Konu Detay

SAHTE İLAHLAR VE KUR'ANDAKİ ALLAH

 04.11.2021
 865

Yüce  Rabbimiz  Allah,  Kâinatı,  Evreni,  Dünyayı  ve  üzerindeki  canlı  cansız  varlıklarla  yaşam  düzenindeki  ahengi  en  mükemmel  şekilde  yaratmıştır.  Bu  düzenin  içerisinde  de  insan  denen  varlığı,  Tin  Sûresinin  5. ayetinde,  "  Şüphesiz  Biz  insanı  en  mükemmel  şekilde  yarattık. "  ifadeleriyle  belirttiği  gibi,  diğer  bütün  varlıklardan  farklı  bir  şekilde  akıl,  düşünme,  irade  ile  seçme  özgürlüğüne  sahip  olarak,  en  iyi  görebilen,  en  iyi  işitebilen,  el  ve  ayaklarını  en  iyi  bir  şekilde  kullanabilen,  yine  en  mükemmel,  en  iyi  donanımlı  ve  bütün  diğer  varlıklara  üstünlüklü  olarak  yaratmıştır.  İnsan  toplulukları  arasındaki  yaşamı  da  en  iyiye,  en  güzele,  adalete,  barışa,  huzura   ve  mutluluğa  yöneltmeyi  de  dünya  yaşamının  hedefi  kılmıştır.

Yaratılışından  bu  yana  fıtri  olarak  sosyal  bir  varlık  olan  insanoğlu  da  geçirdiği  tarihsel,  sosyal,  toplumsal  ve  kültürel  gelişim  evrelerinde  hep  iyinin,  güzelin,  barışın,  huzurun  arayışı  içerisinde  olmuştur. Belki  de  bütün  bu  arayışlar,  doğum,  yaşam,  ölüm  ve  sonsuzluğun  çetin  ayrıntıları  karşısında  düşünmeme  saflığından  sıyrılıp,  insanlığının  farkına  varma  çabalarının  tezahürü,  zaman  zaman  içinde  kaldığı  mana,  ( doğa  üstü  güçler )  büyü,  şahsi  ruhlar  inançlarının  ötesinde,  bir  Yüce  Tanrıya  ulaşma  basamakları  idi. Bu  nedenle  ilkel  dinlerde  olduğu  gibi  insanoğlu,  içinde  bulunduğu  zamanın  koşullarına  göre,  kimi  toplumlarda  tabiatı  ve  tabiattaki  olayları  yönettiğine  inandığı  ruhlara  yönelmiş,  kimi  toplumlarda  gücün  sembolü  olarak  gördüğü  ateşe,  güneşe  yönelmiş,  korku  mitiyle  kutsal  kuvvetle  donanmış  olduğunu  düşündüğü  tabulara  ( maddelere  ve  olumsuz  duygularını  ön  plana  çıkarmış  kişilere )  boyun  eğmiş,  onlara  dokunmaktan  korkmuş,  Hint  mistitizminde  olduğu  gibi  Brahmanizme  ( nihai  ve  en  yüksek  mertebedeki  dünya  ruhuna  sahip  insana )  yönelmiş,  bunun  için  Ganj  nehrinde  yıkanarak  arınacağına,  iyiye  kavuşacağına,  kimi  toplumlarda  nesebin  şu  veya  bu  şekilde  devamı   olarak  gördüğü  atalara  ve  onların  put  olan   heykellerine,  kimi  toplumlarda  da  ölü  ve  ruhlarla   temas  kurabilme  yeteneğine  sahip  olduğuna  inandığı  Şamanlara  yönelmiştir. Değişik  zamanlarda  da  Peygamberlerle  ve  onlara  indirilen  kitaplarla   tek  tanrı  inancıyla  tanıştıkları  halde,  tahrif  edilen  inançlarla  Yahudiler  Kudüs’te  bulunan  Beytül  Maktis  tapınağına  yönelmiş,  ağlama  duvarı  önünde  dua  ederek  arınıp,  iyiye  ulaşabileceklerine,  Hristiyanlar  Kiliseye  ve  doğuya  yönelmiş,  İsa  Peygamberin  kendisini  feda  ederek,  kendilerini  bütün  günahlarından  arındıracağına,  Allah  katında  kurtaracağına   inanmışlardır.

Biz  Müslümanlar  da  Allah  katından  görevlendirilmiş  son  Peygamber  olan   Muhammed  ( a.s. )  ve  O’na  indirilmiş  son  Kitap  Kur’an  ile  Kâbe’ye  /  Mescidi  Haram'a,  kılınan  namaz  ile  fiziki  yön  olarak  güneye,  gerçek  anlamını  bilmesek  de  kıbleye  yönelmiş   bulunuyoruz.  İnsanlarca  imanın  şartları  deyip  bir  ve  tek  olan  Allah’a,  Peygamberlerine,  Meleklerine,  Kitaplarına  ve  Ahiret  gününe  iman  ettim  denildiğinde,  Ulema  tarafından  İslam'ın  beş  şartı  dayatmasının  çerçevesinde,  sadece  Allah'la  kul  arasında  olması  gereken  ritüellerle  namazını  kıldığı,  Hacca  gittiği,  orucunu  tuttuğu,  zekât  verdiği  zaman,  en  iyiye  ulaşıldığı,  kılık  kıyafet  ayrıcalığı  ile  de  gerçek  Müslüman  olunduğu  düşünülmektedir.  Bencillik  zihniyetine  ve  şahsa  ait  ritüellerle  yaşanmaya  çalışılan  bugünkü  Din  anlayışı  ile,  Allah  katında  en  doğru  inanca  ulaşıldığına  inanılmakta,  kurtuluşa  erildiği  zannedilmektedir.  İnanç  adına  bu  yerine  getirilen  bireysel  ritüeller,  çoğunlukla   mesleki,  sosyal  ve  toplumsal  hayattan  kopuk,  yaşamın   bütünü  ile  hiç  ilgisi  olmayan,  sanki  tamamen  şahsi  bir  iş,  özel  hayat  için  gerekli  olan  bir  olgu  olarak  algılanır  ve  yaşanır  olmaktadır.  Böylece  İslam  Dünyasında  ve  ülkemizde  de  bölünmüş  Mezhep,  Tarikat  ve  Cemaatlerle,  radikal  dincilerle  uydurulmuş  hadis  ve  mitolojik  rivayetlerle,  hurafelerle  de  Kur'anın  dışında  yaşatılan  ve  yaşanan  yanlış  dinler,  inançlar  ve  bunlara  bağlı  yanlış  uygulamalar  egemen  olmaktadır.

Bugün  dünyada  ve  özellikle  ülkemizde,  bütün  bu  gerçeğinden  saptırılmış  ve  yaşanan  yanlış  din  ve  inançlara,  bütün  bu  yanlış  olgulara  bakılarak,  dolayısıyla  sonuç  olarak  sorumlusu  sanki  Kur'an,  İslam  ve  Peygambermiş  gibi  saldırılar  ve  karalamalar  ortaya  çıkmaktadır.  Halbuki  Kur'anın  gerçeği  bu  yanlış  yaşanılan  ve  yaşatılan  Dinler  değildir. Buna  rağmen  aslında  Kur'an  bütünlüğü  içerisinde  nelerin  olduğundan  haberi  olmayan,  düşünmemiş,  sorgulamamış,  hayatı  ile  bağlantısını  kuramamış,  aklını  kullanmamış,  temel  bir  alt  yapıya  sahip  olamamış,  bilgisiz  olduklarını  dahi  bilmeyen  birtakım  kişilerin  son  yıllarda  Allah’ın,  Kur’anın  Hak  Dini  İslam’ın  ve  Peygamberlik  müessesesinin  karşıtı  saldırıları,  batının  işgal  ve  katliamları  ile  maşa  olarak  kullandığı  Sünni  ve  Şii  öğretilerinin  ürettiği  Taliban,  Boko  Haram,  İşid  gibi  radikal  Dincilerin  oluşturduğu  görüntülerle  baskı  ve  şiddet  içerikli  olduğu  karalamaları,  Kur'anın  tutarsızlık  ve  mitolojik  olaylarla  bağlantılı  uydurulmuş,  ayetleri  çelişkilerle  dolu  olan  bir  kitap  olduğu  iddiaları,  İslam’ın  önceki  puta  tapan  dinlerin  ve  geleneklerin  bir  devamı  olduğu,  Müslümanlıktaki  Allah  sözcüğünün  de  put  isimlerinden  türetildiği,  medyatik  zeminlerde  ve  yazılan  bazı  kitaplarda  çok  sıklıkla  yer  alır  olmuştur. Bu  bağlamda  ;

* Sosyal  bilimciler  dinin  kaynağını  Psiko  Sosyal  etmenlere  indirgemişler,  buna  bağlı  olarak  sosyal  ideolojinin  de  benimsediği  söylem  olarak  dini,  daha  ziyade  tarih  boyunca  yönetenler  ve  yönetilen  sınıflar  arası  mücadelelerin  bir  ürünü  olarak  görmüşler,  doğaya  yenik  düşen  insanların  Tanrılara,  kendileri  de  aslında  ne  olduğunu  bilmedikleri  halde  şeytanlara,  ruhlara,  mucizelere  inandıklarını  ifade  etmişlerdir. 

* Arkeolojik  araştırmacılar  da  Tarih  ve  İslam  öncesi  dini  inanç  ve  törenlere  işaret  eden  birtakım  mağara  çizimleri,  kitabe  ve  tablet  figürlerinden  yola  çıkarak,  Dini  inançlara  dönük  çıkarımlarda  bulunmuşlar,  kullanılan  isim  ve  sembollerle  bunların  da  bugünkü  inançların  temelini  oluşturduğunu  iddia  etmişlerdir. 

* Ateistlerce  de  aslında  Evrendeki  bütün  olayların  kendi  iç  dinamikleriyle  oluştuğu,  Tanrı  ve  Din  diye  bir  şeyin  olmadığı,  Dinin,  yaşamı  boyunca  yönetilen,  çalışan  ve  yokluk  çekenlere  bu  dünyada  azla  yetinmeyi,  kadere,  kısmete  boyun  eğmeyi,  sabırlı   olmayı  ve  öteki  dünyada  Cennet  umudunu  sürdürerek  avunmayı  öğrettiği,  acı  çeken  kitlelerin  afyonu  ve  ağrı  kesicisi  olduğu  dile  getirilmiştir.

* Halk  kültürü  içerisinde  Allah,  Peygamber  ve  Din  olgusu  dışında  kalıp  yaşayan  birtakım  kimseler  de  "  Allah,  Melek,  Şeytan,  Cin,  Zebani  gibi  hayali  arkadaşlara  sahip  olan,  Cennet,  Cehennem,  sırat  köprüsü  gibi  gerçekte  olmayan  hayali  mekânların  varlığına  inanan,  karıncaların   konuştuğuna,  Süleyman  adında  adamın  kuşlarla  sohbet  ettiğine,  Nuh  adlı  adamın  950  yıl  yaşadığına,  hurma  kütüğünün  ağladığına,  Musa  adlı  adamın  sopasıyla  denizi  yardığına  canı  gönülden  inanan  Müslümanların  acaba  Tıp  Bilimine  göre  hasta  olarak  kabul  edilmeleri  gerekir  mi ?  Gerekmez  mi ?  diye  sormaktadır. 

* Kur'anı  tanımayanların  ve  içinde  anlatılanların  zerresinden  haberi  olmayan,  belki  de  anlamak  için  hiç  okumayan,  "  Semavi  Dinlerin  Tanrısı  çok  garip  bir  Tanrı  ki,  kadının  saçı,  erkeğin  sünnet  edilmesi,  domuzun  lanetlendiği,  hayvanların  kurban  edildiği,  köle  cariye,  kâfir,  müşrik  diye  insanların  sınıflara  ayrıldığı,  Kendi  yazdığı  kaderle  sonucunu  bildiği  halde  insanları  imtihan  etmektedir. "  gibi  ayrıntılarıyla,  Dini  ve  Allah'ı  karalayarak  saldıranların  bazıları  da  Kur’andaki  Allah’ın  evi,  Kâbe,  Mescidi  Haram,  melek,  şeytan,  cinn,  ilâh,  kader,  kurban  gibi  bir  çok  kavramı  gerçek  anlam  ve  mesajlarıyla  tam  ve  doğru  olarak  bilmedikleri  halde  bu  kavramları,  klasik  ve  ilkel  dönemlerde  yanlış  olarak  aktarılmış  rivayetlerin  etkisinde  kalarak,  birtakım  sembolleri,  bazı  ayet  ifadelerini  de  çarpıtarak  yanlış  ve  haksız  iddiaları  ortaya  atabilmektedirler. Bu  arada  Kur'anın  İslam'ını  aşağılamak  için  İngiliz  asıllı  Hristiyanlar  da  rahat  durmamakta,  Mekke  müşriklerince  Kâbe’nin  M.Ö. 800  lü  yıllarında  Al – İlâh’ın  evi  olarak  anıldığını,  Allah  kelimesinin  de  al – İlâh’tan  ve  put  isimlerinden  türetildiğini  iddia  etmekte,  bu  karalamaların  içinde  yer  almaktadırlar.

Alçaklığı,  nankörlüğü  ve  ihaneti  karakter  haline  getirmiş  olan  insan  türü,  hem  Allah'ın  lütfettiği  nimetlerini,  yarattıklarını  kullanmakta,  hem  de  gökten  zembille  inmiş  gibi,  O'nu  yok  saymaktadır.  Aslında  kullandığı  küfür  dilinin,  Vakur  olan  /  mühlet  verip  hemen  cezalandırmayan  Allah'ın  ayeti  olduğunun  bile  farkında  değildir.  Biz  de  bu  makalemizde,  her  zaman  olduğu  gibi  yine  Kur’anımızın  doğruları  ile  bu  çok  değişik  ve  kapsamlı  ayrıntılarla  yapılan   karalamaların,  iddiaların  yanlışlığına  ve  haksızlıklarına,  tarih  boyunca  Kur’anın  dışında,  şirk  yapısında  sahte  ilâh  olarak  edinilmiş  olan  tanrı  kabullerine  reddiyelerle  açıklık  getirmeye  çalışacağız. 

İddiaların  ve  yapılan  karalamaların  karşı  açıklamalarına  geçmeden  önce,  Yüce  Rabbimiz  Allah'ın  bütün  insanlık  için  indirmiş  olduğu  son  Kitabı  olan  Kur'anı,  bütün  bu  karalama  kampanyaları  içerisinde  olanların  ön  yargılı  olmadan, Din  adına  yaşanan,  yaşatılan  yanlışlara,  Kur'an  Mushafının  insan  eliyle  oluşturulmuş  tertibinde  yapılan  yanlış  meallendirme  ve  verilen  yanlış  anlamlara  göre  değil  de,  kendi  dillerinde  anlamak,  öğrenmek  üzere,  gerçekten  aynı  konuyu  içeren  ayetleri  arka  arkaya  dizerek,  hiçbir  ayeti  saklamadan,  Kur'an  bütünlüğünde  doğru  değerlendirerek,  ayet  ayet  Allah'ın  ne  söylediğini,  neden  öyle  söylediğini  düşünerek,  sorgulayarak  okuyabildiler  mi ?  Bir  çok  ayette  andolsun  denilerek  kasem  edilip  somut  kanıtların  gösterildiği,  medeniyetin  gelişmemiş  olduğu,  bilim  ve  teknolojinin  adeta  olmadığı  zaman  diliminde,  bin  dört  yüz  yıl  önceden  geleceğe  ait  mucizevi  bilgilerin  verildiği  ayetleri  görebildiler  mi ?  diye  sorarak,  inkârcı,  karalamacı  ve  gerçek  Kur'anın  cahili  oldukları  belli  olan  arkadaşlara  Kur'anımızın  yapısını  ve  içeriğini  ana  hatlarıyla  hatırlatmaya  çalışalım !

* Aslında  Kur'ana  yapılan  ithamların,  karalamaların,  gerçekte  apaçık,  mubin,  ayetin  beyyinat  olup  okuyan  herkesin  çok  rahatlıkla  anlayabileceği  Kur'an  ile  hiç  bir  ilgisi  yoktur. Kur'an  dışında  Mezhep,  Tarikat  ve  Cemaat  bölünmeleriyle  Müslümanlara  yaşatılan  yanlış  din  ve  inançlarla  ilgilidir. Fussilet  Sûresinin  26. ayetinde  "  Ve  kâfirler  /  Allah'ın  ilâhlığını  ve  Rabbliğini  bilerek  reddeden  kimseler ;  "  Üstün  gelmeniz  için  bu  Kur'anı  dinlemeyin,  onun  içinde  anlamsız  şeyler  yapın /  anlaşılmasını  her  türlü  yolla  engelleyin. "  dediler. "  ifadeleriyle  Allah'ın  yaptığı  uyarılara  Müslümanların  kulak  vermeyişindendir. Mezhep,  meşrep  ve  cemaatlere  ayrılarak  Kur'anın  dışında  bambaşka  dinler  oluşturarak  yaşamalarının  sonucudur. Müslümanlar  hala  Mezhep  ve  Tarikatların  insanları  Allah'la  aldatarak  anlattıklarının  Allah'tan  olduğunu  sanmaktadırlar. Böylece  Kur'anın  dışında  oluşturulmuş  "  Boko  haram,  Taliban,  İşit  "  gibi  radikal  dinci  grupların  yaptığı  insanlık  dışı  eylemlerle  dünya  üzerinde  İslama  fobi  /  korku  ve  saldırı  üreten  bir  İslam  karşıtlığı  akımı  ile,  Müslümanlar  istenmeyen  insanlar  haline  gelmiş,  kafa  kesen,  kadını  kapatıp  yok  sayan,   gözü   dönmüş  bir  Müslüman  portresi  ortaya  çıkarılmıştır.  Radikal  dincilerin  de,  Kur'ana  saldıranların  da  Kur'anı  anlamak  üzere  okumayan  Müslümanlar  gibi  onların  da  Kur'andaki  gerçeklerden  haberleri  bulunmamaktadır. Oysa  :

* Kur'an,  anlatımda  açıklık,  düzgünlük  ve  amaca  uygunluk,  herhangi  bir  konudaki  derin  anlamı  ifade  etme  yeteneği,  az  sözle  çok  şey  anlatma  sanatı  için  teşbih,  mecaz,  istiare,  kinaye,  icaz,  intak,  cinas,  kafiye  gibi  bir  çok  edebi  sanat  açısından  eşsiz  bir  edebi  şaheserdir.  Oysa  o  dönemde  ne  Muhammed  peygamberin,  ne  de  ona  akıl  verdiği  ve  eğittiği  söylenen  herhangi  bir  başka  şairin  veya  din  mensubunun  böyle  bir  eğitimi,  ne  de  edebi  bir  geçmişleri  vardır.  Dolayısıyla  böyle  bir  kitabı  Muhammed ( a.s. )  ın  kendisi  uydurarak  yazmış  olamaz. Bundan  dolayı  gerçekten  Allah'ın  vahyi  olan  Kur'an,  Arapların  en  ileri  olduğu  ve  övündükleri  edebiyat  alanında  gerçekleşmiş  bir  mucizedir. 

* Kur'an  önceki  kitapları  ve  elçileri  de  tasdik  etmekte,  içinde  de  bir  çok  tarihi  olayları  nakletmektedir. Muhammed' ( a.s. ) in  bu  olayları  bütün  ayrıntılarıyla  bilmesi  ve  yanlışsız  olarak  uydurması  da  imkânsızdır. Üstelik  de  o  dönemde  yaşayan  Yahudilerin  elinde  gerçek  Tevrat,  Hristiyanların  elinde  de  gerçek  İncil  yoktur.  Bu  dinler  de  sonradan  insan  eliyle  yazılmış  uydurma  mitolojik  olaylara  dayalı  hikâyelerle,  din  yapılmış  geleneklerle  yaşanmaktadır. Üstelik  Kur'anda  geçmişe  yönelik  yer  alan  bütün  anlatımlar  da  bu  yanlış  yaşamların  düzeltilmesine  yönelik  mesajları  içermektedir.  Anlatılanların,  verilen  öğütlerin  ve  önermelerin  tamamı  insanların  barış  içerisinde  huzurlu,  toplu  ve  sağlıklı  yaşamaları  içindir.  Eğer  Kur'anı  Muhammed'in  kendisi  yazmış  olsaydı,  mutlaka  insan  olmasının  sonucu  az  da  olsa,  benliğine,  egosuna,  tutkularına  uyar,  geçmiş  kitap  ve  elçileri  onaylamak  yerine  kendisini  ön  plana  çıkarırdı. Her  şeyi  de  kendisine  mal  edebilirdi.

* Kur'an,  medeniyetin,  iletişimin,  bilim  ve  teknolojinin  olmadığı  bir  zaman  diliminde  içerisinde  Fizik,  Kimya,  Biyoloji,  Astronomi,  Kozmoloji,  Eğitim  Psikolojisi  ve  Sosyoloji  hakkında  bir  çok  bilginin  bulunması  nedeniyle,  içeriği  ve  öğretisi  bakımından  da  eşsiz  bir  kitaptır.  Oysa  Peygamberimiz  Mekke'de  yetişmiş,  hayatının  her  döneminin  herkes  tarafından  bilindiği,  çevresinde  herhangi  bir  okul  veya  öğretici  bulunmayan  bir  kimsedir.  Olsa  da  ne  olacak  ki,  zaten  o  zamanın  bütün  toplumları  bu  bilgilerden  yoksun  bulunmakta  ve  hatta  dünyanın  yuvarlak  olduğu  dahi  bilinmemektedir. Bu  nedenle  üstün  akıl  olmadan  Peygamberin  Kur'anın  içerisindeki  bu  bilgileri  de  geleceğe  ait  birtakım  ipuçlarını  da  bilmesi  ve  düşünmesi  bile  mümkün  değildir.

* Kur'an  yapısal  yönüyle  de  bir  çok  mucize  içermekte,  bu  özelliğine  ve  geniş  hacmine  rağmen,  Arapça  bilip  okuduğunu  iddia  ettiği  halde,  aslında  Kur'an  içindeki  bir  çok  kavramı  doğru  olarak  anlayamayan,  Kur'an  bütünlüğündeki  anlatım  tekniğinden  haberi  olmayan  birileri  ortaya  çıkmakta,  örneklediği  bazı  ayetlerle  Kur'andaki  çelişkiler  diye  iddialarda  bulunabilmektedir. Oysa  Nisa  Sûresinin  82. ayetinde  "  Onlar  hala  Kur'anı  arka  arkaya  dizerek  gereği  gibi  düşünmezler  mi ?  Eğer  ki  Allah'tan  başkası  tarafından  olsaydı,  kesinlikle  onun  içinde  bir  çok  karışıklıklar  bulurlardır. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  Kur'anın  içerisinde  hiçbir  açıdan  çelişki  ve  tutarsızlık  bulunmamaktadır. Gerekirse  iddia  sahiplerine  örnek  gösterdikleri  ayetlerin  gerçeği  madde  madde  yine  Kur'an  ayetlerinin  lafızlarıyla  açıklanır. Dolayısıyla  Kur'an  üzerinde  düşünen  her  insanın  saptayabileceği  bu  özellikler,  Kur'anın  Muhammed'in  kendi  eseri  olmadığını,  bizzat  Allah'tan  indirme  olduğu  gerçeğini  gösterir. Yunus  Sûresinin  37 - 39. ayetlerinde  "  Ve  bu  Kur'an  Allah'ın  astları  tarafından  uydurulan  değildir.  Onda  şüphe  edilecek  hiçbir  şey  yoktur.  Alemlerin  Rabbindendir. "  ifadeleri  de  yine  iddia  sahiplerine  karşı  gerçeği  işaret  etmektedir.

Rabbimiz,  insanlara  tarih  boyunca  değişik  zamanlarda,  değişik  bölgelerde  ardı  ardına  peygamberler  göndermiş,  sabırla   da   Allah’a  ortak  koşmadan  Tevhide,  /  Allah’ın  birliğine  bağlı  inançlarla  ön  görülen,   Allah  katında  belirlenmiş  olan  dosdoğru  yolun  davetini  sürdürmüştür.  Müminun  Sûresinin  44. ayetinde  "  Sonra  Biz  birbiri  ardından  elçilerimizi  gönderdik.  Her  ne  zaman  bir  ümmete  elçileri  geldi,  onlar  bu  elçiyi  yalanladılar. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  bütün  toplumlarda  insanların  çoğu  tarafından  peygamberler  yalanlanmış  ve  Tevhit  inancı  reddedilmiş,  büyük  dirençler  gösterilmiştir. Kendi  yaratılışlarında,   çevrelerinde,  yerde  ve  gökte  oluşturulmuş  mucizelerin  ve  ilâhi  gücün  farkına  varamayan  insanoğlunun  bencilliği  ve  kibri  her  zaman  ön  plana  çıkmış,  bilhassa  yönetim  konumundaki  muktedirler,  kurdukları  düzenin  bozulmaması  için  her  türlü  karşı  direncin  öncüsü  olmuşlardır.  Tevhide  ve  sadece  Allah’ın   koruması  altına  girmeyi  reddetmiş  olanlar,  öldükten  sonra  dirilmeye,  Ahiret  hayatındaki  hesap  gününe  ve  karşılıklarına  inanmamış,  aksine  tarih  boyunca  Rabbimizin  indirdiği  kitaplar,  emirler  ve  uyarılar  dışında  başka  kaynaklar  aramış  ve  Allah’tan  başka,  Allah’ın  yarattıklarından  ( astlarından )  gökyüzünden,  yeryüzündeki  doğa  güçlerinden,  taştan,  tahtadan  yaptıkları  putlardan,  büyük  ve  güçlü  saydıkları  kişilerden,  yol  gösteren  yardım  eden  ve  koruyan  yakınlar,  sahte  ilâhlar  edinmişlerdir. Eski  çağlardan  beri  Tevhit  ( Allah’tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur )  inancından  habersiz  kalan  veya  reddeden,  yeryüzünde  çok  değişik  bölgelerde  yaşayan  birçok  topluluk  da  örneğin ;  ( İslam  Ansiklopedisi  ve  Ana  Britannica, Tebyin  ül  Kur'an  cilt  1. Sa. 333 )

*  Mısır’ın  mitolojik  dinlerinde  bir  kaynağa  göre  zaman,  başka  bir  kaynağa  göre  yeryüzü  ilâhı  olarak  Keb  ile  gökyüzü  tanrıçası  Nut’un  evlenmesinden  meydana  gelen  Osiris,  kıskançlık  yüzünden  Set  tarafından  öldürülerek  on  iki  parçaya  bölünmüştü.

* Eski  Çin  dini  olan  Sinizm’e  göre  tanrı  Çang Ti’nin  soyundan  gelen  Çin  hükümdarları,  göğün,  güneşin  oğulları  idi. 

* Hint  dinlerindeki  ilâhlar  da  her  türlü  beşeri  eksikliklerden  uzak  değillerdi. Gök  gürültüsü,  yağmur,  fırtına  gibi  olayların  ilâhı  olan  ve  yıldırım  ile  şimşeği  silah  olarak  kullanan  İndra,  çok  zalim  ve  gaddar  bir  ilâhtı.

* Buna  benzer  şekilde  Sümerlerin  ilâhı  olan  Marduk,  yüceliğini   diğer  Tanrılarla  savaşarak  tıpkı  insanlar  arasındaki  krallar  gibi  elde  etmişti. Sümerlerin  dinleri  çok  Tanrılı  bir  dindi. Tanrılar  da  insanlar  gibi  yaşamın  bütün  özelliklerine  sahip  idiler.  Savaşırlar,  sevişirler,  çocuk  ve  aile  sahibi  olurlardı.  Güneş  tanrısı,  Bilgelik  ve  su  tanrısı,  Tanrıça  İnanna,  Aşk  Tanrıçası  İştar, Tanrı  Enlil  gibi  her  yerleşim  alanının  sahibi  olan  yüzlerce  tanrıları  bulunmaktaydı.

* İran  Dini  Mecusilik’te  Hürmüz,  Ehrimen,  veya   Ahura  Mazda,  Ormazd  gibi  iyilik  ve  kötülük  tanrıları  devamlı  savaşırlardı.

* Bugünün  Avrupalılarının  ataları  olan  Kelt’lerin  dininde,  insanlar  vahşice  ilâhlara  kurban  edilirlerdi.  

* Aztek’lerin  harp  tanrısı  olarak  kabul  ettikleri  Çiçli – Puçli  savaş  ve  güneş  tanrısı  olarak  kabul  ettikleri  Huitzilopochtli,  insan  yüreği  yemekten  hoşlanan  zalim  ve  savaşçı  bir  ilâhtı.

* Yahudilerin  milli  ilâhı  olan  Yehova,  kendi  kavmi  olan  İsraillilerin  dışında  kalan  kavimlere  son  derece  zalim  ve  gaddardı. 

* Bunların  yanında  eski  Yunan’ın  mitolojik  Olimpos  Tanrılarını  unutmamak,  ayrıca  Orta  Asya  Türklerinin  yeri  göğü  Tengri  deyip  çeşitli  nesneleri,  özellikle  kendilerini   kurtardığına   inandıkları  bir  kurdu  nasıl  ilâhlaştırdıklarını  da  hatırlamak  gerekir.

Gördüğümüz  gibi  insan  davranışlarını  gösteren  pek  çok  sahte  ilâh  tarih  sayfalarına  kaydedilmiştir. Bugünkü  batı  dünyası,  halâ  Yunan  ve  Roma  çok  Tanrıcılığını,  ismi  dışında  her  şeyi  ile  aynı  almıştır.  Batı  dinlerinde  İlâh  karşılığı  olarak  kullanılan  sözcükler,  God,  Gott,  Dieu,  Dio  temelinde  Yunanca  Theos  ve  Latince  Deivo  sözcüklerine,  bu  sözcükler  de  Yunan  mitolojisinin  insan  şeklindeki  Tanrı  anlayışına  dayanmaktadır. Çok  tanrıcı  eski  Yunan’dan  kaynaklanan  ve  genellikle  beşeri  zaaf  ve  eksiklik  taşıyan  bu  ilâh  anlayışı,  önce  Roma’ya,  oradan  da  Hristiyanlığa  geçmiş,  Haç  sembolü  ve  Allah’ın  oğlu  dedikleri  İsa  Mesih  ile  Meryem  heykelleri,  kilisenin,  mabetlerin  vazgeçilmez  putları  haline  getirilmiştir.  Uzak  Doğuda  ise  değişik  bölgelere  göre  değişik  hayvanların,  sembollerin  ve  kişilerin  tanrısallaştırıldığı  ve  muhabbarata  epik  destanına  dayanan,  aynı  zamanda  Hristiyanlık  ve  Müslümanlıktan  sonra  dünyanın  üçüncü  en  büyük  dini  olan  Hinduizm,  Hindistan,  Nepal,  Bangladeş,  Endonezya  ve  Sirilanka'da  çok  tanrıcı  politeist  dinler  olarak  yaşanmakta,  yine  Hinduizmin  uzantısı  olan  Budizm,  Konfiçyanizm,  Taoizm,  Şintoizm,  gibi  çok  Tanrı  ve  ruhlarla  güneş  Tanrıçası,  ay,  fırtına,  deniz,  ateş,  gıda,  yaşam  Tanrısı  inançlarıyla  Tayland,  Kamboçya,  Tibet,  Çin  ve  Japonya  dinleri  yaşanmaktadır.

Kur’anın  İslam’ı  ile  Müslümanlığın  doğduğu  Mekke  ve  Arap  Yarımadasında  Peygamberimizden  önceki  hayata  ve  Din  inancına  baktığımız  zaman,  Zuhruf  Sûresinin  9. ayetinde  “  Ve  hiç  kuşkusuz  eğer  sen  onlara : “  Gökleri  ve  yeri  kim  oluşturdu ? “  diye  sorsan,  kesinlikle  Azizül  Alim  Allah  oluşturdu  diyeceklerdir. “  yine  aynı  Sûrenin  87. ayetinde  de  “  Yine  andolsun  ki,  onlara  kendilerini  kimin  oluşturduğunu  sorsan,  kesinlikle :  “ Allah “  derler. “  ifadelerinde  gördüğümüz  gibi  orada  da  Mekke  Müşrikleri  aslında  İbrani  geleneğine  dayanan  bir  inançla   Allah’ın  varlığına  inanır,  fakat  bunun  yanı  sıra  O’nu  göremiyoruz,  ulaşamıyoruz  düşüncesi  ile  tanrılar  ve  tanrıçalar,  kabileler  tarafından  koruyucu  ve  Allah’a  yaklaştıran  aracılar  olarak  görülürdü. Bu  inanç ve  yanlış  tutumları  da  Yunus  Sûresinin  18. ayetinde  “ Onlar  Allah’ın  astlarından,  kendilerine  zarar  vermeyen  ve  kendilerine  yarar  sağlamayan  şeylere  tapıyorlar. Ve  “  Bunlar  Allah  katında  bizim  yardımcılarımız  “  diyorlar.  De  ki :  “ Siz  Allah’a  göklerde  ve  yerde  Kendisinin  bilmediği  bir  şey  mi  haber  veriyorsunuz ? “   Allah,  onların  ortak  koştukları  şeylerden  arınıktır.  Ve  çok  yücedir. “  ifadeleriyle  yanlışlıkları  dile  getirilmektedir. Bu  ilâhların  ruhları  kutsal  ağaçlar,  taşlar,   dağlar  gökler,  su  kaynakları  ve  su  kuyuları  ile  ilişkilendirilirdi. Bu  inançların  temelinde  de  Zuhruf  Sûresinin  19.  ayetinde  “ Onlar  Rahman’ın  kullarının  ta  kendisi  olan  melekleri  /  doğa  güçlerini  de  dişi  saydılar.  Onlar,  onların  oluşturuluşuna  tanık  mı  oldular ?  Onların  tanıklıkları  yazılacak  ve  onlar  sorguya  çekileceklerdir. “  ifadeleriyle  teyit  edildiği  gibi  Hubel  adını  verdikleri  putu  Ay  Tanrısı  olarak  en  büyük  ilâh yapmışlar,  Lat,  Uzza,  Menat  ismini  verdikleri  putları  da  Hubel’in  kızları  olarak  şekillendirip  büyük  ilâhlar  edinip  tapmakta  idiler. 

Araplar,  taptıkları  ve  aracı  ilâh  olarak  kullandıkları  360  civarında  putun  en  yücesi  ve  güçlüsü  olarak  Hubel  denilen  Ay  tanrısını  görmüş,  güneşin  aslında  ondan  daha  büyük  bir  yapıda  olduğunu  fark  edemedikleri  halde  ona  “  el – İlâh “   adını  vermişlerdir.  Fal  okları  çekişmesi  adında  bu  Tanrının  önünde  attıkları  okların,  sanki  o  put  yönlendiriyormuş  gibi  aldığı  konuma  göre  yapacakları  işlerinin  sonucunun  iyi  mi,  kötü  mü  olacağına  karar  verirlerdi.  Arapça  dil  kurallarına  göre  sıfatların,  isimlerin  önüne  ses  uyumuna  göre  konulan  “ el “  veya  “ al “  takısı,  ifadelere  güç  ve  ululuk  katmaktadır. Öte  yandan  ilâh  adlandırmasının  kökeni  İbranicede  “  eloah “  sözcüğüne  dayanmaktadır  ve  en  kudretli  tanrıya  verilen  addır.  Taberi’nin  naklinde  de  “  elehe “  sözcüğü mabut,  tapılacak  ilâh  anlamına  gelmektedir. Razi’de  sevilen  mabut,  bazı  alimlere  göre  de  sevgi  anlamına  gelmektedir.  Ama  bu  sözcük  yuvarlanarak  daha  sonra   Arapçaya  ilâh  şeklinde  geçmiştir. Mekke  Müşrikleri  de  zamanla  Sin  ya  da  Hubel  olarak  adlandırdıkları  en  kuvvetli  ve  büyük  olan  Ay  tanrılarını  ifadeye  güç  katan  “ al “  ekiyle  birlikte  “  al – ilâh “  olarak  anmaya  başlamışlardır.  Bu  isim  Arap  yazıtlarında  da  Peygamberimizin  babası  “ Abdullah “  isminde  de  yuvarlanarak  (  tanrının  kulu  anlamında ) karşımıza  çıkmaktadır.  Bunun  ardından  “ lah “  kökündeki  “  ha “  harfini  kaldırıp  yerine  “ ta “  harfini  koyarak  “  lat “  putunun  ismini  türettikleri  gibi  aynı  taklit  yöntemleriyle  al  Uzza  ve  al  Menat  putlarının  isimlerini  de  türetmişler,  bu  putlar  için  tapınaklar  yapmışlar,  o  yörenin  muktediri  olan  bazı  kişiler  de  bu  tapınakların  sahibi  olmuş,  tapınağa  bağışlanan  hediye  ve  mallarla  ceplerini  doldurarak  zengin  olmuşlar,  örneğin  Abdüluzza  / Uzza  putunun  kulu  denilen  Ebu  Leheb  gibileri  bu  şekilde  çeşmenin  başını  tutan  yönetici  muktedir  konumuna  gelmişlerdir..

Müşrik  Araplara  göre  al  lat  putu  tarım  tanrıçasıdır,  al  Uzza  putu  şifa  tanrıçasıdır  ama  sahibi  Ebu  Leheb'in  veba  hastalığına  yakalanıp  yaralar  ve  pislik  içerisinde  ölmesini  ve  ölüsünün  de  sopalarla  itilerek  kuyuya  atılmasını  önleyememiştir.  Al  Menat  putu  da  kader  tanrıçasıdır  ve  bunlar  dişi  motifinde  olup  tanrının  işlerini  gören  ama  aslında  melek  olarak  düşündükleri  kızlarıdır. Tabii  ki  bunlarla  yetinmemişler,  Şams,  Athtar,  Dhautu  Anvat,  Manaf  gibi  daha  birçok  aracı  put  icat  edilmiş,  bunların  taştan,  tahtadan  yapılan  küçük  küçük  putları  dahi  evlerinin  bir  köşesine  konulmuş,  Kâbe’nin  içerisi  de  bu  putlarla  doldurulmuştur.

Son  zamanlarda  Kur’anı,  İslam’ı  ve  Peygamberi  karalamak,  küçük  düşürmek  üzere  yapılan  saldırılardan  birisi  de  Kur’andaki  Allah  isminin  Müşrik  Arapların  putlarının  bir  devamı  olarak  bu  put  isimlerinden  türetildiğinin  iddia  edilmesi  şeklinde  olmuştur. Kastedilen  al  ilâh  sözcüğü  Peygamberimizden  ve  Kur’anın  İslam’ından  önce  yaşanmış  ve  Kur’an  dışında  oluşturulmuş  bütün  dinlerdeki  tanrı  kavramları,   aslında  Sümerlerden,  Çin,  Mısır,  Yunan'dan  Elam,  Akad,  Mısır  Mitolojilerine  varıncaya  kadar  tüm  yaratılış  destanlarındaki  aynı  Tanrı  masallarının  farklı  versiyonları  olan  sahte  ilâhlarıdır. Zümer  Sûresinin  3. ayetinde  “  Dikkatli  olun,  halis  din  sadece  Allah’a  aittir.  Onun  astlarından  birtakım  yardımcı,  yol  gösterici,  koruyucu  yakınlar  edinenler :  “  Allah’ın  astlarından  edindiğimiz  yardımcı,  yol  gösterici,  koruyucu  yakınlar,  bizi  Allah’a  daha  fazla  yakınlaştırsın  diye  biz  onlara  tapıyoruz. “  diyorlar. Şüphesiz  kendilerinin  ayrılığa,  anlaşmazlığa  düşüp  durdukları  şeylerde,  onların  arasında  Allah  hüküm  verecektir.  Şüphesiz  Allah  yalancı  ve  çok  nankörün  ta  kendisi  olan  kişilere  kılavuzluk  etmez. “  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  bu  put  isimleri,  Al  lat  ve  el  ilâh  ile  Allah  sözcüğü  arasında  ses  benzerliğinin  olması  kesin  bir  delil  değildir.  Bu  ses  benzerliğini  ileri  sürüp   Kur'andaki  Allah  sözcüğünün  kesin  olarak  bu  sözcüklerden  türediğini  iddia  etmek,  Ateistlerin  saplantılarından  başka  bir  şey  değildir. Allah  ismi  bir  put  ismidir  denilmesi  tamamen  haksız  bir  iftiradır. Putperestlerin  Kur'andan  önce  kullandıkları  isimler,  Kur’andaki  Allah  isminin  kesinlikle  kökü  değildir,  yapı,  anlam,  kavram  ve  işlev  olarak  put  isimleriyle  yakından  uzaktan  bir  ilgisi  yoktur. Peygamberimizin  zamanındaki  müşrikler  de  bu  benzetmeyi  görüp,  “  bizim  putumuzun  ismini  çalıp,  bize  Tanrı  diye  kabul  ettirmeye  çalışıyorsun “  itirazında  bulunamamışlar,  böyle  bir  reddiye  kayıtlara  geçmemiş  de,  fakat  yüzyıllar  sonra  nedense  Ateistler  farkına  varmışlar !

Din  olgusunu  Orta  Doğuda  yaşamış  olan  Sümerlerin,  Babillerin,  Asurluların  geleneklerinin  bir  devamı  olduğunu  iddia  eden  Ateistlere  hatırlatalım,  Sümerlerden  ve  diğer  kavimlerden  önce  de,  Peygamberimizin  öncesinde  de  orta  doğuda  Allah  inancına  bağlı  dinler  ve  Adem,  İdris,  Nuh,  Salih,  Hud  peygamberlerin  kavimlerinde  de  tek  bir  tanrı  inancı  vardı.  İbrahim  peygamberin  dinine  de  şirkten,  Allah’a  ortak  koşmaktan  dönülen  Hanif  dini  deniliyordu.  Mekke’deki  Kâbe’yi  yıkmaya  gelen  Fil  ordusunun  kralı  Ebrehe’ye  bile  müşrik  olduğu  halde  Peygamberimizin  dedesi  Abdülmuttalip, “ Ben  develerin  sahibiyim Kâbe’nin  ise  asıl  sahibi  var.  Onu  da  sahibi  korur. “  diye  cevap  vermiş,  herhangi  bir  put  ismini  de  Allah  ismini  de  kullanmamıştır.  Peygamberimizden  önceki  Kitap  olan  İncil’de  dahi  İsa  peygamber,  Rahman  ismini  kullanmıştır. Razi  1 / 144,  28 / 248  de  nakledildiğine  göre  İmam  Şafi  de  dahil  Arapçayı  çok  iyi  bilen  alimlere  göre  de  “  Allah “  sözcüğü  hiç  bir  başka  sözcükten  türetilmemiştir.  Özel  isim  olarak  kullanılmıştır. Halbuki  Kur’anın  İslam’ı  ile  tarihin  ilk  çağlarında  ve  Arabistandaki  cahiliye  döneminin  bütün  yanlış  inançları  iptal  edilmiş,  ortadan  kaldırılmıştır. Fakat  hala  İslam’ın  özünde  bu  inançları  dinin  temeliymiş  ve  bunların  devamı  imiş  gibi  sunmak,  haksızlıktır,  Kur’ana  iftiradır,  anlamamaktır,  bilmemektir.  Kur’anın  İslam’ında  Allah  dışında  bir  varlığa  ve  kişiye  ibadet  etmek,  kesinlikle  İslam’ın  öncekilerden  alıp  devam  ettirdiği  bir  gelenekler  silsilesi  değildir.  Çünkü  en  temel  prensibi  Tevhit  inancıdır. 

Öte  yandan  Bakara  Sûresinin  125. ayetinde “  Ve  Biz  bir  zaman  bu  Beyt’i ( ilk  yapılan  evi )  insanlar  için  bir  sevap  kazanma  ( dönüş   ve  bir  güven  ) yeri  yapmıştık.  Siz  de  İbrahim’in  görev  yaptığı  yerden  /  İbrahim  makamından  bir  salat  yeri /  musalla /  desteğin,  toplumun  aydınlatılmasının  gerçekleştirildiği  bir  yer  edinin.  Ve  Biz,  İbrahim  ve  İsmail’e  “  Beyt’imi  / Evimi  dolaşanlar,  ibadete  kapananlar  ve  secde  edenler  /  boyun  eğip  teslimiyet  gösterenler  Allah’ı  birleyenler  için  temiz  /  şirkten,  Allah’a  ortak  koşmaktan  uzak   tutun  “  diye  ahit  / söz  almıştık. “  ifadeleriyle  gördüğümüz  gibi  Mekke'deki  Kâbe /  Mescidi  Haram  /  Beytullah,  Allah’ın  evidir  denilmektedir.  Ayetlerde  Allah,  sadece  Kâbe’yi  “  Evim “  diye  zatına  izafe  ederek,  bu  evin  şerefine,  değerine  ve  önemine  işaret  etmektedir.  Kur’anda  bizzat  Allah’a  izafe  edilen  Ev,  Mülk,  Allah'ın  adı  anılarak  kesilen  hayvan,  Allah’a  ve  Peygambere  aittir  denilen  ganimet  gibi  ifadeler  üzerinde  hiç  bir  kimse  hak  sahibi  değildir,  tamamen  insanların  tümünün  yararlanması  gereken  ve  Kamuya  ait  olanlardır.  Elbette  ki  gerçekte  doğrudan  doğruya  Allah'ın  evi  olmaz. O  Ev /  Kâbe  Allah’ın  Evidir  demek  Orada  hükümdarlık,  hükümranlık,  padişahlık  sökmez.  Tüm  mescitler  de  aynen  Kâbe  gibi  bütün  insanlara  açıktır.  Orada  herkes  özgürdür,  eşittir.  Özellikle  Kâbe’nin  Allah’ın  Evi  olarak  söz  konusu  edilmesi  ise  o  sırada  başka  mescit  olmamasındandır.  Ama  daha  sonra  İslam’a  çamur  atmak  isteyen  birileri  çıkmakta,  Kur’andaki  anlatımların  gerçeğini  ve  yüceliğini  görmeden  Arapların  sadece  tanrıya  ait  olduğunu  kastetmek  amacında  olan  “  Kâbe’ye  el  ilâh’ın  evi  “  dedikleri  iddiaları  da  ortaya  atılmaktadır.

Arkeolojik  bulgularda   Ay  Tanrısı  Hubel  “  Sin “  olarak  geçer.  Buna  bağlı  olarak  Kur’anın  İslam’ına  çamur  atmada  tadını  kaçıran  ve  tarih  kronolojisinden  de  habersiz  olan  Fanatik  din  düşmanları,  İslam’ın   Ay  kültünün  bir  uzantısı  olarak  o  inançların  bir  devamının  delili  olduğunu  iddia  ederken,  Camilerdeki  Hilal’in /  ay  sembolünün  de  oradan  geldiğini  söylerler.  Halbuki  Peygamberimizin  döneminde,  sonrasında,  Müslümanlığın  ilk  dönemlerinde  de  Mescitlerde  Hilal  diye  bir  sembol  yoktur.  Tarihte  ise  Hilal  ilk  defa  1064  yılında  Selçuklu  Devletinin  Sultanı  Alpaslan  tarafından  ülkemizdeki  Doğu  Anadolu’daki  “ Ani “  tapınakları  ele  geçirilince,  Camiye  çevrilen  Katedralin  kubbesindeki  haç  indirilip  yerine  büyük  hilalin  konulması  sonucunda  Anadolu’da  bir  gelenek  haline  gelmiştir. Üstelik  de  Ay  / hilal  sembolü  İslam  öncesi  Gök  Tengri  inancından  gelen  Türk  toplumlarına  aittir. Hilalin  Müslümanlıkla  yakından  uzaktan  bir  ilgisi  yoktur. Dolayısıyla  Hilal  ve  Allah,  aynı  kökten  gelmemektedir.  Buna  rağmen  daha  sonraları  yine  Kur’an  dışında  egemen  olmuş  şirk  inancı  olan  Tasavvufta  hilal / ay  ve  lâle  gibi  semboller  insanlar  tarafından  Allah’ı  temsil  eder  hale  getirilmiştir.

İlâh,  sözlük  anlamı  “  örtünmek,  gizlenmek,  alışmak  ve  kulluk  etmek  " demektir.  Bu  sözcük  genelde  “  İbadet  edilen,  tapınılan,  ululanan,  yüceltilen “  nesnelerin  adı  olarak  kullanılmaktadır. Bu  sözcüğe  “  ihtiyaçları  gideren,  işlenen  amellerin  karşılığını  veren,  sükûnet  bahşeden,  huzur,  rahatlık  veren,  yücelik,  hükmü  altına  alıp  musibetlerden  koruyan “  anlamlar  da  yüklenmektedir.

Kur’anın  İslam’ının  saf  Tevhit  akidesi,  tapılacak,  ibadet  edilecek  ve  yüceltilecek  olanın,  Kâinatı  ve  eşyayı  yaratanın,  yoktan  var  edenin  sadece  Allah  olduğunu  kabul  eder. Bundan  dolayı  Kur’anın  Allah  kavramı  ile  diğer  dinlerdeki  ilâh  kavramı  arasında  anlam,  kavram,  oluşturma,  hükmetme  ve  işlev  bakımından tartışmaya  yer  bırakmayacak  nitelikte  büyük  farklılıklar  bulunmaktadır. Diğer  dinlerdeki  ilâhlar,  bu  inançtaki  insanların  korkularının,  ihtiyaçlarının  ürünü  olup,  insanların  ihtiyaçlarına  göre  ortaya  çıkmış  ve  şekillenmiştir. Hüküm  koyma  özellikleri  olmayan,  insanların  korkularının,  ihtiyaçlarının  ortadan  kalkması  halinde  fonksiyonlarını  kaybedecek  olan  bu  ilâhlar,  insanlarla  birlikte  var  olup,  insanlarla  birlikte  yok  olmaktadırlar.  Ve  tarih  boyunca  bir  çok  kavmin  yok  olmasıyla  da  böyle  olduğu  görülmüştür.  Ama  Kur'andaki  Allah,  İsra  Sûresinin  43. ayetinde  "  Allah  onların  dediklerinden  büyük  bir  yücelikle  arınık  olandır. "  44.  ayetinde  "  Tüm  gökler  / uzay,  yeryüzü  ve  bunların  içinde  bulunanlar,  Allah'ı  noksan  sıfatlardan  arındırırlar.  O'nun  övgüsü  ile  birlikte  noksan  sıfatlardan  arındırmayan  / tesbih  etmeyen  hiçbir  şey  yoktur.  Fakat  siz  onların  Allah'ı  tesbih  etmelerini  / noksan  sıfatlardan  arındırmalarını  iyi  kavrayamıyorsunuz.  Şüphesiz  ki  O,  yumuşak  davranandır,  çok  bağışlayıcıdır. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  gökte,  yerde  ve  ikisinin  arasında  bulunan  bütün  cansız  ve  canlı  varlıklar,  atom  altı  mikro  yapıdan  gökyüzünde  makro  yapıdaki  galaksilere  varıncaya  kadar  hepsi  Allah'ın yaratmasıdır,  Allah'ın  büyüklüğünün,  varlığının  kanıtıdır.

En  güzel  isimler  Allah'ındır,  ister  Rahman,  ister  Rahim,  ister  Sübhan,  hangisini  söylerseniz  Allah'tır. Hadid  Sûresinin  3. ayetinde, “  O,  el  Evvel  / ilktir,  el  Ahir  / sondur,  Vezzahiru  / açıktadır,  Velbatinu  /  içtedir  ve  O  Alimdir  /  her  şeyi  en  iyi  bilendir.  “  denilerek  ifade  edildiği  gibi  Allah,  ilk  olduğunu,  hiçbir  şey  yok  iken  Kendisinin  var  olduğunu,  sondur  ifadesiyle  O'ndan  sonra  kalacak  hiç  bir  şeyin  olmayacağını,  herşeyin  fani  ve  sonlu  olduğunu,  açıkta  ve  tecelli  eden  sıfatlarıyla,  yarattıklarının  kanıtıyla  meydanda,  göz  önünde  olduğunu,  Evrende  algılanan  her  şeyin  O'nu  gösterdiğini,  O'nun  imzasını  taşıdığını,  O'nun  zatının  duyularla  görülmesinin  imkânsız  olduğunu  anlatmaktadır.  O  her  şeyin  ve  bütün  ilimlerin  sahibi  ve  yaratıcısıdır. Araf  Sûresinin  143. ayetinde  de  "  Ne  zaman  ki,  Musa   belirlediğimiz  vakitte  geldi  ve  Rabbi  ona  söz  söyledi.  Musa , “  Ey  Rabbim  göster  bana  Kendini  de  nazar  edeyim  Sana  ! “  dedi.  Rabbi,  ona  dedi  ki :  “  Beni  sen  asla  göremezsin  velâkin  şu  dağa  nazar  et,  eğer  nazariyyen  / teorin /  geniş  ve  derin  bilgin,  incelemen  dağın  mekânına  tam  oturursa /  Dağın  önünü,  arkasını,  altını,  üstünü,  sağını,  solunu,  içini,  dışını  tam  ifade  ederse  işte  o  zaman  sen  Beni   göreceksin. “  Daha  sonra  ne  zaman  ki  Rabbi  Musa'nın  dağ  gibi  sorunları  için  Musa'yı  aydınlattı,  sorunlarını  yıkıp  attı,  Musa  da  heyecanla  dehşete  düşüp  yere  kapandı.  Rabbine  teslimiyet  gösterdi,  ayılıp  kendine  gelince  heyecanı  da  geçince  " Seni  tenzih  ederim,  Sana  döndüm,  tevbe  ettim,  inananların  ilkiyim  "  dedi. "  ifadeleriyle  anlatıldığı  gibi  Musa  Peygamberin,  Allah'ı  gözüyle  görebilmesi  mümkün  olamamıştır. 

Ayetin  orijinalinde  yer  alan  nazar  sözcüğü,  bir  çok  mealde  bakmak,  görmek  anlamında   çevrildi  ise  de,  aslında  nazariye /  iyiden  iyiye  inceleme,  geniş  ve  derin  bilgiye  sahip  olma  demektir. Kur’anın  İslam’ında  kişi  ilâhını  kendi  ihtiyaçları  doğrultusunda   edinemez. Çünkü  İslam,  ibadet  edilecek  İlâh’ın  tek,  mutlak  varlık  ve  Yaratıcı,  tek  hüküm  koyucu  olduğu  esası  üzerine  oturtulmuştur.  Bu  nedenle  İslam,  bütün  insanları  işte  bu  İlâha,  yani   Kur'andaki  Allah’a  iman  ve  ibadet  etmeye  çağırmaktadır. Kur’anın  İslam’ındaki  İlâh  olan  Allah,  mutlak  Yaratıcı  olduğundan  her  şeyden  önce  de  vardır.  Varlığı  zatı  ile  kaimdir.  Varlığını  ayakta  tutmak  için  Kendisinden  başka  hiç  bir  desteğe,  güce  ihtiyacı  yoktur  ve  ebedi  olduğu  için  insanla  birlikte  yok  olmaz. (  Allah  ile  ilgili  daha  geniş  bilgileri  sitemizdeki  "  Allah'ı  Kur'an  İle  Tanıyalım "  başlıklı  makalemizde  bulabilirsiniz )

Yukarıda  bazı  örneklerini  verdiğimiz  gibi,  tarihte  bir  çok  toplum  Allah’tan  başka  ilâhlar  edinmiş,  onlara  tapınmışlardır.  Kur’an  bu  toplumları  bize  Meryem  Sûresinin  81. ayetinde  “  Ve  onlar,  kendileri  için  bir  güç,  şan  şeref  olsun  diye  Allah’ın  astlarından  ilâhlar  edindiler. “  Hud  Sûresinin  101. ayetinde  “  Ve  onlara  Biz  haksızlık  etmedik,  fakat  onlar  kendilerine  haksızlık  ettiler,  yanlış /  kendi  zararlarına  iş  yaptılar. Onun  için  Rabbinin  emri  geldiğinde,  Allah’ın  astlarından  taptıkları  tanrıları,  onlara  hiç  bir  şey  sağlamadı  ve  onlara  ziyandan  başka  bir  şey  arttırmadılar. ”  Nahl  Sûresinin  20 – 22. ayetinde  de “  Ve  onların  Allah’ın  astlarından  yakardıkları  şeyler  herhangi  bir  şey  oluşturamazlar,  kendileri  oluşturulmuşlardır,  ölülerdir,  diri  değildirler.  Ne  zaman  dirileceklerini  de  bilmezler. Sizin  ilâhınız  tek  bir  ilâhtır.  Artık  ahirete  inanmayan  şu  kimseler ;  Onların  kalpleri  tanıtmamaya  çalışmaktadır  ve  onlar,  kendilerinin  büyük  olduğuna  inanan  kimselerdir. ”  Denilerek  eski  çağlarda  ve  cahiliye  dönemlerinde  Allah’ın  vahyinden  haberleri  olmayan  veya  inkâr  eden  insanların  durumları,  yaptıkları  yanlışlıklar  çok  ayrıntılı  ve  etkili  ifadelerle  anlatılmaktadır. Bunun  sonucunda  da  onların  durumları  ise  Ahkaf  Sûresinin  27 – 28.  ayetlerinde  “  Kesinlikle  Biz  kendi  komşularınız  olan  memleketleri  helâk  ettik.  /  Değişime  yıkıma  uğrattık.  Ayetleri  onlar  dönsünler  diye  tekrar  tekrar  açıkladık.  Öyleyse  Allah’ın  astlarından  güya  O’na  yakınlığa  vesile  edindikleri  düzme  tanrılar,  onların  azabını  savmaya  yardım  etmeli  değil  miydi ?  Tersine  o  düzme  tanrılar  kendilerinden  ayrılıp  kayboldular.  Bu  onların  yalanlarıdır  /  Uydurmakta  oldukları  şeydir. “  ifadeleriyle  çok  çarpıcı  bir  şekilde  açıklanmaktadır.

Görüldüğü  gibi  Kur’anın   İslam’ı  ile  diğer  dinlerin  ilâh  anlayışı  birbirinden  çok  farklı  olup,  İslam  dışındaki  dinler,  saf  ve  tertemiz  Tevhide  ve  Tevhitle  var  olan  her  türlü  noksanlıktan  arındırılmış  Allah  anlayışına  bir  türlü  yaklaşamamış,  müşrik  Araplar  çok  sayıdaki   aracı  tanrılarına  çok  değişik  isimler  verdikleri  gibi,  bir  çok  kültürdeki  farklı  dinler  de  İslamiyetin  ilâh  anlayışına  kavram,  hüküm,  işlev  olarak  yaklaşamadıkları  gibi,  isim  olarak  da  yaklaşamamışlardır. Taptıklarına  “  Tanrı,  İlâh,  Hüda,  Çalap  gibi  isimler  vermişler  ama  Allah  ismini  verememişlerdir.  Cahiliye  devri  insanları  kendilerine  korkulu  ve  sıkıntılı  anlarında  dua  edip  yardıma  çağırdıkları  ilâhları  sadece  Cinnler,  Melekler  ve  putlardan  ibaret  kalmamış,  daha  önce  yaşayıp  ölmüş  olan  şahıslar  da  onların  tapındıkları  ilâhları  olmuştu.  Müşrikler,  ilâh  edindikleri  putların  kendilerinin  dua  ve  yakarmalarını  işittiklerini  ve  kendilerine  yardım  edebilecek  güçlere  sahip  olduklarına   inanıyorlardı.  Bu  bakımdan  ilâh  edinmenin  dua  ve  yakarmayı  işitebilecek  ve  gereğini  yapabilecek  bir  varlığa  inanmak  ve  o  gücü  benimsemek  olduğu  söylenebilir.  Eğer  insan  bu  gücün  sadece  Allah’ta  olduğuna  inanıyor, buna  göre  davranıyorsa,  Allah’ı  ilâh  edinmiş  olur.  Eğer  bu  güce  sahip  başka  şeylerin,  nesnelerin  de  varlığına  inanıyor  ve  buna  göre  davranıyorsa,  Allah’tan  başka  şeyleri  ve  nesneleri  de  ilâh  edinmiş  sayılmaktadır. 

Kur'anı  Tebyin  ve  Teolojik  bütün  yönleriyle  tahkik  ederek,  hakikaten  okuyan,  düşünen,  aklını  kullanan,  sorgulayan,  hele  hele  bilimle  ve  uzayla  uğraşan  bir  insanın  Ateist  olması  mümkün  değildir.  Ateistler  Kur'anı  okuduklarını  iddia  ettikleri  halde  aslında  Kur'anı  bilmemektedirler.  Şans  ve  tesadüf  olarak  oluştuğunun  belirtildiği  hiçbir  şey  de  sahipsiz  olarak  oluşturulamaz. Yaşanan  dinlere  ve  uydurma  hadislere,  yanlış  Kur'an  meallerine  bakıp  değerlendirmek  Kur'anı  okumak  değildir.  Maalesef  Ateistlerin  temelsiz  reddiyeleri  bir  tarafa,  günümüzde  de  Müslüman  olduğunun  belirtilmesine  rağmen,  genel  kültürden,  akılcı  düşünceden,  sorgulamaktan  ve  pozitif  bilimden  mahrum  bırakılmaları  nedeniyle,  gerçekten  kendi  dinlerini  değerlendirebilecek  yetkinliğe  sahip  olamadıklarından  dolayı  çoğunluk  insanlarca  Kur’anın  içeriği  ve  uyarıları  bilinmediğinden,  Ahkaf  Sûresinin  5. ayetinde  özellikle  “  Ve  Allah’ın  astlarından  kıyamet  gününe  kadar  kendisine  hiçbir  cevap  veremeyecek  olan  kimselere  dua  eden  kimseden  daha  sapık  kim  olabilir ?  Üstelik  tapılan  kimseler  o  kimselerin  yalvarışlarından  habersizler  de. “  ifadeleriyle  belirtilen  uyarıdan  haberleri  de  olmadığından,  pek  sık  rastlanan  şekli  ile,  bir  ölüden,  türbede  yatan  Evliya  denilen  kişilerden,  peygamberden  veya  diriden  ihtiyaçlarının  karşılanması,  bozuk  sağlığının  iyileştirilmesi  veya  iyi  olan  sağlığının  bozulmaması  gibi   değişik  konularda  Şıh  ve  Mürşitlerden  de  yardım  talebinde  bulunulması,  yeni  evlenen  çiftlerin  kendilerine  mutluluk  getireceğine  inanarak  çeşitli  şahıs    mezarlarını  ziyaret   etmeleri  ve  adaklar  adamaları,  çaput  bağlamaları  da  Kur'andaki  Allah’tan  başka  ilâhlar  edinmesinin  ve  Allah’a  ortak  koşmanın  en  belirgin  örneklerindendir.

Bir  de  bugün  toplumumuzda  Allah'tan,  Peygamberden,  Kur'andan  ve  Dinden  uzak  yaşayan  birtakım   insanların,  Tarikat  ve  Cemaatler  eliyle  aslında  sadece  yanlış  olarak  yaşanan  ve  yaşatılan  dinlere  bakarak,  tamamen  afaki  ve  haksız  varsayımlara  dayanan  sorgulama  ile  Müslümanların  tıbbi  açıdan  deli  sayılıp  sayılmayacağı,  düşüncesi  de  gündemde  yerini  almaktadır. Her  ne  kadar  Ateist  ve  Agnostik  olanlar  Allah'ın  varlığı  ispat  edilemez  diyor  iseler  de,  halbuki  yazımızın  başından  itibaren  ana  hatlarıyla  değindiğimiz  ayrıntılar,  yer  verdiğimiz  bazı  Kur'an  ayetlerinin  uyarısı,  kendi  vücudumuzda  parmak  uçlarındaki  parmak  izi  mucizesiyle,  muazzam  tasarıma,  çevremizdeki  var  olan  varlıkların  çeşitliliğine  ve  zenginliklerine,  devasa  gök  yüzüne  baktığımız  zaman  sınırsız  sayıdaki  her  şey  bize  Allah'ın  varlığını  kanıtlamaktadır.  Nasıl  ki  dünya  yaşamında  insan  eli  değmeden,  müdahalesi  olmadan  hiç  bir  eser  ortaya  çıkmıyor  ise,  Evrendeki  bütün  yaratılmışların  da  hiç  birinin  de  kendiliğinden  oluşması  mümkün  değildir. Ünlü  düşünürlerden  Edvard  Young : "  Uzaya  gidip,  bilim  adamı  olup  da  Allah'a  inanmayan  kişiler  delidir. "  demiş  ve  hepsinin  de  aklı  ve  zekâsı  gelişmiş,  meşgul  oldukları  bilimin  gereği  engin  ve  derin  bilgilere  ulaşmış  Eflâtun,  Aristo,  Sokrates,  Newton,  Hegel,  Einstain,  Berkson,  İbni  Sina,  Farabi,  İbn  Miskevey  gibi  bir  çok  bilim  adamı  düşünür  ve  filozof  Allah'ın  varlığına  inanmışlardır. Bugünün  bilim  adamları  da  Makro  düzeydeki  uzay  içerisinde  bulunan  Galaksilere  varıncaya  kadar  yapıları  incelemiş,  matematik  ve  mühendislikteki  muazzam  tasarım  ve  hakimiyetin  varlığını  görmüş,  Kur'anda  "  Biz  Evreni  altı  evrede  yarattık. "  ifadesinin  gerçekten  de  öyle  olduğunu  bilimsel  verilerle  ispat  etmişler,  bugün  artık  mikro  düzeydeki  atomun  yapısındaki  proton,  nötron,  elektron  ve  atom  altı  parçacıklara  ve  bir  hücreli  canlıların  yapı  ve  özelliklerine  varıncaya  kadar  ayrıntılarına  ulaşmış,  onların  yapısındaki  muazzam  düzenin,  kodlamanın  ve  determinizmin  varlığını  ispat  etmiş,  üstün  akıl  olmadan  bütün  bu  oluşumların  olamayacağını  kabul  etmişlerdir. Üstelik  Necm  Sûresinin  5. ayetinde  Rabbimiz  de  bir  mucize  olarak  Kendisini  " Zümira "  ifadesiyle  üstün  akıl  olarak  tanıtmaktadır. Peki  Allah  yoktur  veya  varlığı  ispat  edilemez  diyenlere  soralım !  Sizin  kanıtınız  nedir ?

Kur'anda  geçmiş  toplumların  yaşamındaki  hatalar  ve  yanlışlıklar  ile  ilgili  olarak  bizim  de  öğüt  almamız  açısından  bir  çok  peygamberin  kıssasına  yer  verilmiştir. Ama  ne  yazık  ki  bu  peygamberler  için  anlatılan  bütün  olaylar,  klasik  dönemin  müfessirleri  tarafından  gerçeği  ile  değil  de  Yahudi  ve  Hristiyan  inançlarında  yer  alan  mitolojik  olaylara  dayandırılarak  masal  ve  mucize  kabulleriyle  anlatılmıştır.  Oysa  Kur'ana  göre  hiç  bir  peygamberin  mucize  oluşturma  yeteneği  ve  doğa  üstü  gücü  yoktur,  hepsi  de  bizim  gibi  birer  insandırlar.  Ne  Musa  Peygamber  asasını  yılana  çevirmiştir,  denizi  yarmıştır,  ne  Yunus  Peygamberi  balık  yutmuştur,  ne  İbrahim  Peygamber  ateşe  atılmıştır,  ne  İsa  peygamber  gerçek  ölüleri  diriltmiştir,  ne  de  Süleyman  peygamber  karıncalarla  ve  kuşlarla  konuşmuştur.  Bütün  bu  olayların  karşılıkları  ve  gerçek  hayattan  açıklamaları  bulunmaktadır. Şimdi  bütün  bunların  sonucunda  Kur'anın  İslam'ına  göre  yanlış  yaşayan,  sorgulamayan  Müslümanlara  mı,  yoksa  Allah'a  inanmamış  olduğu  halde  Kur'ana,  İslam'ın  gerçek  Hakk  Dinine  ve  Peygambere  saldıran,  karalamalarda  bulunan,  ölümün  ardından  kendilerine  verilen,  lütfedilen  hayatın  ve  nimetlerin  nasıl  kullanıldığının  sorulacağının  kesin  olduğu  Ahiret  hayatını  bilmeyen  ve  inanmayan,  aklını  kullanmayan  ve  bilgisizliğin  sonucu  o  cesur  insanlara  mı  öncelikle  deli  denilmelidir ?  Bütün  bunların  çok  iyi  düşünülmesi  ve  gerçeğin  ortaya  konulması  gerekir. Biz  Yüce  Rabbimiz  Allah'tan  o  zavallılara,  tevbe  ile  akıllarını  kullanabildikleri  hidayet  yolunu  nasip  etmesini  diliyoruz !..

Sonuç  olarak  aslında  Nas  Sûresinin 1 – 3. ayetlerinde  “  De  ki  :  İnsanların  Rabbine  sığınırım !  İnsanların  hükümdarına,  insanların  İlâhına ! “  denilerek  belirtildiği  gibi  fanatik  saldırılara  ve  haksızlıklara  rağmen,  Kur'andaki  Allah  sadece  Müslüman  olduğunu  söyleyenlerin  değil,  Deistler,  Ateistler,  Agnostikler  ve  İslam'a  saldıran  fanatikler  de  dahil,  inanmış,  inanmamış  yeryüzündeki  bütün  insanların  ilâhı,  Meliki /  hükümdarı  ve  Maliki /  sahibidir.  Kur'anın  İslamına  göre  Allah  inancı,  İhlas  Sûresinde  Ehad  ve  Samed  olarak  belirtildiği  gibi  eşi  benzeri   olmayan,  doğmamış  ve  doğurmamış  dengi  ve  benzeri  olmayan  olduğu  gerçeğine  dayanmaktadır.  Saldırılar  istediği  kadar  sürsün,  Tevhit  ilkeleri  ve  Allah  inancı  Kur’anın  İslam’ı  ile  kıyamete  kadar  yeryüzündeki  varlığını  sürdürecektir.  Kur'andaki  Allah’ın  selamı,  rahmeti  ve  Kur’anın  doğruları  sizinle  olsun !..

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR.  RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !...

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

Prof. Dr.  İLYAS  TOPSAKAL  :  Dinler  Tarihi

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET