Yüce Rabbimiz Allah Evreni, madde ve enerji olmak üzere iki kökenden gelen varlıklardan yaratmıştır. Aslında Evrenin yaratılması olan ve “ Büyük Oluşum “ denilmesi gereken, yaklaşık 13.7 milyar yıl önce gerçekleşen “ Big Bang “ denilen büyük dağılma olayı, bilimsel olarak çok büyük bir enerjinin baskı altına alınarak kütleye dönüştürülüp, sonucunda Evren ve içindeki maddelerin oluşturulmasıdır. Yüce Rabbimizin ayetlerde “ Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık “ dediği gibi, bu olay aslında planlanmış kurgulanmış bir olaydır, denetimsiz rastgele bir saçılma, dağılma değildir. Eğer böyle olsaydı, meydana gelen madde parçacıkları, eylemsizlik ilkesine göre farklı kütle ve hızlarına bağlı olarak çok farklı hızlarla uzaya saçılır gider, zamanla belirli ve düzenli bir Evreni oluşturamazdı. Böylece bu oluşumla, enerjinin dönüştürülmesinden, belli bir kütle ile boyutları olan madde dediğimiz en küçük yapı taşı atom, proton, nötron, elektron ve atom altı diğer parçacıkları olan varlıklar elde edilmiştir. Dolayısıyla Evrendeki varlığın oluşumu ve yaşamı, enerji kütle dönüşümünden başka bir şey değildir. Sürekli bir dönüşüm söz konusudur. Bu dönüşüm olayını da Ainstain E= m.c 2 formülü ile matematiksel olarak ortaya koymuştur. Bu formül bize yeterli koşullar oluştuğu zaman, enerjinin kütleye ( maddeye ), kütlenin de enerjiye dönüşebileceğini anlatmaktadır. Ancak, bu güne kadar enerjinin kütleye dönüşümü sadece bir defa " Big Bang " denilen olay ile, yani Allah’ın oluşturması ile gerçekleşmiş, bilim ve teknoloji bugün için bu olayı ikinci defa gerçekleştirecek noktaya henüz gelememiştir. Ama maddenin enerjiye, enerjinin bir başka enerji türüne dönüştüğü olgusuna, hayatın içerisinde her gün çeşitli olaylarda, hatta vücudumuzda görerek tanık olmaktayız. Güneşte Hidrojen ve Helyum atomları arasındaki sürekli bir bölünme ve kaynaşma ( fisyon ve füzyon ) olayları ile maddeden maddeye dönüşümünde, yerin merkezindeki mağmanın değişimlerle büyük enerjiler açığa çıkartması depremleri oluşturmakta, insan eliyle nükleer santrallerde Uranyum ve Thoryum elementlerinden nükleer enerji elde edilmektedir. Öte yandan daha düşük sıcaklıklarda maddenin basit yapısındaki atom ve moleküllerin birbirine bağlanması, veya ayrılması ile değişik maddelerin meydana gelmesi de enerji etkileşmeleri sonucunda, insanın yaratılması, var olması, hayatını sürdürmesi de tamamen vücudundaki madde ve enerjinin etkileşmesi sonucu meydana gelen dönüşümlerle gerçekleşmektedir.
Kâinatı yaratan, düzenini sağlayan ve içindeki dünya denilen gezegende canlılar için yaşam koşullarını oluşturarak hazırlayan Yüce Rabbimiz Allah, İnsan denen varlığı da madde ve aslında bir enerji türü olan ama yapısının ne olduğu tam olarak bilinmeyen can dediğimiz ruh olmak üzere iki türlü varlıktan yaratmıştır. İnsanoğlu, Allah’ın kendisine bahşettiği aklı ile bugün maddeyi, çok detaylı yapısına, en ince ayrıntısına varıncaya kadar tanıma, öğrenme noktasına gelmiştir. İnsan artık kendisinin topraktan yaratılma ifadesiyle, topraktaki karbon, hidrojen, azot, fosfor, oksijen ve diğer elementlerin birleşmesi ile oluşan maddelerden, molekül, atom, parçacık denilen taneciklerden nasıl yaratıldığını ve vücudundaki kimyasal, fiziksel, biyolojik değişmelerin bütün ayrıntılarını bilmektedir.
İnsanı oluşturan iki varlıktan biri olan madde, duyu organları ile görülebilen, kavranabilen, elle tutulabilen, deneylerle ve sonuçlarıyla her davranışı ispat edilebilen, hacim kaplayan, ağırlığı olan, kütleli ve üç boyutlu bir yapıya sahiptir. Fakat insanı oluşturan ikinci varlık olarak bildiğimiz ( can ) ruh ise, gözle görülebilen, elle tutulabilen, laboratuvara sokulabilecek somut yapıda hacmi, kütlesi olan nesnel bir varlık değildir. Bu konuda Yüce Rabbimiz Allah'ın bize daha fazla ve kesin bir bilgi vermediği bir tür enerjidir. Fakat insanın bedeninden başka, ruh adı konulan başka bir şeyin olduğunu hissederiz, varlığına inanırız. Hayatın içerisinde, ruh gibi dolaşma, onun ruhu bile duymaz, ruhuma bile işledi, ben onun ruhunu okurum, ruhunu teslim etti gibi ifadeleri de çoğunlukla kullanırız. Düşünürler de ruh üzerine güzel sözler söylemişler, Güzel bir ruhtan kötü söz çıkmaz, Ruhun dışında her şey sessiz ve sağırdır, Büyük ruhlar acılara sessizce katlanır, Ancak küçük ruhlar yükün ve işlerin ağırlığında ezilir. Diyerek ruhun önemini vurgulamışlardır.
İnsanın dünya üzerindeki maddelerden yaratılmasının, bilinçlenerek Adem sıfatını kazanmasının ardından, tarih boyunca ruh’un ne olduğu sorgulanmaya ve araştırılmaya başlanmıştır. Ruh, Din ve Felsefede insan varlığının maddi olmayan tarafı, ya da özü olarak bilinir. Genellikle bireysellik ve kişinin zatı olarak ele alınır. Teolojide / Din biliminde ise ruh, kişinin ilâhiliğe iştirak eden kısmı olarak tanımlanır, bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını ebedi sürdüren kısmı olarak ele alınır. Birçok Dini ve Felsefi akımda, her canlının bir unsuru olan, var olması için fiziksel maddeye ihtiyaç duymayan, madde dışı, algılanamaz, tezahürü ile ancak varlığını belli edebilen, aşk duygusuna, yaşama yeteneğine sahip, değişen ve bilinçlenen, gelişen, ya da bir güç olarak tanımlanan ruh, bir çok Dini ve Felsefi akımda da ebedi, yetenekler sahibi, insan davranışının motoru, günah ve sevap işleme iradesine sahip bir varlık, ya da varlığın saklı yönü olarak kabul edilir. Ruh kavramı kültürden kültüre, dinden dine, felsefeden felsefeye geniş ölçüde çeşitli kabuller göstermektedir. Ruhlar genellikle ölümsüz olarak kabul edilir ama, ruh ile can kavramı arasında kimi kültür, kimi dinlerde ve felsefelerde ise ruhun bedeni ile kendisi arasında aracılık görevi görecek maddi bir elemanın bulunması gerektiği kabul edilir. Bir çok dini ve felsefi gelenekte ise ruh’un, her canlı oluşumun içteki özünü içeren ve kendine özgü bir varlık olduğu, beyninden veya organizmanın herhangi bir kısmından ziyade, insanın temel bir unsuru olduğu kabul edilir. Bir çok görüşe göre de ruh, enkarne / ete kemiğe bürünme olmadan önce de mevcuttu. Ateist Materyalistlerin reddettiği ruh, “ özden önce gelen var oluş “ tur. Ölüm olayında bedenin hareket özelliklerini yitirmesi, ruhun beden üzerindeki hakimiyetini, yani bedeni etkilemeyi bırakması olarak açıklanır. ( Ünlü Fransız ateistlerinden Jeanne Paul Sartre : Varoluş )
Eski uygarlıklarda da ruh’un, ya da ( canın ) ölümsüzlüğüne inanılmaktadır. Mezopotamyalılar ölmüşlerinin mezarlarına bu nedenle yiyecek ve çeşitli eşyalar bırakmakta idiler. Sümer mitolojisinde “ Enkidu “ ölüler ülkesine gidip dönebilen tek kişidir. Onun anlattıklarına göre, kötü olanların ruhlarının, yaşayanlara musallat olduğuna ve onlara zarar verdiğine, ölülerin ruhlarının görülebildiğine, duyulabildiğine, her insanın bir koruyucu ruhunun bulunduğuna inanılmıştır. Eski Mısır geleneğinde, ölüm olayı ile bedenlerini terk eden ruhların çeşitli ölüm ötesi halleri, öteki alem anlamı, insan bedeninin çeşitli kısımları, bu kısımların özellikleri, değişik sembollerle ve terimlerle ifade edilmiştir. Ölenin sonraki yaşamı için, ölü bedeninin iyi korunması gerektiğinin inancıyla cesetleri mumyalamışlar ve firavunların ölü bedenlerini özenle saklamışlardır. Bunların dışında, M.Ö. 7. yüzyılda, İran’da ortaya çıkan Zerdüştlük inancında, Eski Yunan ve Roma geleneğinde de ruh inancı ile ilgili çok farklı kültürler oluşmuştur. Hepsinde de ana tema, can, nefes ve ölümden sonra kaybolma ama ebedi bir yaşayış inancıdır.
Ruh konusunda tarih boyunca Pisagor, Sokrat, Platon, Aristo, gibi dünyaca çok ünlü filozoflar da eserler yazmışlar, kimi ruh göçü ( reenkarnasyon ) öğretisinde ruha bir özerklik atfetmiş, kimi ruhu görünmez ve ölümsüz olarak tanımlamış, bedeni yönlendiren, yöneten bir güç olarak kabul etmiş, kimi varlığın özü olarak tanımlamıştır. Aristo dinsel geleneklerden farklı olarak canın ayrı bir varlık oluşuna karşı çıkmış, madde ve ruhu tek bir cevher olarak düşünmüştür. Aristo’yu izleyen ünlü Türk filozofu İbni Sina ise Ruh hakkında Aristo’dan farklı bir teori ortaya koymuştur. Ruh ve can arasında bir ayrım yapmıştır. İbni Sina’ya göre ruh, bedenden ayrı bir manevi cevherdir. ( enerjidir ) Bedeni bir araç olarak kullanır. Bu görüşünü de ( uçan insan ) adlı eseriyle örnekleyerek, nefsin ( zatın ) maddeye yani fiziksel bir eşyaya bağlı olmadan “ havada da olsam varım “ mantığı ile açıklamıştır. Bu görüş orta çağda Descartes tarafından da kabul görmüştür. İbni Sina’ya göre ruh’un ölümsüz olması bir amaç değil, doğasının bir gereği ve sonucudur. İbni Sina böylece yaratılışın intişar ( dağılma, çıkma ve yayılma ) ışın yayma, tarzındaki gerçekleşmesine ve melekler hiyerarşisine ( farkında olmadan aslında hepsi de enerji türleri olan doğa güçlerine ) değinir. Vahyi, konuşmadan ziyade bir sezgisel irtibat olarak gören İbni Sina’ya göre vahiy de, ilham, haberci rüya ve duru görü ( duyu organları dışında hissetme ) kehanetleri, ilâhi hikmetin cüzleridir. ( bölümleridir, parçalarıdır. )
Çağdaş batı düşüncesinde de pek çok düşünür, Ruh konusunda tanımlamalarda bulunmuşlardır. * Descartes, eşyanın zıttı olan düşünen şey, * Panteist / Çok tanrıcı Spinoza, İlâhi cevherin özellik ve tarzı, * Kant, Mutlak olanı idrak etmenin imkânsızlığı, * Lessings, Sonsuz soluk, * Freud, Ego ile süper egonun arasındaki fark, * Schelling, Mistik kudret, * Hegel, Fikrin kendisinin gelişimi demişlerdir.
Dinsel inançlarda ( Teolojide ) ise genellikle insanın bedeninde onu yaşatan bir ruh’un bulunduğu kabul edilir. İnsandaki bu ruh’un bilinç taşıdığı ve insanın kişiliği ile ilgili her şeyin bu ruhta bulunduğu kabul edilir. Ruh kişinin içindeki öz varlığını oluşturarak düşünür, hisseder, sever, nefret eder, karar verir. Bundan dolayı da beden yalnızca ruha giydirilmiş bir elbise gibidir. İnsandaki bu ruh’un ölümsüz olduğuna ve insan öldüğünde bedeninden ayrılarak, özellikle Tasavvufta çeşitli adlarla belirtilen bir başka aleme geçtiğine inanılır. Bir çok dine göre bu öte alemde insan ruhunu bir yargılanma beklemektedir. Bu yargılanma bazı inançlarda hemen ölümün ardından başlar, bazılarında ruh yargılanacağı zamana kadar bekler ve sonunda da ya ıstırap çekecek, ya da huzur bulacaktır. Bahailik inancında ruh gerçekliği, insanca kavranamaz ve sırrı akıl yoluyla çözülemez. Tanrının bir işareti ve bir cennet cevheri olarak kabul edilir. Ruh’un bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürmesinin yanı sıra ölümsüz olduğuna inanılmaktadır. Cennet bir bakıma ruh’un Tanrı’ya yakınlaşma halidir. Ruhsal tekâmül yolunda her hal, kişinin çabalarının doğal bir sonucudur. Ruh, fert doğmadan önce mevcut değildir. Ruhların tekâmülü daima Tanrı’ya doğru olur ve kişi tekâmül ettikçe maddi dünyadan uzaklaşır. Kur'ana tamamen aykırı olduğu halde Tasavvuf dinine göre Peygamberlerin, Evliyaların, Kutup ve Gavs Hazretlerinin, şehitlerin ruhları ölmemekte / Ahiret gününe kadar yaşamaya devam etmekte, sürekli yeryüzünde dolaşmaktadır. Müridleri tarafından da aslında Kur'ana göre tam bir şirk yapısında olan Medet ya ! .... Hazretleri dedikleri zaman yardımlarına geleceğine inanılmaktadır.
İlâhiyatçı, araştırmacı ve Tebyin ül Kur'an yazarı Hakkı Yılmaz " Biz burada artık, o ne demiş, bu ne demiş, inançlar, kültürler, filozoflar, düşünürler neler öngörmüşler, neye inanmışlar, hangi zan ve varsayımlarda bulunmuşlar, hepsini bir tarafa bırakalım. Bizim için tamamen gayb olan ruh konusuna, Yüce Kitabımızda Rabbimizin izin verdiği ölçülerdeki bilgilere yönelelim. Ruh kavramı, bu güne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayri Müslim bir çok kişinin ilgi alanına girmiş, çok çeşitli öngörülerle yazılmış ciltlerle kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle ; Ruh nedir ? Kaç tanedir ? Ruhlar nerede bulunur ? Ruh ve nefis aynı şey midir ? Ruh cisim midir ? Mahluk mudur ? Enerji midir ? Kozmik bilinç midir ? Melek midir ? Varlıkların aslı mıdır ? Ruh mu yoksa beden mi önce yaratılmıştır ? Ruh ölür mü ? Kabirde cesede geri döner mi ? Dirilerin ruhları ölülerin ruhları ile buluşur mu ? Ruhun insana ve hayvana göre olan çeşitleri var mıdır ? Astral alemde hangi mertebededir ? konuları ele alınmıştır. Bütün bunlardan başka, bu eserlerde, ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon ( ruh göçü ) gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır. Ancak bunların hepsi de Kur’anın ifade ettiği ruh kavramından çok uzaktır. Bugüne kadar bu konuda Kur’an kaynaklı ciddi bir çalışma yapılmamış, rivayetlerle, zanlarla havanda su dövülmüştür. Ne var ki yazarlarının önündeki saygınlık belirten unvanlar bulunan bu kitaplardaki bilgiler hem doğru hem de İslami kabul edilmiştir. Dini inanç adına asıl üzücü olanı da klasik tefsirlerde, Kur’ana dayandırılmamış olup, uydurma rivayet tefsirinin ön plana çıkartılmış olmasıdır. Her bakımdan açık ( mubin ) ve eksiksiz ( mufassal ) olan Kur’an, rivayetlere, İsrailiyat kaynaklarına kurban edilmiştir. Bundan dolayı da kafalar iyice karışmıştır. Gerek temel kavramlar, gerekse de inançlar ve amel konusundaki bilgilerimiz çoğu zaman bu rivayetler doğrultusunda şekillenmiştir. Aslında ruh kavramının araştırılıp incelenmesi dinin değil, psikolojinin konusudur. Psikoloji ilmi geliştikçe Kur’anın bu konudaki müteşabih ayetlerindeki sözcükler aydınlığa kavuşup, muhkemleşeceği kesindir. Bugün bütün bunların önünde yine bize en doğru bilgiyi verecek olan da dinimizin, inancımızın ana kaynağı olan kitabımız Kur’andır. " demektedir.
Bu bakımdan biz de Kur'ana baktığımızda Ruh sözcüğünün Peygamberimize ayetlerin vahyedilmesi sırasına göre ilk defa " Haberci ayetler, içlerindeki ruh ; can katan, canlı tutan güçleriyle Rabblerinin izniyle / bilgisi gereği o şafak sökene kadar / aydınlığa kavuşuncaya kadar her bir işten iner dururlar. Selam ! " ifadeleriyle Kadr Sûresinin 4 - 5. ayetlerinde karşımıza çıktığını görürüz. Ayetlerde aslında Peygamberimize Kadir gecesinde indirilmeye başlanan Kur’an ayetlerinin aydınlığından, ruh ( bilgi, vahiy, can, hayat veren ) özelliğinden ve o günden sonra peygamberimizin hayata bakış ufkunun değişeceğinden, bu ruhun / vahyin / bilgilerin " Selam " ifadesiyle insanlara esenlik, huzur, barış getireceğinden söz edilmektedir. Kadir gecesi denilen o gece aslında Peygamberimizin gecesidir. Bir defa gerçekleşmiştir. Kur’an ayetleri ve bilgisi ile tanışan insanın da Kadir gecesi, tanıştığı o gün, o gece veya o saat olacaktır. Kişi ve insanlık için bin aydan daha değerli olan Ruh / bilgi / vahiy / can, aydınlığa kavuşuncaya kadar onun için de inip duracaktır.
Ruh sözcüğünün esas anlamı “ Can “ dır. Gerçek ve mecaz anlamında da kullanılabilen bir sözcüktür. Ansiklopedik anlamı ise, “ Genel olarak varlığın maddi olmayan boyutu ya da özü “ olarak tarif edilir. Bu anlam ile uyku anında geçici olarak, ölüm anında ise sürekli olarak bedenden ayrılan “ Nefis “ yani beyindeki ana fonksiyon olan bilinç kastedilmiştir. Ruh sözcüğü, hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara uygun olarak “ Manevi benlik ve can “ kavramları ile eş anlamlı olarak kabul edilmiştir. Geniş anlamda “ Canlılık, duygu “ demek olan ve ayrıca “ karakter “ anlamına gelen ruh sözcüğü mecazen bir şeyin, en önemli, en canlı, en can alıcı noktası ve özü için kullanılır. Örneğin, “ Ruhsuz “ sıfatı pasif kimseler için geniş anlamında, “ meselenin bütün ruhu buradadır “ deyimi de mecaz anlamında kullanılmaktadır.
Ruh sözcüğü Kur’anda “ İlâhi esinti, Vahiy, Bilgi “ anlamında kullanılmıştır. Vahyin, bilgisizlikten dolayı ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de kişiler ve toplum için işlevinin aynı olduğu, yani kişileri ve toplumu kokuşmaktan koruduğu düşünülürse, ruh sözcüğünün sözlük ve ansiklopedik ve dini terim anlamlarıyla Kur’andaki anlamı arasında bir paralellik olduğu görülebilir. Kur’anda bahsedilen ruh, yani ilâhi esinti, vahiy, bilgi sadece isteyerek bu Ruh’a sahip olan ve bu Ruh’u hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla, ölümün dışındaki canlılığı temsil ettiği düşünülen ve üzerine atfedildiği her türlü rezilliği de kapsayan, üfürülen sihirli bir nefes değildir. Ruh sözcüğünün Kur’anda kullanıldığı ayetler incelendiğinde, sadece insan üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılır.
İSRA 85 : Ve sana ruhtan / vahiyden soruyorlar. De ki : “ Ruh, / vahiy Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir.
MÜMİN 15 : O dereceleri yükseltendir. En büyük tahtın sahibidir. O buluşma günü hakkında uyarmak için, Kendi işinden olan ruhu / vahyi kullarından dilediğine ilga eder / bırakır. / Nüfuz ettirir.
Bu ayetlerde Ruh’un ( vahyin ) inişi, “ İlga “ edilişi ( bırakılması ) fiili ile ifade edilmiştir. Nitekim Ademe verilen vahiyler ( bilgiler ) de değişik Sûrelerdeki ayetlerde Kur’anın inişi için de “ ilga “ sözcüğündeki fiil kullanılmıştır. İsra Sûresinin 85. ayeti ve ardından gelen sonraki ayetler birlikte incelenirse, burada konu edilen ruhun rivayet tefsirlerinde anlatıldığı gibi insan ya da herhangi bir canlının ruhu olmayıp “ vahiy “ olduğu açıkça görülür. Bu Sûrede 85. ayette belirtildiği gibi ruh konusunda, vahyin, ruhun şekli, miktarı, mahiyeti ile ilgili bize verilen bilgiler gerçekten çok azdır. Dolayısıyla bu konuda verilen bilgi ile yetinmek, kendi kafamızdan zanlarla, varsayımlarla, rüya ve keşiflerle, mana alemine gidip gelmekle bilgi üretmeye kalkmamak gerekmektedir. Kur’anda 13 ayette “ Emrimizden bir ruh vahiy ettik “ ifadesiyle ruh vahiy etme işinin Allah tarafından yapıldığı, sadece Allah’ın işlerinden biri ve ruh indirmenin sadece Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır.
ŞURA 52 : İşte böylece Biz, sana da Kendi işimizden olan ruhu / içinde ayetlerin, bilgilerin bulunduğu Kur’anı vahyettik. Sen kitap nedir iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur / ışık yaptık.
MÜCADELE 22 : Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah’a ve elçisine sınırı aşmaya uğraşanlarla karşılıklı sevgi bağı kurmuş halde bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Onlar, Allah’ın, kalplerine imanı yazdığı ve kendilerini Kendisinden olan ruh / vahiy ile desteklediği kimselerdir.
ŞUARA 192 – 196 : Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle alemlerin Rabbinin indirmesidir. O apaçık kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine er- ruhul emin / güvenilir can / ilâhi mesajlar, güvenilir bilgi indi. Ve şüphesiz güvenilir can / güvenilir bilgi öncekilerin kitaplarında da vardı.
Bu ayetler üzerinde yeterince düşünüldüğünde “ ruh kavramının “ güvenilir bilgi demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücadele Sûresinin 22. ayetinde Allah’tan gelen güvenilir, sağlam bilgi ( ruh ) ile tüm inananların güçlendirildiği, desteklendiği açıkça ifade edilmektedir. Şuara Sûresinin 193. ayetinde ise “ Ruhul emin “ ifadesini Cebrail olarak yorumlamak ve bir çok mealde olduğu gibi ayette inen bir şeyi indiren “ Onu Ruhul emin ( Cebrail ) indirdi ) diye çevirmek yanlıştır. Bu, rivayet ve hadislere kurgu yapmaktır. Zira ayetteki “ nezele “ geçişsiz fiilini ( nesnesiz, sadece faili ve fiili olan cümle ) sanki geçişli ( nesnesi, faili, fiili tam olan cümle ) imiş gibi anlamlandırmak, her şeyden önce ayetin lafzı manasına aykırıdır.
Ayrıca böyle bir çeviri, aynı Sûrenin " Kur’anı alemlerin Rabbi olan Allah’ın indirdiğini " bildiren 192. ayeti ile de çelişmektir. Diyanet 2004 çevirisinde de böyle bir çelişkiyi görüyoruz ;
ŞUARA 192 – 195 : Şüphesiz bu Kur’an, Alemlerin Rabbinin indirmesidir. Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh / Cebrail senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.
Kur’anda değişik ayetlerde yer alan Ruhullah, Ruhul Kudüs, ifadeleri de ayetlerin orijinalinde Cebrail sözü olmadığı halde geçtiği ayetlerde parantez içinde gösterilerek pek çok mealde, Cebrail olarak isimlendirilmekte ve aynı çelişkiye düşülmektedir. Meryem Sûresinin 16 - 17. ayetlerinin içerisinde " Vezkür filkitabi Meryem izintebezet minehliha mekânen şarkiyya 17 : Fettehazet mindunihim hicaben fearselna ileyha ruhana fetemessele leha beşeren seviyya " orijinal ifadeleriyle " Ruhana " sözcüğü bulunmakta, hemen hemen bütün meallerde bu sözcüğün zanla temessül sözcüğüne de bağlı olarak düzgün bir insan kılığına dönüşüp, Cebrail olarak kabul edildiği görülmekte, ayette de doğrudan doğruya ruh sözcüğü ile karşılıklandırılmaktadır.
Meryem Sûresinin 16 - 17. ayetlerinin Diyanet 2004 mealinde ve daha birçok müfessirin yaptığı çevirilerine bakacak olursak ;
MERYEM 16 – 17 : Ey Muhammed ! Kitapta / Kur’anda Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş / kendini onlardan uzak tutmak için onlarla arasında bir perde germişti. Biz ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.
* Bayraktar Bayraklı meali : Derken Biz ona ruhumuzu, Cebraili gönderdik de ona düzgün bir insan şeklinde göründü.
* Mehmet Okuyan meali : Ona düzgün bir insan şeklinde görünen ruhumuzu ( Cebraili ) göndermiştik.
* Edip Yüksel meali : Bu durumda ona ruhumuzu gönderdik ve önünde mükemmel bir insan olarak biçimlendi.
* Erhan Aktaş meali : O zaman ona ruhumuzu gönderdik. Ona normal bir beşer yapısında temessül etti.
* Süleyman Vakfı meali : Derken ruhumuzu ( Cebraili ) gönderdik, ona düzgün bir insan gibi göründü.
* Mustafa İslamoğlu meali : Hal böyleyken ona vahiy meleğimizi gönderdik, öyle ki, o ona eli yüzü düzgün bir insan suretinde göründü.
* Yaşar Nuri Öztürk : Biz de ona ruhumuzu göndermiştik de kendisine sapasağlam bir insan şeklinde görünmüştü.
Örneklerinde gördüğümüz gibi ayet orijinalinde yer almadığı halde birçok müfessir, İlâhiyatçı ve Akademisyenin gerçekte olmayan ve Allah'ın yaratma kanunlarına aykırı olduğundan dolayı olamayacak olan Cebrail eklemeleriyle çeviri yaptığını görüyoruz.
Araştırmacı Yazar Hakkı Yılmaz’ın Tebyin ül Kur’an eserindeki çevirisinde ise ;
MERYEM 16 – 17 : Kitapta Meryem’i de an ! Hani o ailesinden / yakınlarından ayrılarak doğu tarafında bir yere kaçıp gitmişti. Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu / ilâhi mesajımızı gönderdik. Sonra ruhumuzu / ilâhi mesajımızı getiren elçi, Meryem’e mükemmel bir beşeri örnek verdi. İfadeleriyle gerçekte metafizik bir varlık olmayan Cebraile yer verilmeden daha gerçekçi, mantıklı, Allah'ın vahyine ve yaratma kanunlarına uyan bir çevirinin yapıldığını görüyoruz.
Kur’anda değişik Sûrelerde değinildiği gibi Meryem Sûresinin 16. ayetinden başlayarak, 34. ayetine kadar geniş bir şekilde Meryem ve İsa peygamber ile ilgili konular anlatılır. Meryem ile ilgili ayetleri anlayabilmek için onun hakkında bazı bilgileri göz önünde tutmamız gerekecektir. Meryem, Havra ( tapınak ) hizmetine adanmak için erkek çocuk isteyen ve bekleyen, çocuk kız olunca da pek sevinmeyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Doğum anını anlatan ayetlerden de kız mı, erkek mi olduğu tereddütlerinin oluştuğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen 13, 14 yaşlarına gelince yine de Zekeriya Peygamberin gözetiminde tapınağın getir götür işleri için tapınak hizmetine verilmiştir. Öte yandan Ali İmran Sûresinin 37. ayetindeki “ Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi “ ifadesi de Meryem’in normal bir kadın özelliğinden farklı olduğu düşüncesini desteklemektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Allah’ın yaratılış kanunlarına aykırı bir şey değildir. Çünkü insanın yaratılış aşamalarında birisi de Nuh Sûresinin 17. ayetinde “ Ve Allah sizi yer yüzünden bir bitki olarak bitirdi. “ denildiği gibi bitki evresidir. Meryem’in daha sonraki ayetlerle de erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alındığında, onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi “ erselik “ yapıda olduğu, yani vücudunda hem dişi ve hem de erkek üreme organının bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Ali İmran Sûresinin 42. ayetinde de “ seni alemlerin kadınlarına seçti “ ifadesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fiziki bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını ve böyle bir özellikle dünyaya bir erkek çocuk getirdiği ayrıcalığını anlatmaktadır.
Ayrıca yine 20. ayette “ Bana bir beşer dokunmamıştır “ şeklindeki Meryem’in ifadesi de onun “ erselik “ yapıda olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Meryem de zaten ergenlik çağına geldiğinde vücudundaki bu anormalliklerden dolayı evinden ailesinden kaçmış ve psikolojik olarak böyle bir durumda olan genç bir kızın yapması gerekeni o da yapmıştır. Sûrenin 17. ayetinde “ Ona ruhumuzu gönderdik “ ifadesi, Meryem’e içinde bulunduğu durumu açıklamak üzere bir takım ilâhi bilgilerin gönderildiğini anlatmaktadır. Ancak bu bilgiler ona doğrudan vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi de o dönemde yaşamış olan ve aynı zamanda Meryem’in tanıdığı ve eniştesi olan Zekeriya Peygamberdir. Çünkü yine Kur’andan öğrendiğimize göre Meryem, o dönemde Zekeriya Peygamberin himayesindedir. Ayette elçinin Meryem'e örnek gösterdiği beşer ise o gün henüz altı aylık bir bebek olan ve Zekeriya Peygamberin eşinin yaşlılığında doğurduğu Yahya Peygamberdir. Çünkü onu annesi kısır ve yaşlı olduğu halde Allah’ın lütfu ve yaratması ile doğurmuştur. Zekeriya peygamber de bu olayı örnek gösterip, Kendisine gelen bilgileri ona aktararak, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini anlatarak görevini yerine getirmiş, bütün bunların Allah’ın yaratması olduğuna Meryem’i ikna ederek teselli etmiştir. Ayetin orijinalinde yer alan temessül sözcüğünün asıl anlamı, “ örnek vermek “ demektir. Bununla beraber sözcük, bir başka anlam olarak “ insan şekline girmek “ anlamında da kullanılmıştır. Pek çok Kur’an çeviricileri de Cebrail kabulüne kurgu yapmak amacıyla daha uzak bir anlam olan bu ikinci anlamı tercih etmişlerdir. Bunun sonucunda da Meryem'e haberci olarak Cebrail’in geldiği ve korkmasın diye de ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır. Halbuki sözcüğün “ örnek verme “ şeklinde kabul edilmesi, hem olayların akışı ve gerçekliği ile, hem de İncil’de yer alan “ 36- Bak senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır “ anlatımı ile de paralellik arz etmektedir.
Kur’anda ( Sad 71 – 72. ), ( Hicr 28 – 29. ), ( Secde 9. ) ayetlerinde Adem’e ( insana ), Enbiya Suresinin 91. ve Tahrim Sûresinin 12. ayetlerinde de Meryem’e Ruh’un üfürülmesinden söz edilir.
SAD 71 – 72 : Hani Rabbin bir zaman meleklere / Evrendeki güçlere “ Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip ruhumdan üfürdüğüm / bilgilendirdiğim zaman derhal ona secde edin / boyun eğip teslim olun “ demişti.
Allah’ın bir insan yapısına benzetilerek gerçek manada üfürmeyeceği bilindiğine göre, ayetteki “ üfürmek “ ifadesinin mecazi olduğu hemen anlaşılmalıdır. Mecazi anlamdaki “ üfürmek “ , herhangi bir şeyden başkalarına en az miktarda vermeyi ifade eder. Türkçede de bu anlamda koklatmak ifadesi kullanılır. Bu durumda “ Ruhun üfürülmesi “ ifadesi “ çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması “ anlamına gelmektedir. Nitekim İsra Sûresinin 85. ayetinde “ Size bilgiden ancak çok az verilmiştir “ denilerek bu husus açıkça teyit edilmiştir. Ruh üfürme tabirinin tam olarak ne olduğu yine Bakara Sûresinin 30 - 38. ayetlerindeki Adem ile ilgili anlatılan pasajda “ Bilgi ile bilgilendirme “ tabiri kullanılarak da açıkça ortaya konmaktadır. Dolayısıyla ayette Adem’e ( İnsana ) Allah’ın sonsuz bilgisinin yanında ancak çok azının verildiği dile getirilmektedir. Buna rağmen rivayetçiler bu ayetleri düz mantıkla, Allah’ın Cennette çamurdan yarattığı Adem'e ruhundan üfleyerek canlandırdığı şeklinde yorumlar getirmişler ve ardından da pek çok masal uydurmuşlardır.
ENBİYA 91 : Ve o ırzını titizlikle koruyan kadın ; İşte Biz onu güvenli bilgimizle bilgilendirdik. / Ona ruhumuzdan üfledik de kendisini ve oğlunu alemler için bir alamet / gösterge / mucize yaptık.
TAHRİM 12 : Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem’i de örnek verdi. İşte Biz Ruhumuzdan üfledik / Onu vahyimizle az da olsa bilgilendirdik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayıp uyguladı ve sürekli saygıda duranlardan oldu.
Ruh kavramı ile ilgili olarak, Kur’an öğretisinin dışında tarih boyunca çeşitli yorumlarla ve inançlarla kültürler oluştuğu gibi, bir de “ nefsin terbiye edilmesi, ruhun dünyevi kurtuluşa ermesi “ düşüncelerinden yola çıkılarak, ruhun göç ettirildiği inancı da çok yaygındır. Bu gün dünyada neredeyse her 7 kişiden biri, ruh göçü denilen Tenasüh ve Reenkarnasyon inancına sahiptir. Aslında bu inanç ölümden ve onun ardından gelebilecek Cehenneme gitme ihtimalinin korkusundan, bir teselliye sığınmaktan başka bir şey değildir. Karma doktrinine bağlı olarak ruhun ölümsüzlüğüne dayanan batıl ve sapkın bir inançtır. Bu inançta ahiret ve hesap verme inancı yoktur. Bunun üzerine sürekli ölüp, tekrar dünya hayatına aynı ruhla fakat farklı bir bedende dönme, dirilme inancı vardır. Buna istinaden pek çok insan daha önceki hayatından ve kişiliğinden söz etmektedir. Hintlilerin inancında Tenasüh, kötülük yapmış kişilerin ruhunun azap çekmek üzere hayvan bedenlerine girerek tekrar dünyaya gelmesi inancıdır. Prof. Süleyman Ateş’e göre de reenkarnasyon ise Tenasühten farklı olarak ölmüş bir insanın, tekrar başka bir insan bedeninde dünyaya gelmesidir. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de reenkarnasyon, hayatın en muhteşem gerçeklerinden biridir demiştir. Bunu takiben bazıları da zamanda yolculuk inancını dile getirmektedirler. Reenkarnasyon inancına sahip olanlar Kur’anın bazı ayetlerindeki “ iki defa ölüm, ölü idiniz sizleri diriltti, sizlerin yerine benzerlerinizi getiririz “ gibi ifadeleri kendi kabullerine göre reenkarnasyon olarak yorumlamaktadırlar. Celalettin Rumi ve Yunus Emre’nin şiirlerindeki tasavvufi sözlerini de malzeme olarak kullanmaktadırlar. Ancak bu inançlar bize göre Allah’ın Kur’anda bildirdiği ayetleri ile çelişmektedir. ( Geniş bilgi için Reenkarnasyon Var mı Yok mu Başlıklı yazımıza bakabilirsiniz. )
Sonuç olarak ayetlerden anladığımız kadarı ile Kur’an, Ruh kavramı için, bilgi, vahiy, Peygamberimize indirilen Kur’an ayetleri olduğu bilgilerini vermekte ve bu konuda da insanlara çok az bir bilgi verildiğini ve Ruh’un ancak Rabbimizin işi olduğunu dile getirmektedir. Ancak bizim bu dünyadaki yaşamımız içerisinde canlılığımızı sürdürdüğüne inandığımız ve bir enerji türü olarak tahmin ettiğimiz ve ruh diye bildiğimiz ( can ) madde yapısından ayrıldıktan, insanın ölümünden sonra elbette ki Allah'ın kabzettiği bir yerde muhafaza edilmekte ve kıyametin ardından hesap gününde tekrar canlılık ve bilinç kazandırılmak üzere Ahiret hayatı için uyandırılacaktır. Kur'an, dışında anlatılan ciltler dolusu kitap varsayımlarını onaylamamakta ve ilgilenmemektedir. Biz de Kur’an öğretisi çerçevesinde kalarak Kadir Sûresinden başlayarak bütün ayetlerde Meleklerin ve Ruh’un indirilmesini içine alan mesajı aslında şöyle anlamalıyız. Kim ki Allah’a teslim olur, sadece O’nu kendisine Rabb edinir, terbiyesini, hayat akışını Allah’ın kurallarına göre ayarlarsa, kendisine bir Kadir gecesi ( gündüzü, günü, saati, dakikası, anı ) ayırabilirse, Kur’anı anladığı dilden okumaya ve tefekkür etmeye başlarsa, o andan itibaren hayatını Kur’ana göre yönlendirebilirse, Allah’tan gelen ve içlerinde kutsal bilgiler ( Ruh ) ( Ruhul emin ) ( Ruhul Kudüs ) olan ayetler şafak sökene kadar ( onu gerçek aydınlığa kavuşturuncaya kadar ) onun için de sürekli inmeye başlar. Hayatının dönüm noktası olur. Allah, ayetlerinde Kur’an ile tanışmamış veya onu terk etmiş olanlara onlar ölülerdir demektedir. Bundan dolayı Kur’an ve ayetleri insana can katar, ruh katar, Allah katında onu ölü olarak nitelendirilmekten alıkoyar. İşte bundan dolayı Ruh, bilgidir, candır, hayattır. Bu dünyanın ve Ahiret hayatının kurtuluşudur. Ciltler dolusu kitaplarla Ruh kavramı ile ilgili anlatılanlar, varsayımdır, öngörüdür, zandır, halisinasyonlardır. Dinsel inançlar ve ritüeller dir, hurafedir, mana alemine gidip geldiklerini zannedenlerin rüyalarıdır, hayalleridir. Bütün bunlardan kendimizi soyutlayarak, Kur’anın Ruh’u ile şereflenmek, bizim için ise bin aydan, bir ömürden daha hayırlıdır.
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR