Yüce Rabbimiz Allah, Kâinatı, Evreni, Dünyayı ve üzerindeki canlı cansız varlıklarla yaşam düzenindeki ahengi en mükemmel şekilde yaratmıştır. Bu düzenin içerisinde de insan denen varlığı, Tin Sûresinin 5. ayetinde, " Şüphesiz Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık. " ifadeleriyle belirttiği gibi, diğer bütün varlıklardan farklı bir şekilde akıl, düşünme, irade ile seçme özgürlüğüne sahip olarak, en iyi görebilen, en iyi işitebilen, el ve ayaklarını en iyi bir şekilde kullanabilen, yine en mükemmel, en iyi donanımlı ve bütün diğer varlıklara üstünlüklü olarak yaratmıştır. İnsan toplulukları arasındaki yaşamı da en iyiye, en güzele, adalete, barışa, huzura ve mutluluğa yöneltmeyi de dünya yaşamının hedefi kılmıştır.
Yaratılışından bu yana fıtri olarak sosyal bir varlık olan insanoğlu da geçirdiği tarihsel, sosyal, toplumsal ve kültürel gelişim evrelerinde hep iyinin, güzelin, barışın, huzurun arayışı içerisinde olmuştur. Belki de bütün bu arayışlar, doğum, yaşam, ölüm ve sonsuzluğun çetin ayrıntıları karşısında düşünmeme saflığından sıyrılıp, insanlığının farkına varma çabalarının tezahürü, zaman zaman içinde kaldığı mana, ( doğa üstü güçler ) büyü, şahsi ruhlar inançlarının ötesinde, bir Yüce Tanrıya ulaşma basamakları idi. Bu nedenle ilkel dinlerde olduğu gibi insanoğlu, içinde bulunduğu zamanın koşullarına göre, kimi toplumlarda tabiatı ve tabiattaki olayları yönettiğine inandığı ruhlara yönelmiş, kimi toplumlarda gücün sembolü olarak gördüğü ateşe, güneşe yönelmiş, korku mitiyle kutsal kuvvetle donanmış olduğunu düşündüğü tabulara ( maddelere ve olumsuz duygularını ön plana çıkarmış kişilere ) boyun eğmiş, onlara dokunmaktan korkmuş, Hint mistitizminde olduğu gibi Brahmanizme ( nihai ve en yüksek mertebedeki dünya ruhuna sahip insana ) yönelmiş, bunun için Ganj nehrinde yıkanarak arınacağına, iyiye kavuşacağına, kimi toplumlarda nesebin şu veya bu şekilde devamı olarak gördüğü atalara ve onların put olan heykellerine, kimi toplumlarda da ölü ve ruhlarla temas kurabilme yeteneğine sahip olduğuna inandığı Şamanlara yönelmiştir. Değişik zamanlarda da Peygamberlerle ve onlara indirilen kitaplarla tek tanrı inancıyla tanıştıkları halde, tahrif edilen inançlarla Yahudiler Kudüs’te bulunan Beytül Maktis tapınağına yönelmiş, ağlama duvarı önünde dua ederek arınıp, iyiye ulaşabileceklerine, Hristiyanlar Kiliseye ve doğuya yönelmiş, İsa Peygamberin kendisini feda ederek, kendilerini bütün günahlarından arındıracağına, Allah katında kurtaracağına inanmışlardır.
Biz Müslümanlar da Allah katından görevlendirilmiş son Peygamber olan Muhammed ( a.s. ) ve O’na indirilmiş son Kitap Kur’an ile Kâbe’ye / Mescidi Haram'a, kılınan namaz ile fiziki yön olarak güneye, gerçek anlamını bilmesek de kıbleye yönelmiş bulunuyoruz. İnsanlarca imanın şartları deyip bir ve tek olan Allah’a, Peygamberlerine, Meleklerine, Kitaplarına ve Ahiret gününe iman ettim denildiğinde, Ulema tarafından İslam'ın beş şartı dayatmasının çerçevesinde, sadece Allah'la kul arasında olması gereken ritüellerle namazını kıldığı, Hacca gittiği, orucunu tuttuğu, zekât verdiği zaman, en iyiye ulaşıldığı, kılık kıyafet ayrıcalığı ile de gerçek Müslüman olunduğu düşünülmektedir. Bencillik zihniyetine ve şahsa ait ritüellerle yaşanmaya çalışılan bugünkü Din anlayışı ile, Allah katında en doğru inanca ulaşıldığına inanılmakta, kurtuluşa erildiği zannedilmektedir. İnanç adına bu yerine getirilen bireysel ritüeller, çoğunlukla mesleki, sosyal ve toplumsal hayattan kopuk, yaşamın bütünü ile hiç ilgisi olmayan, sanki tamamen şahsi bir iş, özel hayat için gerekli olan bir olgu olarak algılanır ve yaşanır olmaktadır. Böylece İslam Dünyasında ve ülkemizde de bölünmüş Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerle, radikal dincilerle uydurulmuş hadis ve mitolojik rivayetlerle, hurafelerle de Kur'anın dışında yaşatılan ve yaşanan yanlış dinler, inançlar ve bunlara bağlı yanlış uygulamalar egemen olmaktadır.
Bugün dünyada ve özellikle ülkemizde, bütün bu gerçeğinden saptırılmış ve yaşanan yanlış din ve inançlara, bütün bu yanlış olgulara bakılarak, dolayısıyla sonuç olarak sorumlusu sanki Kur'an, İslam ve Peygambermiş gibi saldırılar ve karalamalar ortaya çıkmaktadır. Halbuki Kur'anın gerçeği bu yanlış yaşanılan ve yaşatılan Dinler değildir. Buna rağmen aslında Kur'an bütünlüğü içerisinde nelerin olduğundan haberi olmayan, düşünmemiş, sorgulamamış, hayatı ile bağlantısını kuramamış, aklını kullanmamış, temel bir alt yapıya sahip olamamış, bilgisiz olduklarını dahi bilmeyen birtakım kişilerin son yıllarda Allah’ın, Kur’anın Hak Dini İslam’ın ve Peygamberlik müessesesinin karşıtı saldırıları, batının işgal ve katliamları ile maşa olarak kullandığı Sünni ve Şii öğretilerinin ürettiği Taliban, Boko Haram, İşid gibi radikal Dincilerin oluşturduğu görüntülerle baskı ve şiddet içerikli olduğu karalamaları, Kur'anın tutarsızlık ve mitolojik olaylarla bağlantılı uydurulmuş, ayetleri çelişkilerle dolu olan bir kitap olduğu iddiaları, İslam’ın önceki puta tapan dinlerin ve geleneklerin bir devamı olduğu, Müslümanlıktaki Allah sözcüğünün de put isimlerinden türetildiği, medyatik zeminlerde ve yazılan bazı kitaplarda çok sıklıkla yer alır olmuştur. Bu bağlamda ;
* Sosyal bilimciler dinin kaynağını Psiko Sosyal etmenlere indirgemişler, buna bağlı olarak sosyal ideolojinin de benimsediği söylem olarak dini, daha ziyade tarih boyunca yönetenler ve yönetilen sınıflar arası mücadelelerin bir ürünü olarak görmüşler, doğaya yenik düşen insanların Tanrılara, kendileri de aslında ne olduğunu bilmedikleri halde şeytanlara, ruhlara, mucizelere inandıklarını ifade etmişlerdir.
* Arkeolojik araştırmacılar da Tarih ve İslam öncesi dini inanç ve törenlere işaret eden birtakım mağara çizimleri, kitabe ve tablet figürlerinden yola çıkarak, Dini inançlara dönük çıkarımlarda bulunmuşlar, kullanılan isim ve sembollerle bunların da bugünkü inançların temelini oluşturduğunu iddia etmişlerdir.
* Ateistlerce de aslında Evrendeki bütün olayların kendi iç dinamikleriyle oluştuğu, Tanrı ve Din diye bir şeyin olmadığı, Dinin, yaşamı boyunca yönetilen, çalışan ve yokluk çekenlere bu dünyada azla yetinmeyi, kadere, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada Cennet umudunu sürdürerek avunmayı öğrettiği, acı çeken kitlelerin afyonu ve ağrı kesicisi olduğu dile getirilmiştir.
* Halk kültürü içerisinde Allah, Peygamber ve Din olgusu dışında kalıp yaşayan birtakım kimseler de " Allah, Melek, Şeytan, Cin, Zebani gibi hayali arkadaşlara sahip olan, Cennet, Cehennem, sırat köprüsü gibi gerçekte olmayan hayali mekânların varlığına inanan, karıncaların konuştuğuna, Süleyman adında adamın kuşlarla sohbet ettiğine, Nuh adlı adamın 950 yıl yaşadığına, hurma kütüğünün ağladığına, Musa adlı adamın sopasıyla denizi yardığına canı gönülden inanan Müslümanların acaba Tıp Bilimine göre hasta olarak kabul edilmeleri gerekir mi ? Gerekmez mi ? diye sormaktadır.
* Kur'anı tanımayanların ve içinde anlatılanların zerresinden haberi olmayan, belki de anlamak için hiç okumayan, " Semavi Dinlerin Tanrısı çok garip bir Tanrı ki, kadının saçı, erkeğin sünnet edilmesi, domuzun lanetlendiği, hayvanların kurban edildiği, köle cariye, kâfir, müşrik diye insanların sınıflara ayrıldığı, Kendi yazdığı kaderle sonucunu bildiği halde insanları imtihan etmektedir. " gibi ayrıntılarıyla, Dini ve Allah'ı karalayarak saldıranların bazıları da Kur’andaki Allah’ın evi, Kâbe, Mescidi Haram, melek, şeytan, cinn, ilâh, kader, kurban gibi bir çok kavramı gerçek anlam ve mesajlarıyla tam ve doğru olarak bilmedikleri halde bu kavramları, klasik ve ilkel dönemlerde yanlış olarak aktarılmış rivayetlerin etkisinde kalarak, birtakım sembolleri, bazı ayet ifadelerini de çarpıtarak yanlış ve haksız iddiaları ortaya atabilmektedirler. Bu arada Kur'anın İslam'ını aşağılamak için İngiliz asıllı Hristiyanlar da rahat durmamakta, Mekke müşriklerince Kâbe’nin M.Ö. 800 lü yıllarında Al – İlâh’ın evi olarak anıldığını, Allah kelimesinin de al – İlâh’tan ve put isimlerinden türetildiğini iddia etmekte, bu karalamaların içinde yer almaktadırlar.
Alçaklığı, nankörlüğü ve ihaneti karakter haline getirmiş olan insan türü, hem Allah'ın lütfettiği nimetlerini, yarattıklarını kullanmakta, hem de gökten zembille inmiş gibi, O'nu yok saymaktadır. Aslında kullandığı küfür dilinin, Vakur olan / mühlet verip hemen cezalandırmayan Allah'ın ayeti olduğunun bile farkında değildir. Biz de bu makalemizde, her zaman olduğu gibi yine Kur’anımızın doğruları ile bu çok değişik ve kapsamlı ayrıntılarla yapılan karalamaların, iddiaların yanlışlığına ve haksızlıklarına, tarih boyunca Kur’anın dışında, şirk yapısında sahte ilâh olarak edinilmiş olan tanrı kabullerine reddiyelerle açıklık getirmeye çalışacağız.
İddiaların ve yapılan karalamaların karşı açıklamalarına geçmeden önce, Yüce Rabbimiz Allah'ın bütün insanlık için indirmiş olduğu son Kitabı olan Kur'anı, bütün bu karalama kampanyaları içerisinde olanların ön yargılı olmadan, Din adına yaşanan, yaşatılan yanlışlara, Kur'an Mushafının insan eliyle oluşturulmuş tertibinde yapılan yanlış meallendirme ve verilen yanlış anlamlara göre değil de, kendi dillerinde anlamak, öğrenmek üzere, gerçekten aynı konuyu içeren ayetleri arka arkaya dizerek, hiçbir ayeti saklamadan, Kur'an bütünlüğünde doğru değerlendirerek, ayet ayet Allah'ın ne söylediğini, neden öyle söylediğini düşünerek, sorgulayarak okuyabildiler mi ? Bir çok ayette andolsun denilerek kasem edilip somut kanıtların gösterildiği, medeniyetin gelişmemiş olduğu, bilim ve teknolojinin adeta olmadığı zaman diliminde, bin dört yüz yıl önceden geleceğe ait mucizevi bilgilerin verildiği ayetleri görebildiler mi ? diye sorarak, inkârcı, karalamacı ve gerçek Kur'anın cahili oldukları belli olan arkadaşlara Kur'anımızın yapısını ve içeriğini ana hatlarıyla hatırlatmaya çalışalım !
* Aslında Kur'ana yapılan ithamların, karalamaların, gerçekte apaçık, mubin, ayetin beyyinat olup okuyan herkesin çok rahatlıkla anlayabileceği Kur'an ile hiç bir ilgisi yoktur. Kur'an dışında Mezhep, Tarikat ve Cemaat bölünmeleriyle Müslümanlara yaşatılan yanlış din ve inançlarla ilgilidir. Fussilet Sûresinin 26. ayetinde " Ve kâfirler / Allah'ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddeden kimseler ; " Üstün gelmeniz için bu Kur'anı dinlemeyin, onun içinde anlamsız şeyler yapın / anlaşılmasını her türlü yolla engelleyin. " dediler. " ifadeleriyle Allah'ın yaptığı uyarılara Müslümanların kulak vermeyişindendir. Mezhep, meşrep ve cemaatlere ayrılarak Kur'anın dışında bambaşka dinler oluşturarak yaşamalarının sonucudur. Müslümanlar hala Mezhep ve Tarikatların insanları Allah'la aldatarak anlattıklarının Allah'tan olduğunu sanmaktadırlar. Böylece Kur'anın dışında oluşturulmuş " Boko haram, Taliban, İşit " gibi radikal dinci grupların yaptığı insanlık dışı eylemlerle dünya üzerinde İslama fobi / korku ve saldırı üreten bir İslam karşıtlığı akımı ile, Müslümanlar istenmeyen insanlar haline gelmiş, kafa kesen, kadını kapatıp yok sayan, gözü dönmüş bir Müslüman portresi ortaya çıkarılmıştır. Radikal dincilerin de, Kur'ana saldıranların da Kur'anı anlamak üzere okumayan Müslümanlar gibi onların da Kur'andaki gerçeklerden haberleri bulunmamaktadır. Oysa :
* Kur'an, anlatımda açıklık, düzgünlük ve amaca uygunluk, herhangi bir konudaki derin anlamı ifade etme yeteneği, az sözle çok şey anlatma sanatı için teşbih, mecaz, istiare, kinaye, icaz, intak, cinas, kafiye gibi bir çok edebi sanat açısından eşsiz bir edebi şaheserdir. Oysa o dönemde ne Muhammed peygamberin, ne de ona akıl verdiği ve eğittiği söylenen herhangi bir başka şairin veya din mensubunun böyle bir eğitimi, ne de edebi bir geçmişleri vardır. Dolayısıyla böyle bir kitabı Muhammed ( a.s. ) ın kendisi uydurarak yazmış olamaz. Bundan dolayı gerçekten Allah'ın vahyi olan Kur'an, Arapların en ileri olduğu ve övündükleri edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir.
* Kur'an önceki kitapları ve elçileri de tasdik etmekte, içinde de bir çok tarihi olayları nakletmektedir. Muhammed' ( a.s. ) in bu olayları bütün ayrıntılarıyla bilmesi ve yanlışsız olarak uydurması da imkânsızdır. Üstelik de o dönemde yaşayan Yahudilerin elinde gerçek Tevrat, Hristiyanların elinde de gerçek İncil yoktur. Bu dinler de sonradan insan eliyle yazılmış uydurma mitolojik olaylara dayalı hikâyelerle, din yapılmış geleneklerle yaşanmaktadır. Üstelik Kur'anda geçmişe yönelik yer alan bütün anlatımlar da bu yanlış yaşamların düzeltilmesine yönelik mesajları içermektedir. Anlatılanların, verilen öğütlerin ve önermelerin tamamı insanların barış içerisinde huzurlu, toplu ve sağlıklı yaşamaları içindir. Eğer Kur'anı Muhammed'in kendisi yazmış olsaydı, mutlaka insan olmasının sonucu az da olsa, benliğine, egosuna, tutkularına uyar, geçmiş kitap ve elçileri onaylamak yerine kendisini ön plana çıkarırdı. Her şeyi de kendisine mal edebilirdi.
* Kur'an, medeniyetin, iletişimin, bilim ve teknolojinin olmadığı bir zaman diliminde içerisinde Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Kozmoloji, Eğitim Psikolojisi ve Sosyoloji hakkında bir çok bilginin bulunması nedeniyle, içeriği ve öğretisi bakımından da eşsiz bir kitaptır. Oysa Peygamberimiz Mekke'de yetişmiş, hayatının her döneminin herkes tarafından bilindiği, çevresinde herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan bir kimsedir. Olsa da ne olacak ki, zaten o zamanın bütün toplumları bu bilgilerden yoksun bulunmakta ve hatta dünyanın yuvarlak olduğu dahi bilinmemektedir. Bu nedenle üstün akıl olmadan Peygamberin Kur'anın içerisindeki bu bilgileri de geleceğe ait birtakım ipuçlarını da bilmesi ve düşünmesi bile mümkün değildir.
* Kur'an yapısal yönüyle de bir çok mucize içermekte, bu özelliğine ve geniş hacmine rağmen, Arapça bilip okuduğunu iddia ettiği halde, aslında Kur'an içindeki bir çok kavramı doğru olarak anlayamayan, Kur'an bütünlüğündeki anlatım tekniğinden haberi olmayan birileri ortaya çıkmakta, örneklediği bazı ayetlerle Kur'andaki çelişkiler diye iddialarda bulunabilmektedir. Oysa Nisa Sûresinin 82. ayetinde " Onlar hala Kur'anı arka arkaya dizerek gereği gibi düşünmezler mi ? Eğer ki Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde bir çok karışıklıklar bulurlardır. " ifadeleriyle belirtildiği gibi Kur'anın içerisinde hiçbir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Gerekirse iddia sahiplerine örnek gösterdikleri ayetlerin gerçeği madde madde yine Kur'an ayetlerinin lafızlarıyla açıklanır. Dolayısıyla Kur'an üzerinde düşünen her insanın saptayabileceği bu özellikler, Kur'anın Muhammed'in kendi eseri olmadığını, bizzat Allah'tan indirme olduğu gerçeğini gösterir. Yunus Sûresinin 37 - 39. ayetlerinde " Ve bu Kur'an Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Alemlerin Rabbindendir. " ifadeleri de yine iddia sahiplerine karşı gerçeği işaret etmektedir.
Rabbimiz, insanlara tarih boyunca değişik zamanlarda, değişik bölgelerde ardı ardına peygamberler göndermiş, sabırla da Allah’a ortak koşmadan Tevhide, / Allah’ın birliğine bağlı inançlarla ön görülen, Allah katında belirlenmiş olan dosdoğru yolun davetini sürdürmüştür. Müminun Sûresinin 44. ayetinde " Sonra Biz birbiri ardından elçilerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete elçileri geldi, onlar bu elçiyi yalanladılar. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, bütün toplumlarda insanların çoğu tarafından peygamberler yalanlanmış ve Tevhit inancı reddedilmiş, büyük dirençler gösterilmiştir. Kendi yaratılışlarında, çevrelerinde, yerde ve gökte oluşturulmuş mucizelerin ve ilâhi gücün farkına varamayan insanoğlunun bencilliği ve kibri her zaman ön plana çıkmış, bilhassa yönetim konumundaki muktedirler, kurdukları düzenin bozulmaması için her türlü karşı direncin öncüsü olmuşlardır. Tevhide ve sadece Allah’ın koruması altına girmeyi reddetmiş olanlar, öldükten sonra dirilmeye, Ahiret hayatındaki hesap gününe ve karşılıklarına inanmamış, aksine tarih boyunca Rabbimizin indirdiği kitaplar, emirler ve uyarılar dışında başka kaynaklar aramış ve Allah’tan başka, Allah’ın yarattıklarından ( astlarından ) gökyüzünden, yeryüzündeki doğa güçlerinden, taştan, tahtadan yaptıkları putlardan, büyük ve güçlü saydıkları kişilerden, yol gösteren yardım eden ve koruyan yakınlar, sahte ilâhlar edinmişlerdir. Eski çağlardan beri Tevhit ( Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur ) inancından habersiz kalan veya reddeden, yeryüzünde çok değişik bölgelerde yaşayan birçok topluluk da örneğin ; ( İslam Ansiklopedisi ve Ana Britannica, Tebyin ül Kur'an cilt 1. Sa. 333 )
* Mısır’ın mitolojik dinlerinde bir kaynağa göre zaman, başka bir kaynağa göre yeryüzü ilâhı olarak Keb ile gökyüzü tanrıçası Nut’un evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden Set tarafından öldürülerek on iki parçaya bölünmüştü.
* Eski Çin dini olan Sinizm’e göre tanrı Çang Ti’nin soyundan gelen Çin hükümdarları, göğün, güneşin oğulları idi.
* Hint dinlerindeki ilâhlar da her türlü beşeri eksikliklerden uzak değillerdi. Gök gürültüsü, yağmur, fırtına gibi olayların ilâhı olan ve yıldırım ile şimşeği silah olarak kullanan İndra, çok zalim ve gaddar bir ilâhtı.
* Buna benzer şekilde Sümerlerin ilâhı olan Marduk, yüceliğini diğer Tanrılarla savaşarak tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti. Sümerlerin dinleri çok Tanrılı bir dindi. Tanrılar da insanlar gibi yaşamın bütün özelliklerine sahip idiler. Savaşırlar, sevişirler, çocuk ve aile sahibi olurlardı. Güneş tanrısı, Bilgelik ve su tanrısı, Tanrıça İnanna, Aşk Tanrıçası İştar, Tanrı Enlil gibi her yerleşim alanının sahibi olan yüzlerce tanrıları bulunmaktaydı.
* İran Dini Mecusilik’te Hürmüz, Ehrimen, veya Ahura Mazda, Ormazd gibi iyilik ve kötülük tanrıları devamlı savaşırlardı.
* Bugünün Avrupalılarının ataları olan Kelt’lerin dininde, insanlar vahşice ilâhlara kurban edilirlerdi.
* Aztek’lerin harp tanrısı olarak kabul ettikleri Çiçli – Puçli savaş ve güneş tanrısı olarak kabul ettikleri Huitzilopochtli, insan yüreği yemekten hoşlanan zalim ve savaşçı bir ilâhtı.
* Yahudilerin milli ilâhı olan Yehova, kendi kavmi olan İsraillilerin dışında kalan kavimlere son derece zalim ve gaddardı.
* Bunların yanında eski Yunan’ın mitolojik Olimpos Tanrılarını unutmamak, ayrıca Orta Asya Türklerinin yeri göğü Tengri deyip çeşitli nesneleri, özellikle kendilerini kurtardığına inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıklarını da hatırlamak gerekir.
Gördüğümüz gibi insan davranışlarını gösteren pek çok sahte ilâh tarih sayfalarına kaydedilmiştir. Bugünkü batı dünyası, halâ Yunan ve Roma çok Tanrıcılığını, ismi dışında her şeyi ile aynı almıştır. Batı dinlerinde İlâh karşılığı olarak kullanılan sözcükler, God, Gott, Dieu, Dio temelinde Yunanca Theos ve Latince Deivo sözcüklerine, bu sözcükler de Yunan mitolojisinin insan şeklindeki Tanrı anlayışına dayanmaktadır. Çok tanrıcı eski Yunan’dan kaynaklanan ve genellikle beşeri zaaf ve eksiklik taşıyan bu ilâh anlayışı, önce Roma’ya, oradan da Hristiyanlığa geçmiş, Haç sembolü ve Allah’ın oğlu dedikleri İsa Mesih ile Meryem heykelleri, kilisenin, mabetlerin vazgeçilmez putları haline getirilmiştir. Uzak Doğuda ise değişik bölgelere göre değişik hayvanların, sembollerin ve kişilerin tanrısallaştırıldığı ve muhabbarata epik destanına dayanan, aynı zamanda Hristiyanlık ve Müslümanlıktan sonra dünyanın üçüncü en büyük dini olan Hinduizm, Hindistan, Nepal, Bangladeş, Endonezya ve Sirilanka'da çok tanrıcı politeist dinler olarak yaşanmakta, yine Hinduizmin uzantısı olan Budizm, Konfiçyanizm, Taoizm, Şintoizm, gibi çok Tanrı ve ruhlarla güneş Tanrıçası, ay, fırtına, deniz, ateş, gıda, yaşam Tanrısı inançlarıyla Tayland, Kamboçya, Tibet, Çin ve Japonya dinleri yaşanmaktadır.
Kur’anın İslam’ı ile Müslümanlığın doğduğu Mekke ve Arap Yarımadasında Peygamberimizden önceki hayata ve Din inancına baktığımız zaman, Zuhruf Sûresinin 9. ayetinde “ Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara : “ Gökleri ve yeri kim oluşturdu ? “ diye sorsan, kesinlikle Azizül Alim Allah oluşturdu diyeceklerdir. “ yine aynı Sûrenin 87. ayetinde de “ Yine andolsun ki, onlara kendilerini kimin oluşturduğunu sorsan, kesinlikle : “ Allah “ derler. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi orada da Mekke Müşrikleri aslında İbrani geleneğine dayanan bir inançla Allah’ın varlığına inanır, fakat bunun yanı sıra O’nu göremiyoruz, ulaşamıyoruz düşüncesi ile tanrılar ve tanrıçalar, kabileler tarafından koruyucu ve Allah’a yaklaştıran aracılar olarak görülürdü. Bu inanç ve yanlış tutumları da Yunus Sûresinin 18. ayetinde “ Onlar Allah’ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar. Ve “ Bunlar Allah katında bizim yardımcılarımız “ diyorlar. De ki : “ Siz Allah’a göklerde ve yerde Kendisinin bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz ? “ Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır. Ve çok yücedir. “ ifadeleriyle yanlışlıkları dile getirilmektedir. Bu ilâhların ruhları kutsal ağaçlar, taşlar, dağlar gökler, su kaynakları ve su kuyuları ile ilişkilendirilirdi. Bu inançların temelinde de Zuhruf Sûresinin 19. ayetinde “ Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri / doğa güçlerini de dişi saydılar. Onlar, onların oluşturuluşuna tanık mı oldular ? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir. “ ifadeleriyle teyit edildiği gibi Hubel adını verdikleri putu Ay Tanrısı olarak en büyük ilâh yapmışlar, Lat, Uzza, Menat ismini verdikleri putları da Hubel’in kızları olarak şekillendirip büyük ilâhlar edinip tapmakta idiler.
Araplar, taptıkları ve aracı ilâh olarak kullandıkları 360 civarında putun en yücesi ve güçlüsü olarak Hubel denilen Ay tanrısını görmüş, güneşin aslında ondan daha büyük bir yapıda olduğunu fark edemedikleri halde ona “ el – İlâh “ adını vermişlerdir. Fal okları çekişmesi adında bu Tanrının önünde attıkları okların, sanki o put yönlendiriyormuş gibi aldığı konuma göre yapacakları işlerinin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağına karar verirlerdi. Arapça dil kurallarına göre sıfatların, isimlerin önüne ses uyumuna göre konulan “ el “ veya “ al “ takısı, ifadelere güç ve ululuk katmaktadır. Öte yandan ilâh adlandırmasının kökeni İbranicede “ eloah “ sözcüğüne dayanmaktadır ve en kudretli tanrıya verilen addır. Taberi’nin naklinde de “ elehe “ sözcüğü mabut, tapılacak ilâh anlamına gelmektedir. Razi’de sevilen mabut, bazı alimlere göre de sevgi anlamına gelmektedir. Ama bu sözcük yuvarlanarak daha sonra Arapçaya ilâh şeklinde geçmiştir. Mekke Müşrikleri de zamanla Sin ya da Hubel olarak adlandırdıkları en kuvvetli ve büyük olan Ay tanrılarını ifadeye güç katan “ al “ ekiyle birlikte “ al – ilâh “ olarak anmaya başlamışlardır. Bu isim Arap yazıtlarında da Peygamberimizin babası “ Abdullah “ isminde de yuvarlanarak ( tanrının kulu anlamında ) karşımıza çıkmaktadır. Bunun ardından “ lah “ kökündeki “ ha “ harfini kaldırıp yerine “ ta “ harfini koyarak “ lat “ putunun ismini türettikleri gibi aynı taklit yöntemleriyle al Uzza ve al Menat putlarının isimlerini de türetmişler, bu putlar için tapınaklar yapmışlar, o yörenin muktediri olan bazı kişiler de bu tapınakların sahibi olmuş, tapınağa bağışlanan hediye ve mallarla ceplerini doldurarak zengin olmuşlar, örneğin Abdüluzza / Uzza putunun kulu denilen Ebu Leheb gibileri bu şekilde çeşmenin başını tutan yönetici muktedir konumuna gelmişlerdir..
Müşrik Araplara göre al lat putu tarım tanrıçasıdır, al Uzza putu şifa tanrıçasıdır ama sahibi Ebu Leheb'in veba hastalığına yakalanıp yaralar ve pislik içerisinde ölmesini ve ölüsünün de sopalarla itilerek kuyuya atılmasını önleyememiştir. Al Menat putu da kader tanrıçasıdır ve bunlar dişi motifinde olup tanrının işlerini gören ama aslında melek olarak düşündükleri kızlarıdır. Tabii ki bunlarla yetinmemişler, Şams, Athtar, Dhautu Anvat, Manaf gibi daha birçok aracı put icat edilmiş, bunların taştan, tahtadan yapılan küçük küçük putları dahi evlerinin bir köşesine konulmuş, Kâbe’nin içerisi de bu putlarla doldurulmuştur.
Son zamanlarda Kur’anı, İslam’ı ve Peygamberi karalamak, küçük düşürmek üzere yapılan saldırılardan birisi de Kur’andaki Allah isminin Müşrik Arapların putlarının bir devamı olarak bu put isimlerinden türetildiğinin iddia edilmesi şeklinde olmuştur. Kastedilen al ilâh sözcüğü Peygamberimizden ve Kur’anın İslam’ından önce yaşanmış ve Kur’an dışında oluşturulmuş bütün dinlerdeki tanrı kavramları, aslında Sümerlerden, Çin, Mısır, Yunan'dan Elam, Akad, Mısır Mitolojilerine varıncaya kadar tüm yaratılış destanlarındaki aynı Tanrı masallarının farklı versiyonları olan sahte ilâhlarıdır. Zümer Sûresinin 3. ayetinde “ Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. Onun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler : “ Allah’ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah’a daha fazla yakınlaştırsın diye biz onlara tapıyoruz. “ diyorlar. Şüphesiz kendilerinin ayrılığa, anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. “ ifadeleriyle belirtildiği gibi bu put isimleri, Al lat ve el ilâh ile Allah sözcüğü arasında ses benzerliğinin olması kesin bir delil değildir. Bu ses benzerliğini ileri sürüp Kur'andaki Allah sözcüğünün kesin olarak bu sözcüklerden türediğini iddia etmek, Ateistlerin saplantılarından başka bir şey değildir. Allah ismi bir put ismidir denilmesi tamamen haksız bir iftiradır. Putperestlerin Kur'andan önce kullandıkları isimler, Kur’andaki Allah isminin kesinlikle kökü değildir, yapı, anlam, kavram ve işlev olarak put isimleriyle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Peygamberimizin zamanındaki müşrikler de bu benzetmeyi görüp, “ bizim putumuzun ismini çalıp, bize Tanrı diye kabul ettirmeye çalışıyorsun “ itirazında bulunamamışlar, böyle bir reddiye kayıtlara geçmemiş de, fakat yüzyıllar sonra nedense Ateistler farkına varmışlar !
Din olgusunu Orta Doğuda yaşamış olan Sümerlerin, Babillerin, Asurluların geleneklerinin bir devamı olduğunu iddia eden Ateistlere hatırlatalım, Sümerlerden ve diğer kavimlerden önce de, Peygamberimizin öncesinde de orta doğuda Allah inancına bağlı dinler ve Adem, İdris, Nuh, Salih, Hud peygamberlerin kavimlerinde de tek bir tanrı inancı vardı. İbrahim peygamberin dinine de şirkten, Allah’a ortak koşmaktan dönülen Hanif dini deniliyordu. Mekke’deki Kâbe’yi yıkmaya gelen Fil ordusunun kralı Ebrehe’ye bile müşrik olduğu halde Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalip, “ Ben develerin sahibiyim Kâbe’nin ise asıl sahibi var. Onu da sahibi korur. “ diye cevap vermiş, herhangi bir put ismini de Allah ismini de kullanmamıştır. Peygamberimizden önceki Kitap olan İncil’de dahi İsa peygamber, Rahman ismini kullanmıştır. Razi 1 / 144, 28 / 248 de nakledildiğine göre İmam Şafi de dahil Arapçayı çok iyi bilen alimlere göre de “ Allah “ sözcüğü hiç bir başka sözcükten türetilmemiştir. Özel isim olarak kullanılmıştır. Halbuki Kur’anın İslam’ı ile tarihin ilk çağlarında ve Arabistandaki cahiliye döneminin bütün yanlış inançları iptal edilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Fakat hala İslam’ın özünde bu inançları dinin temeliymiş ve bunların devamı imiş gibi sunmak, haksızlıktır, Kur’ana iftiradır, anlamamaktır, bilmemektir. Kur’anın İslam’ında Allah dışında bir varlığa ve kişiye ibadet etmek, kesinlikle İslam’ın öncekilerden alıp devam ettirdiği bir gelenekler silsilesi değildir. Çünkü en temel prensibi Tevhit inancıdır.
Öte yandan Bakara Sûresinin 125. ayetinde “ Ve Biz bir zaman bu Beyt’i ( ilk yapılan evi ) insanlar için bir sevap kazanma ( dönüş ve bir güven ) yeri yapmıştık. Siz de İbrahim’in görev yaptığı yerden / İbrahim makamından bir salat yeri / musalla / desteğin, toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirildiği bir yer edinin. Ve Biz, İbrahim ve İsmail’e “ Beyt’imi / Evimi dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler / boyun eğip teslimiyet gösterenler Allah’ı birleyenler için temiz / şirkten, Allah’a ortak koşmaktan uzak tutun “ diye ahit / söz almıştık. “ ifadeleriyle gördüğümüz gibi Mekke'deki Kâbe / Mescidi Haram / Beytullah, Allah’ın evidir denilmektedir. Ayetlerde Allah, sadece Kâbe’yi “ Evim “ diye zatına izafe ederek, bu evin şerefine, değerine ve önemine işaret etmektedir. Kur’anda bizzat Allah’a izafe edilen Ev, Mülk, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvan, Allah’a ve Peygambere aittir denilen ganimet gibi ifadeler üzerinde hiç bir kimse hak sahibi değildir, tamamen insanların tümünün yararlanması gereken ve Kamuya ait olanlardır. Elbette ki gerçekte doğrudan doğruya Allah'ın evi olmaz. O Ev / Kâbe Allah’ın Evidir demek Orada hükümdarlık, hükümranlık, padişahlık sökmez. Tüm mescitler de aynen Kâbe gibi bütün insanlara açıktır. Orada herkes özgürdür, eşittir. Özellikle Kâbe’nin Allah’ın Evi olarak söz konusu edilmesi ise o sırada başka mescit olmamasındandır. Ama daha sonra İslam’a çamur atmak isteyen birileri çıkmakta, Kur’andaki anlatımların gerçeğini ve yüceliğini görmeden Arapların sadece tanrıya ait olduğunu kastetmek amacında olan “ Kâbe’ye el ilâh’ın evi “ dedikleri iddiaları da ortaya atılmaktadır.
Arkeolojik bulgularda Ay Tanrısı Hubel “ Sin “ olarak geçer. Buna bağlı olarak Kur’anın İslam’ına çamur atmada tadını kaçıran ve tarih kronolojisinden de habersiz olan Fanatik din düşmanları, İslam’ın Ay kültünün bir uzantısı olarak o inançların bir devamının delili olduğunu iddia ederken, Camilerdeki Hilal’in / ay sembolünün de oradan geldiğini söylerler. Halbuki Peygamberimizin döneminde, sonrasında, Müslümanlığın ilk dönemlerinde de Mescitlerde Hilal diye bir sembol yoktur. Tarihte ise Hilal ilk defa 1064 yılında Selçuklu Devletinin Sultanı Alpaslan tarafından ülkemizdeki Doğu Anadolu’daki “ Ani “ tapınakları ele geçirilince, Camiye çevrilen Katedralin kubbesindeki haç indirilip yerine büyük hilalin konulması sonucunda Anadolu’da bir gelenek haline gelmiştir. Üstelik de Ay / hilal sembolü İslam öncesi Gök Tengri inancından gelen Türk toplumlarına aittir. Hilalin Müslümanlıkla yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla Hilal ve Allah, aynı kökten gelmemektedir. Buna rağmen daha sonraları yine Kur’an dışında egemen olmuş şirk inancı olan Tasavvufta hilal / ay ve lâle gibi semboller insanlar tarafından Allah’ı temsil eder hale getirilmiştir.
İlâh, sözlük anlamı “ örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk etmek " demektir. Bu sözcük genelde “ İbadet edilen, tapınılan, ululanan, yüceltilen “ nesnelerin adı olarak kullanılmaktadır. Bu sözcüğe “ ihtiyaçları gideren, işlenen amellerin karşılığını veren, sükûnet bahşeden, huzur, rahatlık veren, yücelik, hükmü altına alıp musibetlerden koruyan “ anlamlar da yüklenmektedir.
Kur’anın İslam’ının saf Tevhit akidesi, tapılacak, ibadet edilecek ve yüceltilecek olanın, Kâinatı ve eşyayı yaratanın, yoktan var edenin sadece Allah olduğunu kabul eder. Bundan dolayı Kur’anın Allah kavramı ile diğer dinlerdeki ilâh kavramı arasında anlam, kavram, oluşturma, hükmetme ve işlev bakımından tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklılıklar bulunmaktadır. Diğer dinlerdeki ilâhlar, bu inançtaki insanların korkularının, ihtiyaçlarının ürünü olup, insanların ihtiyaçlarına göre ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Hüküm koyma özellikleri olmayan, insanların korkularının, ihtiyaçlarının ortadan kalkması halinde fonksiyonlarını kaybedecek olan bu ilâhlar, insanlarla birlikte var olup, insanlarla birlikte yok olmaktadırlar. Ve tarih boyunca bir çok kavmin yok olmasıyla da böyle olduğu görülmüştür. Ama Kur'andaki Allah, İsra Sûresinin 43. ayetinde " Allah onların dediklerinden büyük bir yücelikle arınık olandır. " 44. ayetinde " Tüm gökler / uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan / tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların Allah'ı tesbih etmelerini / noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavrayamıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayıcıdır. " ifadeleriyle belirtildiği gibi gökte, yerde ve ikisinin arasında bulunan bütün cansız ve canlı varlıklar, atom altı mikro yapıdan gökyüzünde makro yapıdaki galaksilere varıncaya kadar hepsi Allah'ın yaratmasıdır, Allah'ın büyüklüğünün, varlığının kanıtıdır.
En güzel isimler Allah'ındır, ister Rahman, ister Rahim, ister Sübhan, hangisini söylerseniz Allah'tır. Hadid Sûresinin 3. ayetinde, “ O, el Evvel / ilktir, el Ahir / sondur, Vezzahiru / açıktadır, Velbatinu / içtedir ve O Alimdir / her şeyi en iyi bilendir. “ denilerek ifade edildiği gibi Allah, ilk olduğunu, hiçbir şey yok iken Kendisinin var olduğunu, sondur ifadesiyle O'ndan sonra kalacak hiç bir şeyin olmayacağını, herşeyin fani ve sonlu olduğunu, açıkta ve tecelli eden sıfatlarıyla, yarattıklarının kanıtıyla meydanda, göz önünde olduğunu, Evrende algılanan her şeyin O'nu gösterdiğini, O'nun imzasını taşıdığını, O'nun zatının duyularla görülmesinin imkânsız olduğunu anlatmaktadır. O her şeyin ve bütün ilimlerin sahibi ve yaratıcısıdır. Araf Sûresinin 143. ayetinde de " Ne zaman ki, Musa belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona söz söyledi. Musa , “ Ey Rabbim göster bana Kendini de nazar edeyim Sana ! “ dedi. Rabbi, ona dedi ki : “ Beni sen asla göremezsin velâkin şu dağa nazar et, eğer nazariyyen / teorin / geniş ve derin bilgin, incelemen dağın mekânına tam oturursa / Dağın önünü, arkasını, altını, üstünü, sağını, solunu, içini, dışını tam ifade ederse işte o zaman sen Beni göreceksin. “ Daha sonra ne zaman ki Rabbi Musa'nın dağ gibi sorunları için Musa'yı aydınlattı, sorunlarını yıkıp attı, Musa da heyecanla dehşete düşüp yere kapandı. Rabbine teslimiyet gösterdi, ayılıp kendine gelince heyecanı da geçince " Seni tenzih ederim, Sana döndüm, tevbe ettim, inananların ilkiyim " dedi. " ifadeleriyle anlatıldığı gibi Musa Peygamberin, Allah'ı gözüyle görebilmesi mümkün olamamıştır.
Ayetin orijinalinde yer alan nazar sözcüğü, bir çok mealde bakmak, görmek anlamında çevrildi ise de, aslında nazariye / iyiden iyiye inceleme, geniş ve derin bilgiye sahip olma demektir. Kur’anın İslam’ında kişi ilâhını kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Çünkü İslam, ibadet edilecek İlâh’ın tek, mutlak varlık ve Yaratıcı, tek hüküm koyucu olduğu esası üzerine oturtulmuştur. Bu nedenle İslam, bütün insanları işte bu İlâha, yani Kur'andaki Allah’a iman ve ibadet etmeye çağırmaktadır. Kur’anın İslam’ındaki İlâh olan Allah, mutlak Yaratıcı olduğundan her şeyden önce de vardır. Varlığı zatı ile kaimdir. Varlığını ayakta tutmak için Kendisinden başka hiç bir desteğe, güce ihtiyacı yoktur ve ebedi olduğu için insanla birlikte yok olmaz. ( Allah ile ilgili daha geniş bilgileri sitemizdeki " Allah'ı Kur'an İle Tanıyalım " başlıklı makalemizde bulabilirsiniz )
Yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz gibi, tarihte bir çok toplum Allah’tan başka ilâhlar edinmiş, onlara tapınmışlardır. Kur’an bu toplumları bize Meryem Sûresinin 81. ayetinde “ Ve onlar, kendileri için bir güç, şan şeref olsun diye Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler. “ Hud Sûresinin 101. ayetinde “ Ve onlara Biz haksızlık etmedik, fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış / kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah’ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiç bir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar. ” Nahl Sûresinin 20 – 22. ayetinde de “ Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler. Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık ahirete inanmayan şu kimseler ; Onların kalpleri tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. ” Denilerek eski çağlarda ve cahiliye dönemlerinde Allah’ın vahyinden haberleri olmayan veya inkâr eden insanların durumları, yaptıkları yanlışlıklar çok ayrıntılı ve etkili ifadelerle anlatılmaktadır. Bunun sonucunda da onların durumları ise Ahkaf Sûresinin 27 – 28. ayetlerinde “ Kesinlikle Biz kendi komşularınız olan memleketleri helâk ettik. / Değişime yıkıma uğrattık. Ayetleri onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi ? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu onların yalanlarıdır / Uydurmakta oldukları şeydir. “ ifadeleriyle çok çarpıcı bir şekilde açıklanmaktadır.
Görüldüğü gibi Kur’anın İslam’ı ile diğer dinlerin ilâh anlayışı birbirinden çok farklı olup, İslam dışındaki dinler, saf ve tertemiz Tevhide ve Tevhitle var olan her türlü noksanlıktan arındırılmış Allah anlayışına bir türlü yaklaşamamış, müşrik Araplar çok sayıdaki aracı tanrılarına çok değişik isimler verdikleri gibi, bir çok kültürdeki farklı dinler de İslamiyetin ilâh anlayışına kavram, hüküm, işlev olarak yaklaşamadıkları gibi, isim olarak da yaklaşamamışlardır. Taptıklarına “ Tanrı, İlâh, Hüda, Çalap gibi isimler vermişler ama Allah ismini verememişlerdir. Cahiliye devri insanları kendilerine korkulu ve sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları ilâhları sadece Cinnler, Melekler ve putlardan ibaret kalmamış, daha önce yaşayıp ölmüş olan şahıslar da onların tapındıkları ilâhları olmuştu. Müşrikler, ilâh edindikleri putların kendilerinin dua ve yakarmalarını işittiklerini ve kendilerine yardım edebilecek güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı. Bu bakımdan ilâh edinmenin dua ve yakarmayı işitebilecek ve gereğini yapabilecek bir varlığa inanmak ve o gücü benimsemek olduğu söylenebilir. Eğer insan bu gücün sadece Allah’ta olduğuna inanıyor, buna göre davranıyorsa, Allah’ı ilâh edinmiş olur. Eğer bu güce sahip başka şeylerin, nesnelerin de varlığına inanıyor ve buna göre davranıyorsa, Allah’tan başka şeyleri ve nesneleri de ilâh edinmiş sayılmaktadır.
Kur'anı Tebyin ve Teolojik bütün yönleriyle tahkik ederek, hakikaten okuyan, düşünen, aklını kullanan, sorgulayan, hele hele bilimle ve uzayla uğraşan bir insanın Ateist olması mümkün değildir. Ateistler Kur'anı okuduklarını iddia ettikleri halde aslında Kur'anı bilmemektedirler. Şans ve tesadüf olarak oluştuğunun belirtildiği hiçbir şey de sahipsiz olarak oluşturulamaz. Yaşanan dinlere ve uydurma hadislere, yanlış Kur'an meallerine bakıp değerlendirmek Kur'anı okumak değildir. Maalesef Ateistlerin temelsiz reddiyeleri bir tarafa, günümüzde de Müslüman olduğunun belirtilmesine rağmen, genel kültürden, akılcı düşünceden, sorgulamaktan ve pozitif bilimden mahrum bırakılmaları nedeniyle, gerçekten kendi dinlerini değerlendirebilecek yetkinliğe sahip olamadıklarından dolayı çoğunluk insanlarca Kur’anın içeriği ve uyarıları bilinmediğinden, Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde özellikle “ Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. “ ifadeleriyle belirtilen uyarıdan haberleri de olmadığından, pek sık rastlanan şekli ile, bir ölüden, türbede yatan Evliya denilen kişilerden, peygamberden veya diriden ihtiyaçlarının karşılanması, bozuk sağlığının iyileştirilmesi veya iyi olan sağlığının bozulmaması gibi değişik konularda Şıh ve Mürşitlerden de yardım talebinde bulunulması, yeni evlenen çiftlerin kendilerine mutluluk getireceğine inanarak çeşitli şahıs mezarlarını ziyaret etmeleri ve adaklar adamaları, çaput bağlamaları da Kur'andaki Allah’tan başka ilâhlar edinmesinin ve Allah’a ortak koşmanın en belirgin örneklerindendir.
Bir de bugün toplumumuzda Allah'tan, Peygamberden, Kur'andan ve Dinden uzak yaşayan birtakım insanların, Tarikat ve Cemaatler eliyle aslında sadece yanlış olarak yaşanan ve yaşatılan dinlere bakarak, tamamen afaki ve haksız varsayımlara dayanan sorgulama ile Müslümanların tıbbi açıdan deli sayılıp sayılmayacağı, düşüncesi de gündemde yerini almaktadır. Her ne kadar Ateist ve Agnostik olanlar Allah'ın varlığı ispat edilemez diyor iseler de, halbuki yazımızın başından itibaren ana hatlarıyla değindiğimiz ayrıntılar, yer verdiğimiz bazı Kur'an ayetlerinin uyarısı, kendi vücudumuzda parmak uçlarındaki parmak izi mucizesiyle, muazzam tasarıma, çevremizdeki var olan varlıkların çeşitliliğine ve zenginliklerine, devasa gök yüzüne baktığımız zaman sınırsız sayıdaki her şey bize Allah'ın varlığını kanıtlamaktadır. Nasıl ki dünya yaşamında insan eli değmeden, müdahalesi olmadan hiç bir eser ortaya çıkmıyor ise, Evrendeki bütün yaratılmışların da hiç birinin de kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Ünlü düşünürlerden Edvard Young : " Uzaya gidip, bilim adamı olup da Allah'a inanmayan kişiler delidir. " demiş ve hepsinin de aklı ve zekâsı gelişmiş, meşgul oldukları bilimin gereği engin ve derin bilgilere ulaşmış Eflâtun, Aristo, Sokrates, Newton, Hegel, Einstain, Berkson, İbni Sina, Farabi, İbn Miskevey gibi bir çok bilim adamı düşünür ve filozof Allah'ın varlığına inanmışlardır. Bugünün bilim adamları da Makro düzeydeki uzay içerisinde bulunan Galaksilere varıncaya kadar yapıları incelemiş, matematik ve mühendislikteki muazzam tasarım ve hakimiyetin varlığını görmüş, Kur'anda " Biz Evreni altı evrede yarattık. " ifadesinin gerçekten de öyle olduğunu bilimsel verilerle ispat etmişler, bugün artık mikro düzeydeki atomun yapısındaki proton, nötron, elektron ve atom altı parçacıklara ve bir hücreli canlıların yapı ve özelliklerine varıncaya kadar ayrıntılarına ulaşmış, onların yapısındaki muazzam düzenin, kodlamanın ve determinizmin varlığını ispat etmiş, üstün akıl olmadan bütün bu oluşumların olamayacağını kabul etmişlerdir. Üstelik Necm Sûresinin 5. ayetinde Rabbimiz de bir mucize olarak Kendisini " Zümira " ifadesiyle üstün akıl olarak tanıtmaktadır. Peki Allah yoktur veya varlığı ispat edilemez diyenlere soralım ! Sizin kanıtınız nedir ?
Kur'anda geçmiş toplumların yaşamındaki hatalar ve yanlışlıklar ile ilgili olarak bizim de öğüt almamız açısından bir çok peygamberin kıssasına yer verilmiştir. Ama ne yazık ki bu peygamberler için anlatılan bütün olaylar, klasik dönemin müfessirleri tarafından gerçeği ile değil de Yahudi ve Hristiyan inançlarında yer alan mitolojik olaylara dayandırılarak masal ve mucize kabulleriyle anlatılmıştır. Oysa Kur'ana göre hiç bir peygamberin mucize oluşturma yeteneği ve doğa üstü gücü yoktur, hepsi de bizim gibi birer insandırlar. Ne Musa Peygamber asasını yılana çevirmiştir, denizi yarmıştır, ne Yunus Peygamberi balık yutmuştur, ne İbrahim Peygamber ateşe atılmıştır, ne İsa peygamber gerçek ölüleri diriltmiştir, ne de Süleyman peygamber karıncalarla ve kuşlarla konuşmuştur. Bütün bu olayların karşılıkları ve gerçek hayattan açıklamaları bulunmaktadır. Şimdi bütün bunların sonucunda Kur'anın İslam'ına göre yanlış yaşayan, sorgulamayan Müslümanlara mı, yoksa Allah'a inanmamış olduğu halde Kur'ana, İslam'ın gerçek Hakk Dinine ve Peygambere saldıran, karalamalarda bulunan, ölümün ardından kendilerine verilen, lütfedilen hayatın ve nimetlerin nasıl kullanıldığının sorulacağının kesin olduğu Ahiret hayatını bilmeyen ve inanmayan, aklını kullanmayan ve bilgisizliğin sonucu o cesur insanlara mı öncelikle deli denilmelidir ? Bütün bunların çok iyi düşünülmesi ve gerçeğin ortaya konulması gerekir. Biz Yüce Rabbimiz Allah'tan o zavallılara, tevbe ile akıllarını kullanabildikleri hidayet yolunu nasip etmesini diliyoruz !..
Sonuç olarak aslında Nas Sûresinin 1 – 3. ayetlerinde “ De ki : İnsanların Rabbine sığınırım ! İnsanların hükümdarına, insanların İlâhına ! “ denilerek belirtildiği gibi fanatik saldırılara ve haksızlıklara rağmen, Kur'andaki Allah sadece Müslüman olduğunu söyleyenlerin değil, Deistler, Ateistler, Agnostikler ve İslam'a saldıran fanatikler de dahil, inanmış, inanmamış yeryüzündeki bütün insanların ilâhı, Meliki / hükümdarı ve Maliki / sahibidir. Kur'anın İslamına göre Allah inancı, İhlas Sûresinde Ehad ve Samed olarak belirtildiği gibi eşi benzeri olmayan, doğmamış ve doğurmamış dengi ve benzeri olmayan olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Saldırılar istediği kadar sürsün, Tevhit ilkeleri ve Allah inancı Kur’anın İslam’ı ile kıyamete kadar yeryüzündeki varlığını sürdürecektir. Kur'andaki Allah’ın selamı, rahmeti ve Kur’anın doğruları sizinle olsun !..
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR. RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !...
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
Prof. Dr. İLYAS TOPSAKAL : Dinler Tarihi
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR