Konu Detay

TERKEDİLMEYEN PEYGAMBERİN SÜNNETİ NEDİR ?

 16.01.2019
 1650

Bugün  Anadolu’da  ve  neredeyse  bütün  Müslüman  toplumlarında  yüzyıllardan  beri  gelen  kökleşmiş  bir  inançla,  Allah’ın  Hakk  Dini  İslam’ın  yerine  Peygamber’in  de  sanki  Allah’ın  ortağı  imiş  gibi,  terkedilmesinden  korkulan  Peygamber’in  Sünneti,  Sünneti  Seniyye  denilen,  aksine  terkedilmesinden  korkulmayan  Kur’anın  dışında  bir  din  yaşanmaktadır. Kur’anda  bir  çok  ayette  olduğu  gibi,  Yasin  Sûresinin  2 – 6. ayetlerinde  de  özellikle, “  Ataları   uyarılmamış,  bu  yüzden  de  kendileri  gaflet  içinde  /  duyarsız  bir  toplumu  uyarasın  diye,  Aziz  ve  Rahim  /  mutlak  güç  sahibi,  çok  merhametli  Allah’ın  indirdiği  hikmet  dolu  /  Yasalar,  içeren  Kur’an  kanıttır  ki  sen  o  elçilerdensin.  Hiç  şüphesiz  sen  doğru  bir  yol  üzerinesin. “  İfadeleriyle,  Peygamberimizin  de  bütün  önceki  peygamberler  gibi  hikmet  /  hüküm  dolu  Kur'anın  yolunda,  dosdoğru  yolda  olduğu  bildirilerek  yapılan  uyarılara  rağmen,  yüzyıllardır  yine  gaflet  ve  duyarsızlık  içerisinde  kalınarak,  anlamak  üzere  okunmadığı  için  Dinimizin  yegâne  kaynağı  Kur'anın  öğütleri  terkettirilmiştir.  Onun  yerine  hayatın  her  alanına,  ibadetin  her  şekline  müdahale  eden,  bir  bütündür  denilen,  asırlar  sonra  ortaya   çıkartılmış  uydurma  Rivayet  ve  Hadislerle  Peygamberin  Sünneti  adı  altında,  Peygamber  de  Dinde  şeriat  ( kural )  koyucu  ( Şari )  yapılmıştır.  Peygamber  adına  sonradan   söylenen  ve  kurgulanan  sözler,  oturduğu,  kalktığı,  yediği,  içtiği,  kılığı,  kıyafeti,  saçı,  sakalı,  cübbesi,  sarığı,  öpme  yarışıyla  kutsal   emanet  denilen  eşyaları  dahi  putlaştırılmış,  Sünnet  kabulü  ile  asla  terk  edilmez  dayatmaları  hakim  kılınmıştır. ( Hadislerle  Yaşanan  Din  başlıklı  makalemizde  daha  geniş  bilgi  bulabilirsiniz. )

Müslüman  alimler  arasında  Küfür  ve  şirke  bulaştıkları  halde  "  Hadisleri  /  Aslında  Emevi  Dinini  ortadan  kaldırırsanız  ortada  Din  diye  bir  şey  kalmaz  "  diyerek  sünnet’in  /  rivayetin  de  Kur’an’a  eşit  hatta  bazı  durumlarda  Kur’an’ın  üstünde  delil  değeri  taşıdığını  söyleyenlerin  olduğu  herkesçe  bilinmektedir.  İnsanları  böyle  bir  anlayışa  yönelten,  aslında  şirk  olduğu  halde  Kur’an’ın  eksik,  kapalı,  anlaşılması  zor  bir  kitap  olduğu  düşüncesidir. Kıssalarda  zaman  ve  mekân  belirtilmemesi,  bazı  ibadetlerin ( namazın  rekât  sayıları  ve  hangi  şekle  göre  kılınacağı,  zekâtın  yüzde  kaç  verileceği  gibi )  ayrıntıların  hiç  olmaması  bu  anlayışı  besleyen  deliller  olarak  sergilenir.  Meselenin  özüne  bakıldığında,  rivayetlerin  Kur’an  kadar ( bazı  durumlarda  O’nun  da  üstünde )  delil  değeri  taşıdığını  söyleyenler,  bu  düşünceye  Kur’an  üzerinden  vardıklarını  söylemektedirler. ( Bu  düşünceyi  savunanlar  özellikle  Kur’an’da  bir  çok  yerde  geçen  “ Allah’a  ve  Resulüne  itaat  edin ”  ifadesini  saptırarak  delil  göstermektedirler. Bkz: Nisa  59,  Maide 92,  Ahzap  33,  Muhammed  33, 13, ) Yani  onları  böyle  bir  anlayışa  Kur’an  sevk  etmiş  ve  hatta  emretmiştir  gibi  algılanmaktadır. 

Sünnet  /  rivayet  dediğimiz  olgunun  peygamberimizin  vefatından  sonra  Emeviler  döneminde  nasıl  ve  ne  şekilde  oluştuğuna,  menşei’nin  kim  ya  da  kimler  olduğuna,  yapısını  nelerin  oluşturduğuna  baktığımızda  Kur’an’a  eşdeğer  olmadığı  gün  gibi  ortadadır. Eşdeğer  değildir  çünkü,   Kur’an’ın  hiç bir  sözcüğü  diğerlerinden  ayrılabilecek  yapıda  değildir. Bunun  yanında  Kur’an  ayetleri  Sahih,  Hasen,  Hürsel,  Munkatı,  Mütevatir  şeklinde  herhangi  bir  tasnife  tabi  tutulamaz. Kur’an  delil  değerini  bizzat  kendinden  almaktadır,  ortadadır  ve  incelemeye  açıktır.  Kur’an’ın  içinde  rivayetlerde  olduğu  gibi  tasnife  tabi  tutulacak  bir  sözcük  dahi  yoktur  ve  olamaz  da.  Rivayet  üzerinden  Allah  Resulüne  atfedilen  sözlerin  değerini,  o  sözleri  telif  eden  müelliflerin  uyguladığı  yöntemler  belirler. Üstelik  bu  yöntemler  her  müellifte  farklılık  gösterir.  Bu  yüzden  hadis  kitaplarında  aynı  konu  ile  ilgili  Allah  Resulüne  atfedilen  ve  birbirinden  farklı  şeyler  söyleyen  hadisler  vardır.  Bunlardan  hangisinin  doğru olduğu  müelliflerin  hangisinin  metodunun  benimsendiğine  göre  farklılık  arz  eder.  Bir  hadisin  uydurma  olduğu  o  hadisi  ele  alan  farklı  müelliflerin  belirlediği  metot  üzerinden  anlaşılır.  Metotlar  farklılık  arz  ettiği  için  kimi  müellife  göre  uydurma  olan  bir  hadis,  kimi  müellife  göre  pekâla  sahih  olabilmektedir. Hadis  külliyatında  bunun  binlerce  örneği   bulunmaktadır. 

Bunlara  rağmen  Kur'an  sünnete  muhtaçtır  diye  bir  çok  uydurma  hadisle  yola  çıkılıp,  aslında  Saffat  Sûresindeki  ayetleri  yanlış  yorumladıkları  halde  örneğin  "  Oğlunu  kurban  etmesi  konusunda  vahiy  İbrahim  peygambere  rüyasında  gelmiştir. "  bundan  dolayı  sünnet  aynı  zamanda  vahiydir,  diyerek  uydurma  rivayetlerle  Peygamber  Sünneti  ve  hadisleri  hakim  kılınmakta  ve  emanet  olarak,  Kur’andan  sonra  ikinci  bir  din  kaynağıdır  diye  kabul  edilmekte,  hatta  çoğu  zaman  Kur'anın  önüne  dahi  geçirilmektedir.  Aslında  daha  başında  insanların  yazdığı  kitapların  Kur'an  ile  kıyaslanması,  Kur'anın  önüne  geçirilmesi,   Kur'anın  ve  Allah'ın  yetersiz  görülmesi  temelden  şirkin  ta  kendisidir.  Kur'anı  yeterli  görmeyen  bu  çevrelerce  kıblenin  ve  Mescidi  Haram  kavramlarının  gerçekte  ne  anlama  geldiği  de  bilinmediği  halde,  Bakara  Sûresinin  144. ayetinin  ifadeleri  de  yanlış  yorumlanarak  namaz  kılanların  daha  önce  ne  tarafa  yöneldiğini  hadislerden  öğreniyoruz  denilmekte,  Bakara  Sûresinin  151. ayetinde  de    "  ....İçinizden  size  ayetlerimizi  okuyan,  sizi  arındıran,  size  kitabı  ve  haksızlık,  bozgunculuk  ve  kargaşayı  engellemek  için  konulmuş  kanun,  düstur  ve  ilkeleri  öğreten  ve  size  bilmediğiniz  şeyleri  öğreten  bir  elçi  göndermem  gibi..... "  ifadelerin  yer  aldığı  ayetin  anlam  bütünlüğünden  kopartılarak,   " Size  bilmediğiniz  şeyleri  öğreten  elçi "  bölümü  cımbızla  yerinden  çekilerek  delil  gösterilmekte  " hikmet  sünnettir "  denilmektedir.  Ayette  Resül'ün  tebliğ  ettiği,  ağzından  çıkan  ayetlerle,  aslında  Allah'ın  vahyi  ile  kanun  ve  ilkeleri  kastedildiği  halde,  Kur'anın  bir  çok  ayeti  ile  yapılan  bölünmeyin  uyarılarının  aksine  hadis  kabulüne  bağlı  olarak  Selefilikte,  Mezhep,  Tarikat  ve  Cemaatlerle  bölünmüş  inanç  gruplarında  “ Sünnetin  bir  bütün  ve  kavram  olarak  bağlayıcılığı  kesindir.  Peygamber’e   uymayı,  verdiği  hükme  razı  olmayı,  onun   hükmü  karşısında  müminlere  seçim  hakkı  tanımayan  ayetler,  sünnetin  Müslümanların  hayatındaki  etkin  bağlayıcı  rolünü  ortaya  koymaktadır,  bağlayıcılığı  tartışmasız  bir  gerçektir.  “ ( Riyazüs  Salihin )  denilen  hadislerle  yapılan  şartlandırmalarla,  Sünnet  olmazsa  Peygamber  de  inkâr  edilmiştir  tehdidi  yapılmaktadır.  Kur’anı  anlamak  üzere  okumadığı  için,  içinde  nelerin  olduğunu   bilmeyen  mütedeyyin  insanlara  Peygamber  sünneti  inancının  kabulü  dayatılmaktadır.  Bundan  dolayı  da  "  Sünnet  olmazsa  namazın  kaç  rekât  olduğunu  nereden  bileceğiz ?  "  inancı,  namazda  en  öne  geçen  bir  ibadet  hükmü  haline  getirilmiştir. Bu  inancın  kabul  edilmesi,  neredeyse  bütün  Mezhep  ve  Tarikat   Cemaatlerinin  tam  bir  ittifakla  öne  sürdükleri,  Şafii  mezhebi  Fıkhının   ünlü  imamlarından  olan,  İmam  Beyhaki  Hazretleri  ( 994 - 1066  İran )  dedikleri  imamın  Delail  adlı  eserindeki  rivayetine  dayandırılmıştır. Bu  eserde  nakledilen  rivayete  göre ;

* Ashab ı Kiram'dan  İmran  bin  Husayn  dinleyenlere  şefaatle  ilgili  bazı  hadisleri  nakleder. Orada  bulunanlardan  biri - Siz  hadisler  bildiriyorsunuz  fakat  biz  bunlarla  ilgili  olarak  Kur'anda  her  hangi  bir  şey  bulamıyoruz.  İmran  bin  Husayn  -  Sen  Kur'anı  okudun  mu ?  -  Okudum.  Kur'anda  sabah  namazının  farzının  2,  akşam  namazının  farzının  3,  öğle  ikindi,  yatsı  namazlarının  farzlarının  4  rekât  olduğuna  rastladın  mı ?  -  Hayır.  Peki  bunları  kimden  öğrendiniz ? -  Ashabı  kiramdan.  -  Biz  de  Resülullah'tan.  diye  konuşmaların,  değişik  örneklerle  zekâtın  40  ta  bir,  Kâbe'nin  7  defa  tavaf  edilmesi  olduğu  ayrıntılarıyla  Peygamberden  öğrenildiği  ifadeleriyle  devam  etmesinin  ardından,  imam  peki  Allah  ü  Teala'nın  Kur'anda  Haşr  Sûresinde  "  Peygamber  size  neyi  verdiyse  alın,  neyi  yasakladıysa  da  ondan  kaçının "  dediğini  de  gördünüz  mü ? dedikten  sonra  imam  "  Sizin  bilmediğiniz,  bizim  ise  Resülullah'tan  öğrendiğimiz  daha  pek  çok  şey  vardır. "  diyerek  devam  eder.

Halbuki  bu  diyaloglarla  nakledilen  rivayetin  içerisinde  aslında   Mekke  Müşriklerine  ait  olan  namaz,  zekât,  Kâbe'nin  tavafı  bu  esnada   Hacer'ül  Esved'in  selamlanıp  öpülmesi  Peygamberin  sünneti  denilen  konuların  neredeyse  tamamının,  Kur'an  ayetlerinin  saptırıldığı  pek  çok  tutarsız  ve  yalan  olduğu  noktalar  bulunmaktadır.  Örneğin  delil  olarak  gösterilen  Haşr  Sûresinin  7. ayetinde ;  "  Allah'ın  o  kent  halkından,  Resulüne   verdiği  fey'ler  /  ganimetler,  Savaşmadan  elde  edilen  gelirler  içinizden  yalnız  zenginler  arasında  gücün  getirdiği  refah  olmasın  diye  Allah'a,  Resule  /  Elçi'ye  yakınlık  sahiplerine,  göç  eden  fakirlere - ki  onlar  Allah'ın  armağan  ve  rızasını  ararken  yurtlarından  ve  mallarından  çıkarılmışlardır.  Allah  ve  Resulüne  /  Elçi'sine  yardım  ederler.  İşte  onlar  doğruların  ta  kendileridir. -  yetimlere,  miskinlere,  yolcuya  aittir.  Resul / Elçi  size  ne  verdiyse  onu  hemen  alın. Sizi  neden  alı  koyduysa  ondan  geri  durun.  Allah'ın  koruması  altına  da  girin. Şüphesiz  Allah,  azabı  çok  çetin  olandır. "  ifadeleriyle  birçok  ayrıntı  ile  değişik  konulara,  Peygamberin  davranışının  nedenlerine,  ardından  Kur'an  ayetleriyle  de  Allah'a  yönelinmesi  gerektiğine  dikkat  çekilmektedir.  Ayetin  özünde  ise   Bedir  savaşının  ardından  bu  savaşa  katılanların  ekonomik  durumuna,  sahip  oldukları  çocuklarının  sayısına,  aile  yapılarına  göre  Peygamberin  adaleti  ve  yönetim  yetkisi  dahilindeki  yaptığı  ganimetin  dağıtımına  itiraz  eden  sahabelere  aslında  "  Elçi  size  neyi  verdiyse  onu  hemen  alın "  denilmektedir.  Böylece  çok  ciddi  bir  uyarı  yapılmaktadır. Fakat  Ulema  denilen  birileri  bu  bölümü  paragraftan  cımbızla  çekerek,  gerçeğinden  ayrı  ele  alarak  çok  kapsamlı  bir  hüküm  olarak  aktarmış,  Peygamberin  Sünneti  diyerek,  Peygambere  hüküm  oluşturma  yetkisi  vererek,  adeta  bütün  konularla  ilgili  olarak  hüküm  koymada  Allah'a  ortak  etmişlerdir.

Halbuki  Kalem  Sûresinin  36 - 41. ayetlerine   baktığımız  zaman,  "  Sizin  neyiniz  var ?  Nasıl  hükmediyorsunuz ?  37 - 38  :  Yoksa  içinde  ders  aldığınız  şeyler : "  Siz  bu  alemde  neyi  beğenirseniz  o  kesinlikle  sizin  olacak "  garantisi  verilmiş  olan  size  ait  bir  yazılı  belge  mi  / kitabınız  mı  var ?  39  :  Ya  da  size  karşı  kıyamet  gününe  kadar  sürecek,  " Siz  her  ne  hüküm  verirseniz  kesinlikle  öyle  olacak  "  diye  üzerimizde  yeminler  /  taahhütler,  üstlenmeler  mi  var ?  40  :  Sor  bakalım  Ahireti  yalanlayan  o  kişilere,  içlerinden  böyle  bir  şeyi  hangisi  garanti  etmektedir ?  41 :  Yoksa  onların  ortakları  mı  var ?  O  halde  ortaklarını  getirsinler,  eğer  doğrulardan  iseler. "  ifadeleriyle  yapılan  uyarılara  göre,  Kehf  Sûresinin  26. ayetinde  "  Allah  hükmüne  hiç  kimseyi  ortak  etmez. "  denildiği  gibi  Peygamberin  dahi  veya  Ulema,  Evliya  denilen  kişilerin   Allah'ın  ortağı  olamayacağı  ve  Kur'anın  hiç  bir  yerinde  namazın  kaç  rekât  olacağından  söz  edilmediği  halde,  Din  adına  namaz  şu  vakitte  şu  kadar  rekâttır  diye  hüküm  oluşturamayacağı,  oysa  dikkatlerden  kaçmaktadır  veya  hiç  umursanmamaktadır.  Bu  uyarılara  rağmen  maalesef  Kur'anın  Hakk  Dininde  Allah'ın  vermediği  belge  yerine,  uydurulan  hadislerle  oluşturulan  çakma  belgelerle,  yıllardır  artık  terk  edilmesinden  korkulan  Peygamberin  üzerine  havale  edilen  Sünneti  anlayışı,  kökleşmiş  bir  inanç  ve  gelenek  halinde  yaşanmaktadır. Aslında  ardından  gidilen  bu  inancın  adında  "  sünnet  "  oluşu  bizi  aldatmasın.  Bu  şekildeki  isimlendirme,  inananlar  için  kurulmuş  bir  tuzaktır.  Çünkü  sunulanlar  kesinlikle  sünnet  /  kanun,  kural,  Allah'ın  hükmü  değil,  bilakis  ve  bizzat  Emevi  Arap  siyasetinin  peygamberin  adını  kullanarak  oluşturduğu  dayatmalarıdır.  Biz,  sadece  Allah'ın  kanun,  kural  ve  hükümlerine / sünnetine  kurban  oluruz  ve  Kur'an  ile  bize  aktarılan  sünnete  riayet  ederiz.

Bugün  ise  Müslüman  toplumlarda  akıl  etme,  aklını  kullanma,  düşünme  ve  sorgulama  ile,  Dinin  kaynağının  sadece  Allah  ve  Kur’an  olduğunun  Kur’anda  görülmeye  başlanmasıyla  beraber,  Peygamber’in,  Sünnetin,  Hadis’in  konumu  da  gündeme  gelmeye,  tartışılmaya   başlanmıştır. Farkına  varılarak  görülmüştür  ki,  bugünlere  geldiğimizde  Din’de  Peygamber,  Allah’tan  da  öne  geçirilmiş,  Kur'anda  Ali  İmran  Sûresinin  80. ayetinde  "  Ve  Allah,  size  melekleri,  zorbaları,  zorba  yönetimleri  ve  peygamberleri  Rabbler  edinmenizi  emretmez.  Siz  Müslüman  olduktan  sonra  size  küfrü  emreder  mi ?  "  ifadeleriyle  yapılan  uyarılara  rağmen,  Abdest,  Namaz,  Oruç,  Hacc,  Kandil  geceleri,  Şefaat  anlayışı  gibi  bir  çok  konuda  uydurulan  hadis  ve  rivayetlerle  günlük,  haftalık,  aylık  ve  yıllık  zet  raporlarıyla  bütün  günahların  temizleneceği  inancıyla  yaşanan  Din,  Allah’tan  çok  Peygamber’e  ait  bir  din  haline  getirilmiştir.  Bütün  bunların  ardından  saptırılmış  ve  yanlış  yorumlanmış  ayetlerden  ve  uydurulmuş  hadis  dayatmaları  ile  ortaya  çıkarılmış  Sünnet  inançlarıyla,  beş  vakit  namazını  kılıp,  orucunu  tutan,  Hacca  giderek  dinini  huzuru  kalp  ile  bütün  gerekleriyle  yaşadığının  rahatlığında  olan  Müslümanların  büyük  çoğunluğunun  Enam  Sûresinin  22 - 23.  ayetlerinde  "  Ve  o  gün  hepsini  toplayacağız.  Sonra  Biz,  ortak  koşan  kimselere  "  Hani  nerede  o  gerçeğe  aykırı  olarak  inandığınız  ortaklarınız ? "  diyeceğiz.  Sonra  onların  ateşlere  atılmaları,  "  Rabbimiz  Allah'a  andolsun  ki  /  Kasem  olsun  ki  /  Yemin  ederiz  ki  Biz  ortak  koşanlardan  değildik. "  demekten  başka  bir  şey  değildi. "  İfadelerinde  gördüğümüz  gibi  hesap  günündeki  sorgulamanın  ürkütücülüğünden,  Kur'an  ayetlerini  de  anlayarak  okumamakta  olduklarından,  tabiidir  ki  haberleri  olmayacaktır. Zümer  Sûresinin  65. ayetinde  de  "  Ve  andolsun  ki,  sana  ve  senden  öncekilere  şöyle  vahyedildi  :  Andolsun  ki  ortak  koşarsan  amelin  kesinlikle  boşa  gider.  Ve  kesinlikle  kaybedenlerden  olacaksın. "  denilerek  Allah'a  ortak  koşmak  konusunda, Yüce  Rabbimizin  aynı  ayet  içerisinde  iki  defa  and  içmesi  ifadesiyle  kasem  etmesi  / kanıt  göstermesi  ve  kesin  olduğunun  vurgulanması  ile  uyarısı  önemle  yer  almaktadır.  Yerine  getirilen  diğer  bütün  ibadetlerin  boşa  gideceği,  bir  işe  yaramayacağı  belirtilmektedir. Oysa  Kur’an  ayetleriyle  çelişkili,  yanlış  ve  kendi  sonları  için  çok  korkunç  olduğunun  görülmesi  gereken  bu  durumun,  akıl  eden  ve  sorgulayanlarca  Kur’anın  öğretisi  içerisinde  gerçeğinin  ortaya  konması  zorunluluğu  kaçınılmaz  hale  gelmiştir.  

Öncelikle  bilinmelidir  ki,  Kur'anı  bilen,  anlayarak  okuyan,  Peygamberini  de  biliyor  ve  tanıyordur,  O'nu  seviyordur,  O'na  hayran  oluyordur  ve  O'nun  yegâne  emaneti  olan  Kur'ana  sahip  çıkıyordur.  O'nun  izinden  gidiyordur,  asla  sevgi  ve  saygı  abartısıyla  Kur'ana  aykırı  olarak  da  O'nu  ilâhlaştırarak,  Allah'ın  yanına  ortak  koşma  yanlışının  içinde  olmuyordur.  Biz  de  bu  yazımızda  Sünnet  nedir ?  Hadis  nedir ?  Kur’anımızın  Hakk  Dini  İslam’ın  içerisinde  Peygamber’in  işlevi  nedir ?  sorularına,  Ali  İmran  Sûresinin  19. ayetinde  “ Şüphesiz  Allah  katında  din  İslam’dır. “  yine  aynı  Sûrenin  85. ayetinde  “  Kim  İslam’dan  başka  bir  din  ararsa,  bilsin  ki,  o  din  ondan  kabul  edilmeyecek  ve  o  Ahirette  hüsrana  uğrayanlardan  olacaktır. “  uyarısını  esas  alarak,  Dinimizin  temel   ve  yegâne  kaynağı  olarak  gördüğümüz  Kur’anımızın  ayetleriyle  mercek  tutmaya  çalışacağız.  Bunun  için  öncelikle  ayrı  ayrı  bu  kavramların,  Kur’andaki  yerlerine  ve  anlamlarına  bakmamız  gerekecektir.

Kur’anın  orijinalinin  hiç  bir  yerinde  Allah'ın  elçilerine  verdiği  unvan  için  “ Peygamber “  diye  bir  sözcük  bulunmamaktadır.  ülkemizde  ağız  alışkanlığımız  haline  getirdiğimiz,  her  konuşmamızın  içerisinde  kullandığımız,  benimsediğimiz,  kanıksadığımız  bu  unvan  için,  Kur’anın  bir  çok  ayetinde  “ Nebi “  ve  “ Resul “  sözcükleri  bulunmakta,  üstelik  de  bazen  bu  her  iki  sözcük  aynı  ayetin  içerisinde  birlikte  yer  almaktadır  ki,  mutlaka  aralarında  bir  fark  bulunduğu  şüphesizdir.  Eğer  bu  iki  sözcük  aynı  anlamı  taşıyorsa,  aynı  ayet  içerisinde  arka  arkaya  kullanılmış  olabilir  mi ?  Diyanet  Vakfının  Kur’an  çevirileri  de  dahil  neredeyse  bütün  Türkçeye  çeviri   meallerinde  de  bu  iki  sözcüğün  karşılığı,  bize  İran'daki  Farsça’dan  gelen  “  Peygamber  “  sözcüğüyle  çevrilmektedir.  Toplumumuzca  kanıksanmış  olduğundan  biz  de  makalelerimizde  genellikle  bu  sözcüğü  kullanmaktayız.  Fakat  bundan  dolayı  aslında  Resül  ve  Nebi  sözcükleri  ile  Yüce  Rabbimizin  yüklediği  anlamlardaki  işlev,  benzerlikler  ve  farklılıklar  da  ortadan  kaldırılmakta,  ya  da  görmemezlikten  gelinmektedir.  Kökleşmiş,  yerleşmiş  olan  geleneksel   ve  klasik  kabullerde,  *  kendisine  kitap  verilmiş  olan  Davut,   Musa,   İsa  ve   Muhammed’e  Resül’dür,  diğerleri  ise  Nebi’dir  denmiş,  Ömer  Nasuhi  Bilmen  Büyük  İslam  İlmihalinde  ise  *  “  Yeni  bir  kitap  verilerek  şeriatla  bir  ümmete  gönderilmiş  olana  Resül,  başka  bir  Peygamber’e  ve  O’nun  şeriatına  bağlı  olarak  gönderilen  Peygamber’e  de  Nebi  denir. “ ( Sa. 17. Peygambere  İman  34. ) denilerek  ikisinin  arasındaki  farklılık  Kur'an  ayetlerine  göre  pek  de  tutarlı  ve  ikna  edici  olmadığı  halde  bu  şekilde  açıklanmaktadır. 

Aslında  hayatın  sürdürülebilmesi  için  Allah'ın  Evreni  ve  Kâinatı  yaratması  ile  oluşturduğu  Sünnetullahın,  bütün  kanunların,  insanlar  arasındaki  yaşamın  kurallarının  şeriat  olduğu  kavramı,  Nebi  ve  Resul  kavramları  arasındaki  fark  da  Ulema  tarafından  yanlış  olarak  değerlendirilmiştir. Halbuki  Kur’anda  Enam  89,  Meryem  30.  ayetlerinde  olduğu  gibi  Bakara  Sûresinin  136. ayetinde  de    Deyin  ki  :  Biz   Allah’a,  bize  indirilene,  İbrahim’e  ve  İsmail’e  ve  İshak’a  ve  Yakub’a  ve  torunlarına  indirilene,  Musa’ya  ve  İsa’ya  verilenlere  ve  Nebilere  Rabblerinden  verilene  iman  ettik.  Onlardan  hiç  birini  diğerinden  ayırmayız.  Ve  biz  ancak  O’nun  için  İslamlaştıranlarız. “  ifadeleriyle  Nebi'lerin  hepsine  Kitap  verildiği  belirtildiğinden  dolayı, her  Nebi  de  aslında  aynı  zamanda  Resül’dür.  Adem  Peygamber  ve  onun  ardından  gelen  ilk  peygamberler  zamanında  konuşmanın  ve  tabletlerin  dışında  kâğıt  kalem  ve  yazı  ile  iletişim  kurma  olanağı  olmadığından,  onlar  Allah'ın  vahyettiği  ayetleri  bizim  bildiğimiz  anlamda  kâğıda  ve  kitaba  dönüştürememişlerdir. Oysa  Allah  katında  baştan  itibaren  adına  İslam  denilen  tek  bir  din  vardır,  bütün  peygamberlere  naklettiği,  vahyettiği  ayetlerin  tamamı,  o  zamanın  koşullarına  göre  ister  söz  şeklinde  kalmış  olsun,  ister  suhuf,  ister  sahifeye,  ister  taşa  kaydedilmiş  olsun  hepsi  Allah'ın  vahyidir,  Kitaplarıdır.  Ahzab  Sûresinin  40.  Meryem  Sûresinin  51. ayetlerindeki  ifadelere  benzer  şekilde  Meryem  Sûresinin  54. ayetinde  de   Kitapta  İsmail’i  de  an.  Şüphesiz  O,  sözünde  duran  bir  kimse  idi.  Bir  Resül,  bir  Nebi  idi. “  ifadelerinde  yer  alan  ve  elçi  olarak  inandığımız,  düşündüğümüz  Peygamberlerin  hem  Resül,  hem  de  aynı  zamanda  Nebi  oldukları  dile  getirilmektedir. Öyleyse  ülkemizde  bizim   Peygamberlik  olarak  bildiğimiz  bu  unvan  için  Yüce  Rabbimizin  kullandığı  Kur'andaki  Nebi  ve  Resül  sözcükleri  arasındaki  fark,  işlev,  gelenekçi  Ulemanın   söylediği  gibi  değildir.  Biz  de  bu  yazımızda  bu  konudaki  ayrıntı  ve  kavramlara  da  yine  her  zaman  olduğu  gibi  Kur'anımızın  ayetleriyle  dikkat  çekmeye  çalışacağız.

Kur'an  ayetleriyle  bu  konuda  belirtilen  ifadelere  dikkat  edildiği,  düşünüldüğü  zaman,  iki  sözcük  arasında  kesinlikle  vasıf  ve  nüans  farklılıklarının  bulunduğu  belli  olmaktadır.  İşte  bizim  toplumumuzda  benimseyerek,  kanıksayarak  Peygamber  dediğimiz   Nebi  ve  Resül  unvanındaki  seçilmiş  olan  insanların  Dindeki  işlevinin  neler  olduğunun,  nelerin  bizi  bağlayıp,  nelerin  bağlamadığının  belirlenmesi  için,  Nebi  ve  Resül  sözcükleri  arasındaki  farkın  neler  olduğunun  ortaya  konması   gerekir.  Kur'anda  öyle  ayetler  bulunmaktadır  ki,  aynı  ayette  yer  alan  Nebi  ve  Resul  sözcüklerinin  her  ikisine  de  toplumumuzda  yaygın  olarak  bilinen  Peygamber  sözcüğü  karşılık  olarak  verilince,  ayetlerde  asıl  verilmek  istenen  mesaj  farklılaşarak  ortaya  çıkmakta,  çelişkiler  oluşmaktadır.  Örneğin ;  Ali  İmran  Sûresinin  81. ayetinde  :  “  Ve  izehazallahu  misakan  nebiyyine  lema  ateytükum  min  kitabin  ve  hikmetin  sümmecaekum  rasulün  musaddikun  lima  meakum  letu’minun  “  Ve  hani  Allah  Nebi'lerden /  Peygamberlerden   “  Andolsun  ki  size  kitaptan  /  haksızlık,  bozgunculuk  ve  kargaşayı  engellemek  için  konulmuş  kanun,  düstur  ve  ilkelerden  oluşan  hikmet  verdim. Sonra   yanınızda  bulunanı  doğrulayıcı  bir  Resül  / Peygamber  geldiğinde  ona  kesinlikle  inanacak  ve  ona   yardım   edeceksiniz  sağlam  sözünü  almıştı…"  ifadelerindeki  bir  çok  mealde  ayetteki  her  iki  sözcük  Peygamber  diye  çevrilince,  halbuki  ilk  sözcük   Nebi   ikinci  sözcük  ise  Resül’dür.  Ne  fark  eder,  iki  anlam  da  peygamber  işte  denilebilir. Fakat  burada  Allah,  Nebi'lerden  söz  aldığını,  onun  için  de  onlara  Kitap,  hikmet  verdiğini,  yani  onlara  vahiyler  indirerek  bilgeliği  verdiğini  söylemekte,  daha  sonra  da  " Sizlere  Kur’anı  doğrulayıcı  ve  tebliğ  edecek  bir  Resül  gönderdiğimde  de  O’na  uyun "  demektedir.  Neden  Kur’anı  tebliğ  edecek  olana  Resül  sözcüğü  kullanılmıştır  da  tekrar  Nebi  sözcüğü  kullanılmamıştır ?  İşte  buradaki  bu  ayrıntıyı  gözden  kaçırmamak,  dikkate  almak  gerekmektedir.  Kur’an  ayetlerinde  verilen  örneklere  göre  Musa’nın  annesi  de,  Meryem  de  vahiy  almıştır.  Ama  o  bilgiler  sadece  kendileri  için  olduğundan,  başka  insanlara   aktarmadıkları,  tebliğ  etmedikleri  için  Nebi  de  Resül  de  değillerdir. Muhammed  Peygamber  de  40  yaşından  itibaren  hayatının  her  anında  ölünceye  kadar  ve  öldükten  sonra  da  Nebi’dir  ama,  hayatının  her  anında  da  vahiy  gelmiş,  tebliğ  görevini  yapmış  değildir İşte  buna  göre ; 

Nebi  :  Nebe,  haber  sözünden  türemiş  olup  haberci  demektir.  Nebiler  sıradan  haberleri  değil,  Allah  katından  önemli  haberleri  alan  kişidir,  toplumumuzda   karşılığı  Peygamberlik  olarak  bilinen  Kur’anda  sadece  Peygamberlik  görevini  yapanlar  için  bir  unvan  olarak  kullanılmıştır.  Nebilik,  Allah  tarafından  aldığı  vahiyle  yüksek  makama  getirilmiş  kişi  anlamına  gelmektedir.  Yani  bir  makam  ve  unvan  adıdır.  Allah’ın  kendilerine  vahyettiği  geçmişteki  büyük  olaylara,  geleceğe,  ölüme,  ölüm  ötesine,  mahşere,  dirilmeye,  Cennet  ve  Cehenneme  dair  haberleri   almışlardır.  Nebilik  makamı  O'na   Allah  katında  yetki  ve  güç  verir.  Her  ne  kadar  Allah  onları  Nebi  olarak  görevlendirmiş  ise  de,  onlar  aslında  herkes  gibi  bir  insandır,  onların  da  özel  hayatı  vardır,  herkes  gibi  yerler  içerler,  çarşıda  pazarda  dolaşır  alışveriş  yaparlar,  bir  işle  uğraşır  ailesinin  ve  çocuklarının  geçimlerini  sağlarlar,  konuşurlar,  insanlarla  anlaşırlar,  bunların  hiç  biri  insanları  ilgilendirmez  ve  onları  bağlayıcı  değildir.   Kişisel  yaşamında,  kendi  şahsı  adına   karşısındaki  kişiye  arzu,  ya  da  isteklerini  ilettiğinde,  mümin  eğer  uygun   görmüyorsa  bu  isteğini  kabul  etmeyip  yerine  getirmeyebilir.  Alışverişlerinde  pazarlık  dahi  edebilir. Fakat  Nebi  olmanın  şartı  sadece  vahiy  almak,  o  makamda  bulunmak  değildir.  Zaman  zaman  da  Allah'tan  vahiy  alırlar  ve  bu  vahyi,  Allah'ın  ayetlerini,  emir  ve  isteklerini  de  insanlara   tebliğ  etmek,  aktarmak  zorundadırlar. İşte  bunu  yaparken  Allah'ın  Resül  diye  hitap  ettikleri  Peygamberdirler.  Nebiler  vahyi  tebliğ  ettiği  zaman,  aynı  zamanda  o  anda  da  Resül  olmaktadırlar.  

Resül  :   Vahyedilen  haberleri  tebliğ  etmek  üzere  gönderilen  elçi  demektir.  Ayetlerdeki  ifadelere  baktığımız  zaman  Bu  elçi,  insan  olan  Nebiler  olabildiği  gibi  aynı  zamanda  haberci   melekler  ve  Allah'ın  vahyi  olan  Kur'anın  da  ta  kendisidir. Dolayısıyla  bize  yerine  göre  iki  türlü  Resül'den  söz  edilmektedir. Örneğin  Bakara  Sûresinin  101. ayetinde  "  Ve  ne  zaman  Allah  tarafından  onlara,  yanlarındaki  kitabı  tasdik  edici  bir  Resül  / Elçi  geldi,  daha  önce  kendilerine  Kitap  verilen  kimselerden  bir  grup,  sanki  bilmezlermiş  gibi  Allah'ın  kitabını  sırtlarının  arkasına  attılar. "  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi  ayetin  orijinal  lafızlarını  dikkate  aldığımız  zaman,  burada  sözü  edilen  Resül,  aynı  zamanda  Kitap  olan  Resüldür /  Kur'andır. Nisa  Sûresinin  170. ayetinde  "  Ey  insanlar ! Şüphesiz  Resül  /  Elçi,  size  Rabbinizden  hakkı  /  gerçeği  getirdi.  Öyleyse  kendi  yararınıza  olarak  hakka  inanın.  Eğer  inanmazsanız,  bilin  ki  göklerde  ve  yeryüzünde  olan  şeyler  Allah'ındır.  Allah  en  iyi  bilendir,  en  iyi  yasa  koyandır. "  ifadelerinde  de  gördüğümüz  gibi  ayetin  başında  yapılan  "  Ey  insanlar  !  "  hitabı  ile  bütün  dünya  insanlarına  seslenilmekte,  indirilmiş  olan  Resül  Kitabın,  yani  Kur'anın  evrensel  olduğu  dile  getirilmektedir.  Çünkü  beşer  Resül  olan  ve  son  Peygamber  Muhammed ( a.s. )  vefat  ettikten  sonra  kıyamete  kadar  elçilik  görevini  Resül  Kitap  olan  Kur'an  yerine  getirecektir.  Dini  anlamında  ise  Resül,  Allah’tan  kendisine   Nebi  iken  teslim  edilen  vahyi,  emirleri,   istekleri  ve  ayetleri  hiç  değiştirmeden  aynen  insanlara  en  kısa  zamanda  tebliğ  eden  elçi  anlamına  gelmektedir.  O  nedenle  Müddessir  Sûresinin  2. ayetinde  Peygamberimize  "  Kum  feenzir "  (  kalk  hemen  uyar )  diye  hitap  edilmektedir.  İnanan  insanlar,  Resül  olarak  beşer  Peygamberin  ağzından  çıkacak  olan  her  söze  uymak,  yerine  getirmek  zorundadır. Çünkü  Resül  vasfıyla  ağzından  çıkanların  tamamı  Peygamberin  şahsının  değil,  itaati  gerektiren  Allah’ın  vahyi,  ayetleri,  istek  emir  ve  sözleridir.  Bütün  inananlar  için  bağlayıcıdır. Hepsi  de  Kur'an  içerisinde  kayıtlıdır.

Tebliğ  :  Taşımak,  eriştirmek  demektir.  Resül’lerin  / Elçilerin  asli  görevidir.  Bunun  dışında  Kur'anın  anlatım  teknikleri  ile  ilgili  Tasrif,  Tefsir,  Tavzih  kavramları  da  yer  almakta  fakat  bu  kavramlarda  Resüllerin  yetkisi  bulunmamaktadır.  Allah  bizzat  Kendisi  Kur'anı  detaylandırmakta,  Tefsir  etmekte,  açıklamaktadır,  bu  yetkiler  sadece  Allah'a  aittir.  Bu  nedenlerle  Kur'anın  kendisi  zaten  aynı  zamanda  bir  tefsirdir. Kişilerin,  müfessirlerin,  "  Kur'anı  Tefsir  ettik "  demeleri  ise  aslında  Rabbimizin  apaçık,  mubin  olduğunu  söylediği  Kur'anı,  kapalı  ve  anlaşılmaz  hale  getirmektir  ki,  bu  ifade  ise  küfür  olur. Tefsirin  tefsiri  olmaz,  ancak  zaten  açıklanmış  ve  detaylandırılmış  olan  bilgileri  açığa  çıkarmak  anlamına  gelen  Tebyin'i  olur.  Peygamberlerin  de  görevi  ise  sadece  açıklanmış  ve  detaylandırılmış  olan  bu  bilgileri  tebliğ  etmektir. Bu  nedenle  de  Kur’anda  Maide  Sûresinin  67. ayetinde   “  Ey  Resül !  Rabbinden  sana  indirileni  tebliğ  et.  Ve  eğer  bunu  yapmazsan,  o  zaman  O’nun  verdiği   Resül’lük  /  Elçilik  görevini  yerine  getirmemiş  olursun. “  Ankebut  Sûresinin  18. ayetinde  ;  “  Ve  eğer  siz  yalanlarsanız  bilin  ki,  sizden  önceki  bir  takım  ümmetler  de  yalanlamıştı.  Resül’e /  Elçi’ye  düşen  de  apaçık  tebliğden  başka  bir  şey  değildir. “  denildiği  gibi  bir  çok  ayette  de,  Peygamberlerin  özellikle  Resül  vasıflarıyla  asli  görevlerinden  olan  Tebliğ  etme  uyarılarına  yer  verilmektedir.

Nebi  ve  Resül  sözcüklerinin  arasındaki  farklılıkları  daha  iyi  kavrayabilmek  için,  Ahzab  Sûresinin  40. ayetinde   Muhammed,  sizin  er  kişilerinizden  hiç  birinin  babası  değildir.  Ancak  O,  Allah’ın   Resülü  /  Elçisi  ve  Nebi'lerin   sonuncusudur.  Ve  Allah  her  şeyi  en  iyi  bilendir. “   ifadeleriyle   burada  belirtilmeye  çalışılan  ve  bahsedilen,  Peygamberimizin  üç  özelliğini  ele  alarak  anlamaya  çalışalım.  Ayetin  anlattıklarına  göre  tanımış  olduğumuz  ve  Abdullah’ın  oğlu  olan  Muhammed,  40  yaşından  itibaren  Nebi’dir.  Kendisi  hazırlanmak  üzere  aylarca  vahiy  indirilerek  eğitilmiş,  insanların  karşısına  hemen  çıkarılmamış  olduğu  halde  o  zaman  diliminde  de  Nebi'dir,  hayatı  boyunca  Nebiliği  devam  etmiştir,  öldükten  sonra  da  Nebidir.  Ancak  Nebi  olarak  görevlendirilerek,  bu  makama  getirilmiş  olmakla  beraber,  aylarca  süren   eğitimi  tamamlandıktan  sonra  ayetlerin  tebliğine  başlatılmıştır. İşte  o  zamandan  sonra  yalnız  Allah’tan  aldığı  vahyi  tebliğ   ederken  Resüldür.  Bundan  dolayı  Nebi'lik,   sürekliliği  bulunan  bir  unvan,  Resül’lük  ise  Nebi'lerin  gelen  vahye  bağlı  olarak  zaman  zaman  yapmış  olduğu  tebliğ  görevidir.  Bunun  pratik  sonucunda  da  Kur’anda  Peygamber’e  itaati  emreden  bütün  ayetlerde  Resül  sözcüğü  kullanılmıştır.  İtaat   edilecek  olan  da,  isyan  edilmemesi  gereken  de,  örnek  alınacak  olan  da  Resül’dür.  Resül’ün  tebliğ  ettiği  ayetlerdir,  Allah’ın  vahyi,  bildirdiği  uyarılar  ve  emirlerdir.  Çünkü  Kur’anda  numarasız  besmeleleri  saymazsak  mevcut  bulunan  6234  ayet  de  Resül’ün  ağzından  sudur  etmiş  ( dağılmış )  anlam  bulmuştur  ve  Kur’anın   Zümer  Sûresinin  23. ayetinde  Ahsenil  Hadis   dediği  ve  üzerine  başka  hiç  bir  kimsenin  söz  söyleyemeyeceği  en  güzel  sözlerdir,  Allah’ın  ayetleri  ve  vahyidir.  Bu  nedenle  çeşitli  Kur’an  ayetlerinde ;

YUNUS  15  :  Ve  ayetlerimiz  onlara  açıkça  okunduğunda,  Bize  kavuşmayı  ummayanlar ; “  Bundan  başka  bir  Kur’an  getir,  yahut  bunu  değiştir. “  dediler.  De  ki : “ O’nu  kendimin  öngörmesiyle  değiştirmem  benim  için  söz  konusu  olamaz.  Ben  sadece  bana  vahyolunana  uyuyorum.  Rabbime  isyan  edersem,  kesinlikle  büyük  bir  günün  azabından  korkarım.

ENAM  114  :  Ve  O  Size  Kur’anı  ayrıntılı  olarak  indirdiği  halde,  Allah’tan  başka  hakem  /  hakk  ile  hükmeden  birini  mi  arayayım ?

ENAM  145  :  De  ki  :  "  Bana  vahyolunanda,  onları  yiyen  için,  leş  veya  akıtılmış  kan  yahut  domuzun  eti,  yahut  Allah'tan  başkası  için  tahsis  edilmiş,  bir  hak  yol  dışına  çıkış  gösterimi  olan  hariç,  haram  edilmiş  bir  şey  bulamıyorum. "....

MÜRSELAT  50  :  Artık  onlar  Kur’andan  sonra  hangi  hadise / söze  inanacaklar ?

Denilmekte,  Enam  Sûresinin  50. ayetinde  de  "  De  ki  : "   Ben  size  Allah'ın  hazineleri  benim  yanımdadır  "  demiyorum.  Görülmeyeni,  duyulmayanı,  geçmişi  ve  geleceği  de  bilmem.  Size  "  Ben  bir  meleğim  " de  demiyorum.  Ben  yalnızca  bana  vahyedilene  uyuyorum..."  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi  ve  üstelik  de  peygamberin  ancak  kendisine  indirilen  vahye  göre  hareket  edebileceği,  Tahrim  Sûresinin  1. ayetinde  de  "  Ey  Peygamber !  Eşlerinin  rızalarını  arayarak  Allah'ın  helal  kıldığı  şeyi  niçin  sen  kendine  haramlaştırıyorsun ? Ve  Allah,  çok  bağışlayan,  çok  merhamet  edendir. "  ifadesiyle,  haram,  helal,   hüküm  ve  şeriat  koyma  yetkisinin  sadece  Allah’a  ait  ve  Kur'anda  olduğu,  bildirilmektedir. Aksi  halde  Peygamberin  dahi  Allah'ın  azabından  korkacağının  aktarılmasına  rağmen,  Allah'ın  hesap  günündeki  azabından  korkmadan  Hadisleri  din  yapanların  deşifre  edilerek  bin  dört  yüz  yıl  önce  Kur'anın  mucizevi  bir  devrim  ile  öngörerek  ilân  etmiş  olmasına,  kimsenin  Dine  müdahale  etmesine  izin  verilmediği  halde  buna  rağmen  yapılan  uyarılar  hiçe  sayılmıştır.  Böylece  Hakk  Dine,  Peygamberimizin  vefatından  sonra,  Kur'ana,  O’nun  emanetine  tam  anlamıyla  sahip  çıkılamamış  ve  üstelik  de  O’na  atfedilen,  yalan  yanlış  pek  çok  uydurma  sözlerle  /  hadis  ve  rivayetlerle  Kur’an  yetmez  denilerek,  Kur'an  dışı  ilaveler  ve  ulema  yorumları  ile  Allah’ın  saf  ve  tertemiz  dininden  farklı  hale  getirilmiştir.  

Yanlış  olan  bu  anlayış,  bugün  de  hala  aynen  ve  daha  da  sınırları  çizilmiş,  derinleşmiş  bölünmelerle  sürdürülmektedir. Allah’ın  saf  ve  tertemiz  dininin  içerisine  çünkü  Veliler,  Şeyhler,  İmamlar,  Üstatlar  eliyle  güç  ve  ideolojiye  dayalı  bir  çok  uydurulmuş  hadis  ve  rivayet  egemen  kılınarak  aracı  ve  katkı  maddeleri  olarak  yerleştirilmiştir.  Halbuki  Hakka  Sûresinin  44 - 47. ayetlerinde :  “  Eğer  Resül  /  Peygamber  Muhammed  bazı  sözleri  Bizim  sözlerimiz  olarak  ortaya  sürseydi,  kesinlikle  O'ndan  tüm  gücünü  alırdık. Sonra  O'ndan  can  damarını  kesinlikle  keserdik.  Artık  sizden  hiç  biriniz  O'na  siper  de  olamazdınız. "  ifadeleriyle  Rabbimizin  yaptığı  uyarı  ve  tehdidine  bağlı  olarak  Peygamberler,  kendilerine  gelen  vahiyleri  saklamadan,  değiştirmeden,  olduğu  gibi  insanlara  aktarmak  zorunda  olduklarından,  Peygamberimiz  de  bu  ilâhi  sistem  içerisinde  yer  alan  elçilerden  biri  olmuştur. Maide  67.  İsra  73.  Hicr  9. ayetlerinde  Peygamberimizin  Yüce  Allah’tan  aldığı  vahiyleri  eksiksiz  ve  doğru  olarak  aktardığı,  bu  vahiylerin,  hem  vahyedilme  aşamasında,  hem  de  tebliğinden  sonra   Rabbimiz  tarafından,  her  türlü  beşeri  saldırıdan  korunacağı  bildirilmektedir.

Bütün  bu  gerçeklerden  dolayı  Kur’anın  tahrif  edilemeyeceğini,  bozulamayacağını,  değiştirilemeyeceğini   anlamış  olan  art  niyetliler,  üstelik  Enam  Sûresinin  38. ayetinde  de  "  Biz  bu  kitapta  hiç  bir  şeyi  eksik  bırakmadık. "  denilerek,  Hücurat  Sûresinin  1. ayetinde  "  Ey  iman  etmiş  kimseler !  Allah'ın  ve  Elçi'sinin  iki  eli  arasında  öne  geçmeyin /  dinde  kendi  görüşlerinizi  öne  çıkarmayın.  Ve  Allah'ın  koruması  altına  girin.  Şüphesiz  Allah  en  iyi  işitendir,  en  iyi  bilendir. " ifadeleriyle  belirtilerek  adeta  "  Allah  ve  Elçi'sini  yalan  ve  iftiralarınıza  malzeme  yapmayın.  Allah'ın  kitabında  olmayanı  varmış  gibi  göstermeyin,  Resûlullah'ın  söylemediği,  yapmadığı  bir  şeyi  söylemiş,  yapmış  gibi  aktarmayın,  size  bir  emir  verildiğinde  onu  tartışmadan,  itiraz  etmeden  uygulayın "  denilmektedir.  Ama  buna  rağmen  insanları  etraflarında  toplayarak,  kendilerine  bir  çevre,  itibar  ve  dünya  çıkarlarını  elde  etme  amacında  olan  bir  takım  önder,  Veli,  Evliya,  Seyit,  Mürşit,  İmam  denilen  kişiler,  ayetlerin  uyarılarının  aksine  daha  sonraki  zamanlarda  Peygamber  adına  söylenen  sözleri  daha  işin  başında  Din  eğitimi  için  ;

* Hadislere  inanmamak,  güvenmemek,  insanı  dinden  çıkarır,  hadissiz  din  olmaz.  ( Müslim  833 )  

* Kur'an  sünnete  muhtaçtır,  ama  sünnet  Kur'ana  muhtaç  değildir. ( Darimi  Mukaddime  sa.  49. ) 

* Kur'anın  sünnete  olan  ihtiyacı,  sünnetin  Kur'ana  olan  ihtiyacından  daha  fazladır.  ( İbn  Abdilber,  Camiu  Beyani'l  İlim  II. 1194 ) 

* Kur'anı  Kerim  tercümesini  Kur'anı  Kerim  yerine  okumak  haramdır.  ( Fetavari  Fıkhiyye  sa. 37 )   

*  Kim  kendi  görüşüne  dayanarak  Kur'an  hakkında  konuşursa,  söylediğinde  isabet  etmiş  olsa  bile  hata  yapmıştır.  ( Ebu  Davud  Sünen  Ha. 3652 ) 

Gibi  uydurma  hadislerle  insanları  tehdit  etmişler,  Ulema,  Hoca  Efendi  dedikleri  kişiler  de  ısrarla  Kur’anın  hadislere  ihtiyacı  vardır  şartlandırmasıyla  küfre  ve  şirke  girdiklerinin  de  farkında  olmadan  beyinleri  yıkamışlar,  Allah'ın  Kitabını, insanların  oluşturduğu  hadis  kitaplarıyla  karşılaştırırken  ve  Kur'anın  önüne  geçirirken  şirkin  dibine  inmişlerdir. Peygamberimizin  ölümünden  iki  yüz  yıl  sonra,  üzerine  atfedilen  sözleri  “ Hadis “ adı  altında   toplamaya   başlamış  ve  Dine  Kur’anın  dışında   Peygamberimizi  de  alet  ederek  müdahale  etme  yolunu  bulmuşlardır.  Bunun  ardından   Müslümanlar  arasında   Peygamber  dinde  “ Sünnet  “  ardından  Ulemanın  icması,  Allah  da  “ Kitap “  kavramıyla  ifade  edilir  olmuş,  Kur'anın  dışında  sünnet,  icma,  fetva  kavramlarıyla  birden  fazla  kaynaklı  bir  inanç  sistemi  ortaya  çıkmıştır.  Ardından  Emevi  Arap  kökenli  Ehli  Sünnet  ekolünce  bütün  hadis  ve  rivayetlerin  toplandığı  Kütübi  Sitte,  Ali  ve  taraftarları  tarafından  oluşturulmuş  Şia  Ehlibeyt  ekolünce  Kütübi  Erba  kitapları  Kur'anın  yerine  inançlarının  temel  kitabı  yapılmış,  birilerinde  Ulema  ve  ululaştırılmış  sahabeler,  Veliler,  diğerinde  de  on  iki  imamlar  Allah'ın  ortağı  yapılmıştır.  Bunların  doğal  sonucu  olarak  da  özel  kılıflarda  duvara  süs  olarak  asılan  Kur'an,  sadece  Ramazan  ayında  mukabele  adında  anlamadan  Arapça  okunup  ölülere  hediye  edilen,  terk  edilmiş  bir  Kitap  haline  getirilmiştir.

Sünnet  :  Yol,  gidiş,  tabiat,  uygulama  demektir.  Genellikle  de  halk  arasında  Peygamberin  sürekli  yapa  geldiği  davranışları  olarak  anlaşılır.  Kur’anda  Peygamber  Sünneti  diye  bir  kavram  geçmez.  Buna  karşın  “  Sünnetullah  “  ifadesiyle   Allah’ın   uygulama   şekilleri,  kanun,  düstur,  kural,  ilke  ve  hükümleri   kastedilir.  Fakat  Kur’anda  yeri  olmamasına   rağmen  yukarıda  çıkış  rivayeti  ile  açıkladığımız  gibi,  Kur'andaki  Resül  sözcüğünün  anlamı  doğru  olarak  kavranamadığından,  daha  sonraları  uydurma  hadis  ve  rivayetlere  dayanan  Peygamberin  Sünneti  diye  bir  kavram  icat  edilmiştir.  Peygamberin  sünneti  bir  bütündür  denilerek  Kur’anı  Kerim’den  sonra  Dinin  ikinci  kaynağı  olarak  kabul  edilmiştir,  hatta  Kur'andan  din  öğrenilmez,  her  aradığınızı  bulamazsınız,  siz  Kur'anı  anlayamazsınız,  Kur'anı  sadece  Arapça  hakkıyla  okuyarak  hatim  ediniz,  her  harfine  on  sevap  kazanırsınız  yönlendirmeleriyle  Kur'anın  da  önüne  geçirilmiştir,  şirkin  dibine  inilmiştir.  Fıkıh  usulünde  de  delil  olarak  kullanılmaya  başlanan  Peygamber  sünneti,  Peygamberden  geliş  şekline  göre  söz,  fiil,  takrir  veya  tasvip  olmak  üzere  üçe  ayrılmış,  bölümler  ihdas  edilmiş,  başlı  başına  bir  ilim  dalı  haline  getirilmiştir. 1. Kavli  sünnet  :  Peygamberin  çeşitli  vesilelerle  söylemiş  olduğu  sözlerdir.  2.  Fiili  Sünnet  :  Peygamberin  yaptıklarıdır.  3. Takriri  Sünnet  :  Peygamberin  görüp  işittiği  bir  işe  karşı  çıkmaması  ve  onaylamasıdır  denilmiştir.  Buhari  Bed’ul  Vahy 1.  Hadisinde  “  Ameller  niyetlere  göredir “  ifadesi  Kavli  Sünnete,  Peygamberin  abdest  alma,  namaz  kılma,  Hacc  farızasındaki  yaptıkları  ve  bu  gibi  şekli  davranışları  Fiili  Sünnete,   Peygamberin  Muaz  bin  Cebel’i  Yemen’e  Vali  olarak  gönderirken  kendisine  gelen  meseleleri  nasıl  çözeceğini  sormuş,  o  da  konu  ile  ilgili  hükmü  önce  Kur’anda,  onda   bulamazsa  Sünnette  arayacağını,  bu  iki  kaynakta  bulamadığı  takdirde  de  kendi  re’yi  ile  çözeceğini  söylemiştir.  Efendimiz,  onun  bu  cevabını  yerinde  bularak  memnuniyetini  ifade  etmiştir,  onun  bu  yaklaşımını  onaylaması  ise  Takriri  Sünnete  örnektir.  Denilmektedir. Oysa  Peygamberimizin  zamanında  Peygamber  Sünneti  diye  bir  kavram  yoktur  ve  üstelik  de   Peygamberimiz  bütün  kararlarında  vahiy  beklemekte  ve  ona  göre  ayetlerle  kararlar  vermektedir.  Bu  gerçek,  bu  hadis  ve  rivayetleri  sonradan  kurgulayan  Ulemanın  her  nedense  dikkatinden  kaçmaktadır.

Ülkemizde  Ulema  ve  Din  sorumlularınca  Kur'anın  Türkçeleştirilerek  okunması  yasaklandığı  halde,  uydurma  hadis  ve  rivayet  kitapları  Türkçeleştirilmiş,  çoğaltılarak  yaygınlaştırılmış,  adeta  Kur'anın  önüne  geçirilmesi  özellikle  hedeflenmiştir. Sünnet,  yapısı  bakımından  tasnife  tabi  tutulduğu  gibi,  rivayet  ( Söylentiler )  bakımından  da  mütevatir  ( Herkesin  doğruluğunu  kabul  ettiği  yaygın  ve  sağlam  haber ),  meşhur  ve  ahad  ( bir  ve  tek  olan )  kısımlarına  ayrılmaktadır.  Mütevatir  hadis :  İlk  üç  nesilde ( sahabe,  tabiin  ve  tabiini  izleyenler )  dönemlerindeki  büyük  bir  topluluğun   Peygamberden  aktarmış  olduğu  rivayetlerdir. “  Bu  türden  sünnet  ile  amel  etmek  farz  olduğu  gibi,  onu  inkâr  eden  de  kâfir  olur. “  denilmekte,  kendilerinin  bizzat  şirke  girmiş  olmalarına  rağmen  insanlar  korkutulmaktadır. *  Peygamber  Efendimiz  bir  hadisi  şeriflerinde  “  Kim  insanların  takip  edeceği  güzel  bir  sünnet  / adet  başlatırsa,  kendisine  hem  o  davranışın,  hem  de  kıyamete  kadar  onu  örnek  alan  kimselerin  sevabı  verilir.  Kim  de  kötü  bir  sünnet  /  adet   başlatırsa,   kendisine  hem  o  davranışın,  hem  de  kıyamete  kadar  onu  örnek  alan  kimselerin  günahı  yüklenir. “  buyururken  sünnet  kelimesini  kullanmıştır ( İbn i  Mace  Mukaddime  36,  Şevkani  Darul  Fikr  67 )   Denilen  rivayetlerle  de  Müslümanlar  uyutulmaktadır. 

İyi  de  bu  ifadelerin  aynısı  ve  benzer  uyarıları,  zaten  Nisa  85,  Enam  160,  Fussilet  46,  Zilzal  8  ve  daha  birçok  Kur’an  ayetlerinde  dile  getirilmekte  ve  hiç  birinde  de  Peygamberin  sünnetidir  diye  bir  ifade  bulunmamaktadır.  Bu  konuda  uyarıda  bulunmak  isteyen  birinin  Allah’ın  bu  ayetlerini  okuması  yetmez  midir ?  Bir  şeyin  aslı  dururken,  suretine  ne  gerek  vardır  demek  suç  olabilir  midir ?  Üstelik  de  tarihi  süreç  içerisinde  Peygamber'in  Sünnetinin  bağlayıcılığı  ve  sınıflandırılması  konusunda,  farklı  yaklaşımlar  olmuştur.  Peygamberin  Sünnetinin  tamamına  mı ?  yoksa  bazılarına  mı  mutlaka  uyulması  gerekliliği  konusunda,  alimler  arasında  farklı  görüşler  ortaya  çıkmıştır. Her  bir  ayrıntı  da  değişik  mezheplerle  değişik  şekillerde  ve  farklı  sayılarla  ele  alınmıştır.  Örneğin  İbn  i  Kuteybe  bağlayıcılık  açısından  sünneti  üç  bölüme  ayırmış,   Peygamberin  beşer  olarak  ortaya  koyduğu  hususlar  ile,  şahsi  tecrübelerinden,  adet  ve  örften  kaynaklanan,  dini  bir  amaç  gütmeksizin  yaptığı  işlerin,  bütün  ümmeti  bağlamayacağını  belirtmiştir.  Çağdaş  yazarlardan  Muhammed  b.Tahir  b. Aşan  da,  Kur’an  ayetleriyle  verilen  emirlere  göre  Peygamber  Sünnetini  Yasama  ( teşri )  Fetva  ( Yargı )  Devlet  başkanlığı,  İyiye  güzele  teşvik,  Nasihat, Arabuluculuk,  Danışmanlara  yol  gösterme,   Mükemmele  yönlendirme,  Yüce  hakikatleri  telkin,  İkaz  ve  uyarı,  Maddi  ihtiyaç  ve  Fıtri  olmak  üzere  on  iki  kategoride  mütalaa  etmiş,  adeta   Peygamber'in  Kur’anın  vahyine  göre  hareket  ettiğini  teyit  etmiştir.  İyi  de  ama  zaten  Peygamberin  bu  yaptıklarının  tamamı  kendi  sünneti  değil  ki,  Allah’ın  hüküm  ve  emirleri,  Allah’ın  yarattığı  ve  koyduğu  kurallardır,  kanunlardır,  hükümlerdir, Sünnetullahtır.

Resülullah  ( a.s. )  da  herkes  gibi  bir  beşerdir. Kur’anda  Kehf  Sûresinin  110. ayetinde, “  De  ki  :  “  Ben  ancak  sizin  gibi  bir  beşerim.  Bana  ilâhınızın  ancak  bir  ve  tek  ilâh  olduğu  vahyolunuyor. “  denildiği  gibi  yapısal  olarak  diğer  insanlardan  hiç  bir  farkı  yoktur.  Peygamber ( Nebi )  olmadan  önce  de,  Kur'anda  Ankebut  Sûresinin  48. ayetinde  “  Ve  sen  bundan   evvel   herhangi  bir  kitaptan  okumuyordun.  Sen  Kur’anı   kendiliğinden  yazmıyorsun.  Eğer   böyle   olsaydı   batıla   inananlar  kesinlikle  kuşku  duyacaklardı. “  Şura  Sûresinin  52. ayetinde “  İşte  böylece  Biz,  sana  da  Kendi  emrimizden  olan  Kur’anı  vahyettik.  Sen  kitap  nedir,  iman  nedir  bilmezdin.  Fakat  Biz  onu  kullarımızdan  dilediğimizi  kılavuzladığımız  bir  nur  /  ışık  yaptık.  Hiç  kuşkusuz  sen  de  dosdoğru  bir  yola  kılavuzluk  etmektesin. “  Duha  Sûresinin  6 – 8. ayetinde “  O  seni  yetim  olarak  bulup  barınağa  kavuşturmadı  mı ?  Seni  dosdoğru   yol  dışında  biri  olarak   bulup  da  dosdoğru  yola  kılavuzluk  etmedi  mi ?  Seni  aile  geçindirme  zorluğu  içinde  bulup  da  zengin  etmedi  mi ?  “  ifadeleriyle  40  yaşına  kadarki  döneminde  yanlışlarının,  eksiklerinin  de  olduğu, Din  hakkında  hiç  bir  şey  bilmeyen,  inişli,  çıkışlı,  normal   ve  basit   insanlar  gibi  olan  hayatı  anlatılmaktadır.

Kur'anımızda  bir  çok  ayette  örneğin  ;  Maide  Sûresinin  92. ayetinde  ;  “  Ve  Allah’a  itaat  edin,  Rasül’e  /  Elçi’ye  itaat  edin  ve  sakınıp  tedbirli  olun.  Artık  eğer  uzak  durursanız,  biliniz  ki  Rasül’e  düşen   sadece   apaçık   tebliğdir. “  Ali  İmran  Sûresinin  32. ayetinde  ;   “  De  ki  Allah’a  ve  Rasül’e  /  Elçi’ye  itaat  edin.  Artık  yüz  çevirirlerse  biliniz  ki  şüphesiz  Allah  kâfirleri  /  Kendisinin  ilâhlığını,  rabliğini  bilerek  reddeden  kimseleri  sevmez. “  ifadelerinde  olduğu  gibi  daha  birçok  ayette  Nisa  59,  Enfal  1,  20,  21,  46,  Nur  54,  56,  Muhammed  32,  Mücadele  13,  Tegabün  12,  ayetlerinde  de  “  Rasül’e  itaat  edin  “  ifadesiyle  uyarılar  bulunmaktadır. Fakat  yukarıda  yaptığımız  açıklamalara,  örneklediğimiz  Kur'an  ayetlerine  rağmen  Peygamberimizin  vefatından  iki  yüz  yıl  sonra  ortaya  çıkartılmaya  ve  toplanmaya   başlanan,  doğruluğu,  Kur'ana  uygun  olup  olmadığı  tartışmalı  olan,  Peygamberimizin  üzerine  atfedilen  hadis  adı  altındaki  sözler,  sadece  Resülullah’ın  dine  koyduğu  ilkelerin,  kuralların,  sünnetin  kastedildiği  olarak  anlaşılmış,  bu  ayetler  de  yanlış  yorumlanarak,  sonradan  icat  edilen,  itaat  edilmesi  gereken  Hadis  ve  Rivayetler  dinin  kaynağı  olarak  kabul  edilmiştir. Bu  inançlar  Kur’anın,  sadece  Allah’a  ait  olan  Hakk  Dininin  yozlaşmasının  başlıca  nedenlerinden  biri  haline  getirmiştir. Böylece  bu  ayetlerdeki  “  Resül’e  itaat  “  ifadesi  de  sadece  Peygamberin  adına  söylenmiş  olan  sözlerin  ve  buna  bağlı  olarak  oluşturulan  Peygamber’in  Sünnetinin   kabulü  olarak  algılanmaktadır.  

Bu  inançta  olan  İlâhiyatçı  öğretim  görevlileri  ve  çevrelerince  “  Allah  u  Teala  Kur’anı  Kerim’de  bizlere  birçok  ayette  Resulullah’a  ( s.a.v )  uymamızı  emretmekte  ve  Nisa  Sûresinin  80. ayetinde  “  Kim  Rasül’e  itaat  ederse,  Allah’a  itaat  etmiş  olur. “  Maide  Sûresinin  92. ayetinde  “  Allah’a  itaat  edin,  Rasül’e  de  itaat  edin  ve  kötülüklerden  sakının “  denildiği  gibi  bu  ayetlerde  mutlak  olarak  Resülullah’a ( s.a.v )  itaat  emredilmiş  ve  O’na  itaat  etmek,  Allah’a  itaat  olarak  belirtilmiştir.  Dinin  getirmiş  olduğu  hükümler,  bir  bütün  olarak  değerlendirildiğinde  Rasülullah’a  itaat  edilmeden  kulluk  görevinin  yerine  getirilemeyeceği  ve  alemlere  rahmet  olarak  gönderilen  Peygambere  itaat,  dolayısıyla  O’nun  sünnetinin  bağlayıcılığı,  Allah’a  olan  sevginin  fiili  bir  göstergesi  olarak  kabul  edilmiş  ve  bu  sevginin  kuru  bir  iddia  olmadığının  ancak  bu  şekilde  ispatlanacağı  belirtilmiştir.  Ali  İmran  Sûresinin  31. ayetinde  de  Allah  u  Teala  ;  “  De  ki :  Eğer  Allah’ı   seviyorsanız  bana   uyun  ki   Allah  da  sizi   sevsin  ve  günahlarınızı  bağışlasın.  Ve  Allah,  kullarının  günahlarını  çok  örten,  onları  cezalandırmayan  ve  bağışı  bol  olandır,  engin  merhamet  sahibidir. “  buyurmuştur.  Yukarıda  ayrıntılarına  değindiğimiz  ve  açıkladığımız  Haşr  Sûresinin  7. ayetinin  bir  bölümünde  yer  alan ;  “  Peygamber  size  ne  verdiyse  / neyi  emrettiyse  onu  alın,  size  neyi  yasakladıysa  ondan  sakının  ve  Allah’tan  korkun.  Çünkü   Allah’ın  azabı  çetindir. “  denildiği  ifadelerine  bağlı  olarak  Peygamberin  Sünnetinin,  üzerine  atfedilen  hadislerin  Müslümanlar  için  model  olduğu  vurgulanmış  ve  Allah’ın  rızasına  uygun  bir  hayatın  ancak  O’nun  Sünnetine  uymak  ile  mümkün  olacağı  belirtilmiştir.  Yine  bu  inançlara  bağlı  olarak  ortaya  atılan  hadislerden  birinde  "  Peygamber  de  veda  haccında  ümmetine  iki  şey  bırakmıştır. ( Allah’ın  Kitabını  ve  Resulullah’ın  sünnetini )  bu  ikisine  sarıldıkları  müddetçe  doğru  yoldan  ayrılmayacaklarını  söylemiştir. ( Malik  b. Enes  Muvatta )  “  denilerek  ve  ayetleri  de  delil  gösterilerek,  Peygamberin  Sünneti  ve  onun  bağlayıcılığı  anlayışına  sahip  çıkılmaktadır.  Hemen  burada  belirtelim,  Peygamberin  ümmetine  iki  şey  bıraktığı  hadis  ifadesi  tamamen  yalan  ve  Peygamberin  üzerine  atılan  en  büyük  iftiralardan  birisidir.  Kur'an  hükümleri  ve  ahlâkı  ile  eğitilmiş  bir  peygamber,  Allah'ın  hükümlerinin  ( Kur'anın )  yanında  bir  de  kendi  hükümlerini  emanet  etmeye  kalkıp  küfre  girebilir  mi ?  Asla !  Veda  Haccı  esnasında   Peygamberin  Müslümanlara  sadece  Kur'an  olmak  üzere  bir  tek  emaneti  olmuştur. Kimileri  tarafından  sonradan  ilave  edilen  ne  sünnet,  ne  de  ehlibeyt  diye  bir  ikinci  emanet  yoktur.  Olamaz  da !

Yukarıda  ele  alınan  ve  uyulması,  itaat  edilmesi  gereken  sünnete  delil  gösterilen  ayetlerin  tamamı,  Peygamberin  Medine  dönemindeki  risaletine  aittir,  ayetlerde  de  Allah’ın  vahyini  tebliğ  eden  Resül  unvanı  yer  almaktadır.  Rasül  de  Allah'tan  aldığı  vahyi  ve  Kur'an  ayetlerini  tebliğ  etmektedir. Üstelik  de  Peygamber  artık  sadece  bir  Resül  ( Elçi )  değil,  aynı  zamanda  da  Devlet  başkanıdır.  Savaşların,  saldırıların,  çatışmaların  yoğun  olduğu  bu  dönemde  aynı  zamanda  da  bir  Askeri  Komutandır.  Hakimdir,  kısacası  bütün  yönetimlerin  emrini  verir   konumundadır.  Bu  dönemde  vahyedilen  ayetlerde  de  kendisine  vahyedilmiş  ayetler  çerçevesinde  kararlar  alıp  uygulamaya   çalıştığı,  etrafında   bulunanların  muhalefet  ettikleri  veya   gevşek  davrandıkları  dile  getirilmekte,  bu  nedenle  de  Rabbimizden  “  Resül’e  itaat  edin,  Resül’e  itaat  Allah’a  itaattir. “  diye  azar  işittikleri  görülmektedir.  Başka  bir  ifadeyle  Resülullah’ın  etrafındaki  itiraz  edenlere,  karşı  çıkanlara  “  O’nun  aldığı  kararlara,  yaptığı  içtihatlara  saygılı  davranmaları,  Devlet  Reisi,  Ordu  Komutanı  sıfatlarını  da  taşıması  nedeniyle  Elçi’ye ( Resül’e )  askeri  ve  idari  alanlarda  ters  harekette  bulunmamaları  emredilmektedir. “  Ahzab  Sûresinin  36. ayetinde  de ;  “  Ve  Allah  ve  Rasül’ü  /  Elçi’si  bir  işte  hüküm  verdiklerinde,  hiç  bir  mümin  erkek  ve  mümin  kadın  için  kendi  işlerinde  serbestlik  yoktur.  Ve  kim  Allah’a  ve  Rasül’üne  /  Elçi’sine  isyan  ederse  o,  açık  bir  sapıklıkta  sapmıştır. “  denildiği  gibi  “  Resül’e  itaat  “   Peygamberin  sağlığında  yürüttüğü  görevlerine  ve  tebliğ  ettiği  Kur'an  ayetlerine  yöneliktir.  Bugün  Resül’e  bu  konularda  itaat  edecek  veya  etmeyecek  bir  durum  söz  konusu  değildir.  Elbette  ki  sağ  olup  başımızda  bulunsa,  O’na  ne  muhalefet,  ne  de  itaatsizlik  ederiz.  Emri  başımızın  üstünde  olur.  Bugün  ise  Nisa  Sûresinin  59. ayetinde  “  Eğer  herhangi  bir  şeyde  anlaşmazlığa  düşerseniz  onu  Allah  ve  Elçiye  /  Kur’ana   havale  edin. “  denildiği  gibi   Mümin,  Allah’ın  kitabını  hakem  kılarak  her  problemi,  her  anlaşmazlık  ve  uyuşmazlığı,  tamamlanmış  olan  Kur’ana   havale   etmek,  problemleri   Kur’an  hükümleriyle  çözmek  durumundadır.

Peygamber  Allah’ın  vahyini  tebliğ  ederken  Resül  olma  vasfı  ile  görevini  yerine  getiriyordu  ki,  bu  durumda  Allah  elçisine  kesin  itaat  emredilmiştir. Çünkü  Allah  Rasülü,  asla  dışına  çıkmadan  ve  sadece  Kur’ana  uyarak  aldığı  vahyi  tebliğ   ediyordu.  Geleneksel  İslam  anlayışında  Nebi  ve  Resül  sözcüğünün  anlamlarının  özellikle  birleştirilerek  sadece  Peygamber  sözcüğü  ile  kullanılmasında   çok  özel  neden  bulunmaktadır. Eğer  Nebi  ve  Resül  sözcüklerinin  arasındaki  nüans  ve  vasıf  farklılıkları  toplum  tarafından  fark  edilirse,  günümüzde  inanılan, Dinin  Kur’andan  sonra  ana  ikinci  kaynağı  ilan  edilen  Sünnet ( Hadisler  olmazsa  İslam’ı  yaşayamayız )  inancı  çöker  ve  yok  olur.  Mümtehine  Sûresinin  12. ayetinde  ;  “  Ey  Peygamber  / Nebi !  İnanmış  kadınlar  sana,  Allah’a  hiç  bir  şeyi  ortak  koşmamaları,  hırsızlık   etmemeleri,  zina  etmemeleri,  çocuklarını  öldürmemeleri,  elleri  ile  ayakları  arasında  bir  iftira  uydurup  getirmemeleri,  vahye  uygun   hususlarda  sana  isyan  etmemeleri  üzerine  bağlılık  yemini  ederek  gelirlerse,  hemen  onların  bağlılık  yeminlerini  al  ve  onlar  için  Allah’tan  bağışlanma  dile. Şüphesiz  Allah  çok  bağışlayan  çok  merhamet  edendir. “  Tahrim  4 – 5,  Ahzab  28,  Mücadele  1 – 2,  Tur  48.  ayetlerinde  yine  Ey  Peygamber (  Nebi )  hitabı  ile  anlatılanlardan  görülmektedir  ki  hüküm  veren  yalnız  Allah’tır.  Resül’ü  de  bu  hükümleri  kullara  tebliğ  edendir,  iletendir

Allah,  Kur’an  ayetleriyle  Resül’üme  uyun  derken,  O’nun  tebliğ  ettiği  ayetlere,  vahye,  Kur’ana  uyun  demek  istediğini   anlatmaktadır.  Hiç  bir  ayette  de  Nebi’ye  uyun  ifadesi  bulunmamaktadır.  Dolayısıyla  itaat  edilecek  olanlar,  dine  sonradan  enjekte  edilmiş  olan  Peygamber  Sünneti  kavramı  değil,  Allah’ın  hükmü,  vahyi,  ayetleri  ve  Kur’andır.  Peygamber  sevgisini  abartanlar,  Allah’ın  Resül’ünü  kul  ve  elçilikten  Rabbliğe,  ilâhlığa,  Şari’liğe  /  Dinde  hüküm,  şeriat  koyma  makamına  terfi  ettirmişler,  Allah  gibi  hükümler  koyabileceğini,  haramlaştırma,  helalleştirme  yaptığını,  ayetleri  yorumladığını  iddia  etmişlerdir. Bunların  şirk  oluşturduğunu  ise  görmezlikten  gelmişlerdir. 

Sonuç  olarak  özetleyecek  olursak,  Peygamberimize  vahyedilmiş,  O’nun  ağzından  Rasül  olarak  biz  insanlara  tebliğ  edilmiş  olan,  " ahsenil  hadis "  denilen  Kur’anın  içinde  bulunan  bütün  ayetlere  inanılır,  itaat  edilir.  Müslümanlar  için  hepsinin  bağlayıcılığı  vardır.  Kur’anda  Allah’a  itaat  edin  denilen  ayetlerin  tamamında  Resül’e  de  itaat  edin  emri  vardır.  Bu  konu  Fetih  Sûresinin  10. ayetinde  de  "  Şüphesiz  sana  bağlılık  yemini  eden  şu  kimseler,  gerçekte  Allah'a  bağlılık  yemini  etmektedirler. "  ifadeleriyle  çok  net  olarak  açıklanmaktadır. Çünkü  Allah’a  itaat,  Resül’e,  O'nun  ağzından  çıkan  vahye  itaatle  mümkündür.  Allah  insanlarla  doğrudan  doğruya  herkesle  ayrı  ayrı  konuşamayacağından  dolayı,  emir  ve  isteklerini  her  zaman  insanların  arasından  seçtiği  bir  Rasül  ile  ulaştırmıştır.  Burada  Resul'ün  bir  temsil  etme  görevi  söz  konusudur.  Ancak  burada  çok  dikkat  edilmeli  ve  bazı  ayetlerin  de  yanlış  veya  yalan  değerlendirmesiyle,  şirke  sebebiyet  verilmemesi  bakımından,  Dinde   Allah  ve  Resül’ü  olarak  iki  otorite  kabulünün  yanlışına  düşülmemelidir.  Çünkü  Resül’ün  görevi  Allah’tan  aldığı  ayetleri  olduğu  gibi  iletmektir.  Onlardan  herhangi  bir  eksiltme  ve  ilave  yapamayacağı  gibi,  herhangi  bir  tahrif  de  yapamaz.  Ayrıca  Resül’ün,  Kitabı  ( Hikmeti )  beyan  görevi  de  nihayetinde  bir  tebliğ  faaliyetidir.  Bunun  yanında  Kur’anın  ayetlerinin  uyarılarının  da  fiilen  tatbikatı  da  Nebi'nin  görevidir,  bir  insan  tarafından  Kur’anın  bütün  ayrıntılarının  tatbik  edilebileceğini  ispat  etmektir. Kur’anın  bütün  tebliğlerine  itaat  etmiş  olan  aslında  kime  itaat  etmiş  olur ?  Elbette  ki  Allah’a  itaat  etmiş  olur.  Nebi’nin  tarihsel,  geleneksel,  sosyal,  kültürel,  coğrafi  ve  iklim  koşullarına  bağlı  olarak,  kendi  kişisel  fıtratına  dayalı  olarak  yaptığı  tercihleri,  giydiği,  kuşandığı,  yediği  içtiği  gibi  şeyler  Kur’an’a  dahil  edilmemiştir.  Bundan  dolayı  da  sünnet  adı  altında  müminler  için  herhangi  bir  bağlayıcılığı  yoktur. 

Bugün  Peygamber  Sünneti  denilerek  önümüze  konulanlara  uymak,  Peygamberden  gelen  her  şeyi,  hiç  bir  ayrıma  tabi  tutmadan  bir  bütün  olarak  kabul  ederek,  hatta  “  Deve  sidiğini  içmenin  hastalıklara  iyi  geleceği,  içine  sinek  düşmüş  çorbanın,  sinek  çıkarıldıktan  sonra  içilebileceği  "  gibi  zararlı  ve  mantık  dışı  saçma  hadisleri  dahi   makul  gören  inançlarla  bağlayıcılığı  açısından  da  hepsini  aynı  düzeyde  görerek  harfi  harfine  şartlanarak  kabul  etmek,  Kur’an  ayetlerinin  uyarılarına  ve  aklın  süzgecine  göre  ne  derece  doğrudur ?  Ama  buna  rağmen  bu  anlayış  ve  inançlardan  hareketle   Peygamber  neyi  yapmışsa    onu  aynen  taklit  etmenin  de  sünnet  olduğuna   inananlar,  “  sakal   bırakmak,  sarık  sarmak,  şalvar  veya   Arapların  giydiği  elbiseleri  giymek,  yemeği  yerde  yemek,  kaşığı  gavur  icadı  görüp  elle  yemek,  özellikle  yer  minderleri  kullanmak,  toprak  zeminde  namaz  kılmayı  istemek  gibi  konularda  da  hala  ısrarcı  olmaktadırlar.  Peygamberin  elini  yüzünü  yıkayıp  tükürdüğü  sudan  içmenin  kutsallığına  inananlar  bugün  de  hala  tarikat  şeyhlerinin  bitiremediği  artık  yemeklerin  kapışılması  yarışında  olmaktadırlar.  Ama  Peygamberin  sünneti  deyip  hadisleri  ağızlarından  bırakmayan  bu  zihniyetin  önderleri  gavur  icadı  dedikleri  son  model  arabalardan  da,  televizyon,  bilgisayar  ve  cep  telefonu  kullanmaktan  da,  havuzlu  villalardan  da  vazgeçememektedirler.  Aleme  verip  talkımı,  kendileri  yutmaktadırlar  salkımı !..

Peygamber  sünnetine  inanmış  olanlarca  kabul  edilmesi   ne  kadar  zor  olsa  da  bir  sözün  Allah  Resulü  tarafından  söylenip  söylenmediğini  belirlemek  müelliflerin  ilmi  durumuna  ve  insafına  kalmaktadır. Her  ne  kadar  titiz  bir  çalışma   yapılmış  olsa  da  rivayetler  onları  derleyenler  tarafından  tasnif  edilmişlerdir. Hadisleri  derleyenler  hakkında  övünçle  bahsedilen “  falan  kitabına  aldığı  hadisleri  300.000  hadis  arasından  titiz  bir  çalışma  sonucu  derleyerek  almıştır.  Kitabına  aldığı  5000  hadis  bu  titiz  çalışmanın  sonucudur ” şeklindeki  bir  yaklaşım,  çalışmanın  titizliğini  ortaya  koyduğu  kadar,  çalışmanın  sakatlığını  da  ortaya  koymaktadır. Müellifin  kitabına aldığı hadisler  ortada  vardır ama  almayıp  attığı  295.000  hadis  ortada  yoktur.  Atılan  bu  295.000  hadisin  Allah  Resulüne  ait  olup  olmadığı  müellifin  kendisi  tarafından  belirlenmiştir  ve  bu   hadisler  ortada  olmadığı  için  doğru  mu  yoksa  yanlış  mı  yaptığını  anlamak  mümkün  değildir. Hadisler  ne  kadar  güvenilir  ve  doğru  olursa  olsun  eninde  sonunda  değerlerini  müelliflerden  almaktadırlar. O  hadislere  Kur’an  kadar değer vermek aslında  Allah resulüne  değil,  Allah  resulüne  atfedilen  sözleri  kendisine  göre  derleyip  tasnif  eden  müelliflere  Kur’an  kadar  değer  vermek  anlamına  gelmektedir.  Bunun  yanında   hadislerin  tutarlılığı,  birbirini  açıklayıp  tamamlaması  kendi  içinde  değil  yine  müelliflerin  belirlemesiyledir. Oysa  Kur’an  kendi  sözlerinin  tutarlılığına  delil  olarak  yine kendi  sözlerini  getirmektedir. Yani  Kur’an’ın  tutarlılığı  herhangi  bir  müellifin  çalışmasına  bağlı  değildir. Biraz daha  açacak  olursak; Bir  hadisin  Allah  Resulüne ait  olup olmadığı  müelliflerin  kendilerinin  belirlediği  metotlara  göre yaptıkları çalışmaların sonucunda belirlenmektedir. Oysa  Kur’an’ın  Allah  kelamı  olup olmadığı  yine  Kur’an’la  anlaşılabilecek  bir  şeydir.  

Peygamberimiz  de  bir  insandı.  O'nun  da  eksikleri  ve  yanlışları  vardı,  hataya  düştüğü,  çaresiz  kaldığı  zamanlar  olmuştu.  Ama  Allah’ın  elçisi  olarak  O,  Kur’anın  ahlâkı  ile  taçlandırıldı,  fazileti  nuru  ile  aydınlatıldı.  Allah'ın  desteği  ile  yolları  açıldı.  Kur’an  ayetleri  ve  ahlâkı  ile  örnek  bir  baba,  örnek  bir  aile  reisi,  örnek  bir  arkadaş,  örnek  bir  Devlet  Başkanı  olmuştur. Allah’ın  son  elçisi  olarak,  Allah  ile  kulları  arasında  aracılık,  Resül'lük  ( Elçilik ) mevkisi  O'nunla  beraber  son  bulmuştur. Kapalı  mekânlardaki  Tapınak  Dinleri  inancını,  O  kıyam  ederek  sokağa  ve  halkın  arasına  taşıdı.  Kâbe’de  putları  O  kırdı.  Ancak  İslam  alemi  O’ndan  sonra  1400  yıldır,  kafalardaki  putları  kıramadı. Bugün  yine   tekrar  O’nun   zamanından  önceki  yanlışın  içindedir. Bu  defa  ağızdan  “ Müslüman’ım  elhamdülillah “  deyip  günde  40  defa  Salavat  getirenlerin  karşısında,  Mekkeliler  gibi  Allah’ın  kızlarının  taştan,  tahtadan  yapılmış  heykelleri  yok,  ancak  putlaştırılmış,  sonradan  Dine  enjekte  edilmiş  uydurma  Hadis  ve  Rivayetlerle  oluşturulmuş  ve  üzerine  havale  edilmiş  iftiralarla  Peygamber’in  Sünneti,  Sünneti  Seniye  inancı  ile  Allah’a  ortak  edilmiş,  Kâinatın  Efendisi  denilerek  ululaştırılmış,  tapılan,  şefaati  beklenen,  çok  uzakta  ve  göklerde  olduğunu   zannettiklerinden  dolayı,  ulaşamayacaklarını  düşündükleri   Allah’a  kendilerini  yaklaştırsın  diye  miraca  çıkardıkları  Muhammed  Peygamber  var.  Adına  Kutlu  doğum  haftaları  ve  Mevlit  kandili  adıyla  doğum  gününü  bırakın,  doğum  yılı  bile  kesin  olmadığı  halde  günler  oluşturulmuş,  cübbesi,  sakalı   eşyaları   putlaştırılıp,  öpülmeye  çalışılan,  burnunun  akıntısını  dahi  mübarek  "  sümükü  şerif "  deyip  üzerilerine  silinmesinin  kutsallığına  inanan,  ama   Arapçasının  dışında  anlaşılmak  üzere  hiç  okunmayan  ve  bize  yegâne   emaneti  olan,  fakat   terk  edilmiş  Kitabımız  Kur’anın,  bu  yapılanları  onaylayıp  onaylamadığı  hiç  sorgulanmayan  ve  bütün  bunlardan  habersiz  bir  Muhammed  Peygamber  vardır. 

Halbuki  Peygamberimizin,  bu  mümtaz  insanın  23  yıllık  Nebi  ve  Resül  olarak  bütün  yaptıkları,  Furkan  Sûresinin  43. ayetinde  " Sen  onların  üzerine  vekil  değilsin. "  Gaşiye  Sûresinin  22. ayetinde  "  Zorba  değilsin. "  Enam  Sûresinin  107. ayetinde  de  "  Biz  seni  onların  üzerine  bir  bekçi  yapmadık. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  onca  aşağılamaya,  zulme,  direnmeye,  tecrit  etmeye  karşı  tebliğ  görevinde  konulan  ve  dikkat  etmesi  gereken  üç  yasak  ve  sınır,  peygamberin  bunlara  uyarak  hareket  etmesi,  işte  Allah'ın  gösterdiği  yoldur,  sünnetidir,  aynı  zamanda  sadece  bu  alandaki  peygamberin  de  sünnetidir.  Sünneti  Seniye  denilen  de  aslında  Peygamberimizin  23  yıllık  hayatı  olan  Kur’an,   Allah’ın  koyduğu  hükümleri,  kanunları,  ilkeleri  ve  ezcümle  Sünnetullah  olmuştur.  Bu  nedenle  Ahzab  Sûresinin  21. ayetinde  “   Andolsun  ki  Allah  elçisinde  sizin ;  Allah’ı  ve  son  günü  uman  ve  Allah’ı  çokça  anan  kimseler  için  güzel  bir  örnek  vardır. “  denilerek  önerildiği  gibi,  Dinimizi  yaşarken,  hayatımızın  her  anında   örnek  alabileceğimiz,  hayatımızın  rehberi  olarak  görebileceğimiz   Peygamber’in   bir  çok  davranışı,  Kur’an  öğretisiyle  kazandığı  güzel  ahlâkı,  aldığı  örnek  kararlar  ve  tatbikatları  vardır.  Ama  Tarihin  ve  her  şeyin  birbirine  karıştırıldığı,  kimin  ne  zaman  ve  nerede  söylediği  belli  olmayan,  dilden  dile  dolaşan,  Kur'an  ayetleriyle  çelişen,  tutarsız,  saçma,  akıl,  mantık  ve  Peygamber'in  mümtaz  şahsiyeti  ile  bağdaşmayan,  uydurma  hadis  ve  rivayetlerden  oluşmuş  Peygamber’in  Sünneti  diye  bir  şey  yoktur. Eğer  Peygamberin  sünneti  diye  bir  inancı  söz  konusu  edeceksek,  o  da  Allah'ın  Kitabını  yaşamaktır.  Kur’anın  Hakk  Dininde  sadece  Allah’ın  Sünneti  vardır.  Zuhruf  Sûresinin  43. ayetinde  "  Öyleyse  sen,  sana  vahyedilene  sarıl.  Şüphesiz  ki  sen  dosdoğru  bir  yol  üzerindesin. "  ifadelerinde   gördüğümüz  gibi,  dosdoğru  yol   Allah'ın  vahiylerindedir,  İnsanlar  sadece  Allah'ın  vahyine  uymak  zorundadır.  Ve  bu  nedenle  de  ardından  Zuhruf  Sûresinin  44. ayetinde  "  Ve  şüphesiz  sana  vahyedilen  /  Kur'an,  senin  için  de,  toplumun  için  de  gerçekten  bir  öğüttür.  Siz  yakında  sorgulanacaksınız "  denilerek  peygamber  hadislerinden  ve  sünnetinden  değil,  Allah  katında  bizzat  Kur'andan  sorgulanacağımız  dile  getirilmektedir.  Anlaşılmak  üzere  okunabilen  Kur’anın  doğruları,  Kur’anın  Nur’u,  aydınlığı,  fazileti  ile  Allah’ın  selamı  ve  rahmeti  üzerinize  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !...

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

Doç.  Dr.  Zeki  Bayraktar  ( Kur’an  ve  Sünnet  Ama  Hangi  Sünnet )

Ali  Aydın  (  Nebi  ve  Rasül )

Doç.  Dr.  Necmettin  Kızılkaya  ( Sünnetin  Bağlayıcılığı )

Doç.  Dr.  H. Musa  Bağcı  ( Sünnet  ve  Hadisin  bağlayıcılığı  sorunu )

İslam  ve  İhsan.com  ( Sünnetin  Bir  Bütün  Olduğu )

Ramazan  Demir ( Yusuf  1  Hadım  Edilen  Peygamber )

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET