce örneği bulunmaktadır.
Bunlara rağmen Kur'an sünnete muhtaçtır diye bir çok uydurma hadisle yola çıkılıp, aslında Saffat Sûresindeki ayetleri yanlış yorumladıkları halde örneğin " Oğlunu kurban etmesi konusunda vahiy İbrahim peygambere rüyasında gelmiştir. " bundan dolayı sünnet aynı zamanda vahiydir, diyerek uydurma rivayetlerle Peygamber Sünneti ve hadisleri hakim kılınmakta ve emanet olarak, Kur’andan sonra ikinci bir din kaynağıdır diye kabul edilmekte, hatta çoğu zaman Kur'anın önüne dahi geçirilmektedir. Aslında daha başında insanların yazdığı kitapların Kur'an ile kıyaslanması, Kur'anın önüne geçirilmesi, Kur'anın ve Allah'ın yetersiz görülmesi temelden şirkin ta kendisidir. Kur'anı yeterli görmeyen bu çevrelerce kıblenin ve Mescidi Haram kavramlarının gerçekte ne anlama geldiği de bilinmediği halde, Bakara Sûresinin 144. ayetinin ifadeleri de yanlış yorumlanarak namaz kılanların daha önce ne tarafa yöneldiğini hadislerden öğreniyoruz denilmekte, Bakara Sûresinin 151. ayetinde de " ....İçinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi..... " ifadelerin yer aldığı ayetin anlam bütünlüğünden kopartılarak, " Size bilmediğiniz şeyleri öğreten elçi " bölümü cımbızla yerinden çekilerek delil gösterilmekte " hikmet sünnettir " denilmektedir. Ayette Resül'ün tebliğ ettiği, ağzından çıkan ayetlerle, aslında Allah'ın vahyi ile kanun ve ilkeleri kastedildiği halde, Kur'anın bir çok ayeti ile yapılan bölünmeyin uyarılarının aksine hadis kabulüne bağlı olarak Selefilikte, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerle bölünmüş inanç gruplarında “ Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında müminlere seçim hakkı tanımayan ayetler, sünnetin Müslümanların hayatındaki etkin bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır, bağlayıcılığı tartışmasız bir gerçektir. “ ( Riyazüs Salihin ) denilen hadislerle yapılan şartlandırmalarla, Sünnet olmazsa Peygamber de inkâr edilmiştir tehdidi yapılmaktadır. Kur’anı anlamak üzere okumadığı için, içinde nelerin olduğunu bilmeyen mütedeyyin insanlara Peygamber sünneti inancının kabulü dayatılmaktadır. Bundan dolayı da " Sünnet olmazsa namazın kaç rekât olduğunu nereden bileceğiz ? " inancı, namazda en öne geçen bir ibadet hükmü haline getirilmiştir. Bu inancın kabul edilmesi, neredeyse bütün Mezhep ve Tarikat Cemaatlerinin tam bir ittifakla öne sürdükleri, Şafii mezhebi Fıkhının ünlü imamlarından olan, İmam Beyhaki Hazretleri ( 994 - 1066 İran ) dedikleri imamın Delail adlı eserindeki rivayetine dayandırılmıştır. Bu eserde nakledilen rivayete göre ;
* Ashab ı Kiram'dan İmran bin Husayn dinleyenlere şefaatle ilgili bazı hadisleri nakleder. Orada bulunanlardan biri - Siz hadisler bildiriyorsunuz fakat biz bunlarla ilgili olarak Kur'anda her hangi bir şey bulamıyoruz. İmran bin Husayn - Sen Kur'anı okudun mu ? - Okudum. Kur'anda sabah namazının farzının 2, akşam namazının farzının 3, öğle ikindi, yatsı namazlarının farzlarının 4 rekât olduğuna rastladın mı ? - Hayır. Peki bunları kimden öğrendiniz ? - Ashabı kiramdan. - Biz de Resülullah'tan. diye konuşmaların, değişik örneklerle zekâtın 40 ta bir, Kâbe'nin 7 defa tavaf edilmesi olduğu ayrıntılarıyla Peygamberden öğrenildiği ifadeleriyle devam etmesinin ardından, imam peki Allah ü Teala'nın Kur'anda Haşr Sûresinde " Peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa da ondan kaçının " dediğini de gördünüz mü ? dedikten sonra imam " Sizin bilmediğiniz, bizim ise Resülullah'tan öğrendiğimiz daha pek çok şey vardır. " diyerek devam eder.
Halbuki bu diyaloglarla nakledilen rivayetin içerisinde aslında Mekke Müşriklerine ait olan namaz, zekât, Kâbe'nin tavafı bu esnada Hacer'ül Esved'in selamlanıp öpülmesi Peygamberin sünneti denilen konuların neredeyse tamamının, Kur'an ayetlerinin saptırıldığı pek çok tutarsız ve yalan olduğu noktalar bulunmaktadır. Örneğin delil olarak gösterilen Haşr Sûresinin 7. ayetinde ; " Allah'ın o kent halkından, Resulüne verdiği fey'ler / ganimetler, Savaşmadan elde edilen gelirler içinizden yalnız zenginler arasında gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Resule / Elçi'ye yakınlık sahiplerine, göç eden fakirlere - ki onlar Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Allah ve Resulüne / Elçi'sine yardım ederler. İşte onlar doğruların ta kendileridir. - yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Resul / Elçi size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alı koyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, azabı çok çetin olandır. " ifadeleriyle birçok ayrıntı ile değişik konulara, Peygamberin davranışının nedenlerine, ardından Kur'an ayetleriyle de Allah'a yönelinmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Ayetin özünde ise Bedir savaşının ardından bu savaşa katılanların ekonomik durumuna, sahip oldukları çocuklarının sayısına, aile yapılarına göre Peygamberin adaleti ve yönetim yetkisi dahilindeki yaptığı ganimetin dağıtımına itiraz eden sahabelere aslında " Elçi size neyi verdiyse onu hemen alın " denilmektedir. Böylece çok ciddi bir uyarı yapılmaktadır. Fakat Ulema denilen birileri bu bölümü paragraftan cımbızla çekerek, gerçeğinden ayrı ele alarak çok kapsamlı bir hüküm olarak aktarmış, Peygamberin Sünneti diyerek, Peygambere hüküm oluşturma yetkisi vererek, adeta bütün konularla ilgili olarak hüküm koymada Allah'a ortak etmişlerdir.
Halbuki Kalem Sûresinin 36 - 41. ayetlerine baktığımız zaman, " Sizin neyiniz var ? Nasıl hükmediyorsunuz ? 37 - 38 : Yoksa içinde ders aldığınız şeyler : " Siz bu alemde neyi beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak " garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi / kitabınız mı var ? 39 : Ya da size karşı kıyamet gününe kadar sürecek, " Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak " diye üzerimizde yeminler / taahhütler, üstlenmeler mi var ? 40 : Sor bakalım Ahireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir ? 41 : Yoksa onların ortakları mı var ? O halde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler. " ifadeleriyle yapılan uyarılara göre, Kehf Sûresinin 26. ayetinde " Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez. " denildiği gibi Peygamberin dahi veya Ulema, Evliya denilen kişilerin Allah'ın ortağı olamayacağı ve Kur'anın hiç bir yerinde namazın kaç rekât olacağından söz edilmediği halde, Din adına namaz şu vakitte şu kadar rekâttır diye hüküm oluşturamayacağı, oysa dikkatlerden kaçmaktadır veya hiç umursanmamaktadır. Bu uyarılara rağmen maalesef Kur'anın Hakk Dininde Allah'ın vermediği belge yerine, uydurulan hadislerle oluşturulan çakma belgelerle, yıllardır artık terk edilmesinden korkulan Peygamberin üzerine havale edilen Sünneti anlayışı, kökleşmiş bir inanç ve gelenek halinde yaşanmaktadır. Aslında ardından gidilen bu inancın adında " sünnet " oluşu bizi aldatmasın. Bu şekildeki isimlendirme, inananlar için kurulmuş bir tuzaktır. Çünkü sunulanlar kesinlikle sünnet / kanun, kural, Allah'ın hükmü değil, bilakis ve bizzat Emevi Arap siyasetinin peygamberin adını kullanarak oluşturduğu dayatmalarıdır. Biz, sadece Allah'ın kanun, kural ve hükümlerine / sünnetine kurban oluruz ve Kur'an ile bize aktarılan sünnete riayet ederiz.
Bugün ise Müslüman toplumlarda akıl etme, aklını kullanma, düşünme ve sorgulama ile, Dinin kaynağının sadece Allah ve Kur’an olduğunun Kur’anda görülmeye başlanmasıyla beraber, Peygamber’in, Sünnetin, Hadis’in konumu da gündeme gelmeye, tartışılmaya başlanmıştır. Farkına varılarak görülmüştür ki, bugünlere geldiğimizde Din’de Peygamber, Allah’tan da öne geçirilmiş, Kur'anda Ali İmran Sûresinin 80. ayetinde " Ve Allah, size melekleri, zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabbler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi ? " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen, Abdest, Namaz, Oruç, Hacc, Kandil geceleri, Şefaat anlayışı gibi bir çok konuda uydurulan hadis ve rivayetlerle günlük, haftalık, aylık ve yıllık zet raporlarıyla bütün günahların temizleneceği inancıyla yaşanan Din, Allah’tan çok Peygamber’e ait bir din haline getirilmiştir. Bütün bunların ardından saptırılmış ve yanlış yorumlanmış ayetlerden ve uydurulmuş hadis dayatmaları ile ortaya çıkarılmış Sünnet inançlarıyla, beş vakit namazını kılıp, orucunu tutan, Hacca giderek dinini huzuru kalp ile bütün gerekleriyle yaşadığının rahatlığında olan Müslümanların büyük çoğunluğunun Enam Sûresinin 22 - 23. ayetlerinde " Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere " Hani nerede o gerçeğe aykırı olarak inandığınız ortaklarınız ? " diyeceğiz. Sonra onların ateşlere atılmaları, " Rabbimiz Allah'a andolsun ki / Kasem olsun ki / Yemin ederiz ki Biz ortak koşanlardan değildik. " demekten başka bir şey değildi. " İfadelerinde gördüğümüz gibi hesap günündeki sorgulamanın ürkütücülüğünden, Kur'an ayetlerini de anlayarak okumamakta olduklarından, tabiidir ki haberleri olmayacaktır. Zümer Sûresinin 65. ayetinde de " Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi : Andolsun ki ortak koşarsan amelin kesinlikle boşa gider. Ve kesinlikle kaybedenlerden olacaksın. " denilerek Allah'a ortak koşmak konusunda, Yüce Rabbimizin aynı ayet içerisinde iki defa and içmesi ifadesiyle kasem etmesi / kanıt göstermesi ve kesin olduğunun vurgulanması ile uyarısı önemle yer almaktadır. Yerine getirilen diğer bütün ibadetlerin boşa gideceği, bir işe yaramayacağı belirtilmektedir. Oysa Kur’an ayetleriyle çelişkili, yanlış ve kendi sonları için çok korkunç olduğunun görülmesi gereken bu durumun, akıl eden ve sorgulayanlarca Kur’anın öğretisi içerisinde gerçeğinin ortaya konması zorunluluğu kaçınılmaz hale gelmiştir.
Öncelikle bilinmelidir ki, Kur'anı bilen, anlayarak okuyan, Peygamberini de biliyor ve tanıyordur, O'nu seviyordur, O'na hayran oluyordur ve O'nun yegâne emaneti olan Kur'ana sahip çıkıyordur. O'nun izinden gidiyordur, asla sevgi ve saygı abartısıyla Kur'ana aykırı olarak da O'nu ilâhlaştırarak, Allah'ın yanına ortak koşma yanlışının içinde olmuyordur. Biz de bu yazımızda Sünnet nedir ? Hadis nedir ? Kur’anımızın Hakk Dini İslam’ın içerisinde Peygamber’in işlevi nedir ? sorularına, Ali İmran Sûresinin 19. ayetinde “ Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. “ yine aynı Sûrenin 85. ayetinde “ Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o din ondan kabul edilmeyecek ve o Ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. “ uyarısını esas alarak, Dinimizin temel ve yegâne kaynağı olarak gördüğümüz Kur’anımızın ayetleriyle mercek tutmaya çalışacağız. Bunun için öncelikle ayrı ayrı bu kavramların, Kur’andaki yerlerine ve anlamlarına bakmamız gerekecektir.
Kur’anın orijinalinin hiç bir yerinde Allah'ın elçilerine verdiği unvan için “ Peygamber “ diye bir sözcük bulunmamaktadır. ülkemizde ağız alışkanlığımız haline getirdiğimiz, her konuşmamızın içerisinde kullandığımız, benimsediğimiz, kanıksadığımız bu unvan için, Kur’anın bir çok ayetinde “ Nebi “ ve “ Resul “ sözcükleri bulunmakta, üstelik de bazen bu her iki sözcük aynı ayetin içerisinde birlikte yer almaktadır ki, mutlaka aralarında bir fark bulunduğu şüphesizdir. Eğer bu iki sözcük aynı anlamı taşıyorsa, aynı ayet içerisinde arka arkaya kullanılmış olabilir mi ? Diyanet Vakfının Kur’an çevirileri de dahil neredeyse bütün Türkçeye çeviri meallerinde de bu iki sözcüğün karşılığı, bize İran'daki Farsça’dan gelen “ Peygamber “ sözcüğüyle çevrilmektedir. Toplumumuzca kanıksanmış olduğundan biz de makalelerimizde genellikle bu sözcüğü kullanmaktayız. Fakat bundan dolayı aslında Resül ve Nebi sözcükleri ile Yüce Rabbimizin yüklediği anlamlardaki işlev, benzerlikler ve farklılıklar da ortadan kaldırılmakta, ya da görmemezlikten gelinmektedir. Kökleşmiş, yerleşmiş olan geleneksel ve klasik kabullerde, * kendisine kitap verilmiş olan Davut, Musa, İsa ve Muhammed’e Resül’dür, diğerleri ise Nebi’dir denmiş, Ömer Nasuhi Bilmen Büyük İslam İlmihalinde ise * “ Yeni bir kitap verilerek şeriatla bir ümmete gönderilmiş olana Resül, başka bir Peygamber’e ve O’nun şeriatına bağlı olarak gönderilen Peygamber’e de Nebi denir. “ ( Sa. 17. Peygambere İman 34. ) denilerek ikisinin arasındaki farklılık Kur'an ayetlerine göre pek de tutarlı ve ikna edici olmadığı halde bu şekilde açıklanmaktadır.
Aslında hayatın sürdürülebilmesi için Allah'ın Evreni ve Kâinatı yaratması ile oluşturduğu Sünnetullahın, bütün kanunların, insanlar arasındaki yaşamın kurallarının şeriat olduğu kavramı, Nebi ve Resul kavramları arasındaki fark da Ulema tarafından yanlış olarak değerlendirilmiştir. Halbuki Kur’anda Enam 89, Meryem 30. ayetlerinde olduğu gibi Bakara Sûresinin 136. ayetinde de “ Deyin ki : Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilenlere ve Nebilere Rabblerinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız. Ve biz ancak O’nun için İslamlaştıranlarız. “ ifadeleriyle Nebi'lerin hepsine Kitap verildiği belirtildiğinden dolayı, her Nebi de aslında aynı zamanda Resül’dür. Adem Peygamber ve onun ardından gelen ilk peygamberler zamanında konuşmanın ve tabletlerin dışında kâğıt kalem ve yazı ile iletişim kurma olanağı olmadığından, onlar Allah'ın vahyettiği ayetleri bizim bildiğimiz anlamda kâğıda ve kitaba dönüştürememişlerdir. Oysa Allah katında baştan itibaren adına İslam denilen tek bir din vardır, bütün peygamberlere naklettiği, vahyettiği ayetlerin tamamı, o zamanın koşullarına göre ister söz şeklinde kalmış olsun, ister suhuf, ister sahifeye, ister taşa kaydedilmiş olsun hepsi Allah'ın vahyidir, Kitaplarıdır. Ahzab Sûresinin 40. Meryem Sûresinin 51. ayetlerindeki ifadelere benzer şekilde Meryem Sûresinin 54. ayetinde de “ Kitapta İsmail’i de an. Şüphesiz O, sözünde duran bir kimse idi. Bir Resül, bir Nebi idi. “ ifadelerinde yer alan ve elçi olarak inandığımız, düşündüğümüz Peygamberlerin hem Resül, hem de aynı zamanda Nebi oldukları dile getirilmektedir. Öyleyse ülkemizde bizim Peygamberlik olarak bildiğimiz bu unvan için Yüce Rabbimizin kullandığı Kur'andaki Nebi ve Resül sözcükleri arasındaki fark, işlev, gelenekçi Ulemanın söylediği gibi değildir. Biz de bu yazımızda bu konudaki ayrıntı ve kavramlara da yine her zaman olduğu gibi Kur'anımızın ayetleriyle dikkat çekmeye çalışacağız.
Kur'an ayetleriyle bu konuda belirtilen ifadelere dikkat edildiği, düşünüldüğü zaman, iki sözcük arasında kesinlikle vasıf ve nüans farklılıklarının bulunduğu belli olmaktadır. İşte bizim toplumumuzda benimseyerek, kanıksayarak Peygamber dediğimiz Nebi ve Resül unvanındaki seçilmiş olan insanların Dindeki işlevinin neler olduğunun, nelerin bizi bağlayıp, nelerin bağlamadığının belirlenmesi için, Nebi ve Resül sözcükleri arasındaki farkın neler olduğunun ortaya konması gerekir. Kur'anda öyle ayetler bulunmaktadır ki, aynı ayette yer alan Nebi ve Resul sözcüklerinin her ikisine de toplumumuzda yaygın olarak bilinen Peygamber sözcüğü karşılık olarak verilince, ayetlerde asıl verilmek istenen mesaj farklılaşarak ortaya çıkmakta, çelişkiler oluşmaktadır. Örneğin ; Ali İmran Sûresinin 81. ayetinde : “ Ve izehazallahu misakan nebiyyine lema ateytükum min kitabin ve hikmetin sümmecaekum rasulün musaddikun lima meakum letu’minun “ Ve hani Allah Nebi'lerden / Peygamberlerden “ Andolsun ki size kitaptan / haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden oluşan hikmet verdim. Sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir Resül / Peygamber geldiğinde ona kesinlikle inanacak ve ona yardım edeceksiniz sağlam sözünü almıştı…" ifadelerindeki bir çok mealde ayetteki her iki sözcük Peygamber diye çevrilince, halbuki ilk sözcük Nebi ikinci sözcük ise Resül’dür. Ne fark eder, iki anlam da peygamber işte denilebilir. Fakat burada Allah, Nebi'lerden söz aldığını, onun için de onlara Kitap, hikmet verdiğini, yani onlara vahiyler indirerek bilgeliği verdiğini söylemekte, daha sonra da " Sizlere Kur’anı doğrulayıcı ve tebliğ edecek bir Resül gönderdiğimde de O’na uyun " demektedir. Neden Kur’anı tebliğ edecek olana Resül sözcüğü kullanılmıştır da tekrar Nebi sözcüğü kullanılmamıştır ? İşte buradaki bu ayrıntıyı gözden kaçırmamak, dikkate almak gerekmektedir. Kur’an ayetlerinde verilen örneklere göre Musa’nın annesi de, Meryem de vahiy almıştır. Ama o bilgiler sadece kendileri için olduğundan, başka insanlara aktarmadıkları, tebliğ etmedikleri için Nebi de Resül de değillerdir. Muhammed Peygamber de 40 yaşından itibaren hayatının her anında ölünceye kadar ve öldükten sonra da Nebi’dir ama, hayatının her anında da vahiy gelmiş, tebliğ görevini yapmış değildir. İşte buna göre ;
Nebi : Nebe, haber sözünden türemiş olup haberci demektir. Nebiler sıradan haberleri değil, Allah katından önemli haberleri alan kişidir, toplumumuzda karşılığı Peygamberlik olarak bilinen Kur’anda sadece Peygamberlik görevini yapanlar için bir unvan olarak kullanılmıştır. Nebilik, Allah tarafından aldığı vahiyle yüksek makama getirilmiş kişi anlamına gelmektedir. Yani bir makam ve unvan adıdır. Allah’ın kendilerine vahyettiği geçmişteki büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine, mahşere, dirilmeye, Cennet ve Cehenneme dair haberleri almışlardır. Nebilik makamı O'na Allah katında yetki ve güç verir. Her ne kadar Allah onları Nebi olarak görevlendirmiş ise de, onlar aslında herkes gibi bir insandır, onların da özel hayatı vardır, herkes gibi yerler içerler, çarşıda pazarda dolaşır alışveriş yaparlar, bir işle uğraşır ailesinin ve çocuklarının geçimlerini sağlarlar, konuşurlar, insanlarla anlaşırlar, bunların hiç biri insanları ilgilendirmez ve onları bağlayıcı değildir. Kişisel yaşamında, kendi şahsı adına karşısındaki kişiye arzu, ya da isteklerini ilettiğinde, mümin eğer uygun görmüyorsa bu isteğini kabul etmeyip yerine getirmeyebilir. Alışverişlerinde pazarlık dahi edebilir. Fakat Nebi olmanın şartı sadece vahiy almak, o makamda bulunmak değildir. Zaman zaman da Allah'tan vahiy alırlar ve bu vahyi, Allah'ın ayetlerini, emir ve isteklerini de insanlara tebliğ etmek, aktarmak zorundadırlar. İşte bunu yaparken Allah'ın Resül diye hitap ettikleri Peygamberdirler. Nebiler vahyi tebliğ ettiği zaman, aynı zamanda o anda da Resül olmaktadırlar.
Resül : Vahyedilen haberleri tebliğ etmek üzere gönderilen elçi demektir. Ayetlerdeki ifadelere baktığımız zaman Bu elçi, insan olan Nebiler olabildiği gibi aynı zamanda haberci melekler ve Allah'ın vahyi olan Kur'anın da ta kendisidir. Dolayısıyla bize yerine göre iki türlü Resül'den söz edilmektedir. Örneğin Bakara Sûresinin 101. ayetinde " Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir Resül / Elçi geldi, daha önce kendilerine Kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. " ifadelerinde gördüğümüz gibi ayetin orijinal lafızlarını dikkate aldığımız zaman, burada sözü edilen Resül, aynı zamanda Kitap olan Resüldür / Kur'andır. Nisa Sûresinin 170. ayetinde " Ey insanlar ! Şüphesiz Resül / Elçi, size Rabbinizden hakkı / gerçeği getirdi. Öyleyse kendi yararınıza olarak hakka inanın. Eğer inanmazsanız, bilin ki göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. " ifadelerinde de gördüğümüz gibi ayetin başında yapılan " Ey insanlar ! " hitabı ile bütün dünya insanlarına seslenilmekte, indirilmiş olan Resül Kitabın, yani Kur'anın evrensel olduğu dile getirilmektedir. Çünkü beşer Resül olan ve son Peygamber Muhammed ( a.s. ) vefat ettikten sonra kıyamete kadar elçilik görevini Resül Kitap olan Kur'an yerine getirecektir. Dini anlamında ise Resül, Allah’tan kendisine Nebi iken teslim edilen vahyi, emirleri, istekleri ve ayetleri hiç değiştirmeden aynen insanlara en kısa zamanda tebliğ eden elçi anlamına gelmektedir. O nedenle Müddessir Sûresinin 2. ayetinde Peygamberimize " Kum feenzir " ( kalk hemen uyar ) diye hitap edilmektedir. İnanan insanlar, Resül olarak beşer Peygamberin ağzından çıkacak olan her söze uymak, yerine getirmek zorundadır. Çünkü Resül vasfıyla ağzından çıkanların tamamı Peygamberin şahsının değil, itaati gerektiren Allah’ın vahyi, ayetleri, istek emir ve sözleridir. Bütün inananlar için bağlayıcıdır. Hepsi de Kur'an içerisinde kayıtlıdır.
Tebliğ : Taşımak, eriştirmek demektir. Resül’lerin / Elçilerin asli görevidir. Bunun dışında Kur'anın anlatım teknikleri ile ilgili Tasrif, Tefsir, Tavzih kavramları da yer almakta fakat bu kavramlarda Resüllerin yetkisi bulunmamaktadır. Allah bizzat Kendisi Kur'anı detaylandırmakta, Tefsir etmekte, açıklamaktadır, bu yetkiler sadece Allah'a aittir. Bu nedenlerle Kur'anın kendisi zaten aynı zamanda bir tefsirdir. Kişilerin, müfessirlerin, " Kur'anı Tefsir ettik " demeleri ise aslında Rabbimizin apaçık, mubin olduğunu söylediği Kur'anı, kapalı ve anlaşılmaz hale getirmektir ki, bu ifade ise küfür olur. Tefsirin tefsiri olmaz, ancak zaten açıklanmış ve detaylandırılmış olan bilgileri açığa çıkarmak anlamına gelen Tebyin'i olur. Peygamberlerin de görevi ise sadece açıklanmış ve detaylandırılmış olan bu bilgileri tebliğ etmektir. Bu nedenle de Kur’anda Maide Sûresinin 67. ayetinde “ Ey Resül ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O’nun verdiği Resül’lük / Elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. “ Ankebut Sûresinin 18. ayetinde ; “ Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki bir takım ümmetler de yalanlamıştı. Resül’e / Elçi’ye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir. “ denildiği gibi bir çok ayette de, Peygamberlerin özellikle Resül vasıflarıyla asli görevlerinden olan Tebliğ etme uyarılarına yer verilmektedir.
Nebi ve Resül sözcüklerinin arasındaki farklılıkları daha iyi kavrayabilmek için, Ahzab Sûresinin 40. ayetinde “ Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak O, Allah’ın Resülü / Elçisi ve Nebi'lerin sonuncusudur. Ve Allah her şeyi en iyi bilendir. “ ifadeleriyle burada belirtilmeye çalışılan ve bahsedilen, Peygamberimizin üç özelliğini ele alarak anlamaya çalışalım. Ayetin anlattıklarına göre tanımış olduğumuz ve Abdullah’ın oğlu olan Muhammed, 40 yaşından itibaren Nebi’dir. Kendisi hazırlanmak üzere aylarca vahiy indirilerek eğitilmiş, insanların karşısına hemen çıkarılmamış olduğu halde o zaman diliminde de Nebi'dir, hayatı boyunca Nebiliği devam etmiştir, öldükten sonra da Nebidir. Ancak Nebi olarak görevlendirilerek, bu makama getirilmiş olmakla beraber, aylarca süren eğitimi tamamlandıktan sonra ayetlerin tebliğine başlatılmıştır. İşte o zamandan sonra yalnız Allah’tan aldığı vahyi tebliğ ederken Resüldür. Bundan dolayı Nebi'lik, sürekliliği bulunan bir unvan, Resül’lük ise Nebi'lerin gelen vahye bağlı olarak zaman zaman yapmış olduğu tebliğ görevidir. Bunun pratik sonucunda da Kur’anda Peygamber’e itaati emreden bütün ayetlerde Resül sözcüğü kullanılmıştır. İtaat edilecek olan da, isyan edilmemesi gereken de, örnek alınacak olan da Resül’dür. Resül’ün tebliğ ettiği ayetlerdir, Allah’ın vahyi, bildirdiği uyarılar ve emirlerdir. Çünkü Kur’anda numarasız besmeleleri saymazsak mevcut bulunan 6234 ayet de Resül’ün ağzından sudur etmiş ( dağılmış ) anlam bulmuştur ve Kur’anın Zümer Sûresinin 23. ayetinde Ahsenil Hadis dediği ve üzerine başka hiç bir kimsenin söz söyleyemeyeceği en güzel sözlerdir, Allah’ın ayetleri ve vahyidir. Bu nedenle çeşitli Kur’an ayetlerinde ;
YUNUS 15 : Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar ; “ Bundan başka bir Kur’an getir, yahut bunu değiştir. “ dediler. De ki : “ O’nu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.
ENAM 114 : Ve O Size Kur’anı ayrıntılı olarak indirdiği halde, Allah’tan başka hakem / hakk ile hükmeden birini mi arayayım ?
ENAM 145 : De ki : " Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan yahut domuzun eti, yahut Allah'tan başkası için tahsis edilmiş, bir hak yol dışına çıkış gösterimi olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. "....
MÜRSELAT 50 : Artık onlar Kur’andan sonra hangi hadise / söze inanacaklar ?
Denilmekte, Enam Sûresinin 50. ayetinde de " De ki : " Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır " demiyorum. Görülmeyeni, duyulmayanı, geçmişi ve geleceği de bilmem. Size " Ben bir meleğim " de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum..." ifadelerinde gördüğümüz gibi ve üstelik de peygamberin ancak kendisine indirilen vahye göre hareket edebileceği, Tahrim Sûresinin 1. ayetinde de " Ey Peygamber ! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah'ın helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun ? Ve Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. " ifadesiyle, haram, helal, hüküm ve şeriat koyma yetkisinin sadece Allah’a ait ve Kur'anda olduğu, bildirilmektedir. Aksi halde Peygamberin dahi Allah'ın azabından korkacağının aktarılmasına rağmen, Allah'ın hesap günündeki azabından korkmadan Hadisleri din yapanların deşifre edilerek bin dört yüz yıl önce Kur'anın mucizevi bir devrim ile öngörerek ilân etmiş olmasına, kimsenin Dine müdahale etmesine izin verilmediği halde buna rağmen yapılan uyarılar hiçe sayılmıştır. Böylece Hakk Dine, Peygamberimizin vefatından sonra, Kur'ana, O’nun emanetine tam anlamıyla sahip çıkılamamış ve üstelik de O’na atfedilen, yalan yanlış pek çok uydurma sözlerle / hadis ve rivayetlerle Kur’an yetmez denilerek, Kur'an dışı ilaveler ve ulema yorumları ile Allah’ın saf ve tertemiz dininden farklı hale getirilmiştir.
Yanlış olan bu anlayış, bugün de hala aynen ve daha da sınırları çizilmiş, derinleşmiş bölünmelerle sürdürülmektedir. Allah’ın saf ve tertemiz dininin içerisine çünkü Veliler, Şeyhler, İmamlar, Üstatlar eliyle güç ve ideolojiye dayalı bir çok uydurulmuş hadis ve rivayet egemen kılınarak aracı ve katkı maddeleri olarak yerleştirilmiştir. Halbuki Hakka Sûresinin 44 - 47. ayetlerinde : “ Eğer Resül / Peygamber Muhammed bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O'ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O'ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O'na siper de olamazdınız. " ifadeleriyle Rabbimizin yaptığı uyarı ve tehdidine bağlı olarak Peygamberler, kendilerine gelen vahiyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmak zorunda olduklarından, Peygamberimiz de bu ilâhi sistem içerisinde yer alan elçilerden biri olmuştur. Maide 67. İsra 73. Hicr 9. ayetlerinde Peygamberimizin Yüce Allah’tan aldığı vahiyleri eksiksiz ve doğru olarak aktardığı, bu vahiylerin, hem vahyedilme aşamasında, hem de tebliğinden sonra Rabbimiz tarafından, her türlü beşeri saldırıdan korunacağı bildirilmektedir.
Bütün bu gerçeklerden dolayı Kur’anın tahrif edilemeyeceğini, bozulamayacağını, değiştirilemeyeceğini anlamış olan art niyetliler, üstelik Enam Sûresinin 38. ayetinde de " Biz bu kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. " denilerek, Hücurat Sûresinin 1. ayetinde " Ey iman etmiş kimseler ! Allah'ın ve Elçi'sinin iki eli arasında öne geçmeyin / dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. " ifadeleriyle belirtilerek adeta " Allah ve Elçi'sini yalan ve iftiralarınıza malzeme yapmayın. Allah'ın kitabında olmayanı varmış gibi göstermeyin, Resûlullah'ın söylemediği, yapmadığı bir şeyi söylemiş, yapmış gibi aktarmayın, size bir emir verildiğinde onu tartışmadan, itiraz etmeden uygulayın " denilmektedir. Ama buna rağmen insanları etraflarında toplayarak, kendilerine bir çevre, itibar ve dünya çıkarlarını elde etme amacında olan bir takım önder, Veli, Evliya, Seyit, Mürşit, İmam denilen kişiler, ayetlerin uyarılarının aksine daha sonraki zamanlarda Peygamber adına söylenen sözleri daha işin başında Din eğitimi için ;
* Hadislere inanmamak, güvenmemek, insanı dinden çıkarır, hadissiz din olmaz. ( Müslim 833 )
* Kur'an sünnete muhtaçtır, ama sünnet Kur'ana muhtaç değildir. ( Darimi Mukaddime sa. 49. )
* Kur'anın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'ana olan ihtiyacından daha fazladır. ( İbn Abdilber, Camiu Beyani'l İlim II. 1194 )
* Kur'anı Kerim tercümesini Kur'anı Kerim yerine okumak haramdır. ( Fetavari Fıkhiyye sa. 37 )
* Kim kendi görüşüne dayanarak Kur'an hakkında konuşursa, söylediğinde isabet etmiş olsa bile hata yapmıştır. ( Ebu Davud Sünen Ha. 3652 )
Gibi uydurma hadislerle insanları tehdit etmişler, Ulema, Hoca Efendi dedikleri kişiler de ısrarla Kur’anın hadislere ihtiyacı vardır şartlandırmasıyla küfre ve şirke girdiklerinin de farkında olmadan beyinleri yıkamışlar, Allah'ın Kitabını, insanların oluşturduğu hadis kitaplarıyla karşılaştırırken ve Kur'anın önüne geçirirken şirkin dibine inmişlerdir. Peygamberimizin ölümünden iki yüz yıl sonra, üzerine atfedilen sözleri “ Hadis “ adı altında toplamaya başlamış ve Dine Kur’anın dışında Peygamberimizi de alet ederek müdahale etme yolunu bulmuşlardır. Bunun ardından Müslümanlar arasında Peygamber dinde “ Sünnet “ ardından Ulemanın icması, Allah da “ Kitap “ kavramıyla ifade edilir olmuş, Kur'anın dışında sünnet, icma, fetva kavramlarıyla birden fazla kaynaklı bir inanç sistemi ortaya çıkmıştır. Ardından Emevi Arap kökenli Ehli Sünnet ekolünce bütün hadis ve rivayetlerin toplandığı Kütübi Sitte, Ali ve taraftarları tarafından oluşturulmuş Şia Ehlibeyt ekolünce Kütübi Erba kitapları Kur'anın yerine inançlarının temel kitabı yapılmış, birilerinde Ulema ve ululaştırılmış sahabeler, Veliler, diğerinde de on iki imamlar Allah'ın ortağı yapılmıştır. Bunların doğal sonucu olarak da özel kılıflarda duvara süs olarak asılan Kur'an, sadece Ramazan ayında mukabele adında anlamadan Arapça okunup ölülere hediye edilen, terk edilmiş bir Kitap haline getirilmiştir.
Sünnet : Yol, gidiş, tabiat, uygulama demektir. Genellikle de halk arasında Peygamberin sürekli yapa geldiği davranışları olarak anlaşılır. Kur’anda Peygamber Sünneti diye bir kavram geçmez. Buna karşın “ Sünnetullah “ ifadesiyle Allah’ın uygulama şekilleri, kanun, düstur, kural, ilke ve hükümleri kastedilir. Fakat Kur’anda yeri olmamasına rağmen yukarıda çıkış rivayeti ile açıkladığımız gibi, Kur'andaki Resül sözcüğünün anlamı doğru olarak kavranamadığından, daha sonraları uydurma hadis ve rivayetlere dayanan Peygamberin Sünneti diye bir kavram icat edilmiştir. Peygamberin sünneti bir bütündür denilerek Kur’anı Kerim’den sonra Dinin ikinci kaynağı olarak kabul edilmiştir, hatta Kur'andan din öğrenilmez, her aradığınızı bulamazsınız, siz Kur'anı anlayamazsınız, Kur'anı sadece Arapça hakkıyla okuyarak hatim ediniz, her harfine on sevap kazanırsınız yönlendirmeleriyle Kur'anın da önüne geçirilmiştir, şirkin dibine inilmiştir. Fıkıh usulünde de delil olarak kullanılmaya başlanan Peygamber sünneti, Peygamberden geliş şekline göre söz, fiil, takrir veya tasvip olmak üzere üçe ayrılmış, bölümler ihdas edilmiş, başlı başına bir ilim dalı haline getirilmiştir. 1. Kavli sünnet : Peygamberin çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. 2. Fiili Sünnet : Peygamberin yaptıklarıdır. 3. Takriri Sünnet : Peygamberin görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onaylamasıdır denilmiştir. Buhari Bed’ul Vahy 1. Hadisinde “ Ameller niyetlere göredir “ ifadesi Kavli Sünnete, Peygamberin abdest alma, namaz kılma, Hacc farızasındaki yaptıkları ve bu gibi şekli davranışları Fiili Sünnete, Peygamberin Muaz bin Cebel’i Yemen’e Vali olarak gönderirken kendisine gelen meseleleri nasıl çözeceğini sormuş, o da konu ile ilgili hükmü önce Kur’anda, onda bulamazsa Sünnette arayacağını, bu iki kaynakta bulamadığı takdirde de kendi re’yi ile çözeceğini söylemiştir. Efendimiz, onun bu cevabını yerinde bularak memnuniyetini ifade etmiştir, onun bu yaklaşımını onaylaması ise Takriri Sünnete örnektir. Denilmektedir. Oysa Peygamberimizin zamanında Peygamber Sünneti diye bir kavram yoktur ve üstelik de Peygamberimiz bütün kararlarında vahiy beklemekte ve ona göre ayetlerle kararlar vermektedir. Bu gerçek, bu hadis ve rivayetleri sonradan kurgulayan Ulemanın her nedense dikkatinden kaçmaktadır.
Ülkemizde Ulema ve Din sorumlularınca Kur'anın Türkçeleştirilerek okunması yasaklandığı halde, uydurma hadis ve rivayet kitapları Türkçeleştirilmiş, çoğaltılarak yaygınlaştırılmış, adeta Kur'anın önüne geçirilmesi özellikle hedeflenmiştir. Sünnet, yapısı bakımından tasnife tabi tutulduğu gibi, rivayet ( Söylentiler ) bakımından da mütevatir ( Herkesin doğruluğunu kabul ettiği yaygın ve sağlam haber ), meşhur ve ahad ( bir ve tek olan ) kısımlarına ayrılmaktadır. Mütevatir hadis : İlk üç nesilde ( sahabe, tabiin ve tabiini izleyenler ) dönemlerindeki büyük bir topluluğun Peygamberden aktarmış olduğu rivayetlerdir. “ Bu türden sünnet ile amel etmek farz olduğu gibi, onu inkâr eden de kâfir olur. “ denilmekte, kendilerinin bizzat şirke girmiş olmalarına rağmen insanlar korkutulmaktadır. * Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde “ Kim insanların takip edeceği güzel bir sünnet / adet başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Kim de kötü bir sünnet / adet başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. “ buyururken sünnet kelimesini kullanmıştır ( İbn i Mace Mukaddime 36, Şevkani Darul Fikr 67 ) Denilen rivayetlerle de Müslümanlar uyutulmaktadır.
İyi de bu ifadelerin aynısı ve benzer uyarıları, zaten Nisa 85, Enam 160, Fussilet 46, Zilzal 8 ve daha birçok Kur’an ayetlerinde dile getirilmekte ve hiç birinde de Peygamberin sünnetidir diye bir ifade bulunmamaktadır. Bu konuda uyarıda bulunmak isteyen birinin Allah’ın bu ayetlerini okuması yetmez midir ? Bir şeyin aslı dururken, suretine ne gerek vardır demek suç olabilir midir ? Üstelik de tarihi süreç içerisinde Peygamber'in Sünnetinin bağlayıcılığı ve sınıflandırılması konusunda, farklı yaklaşımlar olmuştur. Peygamberin Sünnetinin tamamına mı ? yoksa bazılarına mı mutlaka uyulması gerekliliği konusunda, alimler arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Her bir ayrıntı da değişik mezheplerle değişik şekillerde ve farklı sayılarla ele alınmıştır. Örneğin İbn i Kuteybe bağlayıcılık açısından sünneti üç bölüme ayırmış, Peygamberin beşer olarak ortaya koyduğu hususlar ile, şahsi tecrübelerinden, adet ve örften kaynaklanan, dini bir amaç gütmeksizin yaptığı işlerin, bütün ümmeti bağlamayacağını belirtmiştir. Çağdaş yazarlardan Muhammed b.Tahir b. Aşan da, Kur’an ayetleriyle verilen emirlere göre Peygamber Sünnetini Yasama ( teşri ) Fetva ( Yargı ) Devlet başkanlığı, İyiye güzele teşvik, Nasihat, Arabuluculuk, Danışmanlara yol gösterme, Mükemmele yönlendirme, Yüce hakikatleri telkin, İkaz ve uyarı, Maddi ihtiyaç ve Fıtri olmak üzere on iki kategoride mütalaa etmiş, adeta Peygamber'in Kur’anın vahyine göre hareket ettiğini teyit etmiştir. İyi de ama zaten Peygamberin bu yaptıklarının tamamı kendi sünneti değil ki, Allah’ın hüküm ve emirleri, Allah’ın yarattığı ve koyduğu kurallardır, kanunlardır, hükümlerdir, Sünnetullahtır.
Resülullah ( a.s. ) da herkes gibi bir beşerdir. Kur’anda Kehf Sûresinin 110. ayetinde, “ De ki : “ Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ve tek ilâh olduğu vahyolunuyor. “ denildiği gibi yapısal olarak diğer insanlardan hiç bir farkı yoktur. Peygamber ( Nebi ) olmadan önce de, Kur'anda Ankebut Sûresinin 48. ayetinde “ Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun. Sen Kur’anı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı batıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. “ Şura Sûresinin 52. ayetinde “ İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden olan Kur’anı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu kullarımızdan dilediğimizi kılavuzladığımız bir nur / ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin. “ Duha Sûresinin 6 – 8. ayetinde “ O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı ? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi ? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi ? “ ifadeleriyle 40 yaşına kadarki döneminde yanlışlarının, eksiklerinin de olduğu, Din hakkında hiç bir şey bilmeyen, inişli, çıkışlı, normal ve basit insanlar gibi olan hayatı anlatılmaktadır.
Kur'anımızda bir çok ayette örneğin ; Maide Sûresinin 92. ayetinde ; “ Ve Allah’a itaat edin, Rasül’e / Elçi’ye itaat edin ve sakınıp tedbirli olun. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki Rasül’e düşen sadece apaçık tebliğdir. “ Ali İmran Sûresinin 32. ayetinde ; “ De ki Allah’a ve Rasül’e / Elçi’ye itaat edin. Artık yüz çevirirlerse biliniz ki şüphesiz Allah kâfirleri / Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri sevmez. “ ifadelerinde olduğu gibi daha birçok ayette Nisa 59, Enfal 1, 20, 21, 46, Nur 54, 56, Muhammed 32, Mücadele 13, Tegabün 12, ayetlerinde de “ Rasül’e itaat edin “ ifadesiyle uyarılar bulunmaktadır. Fakat yukarıda yaptığımız açıklamalara, örneklediğimiz Kur'an ayetlerine rağmen Peygamberimizin vefatından iki yüz yıl sonra ortaya çıkartılmaya ve toplanmaya başlanan, doğruluğu, Kur'ana uygun olup olmadığı tartışmalı olan, Peygamberimizin üzerine atfedilen hadis adı altındaki sözler, sadece Resülullah’ın dine koyduğu ilkelerin, kuralların, sünnetin kastedildiği olarak anlaşılmış, bu ayetler de yanlış yorumlanarak, sonradan icat edilen, itaat edilmesi gereken Hadis ve Rivayetler dinin kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu inançlar Kur’anın, sadece Allah’a ait olan Hakk Dininin yozlaşmasının başlıca nedenlerinden biri haline getirmiştir. Böylece bu ayetlerdeki “ Resül’e itaat “ ifadesi de sadece Peygamberin adına söylenmiş olan sözlerin ve buna bağlı olarak oluşturulan Peygamber’in Sünnetinin kabulü olarak algılanmaktadır.
Bu inançta olan İlâhiyatçı öğretim görevlileri ve çevrelerince “ Allah u Teala Kur’anı Kerim’de bizlere birçok ayette Resulullah’a ( s.a.v ) uymamızı emretmekte ve Nisa Sûresinin 80. ayetinde “ Kim Rasül’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. “ Maide Sûresinin 92. ayetinde “ Allah’a itaat edin, Rasül’e de itaat edin ve kötülüklerden sakının “ denildiği gibi bu ayetlerde mutlak olarak Resülullah’a ( s.a.v ) itaat emredilmiş ve O’na itaat etmek, Allah’a itaat olarak belirtilmiştir. Dinin getirmiş olduğu hükümler, bir bütün olarak değerlendirildiğinde Rasülullah’a itaat edilmeden kulluk görevinin yerine getirilemeyeceği ve alemlere rahmet olarak gönderilen Peygambere itaat, dolayısıyla O’nun sünnetinin bağlayıcılığı, Allah’a olan sevginin fiili bir göstergesi olarak kabul edilmiş ve bu sevginin kuru bir iddia olmadığının ancak bu şekilde ispatlanacağı belirtilmiştir. Ali İmran Sûresinin 31. ayetinde de Allah u Teala ; “ De ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. “ buyurmuştur. Yukarıda ayrıntılarına değindiğimiz ve açıkladığımız Haşr Sûresinin 7. ayetinin bir bölümünde yer alan ; “ Peygamber size ne verdiyse / neyi emrettiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir. “ denildiği ifadelerine bağlı olarak Peygamberin Sünnetinin, üzerine atfedilen hadislerin Müslümanlar için model olduğu vurgulanmış ve Allah’ın rızasına uygun bir hayatın ancak O’nun Sünnetine uymak ile mümkün olacağı belirtilmiştir. Yine bu inançlara bağlı olarak ortaya atılan hadislerden birinde " Peygamber de veda haccında ümmetine iki şey bırakmıştır. ( Allah’ın Kitabını ve Resulullah’ın sünnetini ) bu ikisine sarıldıkları müddetçe doğru yoldan ayrılmayacaklarını söylemiştir. ( Malik b. Enes Muvatta ) “ denilerek ve ayetleri de delil gösterilerek, Peygamberin Sünneti ve onun bağlayıcılığı anlayışına sahip çıkılmaktadır. Hemen burada belirtelim, Peygamberin ümmetine iki şey bıraktığı hadis ifadesi tamamen yalan ve Peygamberin üzerine atılan en büyük iftiralardan birisidir. Kur'an hükümleri ve ahlâkı ile eğitilmiş bir peygamber, Allah'ın hükümlerinin ( Kur'anın ) yanında bir de kendi hükümlerini emanet etmeye kalkıp küfre girebilir mi ? Asla ! Veda Haccı esnasında Peygamberin Müslümanlara sadece Kur'an olmak üzere bir tek emaneti olmuştur. Kimileri tarafından sonradan ilave edilen ne sünnet, ne de ehlibeyt diye bir ikinci emanet yoktur. Olamaz da !
Yukarıda ele alınan ve uyulması, itaat edilmesi gereken sünnete delil gösterilen ayetlerin tamamı, Peygamberin Medine dönemindeki risaletine aittir, ayetlerde de Allah’ın vahyini tebliğ eden Resül unvanı yer almaktadır. Rasül de Allah'tan aldığı vahyi ve Kur'an ayetlerini tebliğ etmektedir. Üstelik de Peygamber artık sadece bir Resül ( Elçi ) değil, aynı zamanda da Devlet başkanıdır. Savaşların, saldırıların, çatışmaların yoğun olduğu bu dönemde aynı zamanda da bir Askeri Komutandır. Hakimdir, kısacası bütün yönetimlerin emrini verir konumundadır. Bu dönemde vahyedilen ayetlerde de kendisine vahyedilmiş ayetler çerçevesinde kararlar alıp uygulamaya çalıştığı, etrafında bulunanların muhalefet ettikleri veya gevşek davrandıkları dile getirilmekte, bu nedenle de Rabbimizden “ Resül’e itaat edin, Resül’e itaat Allah’a itaattir. “ diye azar işittikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle Resülullah’ın etrafındaki itiraz edenlere, karşı çıkanlara “ O’nun aldığı kararlara, yaptığı içtihatlara saygılı davranmaları, Devlet Reisi, Ordu Komutanı sıfatlarını da taşıması nedeniyle Elçi’ye ( Resül’e ) askeri ve idari alanlarda ters harekette bulunmamaları emredilmektedir. “ Ahzab Sûresinin 36. ayetinde de ; “ Ve Allah ve Rasül’ü / Elçi’si bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mümin erkek ve mümin kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve Rasül’üne / Elçi’sine isyan ederse o, açık bir sapıklıkta sapmıştır. “ denildiği gibi “ Resül’e itaat “ Peygamberin sağlığında yürüttüğü görevlerine ve tebliğ ettiği Kur'an ayetlerine yöneliktir. Bugün Resül’e bu konularda itaat edecek veya etmeyecek bir durum söz konusu değildir. Elbette ki sağ olup başımızda bulunsa, O’na ne muhalefet, ne de itaatsizlik ederiz. Emri başımızın üstünde olur. Bugün ise Nisa Sûresinin 59. ayetinde “ Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Elçiye / Kur’ana havale edin. “ denildiği gibi Mümin, Allah’ın kitabını hakem kılarak her problemi, her anlaşmazlık ve uyuşmazlığı, tamamlanmış olan Kur’ana havale etmek, problemleri Kur’an hükümleriyle çözmek durumundadır.
Peygamber Allah’ın vahyini tebliğ ederken Resül olma vasfı ile görevini yerine getiriyordu ki, bu durumda Allah elçisine kesin itaat emredilmiştir. Çünkü Allah Rasülü, asla dışına çıkmadan ve sadece Kur’ana uyarak aldığı vahyi tebliğ ediyordu. Geleneksel İslam anlayışında Nebi ve Resül sözcüğünün anlamlarının özellikle birleştirilerek sadece Peygamber sözcüğü ile kullanılmasında çok özel neden bulunmaktadır. Eğer Nebi ve Resül sözcüklerinin arasındaki nüans ve vasıf farklılıkları toplum tarafından fark edilirse, günümüzde inanılan, Dinin Kur’andan sonra ana ikinci kaynağı ilan edilen Sünnet ( Hadisler olmazsa İslam’ı yaşayamayız ) inancı çöker ve yok olur. Mümtehine Sûresinin 12. ayetinde ; “ Ey Peygamber / Nebi ! İnanmış kadınlar sana, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, vahye uygun hususlarda sana isyan etmemeleri üzerine bağlılık yemini ederek gelirlerse, hemen onların bağlılık yeminlerini al ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. “ Tahrim 4 – 5, Ahzab 28, Mücadele 1 – 2, Tur 48. ayetlerinde yine Ey Peygamber ( Nebi ) hitabı ile anlatılanlardan görülmektedir ki hüküm veren yalnız Allah’tır. Resül’ü de bu hükümleri kullara tebliğ edendir, iletendir.
Allah, Kur’an ayetleriyle Resül’üme uyun derken, O’nun tebliğ ettiği ayetlere, vahye, Kur’ana uyun demek istediğini anlatmaktadır. Hiç bir ayette de Nebi’ye uyun ifadesi bulunmamaktadır. Dolayısıyla itaat edilecek olanlar, dine sonradan enjekte edilmiş olan Peygamber Sünneti kavramı değil, Allah’ın hükmü, vahyi, ayetleri ve Kur’andır. Peygamber sevgisini abartanlar, Allah’ın Resül’ünü kul ve elçilikten Rabbliğe, ilâhlığa, Şari’liğe / Dinde hüküm, şeriat koyma makamına terfi ettirmişler, Allah gibi hükümler koyabileceğini, haramlaştırma, helalleştirme yaptığını, ayetleri yorumladığını iddia etmişlerdir. Bunların şirk oluşturduğunu ise görmezlikten gelmişlerdir.
Sonuç olarak özetleyecek olursak, Peygamberimize vahyedilmiş, O’nun ağzından Rasül olarak biz insanlara tebliğ edilmiş olan, " ahsenil hadis " denilen Kur’anın içinde bulunan bütün ayetlere inanılır, itaat edilir. Müslümanlar için hepsinin bağlayıcılığı vardır. Kur’anda Allah’a itaat edin denilen ayetlerin tamamında Resül’e de itaat edin emri vardır. Bu konu Fetih Sûresinin 10. ayetinde de " Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. " ifadeleriyle çok net olarak açıklanmaktadır. Çünkü Allah’a itaat, Resül’e, O'nun ağzından çıkan vahye itaatle mümkündür. Allah insanlarla doğrudan doğruya herkesle ayrı ayrı konuşamayacağından dolayı, emir ve isteklerini her zaman insanların arasından seçtiği bir Rasül ile ulaştırmıştır. Burada Resul'ün bir temsil etme görevi söz konusudur. Ancak burada çok dikkat edilmeli ve bazı ayetlerin de yanlış veya yalan değerlendirmesiyle, şirke sebebiyet verilmemesi bakımından, Dinde Allah ve Resül’ü olarak iki otorite kabulünün yanlışına düşülmemelidir. Çünkü Resül’ün görevi Allah’tan aldığı ayetleri olduğu gibi iletmektir. Onlardan herhangi bir eksiltme ve ilave yapamayacağı gibi, herhangi bir tahrif de yapamaz. Ayrıca Resül’ün, Kitabı ( Hikmeti ) beyan görevi de nihayetinde bir tebliğ faaliyetidir. Bunun yanında Kur’anın ayetlerinin uyarılarının da fiilen tatbikatı da Nebi'nin görevidir, bir insan tarafından Kur’anın bütün ayrıntılarının tatbik edilebileceğini ispat etmektir. Kur’anın bütün tebliğlerine itaat etmiş olan aslında kime itaat etmiş olur ? Elbette ki Allah’a itaat etmiş olur. Nebi’nin tarihsel, geleneksel, sosyal, kültürel, coğrafi ve iklim koşullarına bağlı olarak, kendi kişisel fıtratına dayalı olarak yaptığı tercihleri, giydiği, kuşandığı, yediği içtiği gibi şeyler Kur’an’a dahil edilmemiştir. Bundan dolayı da sünnet adı altında müminler için herhangi bir bağlayıcılığı yoktur.
Bugün Peygamber Sünneti denilerek önümüze konulanlara uymak, Peygamberden gelen her şeyi, hiç bir ayrıma tabi tutmadan bir bütün olarak kabul ederek, hatta “ Deve sidiğini içmenin hastalıklara iyi geleceği, içine sinek düşmüş çorbanın, sinek çıkarıldıktan sonra içilebileceği " gibi zararlı ve mantık dışı saçma hadisleri dahi makul gören inançlarla bağlayıcılığı açısından da hepsini aynı düzeyde görerek harfi harfine şartlanarak kabul etmek, Kur’an ayetlerinin uyarılarına ve aklın süzgecine göre ne derece doğrudur ? Ama buna rağmen bu anlayış ve inançlardan hareketle Peygamber neyi yapmışsa onu aynen taklit etmenin de sünnet olduğuna inananlar, “ sakal bırakmak, sarık sarmak, şalvar veya Arapların giydiği elbiseleri giymek, yemeği yerde yemek, kaşığı gavur icadı görüp elle yemek, özellikle yer minderleri kullanmak, toprak zeminde namaz kılmayı istemek gibi konularda da hala ısrarcı olmaktadırlar. Peygamberin elini yüzünü yıkayıp tükürdüğü sudan içmenin kutsallığına inananlar bugün de hala tarikat şeyhlerinin bitiremediği artık yemeklerin kapışılması yarışında olmaktadırlar. Ama Peygamberin sünneti deyip hadisleri ağızlarından bırakmayan bu zihniyetin önderleri gavur icadı dedikleri son model arabalardan da, televizyon, bilgisayar ve cep telefonu kullanmaktan da, havuzlu villalardan da vazgeçememektedirler. Aleme verip talkımı, kendileri yutmaktadırlar salkımı !..
Peygamber sünnetine inanmış olanlarca kabul edilmesi ne kadar zor olsa da bir sözün Allah Resulü tarafından söylenip söylenmediğini belirlemek müelliflerin ilmi durumuna ve insafına kalmaktadır. Her ne kadar titiz bir çalışma yapılmış olsa da rivayetler onları derleyenler tarafından tasnif edilmişlerdir. Hadisleri derleyenler hakkında övünçle bahsedilen “ falan kitabına aldığı hadisleri 300.000 hadis arasından titiz bir çalışma sonucu derleyerek almıştır. Kitabına aldığı 5000 hadis bu titiz çalışmanın sonucudur ” şeklindeki bir yaklaşım, çalışmanın titizliğini ortaya koyduğu kadar, çalışmanın sakatlığını da ortaya koymaktadır. Müellifin kitabına aldığı hadisler ortada vardır ama almayıp attığı 295.000 hadis ortada yoktur. Atılan bu 295.000 hadisin Allah Resulüne ait olup olmadığı müellifin kendisi tarafından belirlenmiştir ve bu hadisler ortada olmadığı için doğru mu yoksa yanlış mı yaptığını anlamak mümkün değildir. Hadisler ne kadar güvenilir ve doğru olursa olsun eninde sonunda değerlerini müelliflerden almaktadırlar. O hadislere Kur’an kadar değer vermek aslında Allah resulüne değil, Allah resulüne atfedilen sözleri kendisine göre derleyip tasnif eden müelliflere Kur’an kadar değer vermek anlamına gelmektedir. Bunun yanında hadislerin tutarlılığı, birbirini açıklayıp tamamlaması kendi içinde değil yine müelliflerin belirlemesiyledir. Oysa Kur’an kendi sözlerinin tutarlılığına delil olarak yine kendi sözlerini getirmektedir. Yani Kur’an’ın tutarlılığı herhangi bir müellifin çalışmasına bağlı değildir. Biraz daha açacak olursak; Bir hadisin Allah Resulüne ait olup olmadığı müelliflerin kendilerinin belirlediği metotlara göre yaptıkları çalışmaların sonucunda belirlenmektedir. Oysa Kur’an’ın Allah kelamı olup olmadığı yine Kur’an’la anlaşılabilecek bir şeydir.
Peygamberimiz de bir insandı. O'nun da eksikleri ve yanlışları vardı, hataya düştüğü, çaresiz kaldığı zamanlar olmuştu. Ama Allah’ın elçisi olarak O, Kur’anın ahlâkı ile taçlandırıldı, fazileti nuru ile aydınlatıldı. Allah'ın desteği ile yolları açıldı. Kur’an ayetleri ve ahlâkı ile örnek bir baba, örnek bir aile reisi, örnek bir arkadaş, örnek bir Devlet Başkanı olmuştur. Allah’ın son elçisi olarak, Allah ile kulları arasında aracılık, Resül'lük ( Elçilik ) mevkisi O'nunla beraber son bulmuştur. Kapalı mekânlardaki Tapınak Dinleri inancını, O kıyam ederek sokağa ve halkın arasına taşıdı. Kâbe’de putları O kırdı. Ancak İslam alemi O’ndan sonra 1400 yıldır, kafalardaki putları kıramadı. Bugün yine tekrar O’nun zamanından önceki yanlışın içindedir. Bu defa ağızdan “ Müslüman’ım elhamdülillah “ deyip günde 40 defa Salavat getirenlerin karşısında, Mekkeliler gibi Allah’ın kızlarının taştan, tahtadan yapılmış heykelleri yok, ancak putlaştırılmış, sonradan Dine enjekte edilmiş uydurma Hadis ve Rivayetlerle oluşturulmuş ve üzerine havale edilmiş iftiralarla Peygamber’in Sünneti, Sünneti Seniye inancı ile Allah’a ortak edilmiş, Kâinatın Efendisi denilerek ululaştırılmış, tapılan, şefaati beklenen, çok uzakta ve göklerde olduğunu zannettiklerinden dolayı, ulaşamayacaklarını düşündükleri Allah’a kendilerini yaklaştırsın diye miraca çıkardıkları Muhammed Peygamber var. Adına Kutlu doğum haftaları ve Mevlit kandili adıyla doğum gününü bırakın, doğum yılı bile kesin olmadığı halde günler oluşturulmuş, cübbesi, sakalı eşyaları putlaştırılıp, öpülmeye çalışılan, burnunun akıntısını dahi mübarek " sümükü şerif " deyip üzerilerine silinmesinin kutsallığına inanan, ama Arapçasının dışında anlaşılmak üzere hiç okunmayan ve bize yegâne emaneti olan, fakat terk edilmiş Kitabımız Kur’anın, bu yapılanları onaylayıp onaylamadığı hiç sorgulanmayan ve bütün bunlardan habersiz bir Muhammed Peygamber vardır.
Halbuki Peygamberimizin, bu mümtaz insanın 23 yıllık Nebi ve Resül olarak bütün yaptıkları, Furkan Sûresinin 43. ayetinde " Sen onların üzerine vekil değilsin. " Gaşiye Sûresinin 22. ayetinde " Zorba değilsin. " Enam Sûresinin 107. ayetinde de " Biz seni onların üzerine bir bekçi yapmadık. " ifadeleriyle belirtildiği gibi onca aşağılamaya, zulme, direnmeye, tecrit etmeye karşı tebliğ görevinde konulan ve dikkat etmesi gereken üç yasak ve sınır, peygamberin bunlara uyarak hareket etmesi, işte Allah'ın gösterdiği yoldur, sünnetidir, aynı zamanda sadece bu alandaki peygamberin de sünnetidir. Sünneti Seniye denilen de aslında Peygamberimizin 23 yıllık hayatı olan Kur’an, Allah’ın koyduğu hükümleri, kanunları, ilkeleri ve ezcümle Sünnetullah olmuştur. Bu nedenle Ahzab Sûresinin 21. ayetinde “ Andolsun ki Allah elçisinde sizin ; Allah’ı ve son günü uman ve Allah’ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır. “ denilerek önerildiği gibi, Dinimizi yaşarken, hayatımızın her anında örnek alabileceğimiz, hayatımızın rehberi olarak görebileceğimiz Peygamber’in bir çok davranışı, Kur’an öğretisiyle kazandığı güzel ahlâkı, aldığı örnek kararlar ve tatbikatları vardır. Ama Tarihin ve her şeyin birbirine karıştırıldığı, kimin ne zaman ve nerede söylediği belli olmayan, dilden dile dolaşan, Kur'an ayetleriyle çelişen, tutarsız, saçma, akıl, mantık ve Peygamber'in mümtaz şahsiyeti ile bağdaşmayan, uydurma hadis ve rivayetlerden oluşmuş Peygamber’in Sünneti diye bir şey yoktur. Eğer Peygamberin sünneti diye bir inancı söz konusu edeceksek, o da Allah'ın Kitabını yaşamaktır. Kur’anın Hakk Dininde sadece Allah’ın Sünneti vardır. Zuhruf Sûresinin 43. ayetinde " Öyleyse sen, sana vahyedilene sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin. " ifadelerinde gördüğümüz gibi, dosdoğru yol Allah'ın vahiylerindedir, İnsanlar sadece Allah'ın vahyine uymak zorundadır. Ve bu nedenle de ardından Zuhruf Sûresinin 44. ayetinde " Ve şüphesiz sana vahyedilen / Kur'an, senin için de, toplumun için de gerçekten bir öğüttür. Siz yakında sorgulanacaksınız " denilerek peygamber hadislerinden ve sünnetinden değil, Allah katında bizzat Kur'andan sorgulanacağımız dile getirilmektedir. Anlaşılmak üzere okunabilen Kur’anın doğruları, Kur’anın Nur’u, aydınlığı, fazileti ile Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !...
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
Doç. Dr. Zeki Bayraktar ( Kur’an ve Sünnet Ama Hangi Sünnet )
Ali Aydın ( Nebi ve Rasül )
Doç. Dr. Necmettin Kızılkaya ( Sünnetin Bağlayıcılığı )
Doç. Dr. H. Musa Bağcı ( Sünnet ve Hadisin bağlayıcılığı sorunu )
İslam ve İhsan.com ( Sünnetin Bir Bütün Olduğu )
Ramazan Demir ( Yusuf 1 Hadım Edilen Peygamber )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR