Konu Detay

MADDE RUH VE KUR'AN

 19.12.2016
 3028

Yüce  Rabbimiz  Allah  Evreni,  madde  ve  enerji  olmak  üzere  iki  kökenden  gelen  varlıklardan  yaratmıştır. Aslında  Evrenin  yaratılması  olan  ve  “ Büyük  Oluşum “  denilmesi  gereken,  yaklaşık  13.7  milyar  yıl  önce  gerçekleşen   “ Big  Bang “  denilen  büyük  dağılma  olayı,  bilimsel  olarak  çok  büyük  bir  enerjinin  baskı  altına  alınarak  kütleye  dönüştürülüp,  sonucunda  Evren  ve  içindeki  maddelerin  oluşturulmasıdır. Yüce  Rabbimizin  ayetlerde “ Biz  her  şeyi  bir  ölçü  ile  yarattık “ dediği  gibi,  bu  olay  aslında  planlanmış  kurgulanmış  bir  olaydır,  denetimsiz  rastgele  bir  saçılma,  dağılma  değildir. Eğer  böyle  olsaydı,  meydana  gelen  madde  parçacıkları,  eylemsizlik  ilkesine  göre  farklı  kütle  ve  hızlarına  bağlı  olarak  çok  farklı  hızlarla  uzaya  saçılır  gider,  zamanla  belirli  ve  düzenli  bir  Evreni  oluşturamazdı. Böylece  bu  oluşumla,  enerjinin  dönüştürülmesinden,  belli  bir  kütle  ile  boyutları  olan  madde  dediğimiz  en  küçük  yapı  taşı  atom,  proton,  nötron,  elektron  ve  atom  altı  diğer  parçacıkları  olan  varlıklar  elde  edilmiştir. Dolayısıyla  Evrendeki  varlığın  oluşumu  ve  yaşamı,  enerji  kütle  dönüşümünden  başka  bir  şey  değildir. Sürekli  bir  dönüşüm  söz  konusudur. Bu  dönüşüm  olayını  da  Ainstain   E= m.c 2  formülü  ile  matematiksel  olarak ortaya  koymuştur.  Bu  formül  bize  yeterli  koşullar  oluştuğu  zaman,  enerjinin  kütleye ( maddeye ),  kütlenin  de  enerjiye  dönüşebileceğini  anlatmaktadır. Ancak,  bu  güne  kadar  enerjinin  kütleye  dönüşümü  sadece  bir  defa  "  Big  Bang "   denilen   olay  ile,  yani  Allah’ın  oluşturması  ile  gerçekleşmiş,  bilim  ve  teknoloji  bugün  için  bu  olayı  ikinci  defa  gerçekleştirecek  noktaya  henüz  gelememiştir.  Ama  maddenin  enerjiye,  enerjinin  bir  başka  enerji  türüne  dönüştüğü  olgusuna,  hayatın  içerisinde  her  gün  çeşitli  olaylarda,  hatta  vücudumuzda  görerek  tanık  olmaktayız. Güneşte  Hidrojen  ve  Helyum  atomları  arasındaki  sürekli  bir  bölünme  ve  kaynaşma  ( fisyon  ve  füzyon )  olayları  ile  maddeden  maddeye  dönüşümünde,  yerin  merkezindeki  mağmanın  değişimlerle  büyük  enerjiler  açığa  çıkartması  depremleri  oluşturmakta,  insan  eliyle  nükleer  santrallerde  Uranyum  ve  Thoryum  elementlerinden  nükleer  enerji  elde  edilmektedir. Öte  yandan  daha  düşük  sıcaklıklarda  maddenin  basit  yapısındaki  atom  ve  moleküllerin  birbirine  bağlanması,  veya  ayrılması  ile  değişik  maddelerin  meydana  gelmesi  de  enerji  etkileşmeleri  sonucunda,  insanın  yaratılması,  var  olması,  hayatını  sürdürmesi  de  tamamen  vücudundaki  madde  ve  enerjinin  etkileşmesi  sonucu  meydana  gelen  dönüşümlerle  gerçekleşmektedir.

Kâinatı  yaratan,  düzenini  sağlayan  ve  içindeki  dünya  denilen  gezegende  canlılar  için  yaşam  koşullarını  oluşturarak  hazırlayan  Yüce  Rabbimiz  Allah,  İnsan  denen  varlığı  da  madde  ve  aslında  bir  enerji  türü  olan  ama  yapısının  ne  olduğu  tam  olarak  bilinmeyen  can  dediğimiz  ruh  olmak  üzere  iki  türlü  varlıktan  yaratmıştır.  İnsanoğlu,  Allah’ın  kendisine  bahşettiği  aklı  ile  bugün  maddeyi,  çok  detaylı  yapısına,  en  ince  ayrıntısına  varıncaya   kadar  tanıma,  öğrenme  noktasına  gelmiştir. İnsan  artık  kendisinin  topraktan  yaratılma  ifadesiyle,  topraktaki  karbon,  hidrojen,  azot,  fosfor,  oksijen  ve  diğer  elementlerin  birleşmesi  ile  oluşan  maddelerden,  molekül,  atom,  parçacık  denilen  taneciklerden  nasıl  yaratıldığını  ve  vücudundaki   kimyasal,  fiziksel,  biyolojik  değişmelerin  bütün  ayrıntılarını  bilmektedir.

İnsanı  oluşturan  iki  varlıktan  biri  olan  madde,  duyu  organları  ile  görülebilen,  kavranabilen,  elle  tutulabilen,  deneylerle  ve  sonuçlarıyla  her  davranışı  ispat  edilebilen,  hacim  kaplayan,  ağırlığı  olan,  kütleli  ve  üç  boyutlu  bir  yapıya  sahiptir. Fakat  insanı  oluşturan  ikinci  varlık  olarak  bildiğimiz ( can ) ruh  ise,  gözle  görülebilen,  elle  tutulabilen,  laboratuvara  sokulabilecek  somut   yapıda  hacmi,  kütlesi  olan  nesnel  bir  varlık  değildir. Bu  konuda  Yüce  Rabbimiz  Allah'ın  bize  daha  fazla  ve  kesin  bir  bilgi  vermediği  bir  tür  enerjidir.  Fakat  insanın  bedeninden  başka,  ruh  adı  konulan  başka  bir  şeyin  olduğunu  hissederiz,  varlığına   inanırız.  Hayatın  içerisinde,  ruh  gibi  dolaşma,  onun  ruhu  bile  duymaz,  ruhuma  bile  işledi,  ben  onun  ruhunu  okurum,  ruhunu  teslim  etti  gibi  ifadeleri  de  çoğunlukla   kullanırız.  Düşünürler  de  ruh  üzerine  güzel  sözler  söylemişler,  Güzel  bir  ruhtan  kötü  söz  çıkmaz,  Ruhun  dışında  her  şey  sessiz  ve  sağırdır,  Büyük  ruhlar  acılara  sessizce  katlanır,  Ancak  küçük  ruhlar  yükün  ve  işlerin  ağırlığında  ezilir. Diyerek  ruhun  önemini  vurgulamışlardır.

İnsanın  dünya  üzerindeki  maddelerden  yaratılmasının,  bilinçlenerek  Adem  sıfatını  kazanmasının  ardından,  tarih  boyunca  ruh’un  ne  olduğu  sorgulanmaya  ve  araştırılmaya  başlanmıştır. Ruh,  Din  ve  Felsefede  insan  varlığının  maddi  olmayan  tarafı,  ya  da  özü  olarak  bilinir. Genellikle  bireysellik  ve  kişinin  zatı  olarak  ele  alınır. Teolojide  /  Din  biliminde  ise  ruh,  kişinin  ilâhiliğe  iştirak  eden  kısmı  olarak  tanımlanır,  bedenin  ölümünden  sonra  kişinin  varlığını  ebedi  sürdüren  kısmı  olarak  ele  alınır.  Birçok  Dini  ve  Felsefi  akımda,  her  canlının  bir  unsuru  olan,  var  olması  için  fiziksel  maddeye  ihtiyaç  duymayan,  madde  dışı,  algılanamaz,  tezahürü  ile ancak  varlığını  belli  edebilen,  aşk  duygusuna,  yaşama  yeteneğine  sahip,  değişen  ve  bilinçlenen,  gelişen,  ya  da  bir  güç  olarak  tanımlanan  ruh,  bir  çok  Dini  ve  Felsefi  akımda  da  ebedi,  yetenekler  sahibi,  insan  davranışının   motoru,  günah  ve  sevap  işleme  iradesine  sahip  bir  varlık,  ya  da  varlığın  saklı  yönü  olarak  kabul  edilir. Ruh  kavramı  kültürden  kültüre,  dinden  dine,  felsefeden  felsefeye  geniş  ölçüde  çeşitli  kabuller  göstermektedir.  Ruhlar  genellikle  ölümsüz  olarak  kabul  edilir  ama,  ruh  ile  can  kavramı  arasında  kimi  kültür,  kimi  dinlerde  ve  felsefelerde  ise  ruhun  bedeni  ile  kendisi  arasında  aracılık  görevi  görecek  maddi  bir  elemanın  bulunması  gerektiği  kabul  edilir. Bir  çok  dini  ve  felsefi  gelenekte  ise  ruh’un,  her  canlı  oluşumun  içteki  özünü  içeren  ve  kendine  özgü  bir  varlık  olduğu,  beyninden  veya  organizmanın  herhangi  bir  kısmından  ziyade,  insanın  temel  bir  unsuru  olduğu  kabul  edilir. Bir  çok  görüşe  göre  de  ruh,  enkarne / ete  kemiğe  bürünme  olmadan  önce  de  mevcuttu.  Ateist   Materyalistlerin  reddettiği  ruh, “ özden  önce  gelen  var  oluş “  tur.  Ölüm  olayında  bedenin  hareket  özelliklerini  yitirmesi,  ruhun  beden  üzerindeki  hakimiyetini,  yani  bedeni  etkilemeyi  bırakması  olarak  açıklanır. (  Ünlü  Fransız  ateistlerinden  Jeanne  Paul  Sartre  :  Varoluş )

Eski  uygarlıklarda  da  ruh’un,  ya  da (  canın )  ölümsüzlüğüne  inanılmaktadır.  Mezopotamyalılar  ölmüşlerinin  mezarlarına  bu  nedenle  yiyecek  ve  çeşitli  eşyalar  bırakmakta  idiler.  Sümer  mitolojisinde  “ Enkidu “  ölüler  ülkesine  gidip  dönebilen  tek  kişidir. Onun  anlattıklarına  göre,  kötü  olanların  ruhlarının,  yaşayanlara  musallat  olduğuna  ve  onlara  zarar  verdiğine,  ölülerin  ruhlarının  görülebildiğine,  duyulabildiğine,  her  insanın  bir  koruyucu  ruhunun  bulunduğuna  inanılmıştır. Eski  Mısır  geleneğinde,  ölüm  olayı  ile  bedenlerini  terk  eden  ruhların  çeşitli  ölüm  ötesi  halleri,  öteki  alem  anlamı,  insan  bedeninin  çeşitli  kısımları,  bu  kısımların  özellikleri,  değişik  sembollerle  ve  terimlerle  ifade  edilmiştir. Ölenin  sonraki  yaşamı  için,  ölü  bedeninin  iyi  korunması  gerektiğinin  inancıyla  cesetleri  mumyalamışlar  ve  firavunların  ölü  bedenlerini  özenle  saklamışlardır.  Bunların  dışında,  M.Ö. 7. yüzyılda,  İran’da  ortaya  çıkan  Zerdüştlük  inancında,  Eski  Yunan  ve  Roma  geleneğinde  de  ruh  inancı  ile  ilgili  çok  farklı  kültürler  oluşmuştur.  Hepsinde  de  ana   tema,  can,  nefes  ve  ölümden  sonra  kaybolma  ama  ebedi  bir  yaşayış  inancıdır.

Ruh  konusunda  tarih  boyunca   Pisagor,  Sokrat,  Platon,  Aristo,  gibi  dünyaca  çok  ünlü  filozoflar  da  eserler  yazmışlar,  kimi  ruh  göçü  ( reenkarnasyon ) öğretisinde  ruha  bir  özerklik  atfetmiş,  kimi  ruhu  görünmez  ve  ölümsüz  olarak  tanımlamış,  bedeni  yönlendiren,  yöneten  bir  güç  olarak  kabul  etmiş,  kimi  varlığın  özü  olarak  tanımlamıştır.  Aristo  dinsel  geleneklerden  farklı  olarak  canın  ayrı  bir  varlık  oluşuna  karşı  çıkmış,  madde  ve  ruhu  tek  bir  cevher  olarak  düşünmüştür.  Aristo’yu  izleyen  ünlü  Türk  filozofu  İbni  Sina  ise  Ruh  hakkında  Aristo’dan   farklı  bir  teori  ortaya  koymuştur. Ruh  ve  can  arasında  bir  ayrım  yapmıştır. İbni  Sina’ya  göre  ruh,  bedenden  ayrı  bir  manevi  cevherdir. ( enerjidir )  Bedeni  bir  araç  olarak  kullanır.  Bu  görüşünü  de  ( uçan  insan ) adlı  eseriyle  örnekleyerek,  nefsin  ( zatın )  maddeye  yani  fiziksel  bir  eşyaya  bağlı  olmadan  “ havada  da  olsam  varım “  mantığı  ile  açıklamıştır. Bu  görüş  orta  çağda  Descartes  tarafından  da  kabul   görmüştür. İbni  Sina’ya  göre  ruh’un  ölümsüz  olması  bir  amaç  değil,  doğasının  bir  gereği  ve  sonucudur. İbni  Sina  böylece  yaratılışın  intişar ( dağılma,  çıkma  ve  yayılma )  ışın  yayma,  tarzındaki   gerçekleşmesine  ve  melekler   hiyerarşisine  ( farkında  olmadan  aslında  hepsi  de  enerji  türleri  olan  doğa  güçlerine )  değinir. Vahyi,  konuşmadan  ziyade  bir  sezgisel  irtibat  olarak  gören  İbni  Sina’ya  göre  vahiy  de,  ilham,  haberci  rüya  ve  duru  görü ( duyu  organları  dışında  hissetme ) kehanetleri,  ilâhi  hikmetin  cüzleridir. ( bölümleridir,  parçalarıdır. ) 

Çağdaş  batı  düşüncesinde  de  pek  çok  düşünür,  Ruh  konusunda  tanımlamalarda  bulunmuşlardır. * Descartes,  eşyanın  zıttı  olan  düşünen  şey, *  Panteist  / Çok  tanrıcı  Spinoza,  İlâhi  cevherin  özellik  ve  tarzı, * Kant, Mutlak  olanı  idrak  etmenin  imkânsızlığı, * Lessings,  Sonsuz  soluk, * Freud,  Ego  ile  süper  egonun  arasındaki  fark, * Schelling,  Mistik  kudret, * Hegel,  Fikrin  kendisinin  gelişimi  demişlerdir.

Dinsel  inançlarda  ( Teolojide )  ise  genellikle  insanın  bedeninde  onu  yaşatan  bir  ruh’un  bulunduğu  kabul  edilir. İnsandaki  bu  ruh’un  bilinç  taşıdığı  ve  insanın  kişiliği  ile  ilgili  her  şeyin  bu  ruhta   bulunduğu  kabul  edilir. Ruh  kişinin  içindeki  öz  varlığını  oluşturarak  düşünür,  hisseder,  sever,  nefret   eder,  karar  verir.  Bundan  dolayı  da  beden  yalnızca  ruha  giydirilmiş  bir  elbise  gibidir.  İnsandaki  bu  ruh’un  ölümsüz  olduğuna  ve  insan  öldüğünde  bedeninden  ayrılarak,  özellikle  Tasavvufta  çeşitli  adlarla  belirtilen  bir  başka  aleme  geçtiğine  inanılır. Bir  çok  dine  göre  bu  öte  alemde  insan  ruhunu  bir  yargılanma  beklemektedir. Bu  yargılanma  bazı  inançlarda  hemen  ölümün  ardından  başlar,  bazılarında  ruh  yargılanacağı  zamana  kadar  bekler  ve  sonunda  da  ya  ıstırap  çekecek,  ya  da  huzur  bulacaktır.  Bahailik  inancında  ruh  gerçekliği,  insanca  kavranamaz  ve  sırrı  akıl  yoluyla  çözülemez. Tanrının  bir  işareti  ve  bir  cennet  cevheri  olarak  kabul  edilir.  Ruh’un  bedenin  ölümünden  sonra  varlığını  sürdürmesinin  yanı  sıra  ölümsüz  olduğuna  inanılmaktadır. Cennet  bir  bakıma  ruh’un  Tanrı’ya  yakınlaşma  halidir.  Ruhsal  tekâmül  yolunda  her  hal,  kişinin  çabalarının  doğal  bir  sonucudur. Ruh,  fert  doğmadan  önce  mevcut  değildir. Ruhların  tekâmülü  daima  Tanrı’ya  doğru  olur  ve  kişi  tekâmül  ettikçe  maddi  dünyadan  uzaklaşır.  Kur'ana  tamamen  aykırı  olduğu  halde  Tasavvuf  dinine  göre  Peygamberlerin,  Evliyaların,  Kutup  ve  Gavs  Hazretlerinin,  şehitlerin  ruhları  ölmemekte / Ahiret  gününe  kadar  yaşamaya  devam  etmekte,  sürekli  yeryüzünde  dolaşmaktadır. Müridleri  tarafından  da  aslında  Kur'ana  göre  tam  bir  şirk  yapısında  olan  Medet  ya ! .... Hazretleri  dedikleri  zaman  yardımlarına  geleceğine  inanılmaktadır. 

İlâhiyatçı,  araştırmacı  ve  Tebyin  ül  Kur'an  yazarı  Hakkı  Yılmaz  "  Biz  burada  artık,  o  ne  demiş,  bu  ne  demiş,  inançlar,  kültürler,  filozoflar,  düşünürler  neler  öngörmüşler,  neye  inanmışlar,  hangi  zan  ve  varsayımlarda  bulunmuşlar,  hepsini  bir  tarafa  bırakalım.  Bizim  için  tamamen  gayb  olan  ruh  konusuna,  Yüce  Kitabımızda  Rabbimizin  izin  verdiği  ölçülerdeki  bilgilere  yönelelim. Ruh  kavramı,  bu  güne  kadar  dinli  veya  dinsiz,  Müslim  veya   gayri  Müslim  bir  çok  kişinin  ilgi  alanına  girmiş,  çok  çeşitli  öngörülerle  yazılmış  ciltlerle  kitap  kaleme  alınmıştır. Bu  eserlerde  genellikle ; Ruh  nedir ?  Kaç  tanedir ? Ruhlar  nerede  bulunur ?  Ruh  ve  nefis  aynı  şey  midir ?  Ruh  cisim  midir ?  Mahluk  mudur ?  Enerji  midir ?  Kozmik  bilinç  midir ?  Melek  midir ?  Varlıkların  aslı  mıdır ?   Ruh  mu  yoksa  beden  mi  önce  yaratılmıştır ?  Ruh  ölür  mü ?  Kabirde  cesede  geri  döner  mi ?  Dirilerin  ruhları  ölülerin  ruhları  ile  buluşur  mu ?  Ruhun  insana  ve  hayvana  göre  olan  çeşitleri  var  mıdır ?  Astral  alemde  hangi  mertebededir ?  konuları  ele  alınmıştır.  Bütün  bunlardan  başka,  bu  eserlerde,  ruh  çağırma,  telepati,  medyumluk,  yoga,  doğru  rüya,  büyü,  sihir  ve  reenkarnasyon ( ruh  göçü )  gibi  konuların  açıklanmasına  da  çalışılmıştır. Ancak  bunların  hepsi  de  Kur’anın  ifade  ettiği  ruh  kavramından  çok  uzaktır.  Bugüne  kadar  bu  konuda  Kur’an  kaynaklı  ciddi  bir  çalışma  yapılmamış,  rivayetlerle,  zanlarla  havanda  su  dövülmüştür.  Ne  var  ki  yazarlarının  önündeki  saygınlık  belirten  unvanlar  bulunan  bu  kitaplardaki  bilgiler  hem  doğru  hem  de  İslami  kabul  edilmiştir.  Dini  inanç  adına  asıl  üzücü  olanı  da  klasik  tefsirlerde,  Kur’ana  dayandırılmamış  olup, uydurma  rivayet  tefsirinin  ön  plana  çıkartılmış  olmasıdır.  Her  bakımdan  açık ( mubin )  ve  eksiksiz ( mufassal ) olan  Kur’an,  rivayetlere,  İsrailiyat  kaynaklarına  kurban  edilmiştir. Bundan  dolayı  da  kafalar  iyice  karışmıştır.  Gerek  temel  kavramlar,  gerekse  de  inançlar  ve  amel  konusundaki  bilgilerimiz  çoğu  zaman  bu  rivayetler  doğrultusunda  şekillenmiştir. Aslında  ruh  kavramının  araştırılıp  incelenmesi  dinin  değil,  psikolojinin  konusudur. Psikoloji  ilmi  geliştikçe  Kur’anın  bu  konudaki  müteşabih  ayetlerindeki  sözcükler  aydınlığa  kavuşup,  muhkemleşeceği  kesindir. Bugün  bütün  bunların  önünde  yine  bize  en  doğru  bilgiyi  verecek  olan  da  dinimizin,  inancımızın  ana  kaynağı  olan  kitabımız  Kur’andır. "  demektedir.

Bu  bakımdan  biz  de  Kur'ana  baktığımızda  Ruh  sözcüğünün  Peygamberimize  ayetlerin  vahyedilmesi  sırasına  göre  ilk  defa  "  Haberci  ayetler,  içlerindeki  ruh ;  can  katan,  canlı  tutan  güçleriyle  Rabblerinin  izniyle  /  bilgisi  gereği  o  şafak  sökene  kadar  /  aydınlığa  kavuşuncaya  kadar  her  bir  işten  iner  dururlar. Selam ! "  ifadeleriyle  Kadr  Sûresinin  4 - 5. ayetlerinde  karşımıza  çıktığını  görürüz.   Ayetlerde  aslında  Peygamberimize  Kadir  gecesinde  indirilmeye  başlanan  Kur’an  ayetlerinin  aydınlığından,  ruh  ( bilgi,  vahiy,  can,  hayat  veren )  özelliğinden  ve  o  günden  sonra  peygamberimizin  hayata  bakış  ufkunun  değişeceğinden,  bu  ruhun  /  vahyin  /  bilgilerin   " Selam "  ifadesiyle  insanlara  esenlik,  huzur,  barış  getireceğinden  söz  edilmektedir. Kadir  gecesi  denilen  o  gece  aslında  Peygamberimizin  gecesidir.  Bir  defa  gerçekleşmiştir. Kur’an  ayetleri  ve  bilgisi  ile  tanışan  insanın  da  Kadir  gecesi,  tanıştığı  o  gün,  o  gece  veya  o  saat  olacaktır. Kişi  ve  insanlık  için  bin  aydan  daha  değerli  olan  Ruh / bilgi / vahiy / can,  aydınlığa  kavuşuncaya  kadar  onun  için  de  inip  duracaktır.

Ruh  sözcüğünün  esas  anlamı  “ Can “ dır.  Gerçek  ve  mecaz  anlamında  da  kullanılabilen  bir  sözcüktür.  Ansiklopedik  anlamı  ise, “  Genel  olarak  varlığın  maddi  olmayan  boyutu  ya  da  özü “  olarak  tarif  edilir.  Bu  anlam  ile  uyku  anında  geçici  olarak,  ölüm  anında  ise  sürekli  olarak  bedenden  ayrılan  “ Nefis “  yani  beyindeki  ana  fonksiyon  olan  bilinç  kastedilmiştir.  Ruh  sözcüğü,  hem  sözlük  hem  de  ansiklopedik  anlamlara  uygun  olarak  “  Manevi  benlik  ve  can “  kavramları  ile  eş  anlamlı  olarak  kabul  edilmiştir. Geniş  anlamda  “ Canlılık,  duygu “  demek  olan  ve  ayrıca  “ karakter “  anlamına  gelen  ruh  sözcüğü  mecazen  bir  şeyin,  en  önemli,  en  canlı,  en  can  alıcı  noktası  ve  özü  için  kullanılır.  Örneğin, “ Ruhsuz “  sıfatı  pasif  kimseler  için  geniş  anlamında,  “ meselenin  bütün  ruhu  buradadır “  deyimi  de  mecaz  anlamında  kullanılmaktadır.

Ruh  sözcüğü  Kur’anda  “  İlâhi  esinti,  Vahiy,  Bilgi  “  anlamında  kullanılmıştır.  Vahyin,  bilgisizlikten  dolayı  ölü  sayılan  kalbe  hayat  verdiği,  canın  bedendeki  işlevi  ne  ise  vahyin  de  kişiler  ve  toplum  için  işlevinin  aynı  olduğu,  yani  kişileri  ve  toplumu  kokuşmaktan  koruduğu  düşünülürse,  ruh  sözcüğünün  sözlük  ve  ansiklopedik  ve  dini  terim  anlamlarıyla  Kur’andaki  anlamı  arasında   bir  paralellik  olduğu  görülebilir.  Kur’anda  bahsedilen  ruh,  yani  ilâhi  esinti,  vahiy,  bilgi  sadece  isteyerek  bu  Ruh’a  sahip  olan  ve  bu  Ruh’u  hayatına  geçiren  kişilere  ve  toplumlara  anlamlı  bir  canlılık  veren,  onları  kokuşmaktan  koruyan  bir  şeydir.  Fakat  asla,  ölümün  dışındaki  canlılığı  temsil   ettiği  düşünülen  ve  üzerine  atfedildiği  her  türlü  rezilliği  de  kapsayan,  üfürülen  sihirli  bir  nefes  değildir.  Ruh  sözcüğünün  Kur’anda  kullanıldığı  ayetler  incelendiğinde,  sadece  insan  üzerindeki  etkileri  konusunda  olduğu  anlaşılır.

İSRA  85  :  Ve  sana   ruhtan  /  vahiyden  soruyorlar.  De  ki  :  “  Ruh,  /  vahiy  Rabbimin  işindendir.  Size  ise  az  bilgiden  başka  bir  şey  verilmemiştir.

MÜMİN  15  :  O  dereceleri  yükseltendir.  En  büyük  tahtın  sahibidir.  O  buluşma  günü  hakkında  uyarmak  için,  Kendi  işinden  olan  ruhu  /  vahyi  kullarından  dilediğine  ilga  eder / bırakır.  /  Nüfuz  ettirir.

Bu  ayetlerde  Ruh’un ( vahyin )  inişi,  “ İlga “  edilişi  ( bırakılması )  fiili  ile  ifade  edilmiştir.  Nitekim  Ademe  verilen  vahiyler  ( bilgiler )  de  değişik  Sûrelerdeki  ayetlerde  Kur’anın  inişi  için  de  “ ilga “  sözcüğündeki  fiil  kullanılmıştır. İsra  Sûresinin  85.  ayeti  ve  ardından  gelen  sonraki  ayetler  birlikte  incelenirse,  burada  konu  edilen  ruhun  rivayet  tefsirlerinde  anlatıldığı  gibi  insan  ya  da  herhangi  bir  canlının  ruhu  olmayıp  “ vahiy “  olduğu  açıkça  görülür. Bu  Sûrede  85. ayette  belirtildiği  gibi  ruh  konusunda,   vahyin,  ruhun   şekli,  miktarı,  mahiyeti  ile  ilgili  bize  verilen  bilgiler  gerçekten  çok  azdır.  Dolayısıyla  bu  konuda  verilen  bilgi  ile  yetinmek,  kendi  kafamızdan  zanlarla,  varsayımlarla,  rüya  ve  keşiflerle,  mana  alemine  gidip  gelmekle  bilgi  üretmeye  kalkmamak  gerekmektedir. Kur’anda  13  ayette  “  Emrimizden  bir  ruh  vahiy  ettik “   ifadesiyle  ruh  vahiy  etme  işinin  Allah  tarafından  yapıldığı,  sadece  Allah’ın  işlerinden  biri   ve  ruh  indirmenin  sadece  Allah’a  ait  olduğu  vurgulanmaktadır.

ŞURA  52  :  İşte  böylece  Biz,  sana  da  Kendi  işimizden  olan  ruhu  /  içinde  ayetlerin,  bilgilerin  bulunduğu  Kur’anı  vahyettik. Sen  kitap  nedir  iman  nedir  bilmezdin.  Fakat  Biz  onu,  kullarımızdan  dilediğimizi  kendisiyle  kılavuzladığımız  bir  nur  /  ışık  yaptık.

MÜCADELE  22  :  Allah’a  ve  ahiret  gününe  inanan  bir  topluluğu,  Allah’a  ve  elçisine  sınırı  aşmaya  uğraşanlarla  karşılıklı  sevgi  bağı  kurmuş   halde  bulamazsın.  Bunlar  onların  ister  babaları  olsun,  ister  çocukları  olsun,  ister  kardeşleri  olsun,  ister  akrabaları  olsun.  Onlar,  Allah’ın,  kalplerine  imanı  yazdığı  ve  kendilerini  Kendisinden  olan   ruh  /  vahiy  ile  desteklediği  kimselerdir.

ŞUARA  192 – 196  :  Ve  şüphesiz  ki  bu  apaçık  kitap,  kesinlikle  alemlerin  Rabbinin  indirmesidir.  O  apaçık  kitapla,  uyarıcılardan  olasın  diye  apaçık  bir  Arapça  lisan  ile  senin  kalbine  er- ruhul  emin  /  güvenilir  can  /  ilâhi  mesajlar,  güvenilir  bilgi  indi.  Ve  şüphesiz  güvenilir  can  /  güvenilir  bilgi  öncekilerin  kitaplarında  da  vardı.

Bu  ayetler  üzerinde  yeterince  düşünüldüğünde  “ ruh  kavramının “  güvenilir  bilgi  demek  olduğu  kolaylıkla  anlaşılmaktadır. Çünkü   Mücadele   Sûresinin  22. ayetinde   Allah’tan  gelen  güvenilir,  sağlam  bilgi  ( ruh ) ile  tüm  inananların  güçlendirildiği,  desteklendiği  açıkça  ifade  edilmektedir.  Şuara  Sûresinin  193. ayetinde  ise  “  Ruhul  emin “  ifadesini  Cebrail  olarak  yorumlamak  ve  bir  çok  mealde  olduğu  gibi  ayette  inen  bir  şeyi  indiren  “ Onu  Ruhul  emin  ( Cebrail )  indirdi )  diye  çevirmek  yanlıştır. Bu,  rivayet  ve  hadislere  kurgu  yapmaktır. Zira  ayetteki  “ nezele “  geçişsiz  fiilini  ( nesnesiz,  sadece  faili  ve  fiili  olan  cümle ) sanki  geçişli ( nesnesi,  faili,  fiili  tam  olan  cümle )  imiş  gibi  anlamlandırmak,  her  şeyden  önce  ayetin  lafzı  manasına  aykırıdır. 

Ayrıca  böyle  bir  çeviri,  aynı  Sûrenin  "  Kur’anı  alemlerin  Rabbi  olan  Allah’ın  indirdiğini  "  bildiren  192. ayeti  ile  de  çelişmektir. Diyanet  2004  çevirisinde  de  böyle  bir  çelişkiyi  görüyoruz ;

ŞUARA  192 – 195 :  Şüphesiz  bu  Kur’an,  Alemlerin  Rabbinin  indirmesidir.  Uyarıcılardan  olasın  diye  onu  güvenilir  Ruh  /  Cebrail  senin  kalbine  apaçık  Arapça  bir  dil  ile  indirmiştir.

Kur’anda  değişik  ayetlerde  yer  alan  Ruhullah,  Ruhul  Kudüs,  ifadeleri  de  ayetlerin  orijinalinde  Cebrail  sözü  olmadığı  halde  geçtiği  ayetlerde  parantez  içinde  gösterilerek  pek  çok  mealde,  Cebrail  olarak  isimlendirilmekte  ve  aynı  çelişkiye  düşülmektedir. Meryem  Sûresinin  16 - 17. ayetlerinin  içerisinde  "  Vezkür  filkitabi  Meryem  izintebezet  minehliha  mekânen  şarkiyya  17  :  Fettehazet  mindunihim  hicaben  fearselna  ileyha  ruhana  fetemessele  leha  beşeren  seviyya "  orijinal  ifadeleriyle  " Ruhana " sözcüğü  bulunmakta,  hemen  hemen  bütün  meallerde  bu  sözcüğün  zanla  temessül  sözcüğüne  de  bağlı  olarak  düzgün  bir  insan  kılığına  dönüşüp,  Cebrail  olarak  kabul  edildiği  görülmekte,  ayette  de  doğrudan  doğruya  ruh  sözcüğü  ile  karşılıklandırılmaktadır.

Meryem  Sûresinin  16  -  17.  ayetlerinin  Diyanet  2004  mealinde  ve  daha  birçok  müfessirin  yaptığı  çevirilerine  bakacak  olursak  ;

MERYEM  16 – 17  :  Ey  Muhammed  !  Kitapta  /  Kur’anda  Meryem’i  de  an.  Hani  ailesinden  ayrılarak  doğu  tarafında  bir  yere  çekilmiş  / kendini  onlardan  uzak  tutmak  için  onlarla  arasında  bir  perde  germişti.  Biz  ona  Cebrail’i  göndermiştik  de  ona  tam  bir  insan  şeklinde  görünmüştü.

*  Bayraktar  Bayraklı  meali  :  Derken  Biz  ona  ruhumuzu,  Cebraili  gönderdik  de  ona  düzgün  bir  insan  şeklinde  göründü.

*  Mehmet  Okuyan  meali  :  Ona  düzgün  bir  insan  şeklinde  görünen  ruhumuzu  ( Cebraili )  göndermiştik.

*  Edip  Yüksel  meali  :  Bu  durumda  ona  ruhumuzu  gönderdik  ve  önünde  mükemmel  bir  insan  olarak  biçimlendi.

*  Erhan  Aktaş  meali  :  O  zaman  ona  ruhumuzu  gönderdik.  Ona  normal  bir  beşer  yapısında  temessül  etti.

*  Süleyman  Vakfı  meali  :  Derken  ruhumuzu  (  Cebraili )  gönderdik,  ona  düzgün  bir  insan  gibi  göründü.

*  Mustafa  İslamoğlu  meali  :  Hal  böyleyken  ona  vahiy  meleğimizi  gönderdik,  öyle  ki,  o  ona  eli  yüzü  düzgün  bir  insan  suretinde  göründü.

*  Yaşar  Nuri  Öztürk  :  Biz  de  ona  ruhumuzu  göndermiştik  de  kendisine  sapasağlam  bir  insan  şeklinde  görünmüştü.

Örneklerinde  gördüğümüz  gibi  ayet  orijinalinde  yer  almadığı  halde  birçok  müfessir,  İlâhiyatçı  ve  Akademisyenin  gerçekte  olmayan  ve  Allah'ın  yaratma  kanunlarına  aykırı  olduğundan  dolayı  olamayacak  olan  Cebrail  eklemeleriyle  çeviri  yaptığını  görüyoruz.

Araştırmacı  Yazar  Hakkı  Yılmaz’ın  Tebyin  ül  Kur’an  eserindeki  çevirisinde  ise  ;

MERYEM  16 – 17  :  Kitapta  Meryem’i  de  an !  Hani  o  ailesinden  /  yakınlarından  ayrılarak  doğu  tarafında  bir  yere  kaçıp  gitmişti.  Sonra  ailesiyle  kendisi  arasına  bir  perde  edinmişti  de  Biz  ona  ruhumuzu  /  ilâhi  mesajımızı  gönderdik.  Sonra  ruhumuzu  /  ilâhi  mesajımızı  getiren  elçi,  Meryem’e  mükemmel  bir  beşeri  örnek  verdi.  İfadeleriyle  gerçekte  metafizik  bir  varlık  olmayan  Cebraile  yer  verilmeden  daha  gerçekçi,  mantıklı,  Allah'ın  vahyine  ve  yaratma  kanunlarına  uyan  bir  çevirinin  yapıldığını  görüyoruz.  

Kur’anda  değişik  Sûrelerde  değinildiği  gibi  Meryem  Sûresinin  16. ayetinden  başlayarak,  34. ayetine  kadar  geniş  bir  şekilde  Meryem  ve  İsa  peygamber  ile  ilgili  konular  anlatılır. Meryem  ile  ilgili  ayetleri  anlayabilmek  için  onun  hakkında  bazı  bilgileri  göz  önünde  tutmamız  gerekecektir. Meryem,  Havra  ( tapınak ) hizmetine  adanmak  için  erkek  çocuk  isteyen  ve  bekleyen,  çocuk  kız  olunca  da  pek  sevinmeyen  bir  ailenin  çocuğu  olarak  dünyaya  gelmiştir. Doğum  anını  anlatan  ayetlerden  de  kız  mı,  erkek  mi  olduğu  tereddütlerinin  oluştuğu  anlaşılmaktadır. Buna  rağmen  13,  14  yaşlarına  gelince  yine  de  Zekeriya   Peygamberin  gözetiminde  tapınağın  getir  götür  işleri  için  tapınak  hizmetine  verilmiştir. Öte  yandan  Ali  İmran  Sûresinin  37. ayetindeki “  Ve  onu  güzel  bir  bitki  olarak  bitirdi “  ifadesi  de  Meryem’in  normal  bir  kadın  özelliğinden  farklı  olduğu  düşüncesini  desteklemektedir. Bir  insanın  bitki  özelliğinde  olması  Allah’ın  yaratılış  kanunlarına  aykırı  bir  şey  değildir. Çünkü  insanın  yaratılış  aşamalarında  birisi  de  Nuh  Sûresinin  17. ayetinde  “  Ve  Allah  sizi  yer  yüzünden  bir  bitki  olarak  bitirdi. “  denildiği  gibi  bitki  evresidir.  Meryem’in  daha  sonraki  ayetlerle  de  erkeksiz  hamile  kaldığı  da  göz  önüne  alındığında,  onun  tıpkı  çiçekli  bitkilerin  çoğunda  görüldüğü  gibi  “  erselik  “  yapıda  olduğu,  yani  vücudunda  hem  dişi  ve  hem  de  erkek  üreme  organının  bulunduğu  ihtimalini  ortaya  çıkarmaktadır. Ali  İmran  Sûresinin  42. ayetinde  de  “  seni  alemlerin  kadınlarına  seçti “  ifadesi  de  bu  ihtimali  kuvvetlendirmektedir. Çünkü  bu  ifade  ile  belirtilen  seçkinlik,  Meryem’in  meziyetleri  dolayısıyla  diğer  kadınlardan  üstünlüğünü  değil,  onun  biyolojik  farklılığını,  fiziki  bakımdan  diğer  kadınlarla  aynı  yapıda  olmadığını  ve  böyle  bir  özellikle  dünyaya  bir  erkek  çocuk  getirdiği  ayrıcalığını  anlatmaktadır. 

Ayrıca  yine  20. ayette  “  Bana  bir  beşer  dokunmamıştır “  şeklindeki  Meryem’in  ifadesi  de  onun  “ erselik “  yapıda  olduğu  ihtimalini  kuvvetlendirmektedir.  Meryem  de  zaten  ergenlik  çağına  geldiğinde  vücudundaki  bu  anormalliklerden  dolayı  evinden  ailesinden  kaçmış  ve  psikolojik  olarak  böyle  bir  durumda  olan  genç  bir  kızın  yapması  gerekeni  o  da  yapmıştır. Sûrenin  17. ayetinde  “  Ona  ruhumuzu  gönderdik “  ifadesi,  Meryem’e  içinde  bulunduğu  durumu  açıklamak  üzere  bir  takım  ilâhi  bilgilerin  gönderildiğini  anlatmaktadır. Ancak  bu  bilgiler  ona  doğrudan   vahyedilmemiş,  bir  elçi  vasıtasıyla   gönderilmiştir.  Bu  elçi  de  o  dönemde  yaşamış  olan  ve  aynı  zamanda  Meryem’in  tanıdığı  ve  eniştesi  olan  Zekeriya  Peygamberdir.  Çünkü  yine  Kur’andan  öğrendiğimize  göre  Meryem,  o  dönemde  Zekeriya  Peygamberin  himayesindedir.  Ayette  elçinin  Meryem'e  örnek  gösterdiği  beşer  ise  o  gün  henüz  altı  aylık  bir  bebek  olan  ve  Zekeriya  Peygamberin  eşinin  yaşlılığında  doğurduğu  Yahya  Peygamberdir. Çünkü  onu  annesi  kısır  ve  yaşlı  olduğu  halde  Allah’ın  lütfu  ve  yaratması  ile  doğurmuştur.  Zekeriya  peygamber  de  bu  olayı  örnek  gösterip, Kendisine  gelen  bilgileri  ona  aktararak,  bu  bilgi  sayesinde  bir  erkeğe  gerek  olmadan  çocuk  doğurabileceğini  anlatarak  görevini  yerine  getirmiş,  bütün  bunların  Allah’ın  yaratması  olduğuna  Meryem’i  ikna  ederek  teselli  etmiştir. Ayetin  orijinalinde  yer  alan  temessül  sözcüğünün  asıl  anlamı, “ örnek  vermek “  demektir.  Bununla  beraber  sözcük,  bir  başka  anlam  olarak  “ insan  şekline  girmek “  anlamında  da  kullanılmıştır. Pek  çok  Kur’an  çeviricileri  de  Cebrail  kabulüne  kurgu yapmak  amacıyla  daha  uzak  bir  anlam  olan  bu  ikinci  anlamı  tercih  etmişlerdir.  Bunun  sonucunda  da  Meryem'e  haberci  olarak  Cebrail’in  geldiği  ve  korkmasın  diye  de  ona  bir  delikanlı  kılığında  göründüğü  yorumları  ortaya  çıkmıştır.  Halbuki  sözcüğün  “ örnek  verme “  şeklinde  kabul  edilmesi,  hem  olayların  akışı  ve  gerçekliği  ile,  hem  de  İncil’de  yer  alan  “  36- Bak  senin  akrabalarından  Elizabet  de  yaşlılığında  bir  oğula  gebe  kaldı. Kısır  bilinen  bu  kadın  şimdi  altıncı  ayındadır “  anlatımı  ile  de  paralellik  arz  etmektedir.

Kur’anda  (  Sad  71 – 72. ), ( Hicr  28 – 29. ), ( Secde  9. )  ayetlerinde  Adem’e ( insana ),  Enbiya  Suresinin  91. ve Tahrim  Sûresinin 12. ayetlerinde  de  Meryem’e  Ruh’un  üfürülmesinden  söz  edilir.

SAD   71 – 72  :  Hani  Rabbin  bir  zaman  meleklere  /  Evrendeki  güçlere  “ Şüphesiz  Ben  çamurdan  bir  beşer  oluşturucuyum.  Onu  düzgünleştirip  ruhumdan  üfürdüğüm  /  bilgilendirdiğim  zaman  derhal  ona  secde  edin  /  boyun  eğip  teslim  olun  “  demişti.

Allah’ın  bir  insan  yapısına  benzetilerek  gerçek  manada  üfürmeyeceği  bilindiğine  göre,  ayetteki  “ üfürmek “  ifadesinin  mecazi  olduğu  hemen  anlaşılmalıdır. Mecazi  anlamdaki  “ üfürmek “ ,   herhangi  bir  şeyden  başkalarına  en  az  miktarda  vermeyi  ifade  eder.  Türkçede  de  bu  anlamda  koklatmak  ifadesi  kullanılır. Bu  durumda  “  Ruhun  üfürülmesi  “   ifadesi  “ çok  az  miktarda  bilgi  verilmesi,  bilginin  koklatılması  “  anlamına  gelmektedir.  Nitekim  İsra  Sûresinin  85. ayetinde  “  Size  bilgiden  ancak  çok  az  verilmiştir  “  denilerek  bu  husus  açıkça  teyit  edilmiştir.  Ruh  üfürme  tabirinin  tam  olarak  ne  olduğu  yine  Bakara  Sûresinin  30 - 38.  ayetlerindeki   Adem  ile  ilgili  anlatılan  pasajda  “ Bilgi  ile  bilgilendirme “  tabiri  kullanılarak  da  açıkça  ortaya  konmaktadır.  Dolayısıyla  ayette  Adem’e  ( İnsana )  Allah’ın  sonsuz  bilgisinin  yanında  ancak  çok  azının   verildiği  dile  getirilmektedir.  Buna  rağmen  rivayetçiler   bu  ayetleri  düz  mantıkla,  Allah’ın  Cennette   çamurdan  yarattığı  Adem'e  ruhundan  üfleyerek  canlandırdığı  şeklinde  yorumlar  getirmişler  ve  ardından  da  pek  çok  masal  uydurmuşlardır.

ENBİYA  91  :  Ve  o  ırzını  titizlikle  koruyan  kadın ;  İşte  Biz  onu  güvenli  bilgimizle  bilgilendirdik. /  Ona  ruhumuzdan  üfledik  de  kendisini  ve  oğlunu  alemler  için  bir  alamet  /  gösterge /  mucize  yaptık.

TAHRİM  12  :  Ve  Allah,  ırzını  bir  kale  gibi  koruyan  İmran  kızı  Meryem’i  de  örnek  verdi.  İşte  Biz  Ruhumuzdan  üfledik  /  Onu  vahyimizle  az  da  olsa  bilgilendirdik.  O  da  Rabbinin  kelimelerini  ve  kitaplarını  doğrulayıp  uyguladı  ve  sürekli  saygıda  duranlardan  oldu.

Ruh  kavramı  ile  ilgili  olarak, Kur’an  öğretisinin  dışında  tarih  boyunca  çeşitli  yorumlarla  ve  inançlarla  kültürler  oluştuğu  gibi,  bir  de “ nefsin  terbiye  edilmesi,  ruhun  dünyevi  kurtuluşa  ermesi “  düşüncelerinden  yola  çıkılarak,  ruhun  göç  ettirildiği  inancı  da  çok  yaygındır. Bu  gün  dünyada  neredeyse  her  7  kişiden  biri,  ruh  göçü  denilen  Tenasüh  ve  Reenkarnasyon  inancına  sahiptir. Aslında  bu  inanç  ölümden  ve  onun  ardından  gelebilecek  Cehenneme  gitme  ihtimalinin  korkusundan,  bir  teselliye  sığınmaktan  başka  bir  şey  değildir. Karma  doktrinine  bağlı  olarak  ruhun  ölümsüzlüğüne  dayanan  batıl  ve  sapkın  bir  inançtır.  Bu  inançta  ahiret  ve  hesap  verme  inancı  yoktur.  Bunun  üzerine  sürekli  ölüp,  tekrar  dünya  hayatına  aynı  ruhla  fakat  farklı  bir  bedende  dönme,  dirilme  inancı  vardır. Buna  istinaden  pek  çok  insan  daha  önceki  hayatından  ve  kişiliğinden  söz  etmektedir. Hintlilerin  inancında  Tenasüh, kötülük  yapmış  kişilerin  ruhunun  azap  çekmek  üzere  hayvan  bedenlerine  girerek  tekrar  dünyaya  gelmesi  inancıdır.  Prof. Süleyman  Ateş’e  göre  de  reenkarnasyon  ise  Tenasühten  farklı  olarak  ölmüş  bir  insanın,  tekrar  başka  bir  insan  bedeninde  dünyaya  gelmesidir.  Prof. Dr.  Yaşar  Nuri  Öztürk  de  reenkarnasyon,  hayatın  en  muhteşem  gerçeklerinden  biridir  demiştir.  Bunu  takiben   bazıları  da  zamanda  yolculuk  inancını  dile  getirmektedirler. Reenkarnasyon  inancına  sahip  olanlar  Kur’anın  bazı  ayetlerindeki  “ iki  defa  ölüm,  ölü  idiniz  sizleri  diriltti,  sizlerin  yerine  benzerlerinizi  getiririz “  gibi  ifadeleri  kendi   kabullerine  göre  reenkarnasyon  olarak  yorumlamaktadırlar.  Celalettin  Rumi  ve  Yunus  Emre’nin  şiirlerindeki  tasavvufi   sözlerini  de  malzeme  olarak  kullanmaktadırlar. Ancak  bu  inançlar  bize  göre   Allah’ın  Kur’anda  bildirdiği  ayetleri  ile  çelişmektedir. ( Geniş  bilgi  için  Reenkarnasyon  Var  mı  Yok  mu  Başlıklı  yazımıza  bakabilirsiniz. )

Sonuç  olarak  ayetlerden  anladığımız  kadarı  ile  Kur’an,  Ruh  kavramı  için,  bilgi,  vahiy,  Peygamberimize  indirilen  Kur’an  ayetleri  olduğu  bilgilerini  vermekte  ve  bu  konuda  da  insanlara  çok  az  bir  bilgi  verildiğini  ve  Ruh’un  ancak  Rabbimizin  işi  olduğunu  dile  getirmektedir.  Ancak  bizim  bu  dünyadaki  yaşamımız  içerisinde  canlılığımızı  sürdürdüğüne  inandığımız  ve  bir  enerji  türü  olarak  tahmin  ettiğimiz  ve  ruh  diye  bildiğimiz  ( can )   madde  yapısından  ayrıldıktan,  insanın  ölümünden  sonra  elbette  ki  Allah'ın  kabzettiği  bir  yerde  muhafaza  edilmekte  ve  kıyametin  ardından  hesap  gününde  tekrar  canlılık  ve  bilinç  kazandırılmak  üzere  Ahiret  hayatı  için  uyandırılacaktır.  Kur'an,  dışında  anlatılan  ciltler  dolusu  kitap  varsayımlarını  onaylamamakta  ve  ilgilenmemektedir. Biz  de  Kur’an  öğretisi  çerçevesinde  kalarak  Kadir  Sûresinden  başlayarak  bütün  ayetlerde  Meleklerin  ve  Ruh’un  indirilmesini  içine  alan  mesajı  aslında  şöyle  anlamalıyız. Kim  ki  Allah’a  teslim  olur,  sadece  O’nu  kendisine  Rabb  edinir,  terbiyesini,  hayat  akışını  Allah’ın  kurallarına  göre  ayarlarsa,  kendisine  bir  Kadir  gecesi  ( gündüzü,  günü,  saati,  dakikası,  anı )  ayırabilirse,  Kur’anı  anladığı  dilden  okumaya  ve  tefekkür  etmeye  başlarsa,  o  andan  itibaren  hayatını  Kur’ana  göre  yönlendirebilirse,  Allah’tan  gelen  ve  içlerinde  kutsal  bilgiler  ( Ruh ) ( Ruhul  emin ) ( Ruhul  Kudüs ) olan  ayetler  şafak  sökene  kadar ( onu  gerçek  aydınlığa  kavuşturuncaya  kadar ) onun  için  de  sürekli  inmeye  başlar. Hayatının  dönüm  noktası  olur.  Allah,  ayetlerinde  Kur’an  ile  tanışmamış  veya  onu  terk  etmiş  olanlara  onlar  ölülerdir  demektedir. Bundan  dolayı  Kur’an  ve  ayetleri  insana  can  katar,  ruh  katar,  Allah  katında  onu  ölü  olarak  nitelendirilmekten  alıkoyar. İşte  bundan  dolayı  Ruh,  bilgidir,  candır,  hayattır. Bu  dünyanın  ve  Ahiret  hayatının  kurtuluşudur. Ciltler  dolusu  kitaplarla  Ruh  kavramı  ile  ilgili  anlatılanlar,  varsayımdır,  öngörüdür,  zandır,  halisinasyonlardır. Dinsel  inançlar  ve  ritüeller dir,  hurafedir,  mana  alemine  gidip  geldiklerini  zannedenlerin  rüyalarıdır,  hayalleridir. Bütün  bunlardan  kendimizi  soyutlayarak,  Kur’anın   Ruh’u  ile  şereflenmek,  bizim  için  ise  bin  aydan,  bir  ömürden  daha  hayırlıdır.

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an  )

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET