Bir öğüt olan Yüce Kitabımız Kur’anın, öğüt verme yöntemlerinden biri de geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin yaşadıkları olayları, hayatlarından kesitleri, kısa ve öz ifadelerle pek çok konuyu kıssalar halinde anlatarak, kıssadan hisse almamızı sağlamaktır. Bu olaylar bütün toplumlarda, kulaktan kulağa dolma hikâyelerle, masallarla, efsanelerle adeta mucizeler gibi yüz yıllardır abartılarak anlatılmaktadır. Ancak, Kur’anın bize anlattıkları, ne mucizedir, ne masaldır, ne hikâyedir, ne de efsanedir. Kur’andaki ele alınan Kıssalar, geçmişte yaşanmış gerçek olayları, denk olan bir anlatımla vermek istediği mesaja örnek teşkil edecek şekilde anlatımlardır. Kur’an ayetlerinin yarısından fazlası geçmiş kavimlerin kıssalarına tahsis edilmiştir. Kur’an bu kıssaları konu edinirken kronolojik bir sıra takip etmemek gibi kendine özgü bir yöntem uygular. Bunun yanında Kur’an bir kaç istisnası olmakla birlikte anlattığı kıssalarda yer, zaman ve özellikle vahye karşı tavır takınmışların ismini de belirtmez. Kur’an’da vahye karşı duranlar arasında en çok geçen isim Firavun olmasına rağmen, bu bile bir kişinin ismi olmaktan ziyade bir unvandır. Kişi isimlerinde olduğu gibi, olayların geçtiği yer isimleri hakkında da Kur’an istisnalar dışında herhangi bir yer ismi belirtmez. Belirtse bile, belirttiği bu isimler tarihte bilinen şekliyle olmaktan çok kendine özgüdür. Mesela Ad, Semud, İrem, Tubba, Ress, Eyke, Medyen gibi. Konu edindiği kıssalardaki olayların geçtiği zaman ile ilgili ise hiçbir açık bilgi vermez. Kıssalar Âdem ile Muhammed (a.s) arasındaki oldukça uzun bir zaman dilimine yayılmış olmasına rağmen hiçbirinde tarih vererek zamanı belirtmez. Hatta hangi elçinin önce hangisinin sonra geldiği, iki elçi arasında hangi olayların yaşandığı hep “ min ba’dihi veya min ba’dihim ” ( ondan sonra veya onlardan sonra ) şeklinde anlatılır. Hangi elçinin önce hangisinin sonra geldiği de bu ibarelere göre belirlenir.
Kur’an, bu yöntemiyle, gerek geçmiş olaylardan ibret alınıp hisse çıkarılması, gerekse eski toplumların hayatında yaşanan yanlış olaylar üzerinden, Allah’ın değişmez Sünnetini / Kanun, hüküm ve ilkelerini anlamamız bakımından bize rehberlik etmektedir. Kur’anda bu kıssalar anlatırken, daha kolay anlasınlar diye bilhassa o devirdeki efsane ve masal dinlemeye yatkın olan Arap toplumunun kullandığı deyim ve ifade teknikleri kullanılmıştır. Ama yine de bu kıssalar, maalesef Yahudi kaynaklarındaki doğa üstü efsane anlatımlarından kurtulamayan bugünün ünlü ilâhiyatçı ve akademisyenleri tarafından dahi bize intikal ettirilen anlatımlarla, masal ve mucize inancından öteye geçememektedir. Öyle ki Sünnetullah'ın ne olduğundan bihaber, üstelik de Rabbimizin Ankebut Sûresinin 51. ayetinde “ Onlara okuyup durduğun Kur’an mucize olarak yetmedi mi ? “ diye uyarmasına ve sormasına rağmen, bazı kendisine Şeyhül Ekber denilen aslında Ulemaüs Sû denilen hazretler " Peygamber mucizelerini inkâr edenler kâfirdir. " yaftasını yapıştırmaktadır. Bundan dolayı da Kur’anın vermek istediği asıl mesajın farkına varılamamış, mucizelerin, masalların hurafelerin, ardından da Ulemaüs sû / Kötülük Uleması Şeyhül Şeytanların uydurma kerametlerinin peşine düşülmüştür. Kur'anımızda 34 Sûrede 135 ayette yer alan Musa Peygamberin kıssası da maalesef yerleşmiş bu inançların sonunda mucizelerle dolu bir hayat olarak bilinmektedir. Bu nedenle Musa Peygamberin asası halk kültüründe her ne kadar Allah'ın yaratma kanunlarına aykırı olsa da, türlü sihre ve güce sahiptir, yılan olup diğer yılanları yutmaktadır, dokunduğu Kızıl denizini ikiye yarıp yol açmaktadır, topraktan suları fışkırtmaktadır. Gökten çekirgeleri, kurbağaları sel gibi yağmuru yağdırmaktadır.
Gençliğimde, 1960 lı yıllarda, “ On Emir “ isimli Amerikan Holivud sinemasının yapımı olan bir film izlemiştim. O dönem için çok da etkileyici, inandırıcı, gerçekmiş izlenimini veren mucizevi sahnelerle doluydu. Mısırda İsrail oğullarına zulümle hüküm süren Firavunun ülkesinde küçük bir bebek, bir sepetin içinde Nil nehrine bırakılıyor, nehir kıyısında bulunan kadınlarca bulunarak saraya götürülüyor, Firavunun karısı onu evlatlık olarak büyütüyor, iyi bir saray eğitimi veriliyor. Musa adı konulan genç, kaza ile bir cinayet olayına karışınca korkusundan, Mısırdan ve saraydan kaçarak ve Sina çölünü de geçerek Medyen ülkesinde bir aileye sığınıyor. Ailenin kızlarından biri ile evlenerek on yıl çobanlık yaptıktan sonra ailesiyle tekrar Mısıra dönmek üzere yola çıkıyor. Çölde ateş bulmak için çıktığı Tur dağında Allah, kendisini elçi olarak seçtiğini bildiriyor ve Firavuna göndererek halkını zulümden kurtarması görevini veriyor. Ve eline de çobanlık yaparken kullandığı asasını almasını istiyor. Musa, saraya gelip Allah’ın isteklerini iletince Firavun ile mücadelesi başlıyor, Firavunun ikna olabilmesi için, asa yılan olup, saray sihirbazlarının yılanlarını yutuyor, gökten pişmiş volkanik kızgın taşlar yağıyor, Nilden kırmızı kan renginde sular sokaklara taşıyor, çekirge istilası ile kıtlık baş gösteriyor ve Firavun halkını salgın hastalıklar kuşatıyor. Sonunda Firavun, İsrail oğullarının mısırdan çıkmasına izin veriyor ama kızıl denizden karşı tarafa geçecekleri zaman pişman olarak arkalarından onlara ordusuyla yetişmeye çalışıyor. Bu esnada Musa’nın asası tekrar devreye giriyor ve deniz ikiye bölünüp ortasından bir yol oluşuyor, kavmin öbür tarafa geçmesi sağlanıyor. Arkadan gelen Firavun ordusunun geçtiği anda da sular kapanarak onların boğulup helâk olmasını sağlıyor.
Tabiidir ki Amerikan sinemasının Musa Peygamber ile ilgili seyirciye aktardığı bu hikâyenin kaynağı, Yahudilerin dini kitabı olan, Tevrat’ın Çıkış, Levililer, Sayılar, Tekvin Tesniye, Tora bölümlerindeki sonradan Haham uydurmaları olan dini metinlerdir. Kitabı Mukaddes dedikleri kitaplarında da bu olaylarla ilgili yüzlerce ayrıntı yer almaktadır. Bu hikâyelerin etkisinden kurtulamayan sekiz yüzlü yılların klasik tefsircileri de aynı anlayışlarla, Müslümanların inançlarına, Musa peygamber kıssasını peygamber mucizeleriyle yansıtmışlardır. Musa Peygamberin yaşadığı olayların tarihi yönünün aslına baktığımızda, yaklaşık M. Ö 1300 ve 1400 yılları arasında Mısır'da, Nil nehri çevresindeki delta vadisinde, Kur'anımızda da çok etkili bir şekilde anlatılan ve Firavun denilen, babadan oğla geçen krallık yönetimi hüküm sürmekteydi.
ALAK 6 – 7 : Kella ! innel insane leyedga, enraüstagna ! ( Hayır hayır senin düşündüğün gibi değil, insan kendini, zengin, güçlü, yeterli gördüğü zaman kesinlikle tuğyanlaşır, tagutlaşır, firavunlaşır, haddi aşar, azar. Zulmün her türlüsünü yapar )
KASAS 4 : Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı, onlardan bir grubu güçsüzleştirmek için de bunların oğullarını boğazlıyor, eğitimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o bozgunculardan idi.
İnsanları sınıflara ayırıp, hükmünü ve zulmünü sürdürebilmek için din adamlarını, halkın zenginlerini, komutan ve askerlerini yanına alan Firavun, Duha Sûresinin 31. ayetine göre azgın bir zorba, Ankebut Sûresinin 39. ayetine göre büyüklük, ilâhlık taslayan nitelikleri ile anlatılırken, Şuara Sûresinin 10. ayetine göre de kavmi, zalimler topluluğudur.
İsrail oğulları denilen ve Yakub peygamber ve onun oğlu Yusuf peygamberin soyundan gelen Yahudi halkı buraya yerleşmiş ve çoğalmışlardı. Ancak bu halk, Nil deltasında en ağır taş işlerinde boğaz tokluğuna köle olarak çalıştırılıyor, Firavunun gördüğü bir rüyanın korkusundan da erkek çocukları doğar doğmaz öldürülüp Nil nehrine atılıyordu. Halkı gruplara bölüyor, eğitimsiz, mesleksiz fakir bıraktırarak güçsüzleştiriyordu. Bundan dolayı İsrailoğulları halkı buradan ayrılmak ve kendi atalarının ülkesi olan Kenan iline / Bugünkü Filistin’e gitmek istiyorlardı ama kölelik düzeninden vazgeçmek istemeyen Firavun da buna izin vermiyordu. İmran ailesi de böyle bir ortamda dünyaya gelen erkek bebeklerini, öldürüleceği korkusu ile ancak üç ay saklayabilmiş, sonunda da bir sepet içerisinde Nil nehrine bırakmak zorunda kalmışlardır. Yukarıda bir sinema filmi sahneleriyle değindiğimiz olaylara, Kitabımız Kur’anda da oldukça ayrıntılarla yer verilirken, Kasas Sûresinin 7. ayetinde de " Ve Biz Musa’nın anasına vahyettik. “ Onu emzir. Eğer O’nun için korkarsan, onu nehre bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz onu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız. " ifadeleriyle gördüğümüz gibi, bebeğin suya bırakılması önerisini Allah’ın vahyettiği ayetle belirtilmektedir.
Annesi Musa’yı bir sepet içinde Nil nehrine bırakır. Yahudi kaynaklarına göre Firavunun kızı, Kasas Sûresinin 8 - 9. ayetlerinde " Sonra da Firavun ailesi o’nu kendileri için bir düşman ve üzüntü olmak üzere “ buluntu “ olarak aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve bu ikisinin askerleri hata edenler idi. 9 : Ve Firavunun karısı : “ Benim ve senin için göz aydınlığı ! Onu öldürmeyin, belki bize bir yararı dokunur, ya da onu evlat ediniriz “ dedi. Ve onlar işin farkında olmuyorlar. " ifadeleriyle anlatıldığı gibi, Kur’ana göre ise karısı Asiye Musa’yı nehir kenarında bulur, saraya getirir ve itirazlara rağmen evlat edinir. En sonunda da Musa Peygambere inanan bir Müslüman olur.
Tarih boyunca her zorba yönetimin yanında halkı din yolu ile kandırmak için din adamları ve düzenin baskı ile sürdürülebilmesi için de askeri komutanlar ve zenginleşmiş sermaye kesimi halk olmuştur. Bu ayette de sözü edilen Haman, eski Mısırda, Tanrı Amon’a nispet edilen rahip denilen Din görevlilerinin Arapçalaşmış adıdır. Karun, ise zengin sınıfını sembolize eden sermayeyi temsil eder. Ama aslında Firavunun sömürdüğü halkın arasından onlara ihanet eden işbirlikçilerdir. Sarayda iyi bir eğitim alan, sevilen, sayılan Musa, adeta inşaatın bütün ayrıntılarını, hesaplamalarını bilen mühendis gibi yetiştirilmiştir. Nil çevresinde barajların, bentlerin, su kanallarının inşasında, piramitlerin yapımında görev ve sorumluluklar almıştır. Kendisine bu yeteneklerin verilişi de yine Kasas Sûresinin 14. ayetinde " Ve Musa yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz O’na yasa ve bilgi verdik. Ve Biz güzel davrananları işte böyle karşılıklandırırız. / ödüllendiririz " ifadelerinde olduğu gibi yine Kur'an ayetleriyle belirtilmektedir.
Ancak gençlik çağında kaza ile aslında onu korumak için karıştığı kavgada bir kıptinin / bir Mısırlının ölümüne neden olur ve ölüm korkusundan dolayı Mısır’dan kaçmak zorunda kalır. Bu olaylar zinciri de Kasas Sûresinin 15. ve 21. ayetleri arasında anlatılır. Musa, çölü geçerek Medyen ülkesine gider. Bu ülke rivayetlere ve Yahudi kaynaklarına göre o dönemde yaşayan, Medyen halkı ve Şuayb Peygamberin ülkesidir. Rivayetlere göre de onun yanına sığınmış ve onun kızlarından birisi ile evlenmiştir. Burada on yıl kalıp çobanlık yaptıktan sonra ailesi ile birlikte tekrar Mısır’a dönmeye karar vermiştir. Bu yolculuğun ayrıntılarına Musa henüz peygamber olarak görevlendirilmemiş iken Kasas Sûresinin 29. ayetinde " Artık Musa süreyi doldurup ehlihi / ailesiyle, yakınlarıyla yola çıkınca, ânese min cânibit tûri nârâ / dağ tarafından ateşi hissetti. Ehline / ailesine, yakınlarına " Benim size bir haber getirmem için siz bekleyin ; ben bir ateşi hissettim. Yahut ısınırsınız diye o ateşten bir parça getiririm " dedi. " ifadeleriyle başlanmaktadır. Çoğunluk müfessirlerin Sina çölünde Tur dağı diye yanlış dillendirdikleri anlatımlarla yolculuk esnasında Musa'nın bir gece ateş bulmak için dağın zirvesindeki bir ışığa doğru giderek Tur dağına çıktığında, kendisine elçilik görevi tebliğ edildiği anlatımları yapılmaktadır. Ancak bu şekildeki ayet çevirileri orijinal kullanılan sözcüklerin yapısına göre tamamen tutarsızlık ve yanlışlıklarla doludur.
Yıllarca dağlarda koyun çobanlığı yapmış Musa'nın, ailesi ve yakınlarıyla birlikte kalabalık olarak Mısır'a doğru çıktığı yolculukta, gerekli tedbirleri ve hazırlıkları yapmadan çıkması, yanında ışık için, ısınma için ateş yakacak malzemelerin bulunmaması mümkün değildir. Ayetin orijinalindeki " Tur " sözcüğü, üzerinde ağaç olan dağ demektir. " Sina " sözcüğü de bereketli, bitkisi bol, zeytin, incir ağacının yetiştiği dağ demektir. Halbuki bugün Filistindeki dağlara bakılacak olursa çıplak ve kuru dağlardan başka yeşillik diye bir şey görülmemektedir. Dolayısıyla bu ayette ve Tin Sûresinde yer alan Turi Sinin ifadelerinin Musa'nın ateş bulmak için çıktığı söylenen dağ ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Üstelik de ayet çevirilerinde, ateşle ısınma gibi bir anlatım da bulunmamaktadır. Ayetin orijinalindeki " ânese " sözcüğü kanaat getirmek, hissetmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ateş hissedilmez, varsa görülür. Bu nedenle " nâr " sözcüğünün buradaki anlamı da gerçekten bir ateş değil, esaret, perişanlık ve sıkıntıdır. Musa da bu ayette aslında Mısır'da bıraktığı İsrailoğullarının perişanlığını hissetmiştir. Ayetin sonunda yer alan sözcükte Tı harfinin aslı Te dir, desteklemek anlamındaki salv kökünden, Arap dil kuralları ile türetilmiş olduğundan " Tastalûn " sözcüğü ile de aslında " umulur ki bu hissiyata siz de destek olursunuz " anlamındaki ifade aktarılmaktadır. Ayetlerdeki sözcükler mecazi mürsel sanatı ile kullanılmıştır. Bu olayın benzerine ve devamına, daha geniş ayrıntılarına da Taha Sûresinin ayetlerinde değinilmektedir.
TAHA 10 : İzraâ nâran / Hani O bir ateş görmüştü de ehline / ailesine, yakınlarına “ Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem, yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin “ demişti. 11 - 12 : Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi : “ Musa ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen nalınlarını çıkar. / Yakınlarını ve mallarını burada bırak. Şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın. / iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13 : Ve Ben seni seçtim. O halde vahyedilecek olan şeye, 14 : Hiç şüphesiz ki Ben Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka ! O halde bana kulluk et.
Ayetlerin orijinal lafızlarının, bir çok müfessir tarafından görülen şeyin / nârın doğrudan doğruya ateş olduğuna dayandırılmasıyla, çok yanlış, tutarsız ve temelsiz meallendirmeler yapıldığını görmekteyiz. Ayetin orijinalinde yer alan " raâ " sözcüğü lafız olarak aslında doğrudan doğruya gözle görmek değildir, mecazi olarak akıl ve düşünme ile hissetmek, tahmin etmek, tahayyül etmek anlamlarında da kullanılmaktadır. Nâr sözcüğü de doğrudan doğruya her zaman Kur'an ayetlerinde ateş anlamında değil, genellikle büyük sıkıntılar, olumsuzluklar için kullanılmaktadır. Dolayısıyla burada Musa, aslında ısınmak için bir ateş görmüş değildir, Mısır'da bıraktığı kavmi İsrailoğullarının içinde bulunduğu sıkıntıları, perişanlığı, ızdırabı vicdanında değerlendirerek hissetmiştir. Ayetin orijinalinde yer alan " anestü " ifadesiyle de bu hissiyatına kanaat getirdiği belirtilmiştir. Ayette sözü edilen " nalınlarını çıkarmak " ifadesi ile ilgili olarak da pek çok farklı, yanlış, tutarsız, dayanaksız yorumlar yapılmıştır. * Peygamberin pabuçları ölmüş eşek derisinden imiş, de böyle mukaddes vadiye girilmezmiş, * Ayağı vadide kaymasın diye Allah, pabuçlarını çıkar demiş, * Bu zamanda biz ayakkabılarımızı çıkartarak camiye girdiğimiz için, onun da pabuçlarının çıkarılması istenmiş v.s.
Halbuki, bu ifade Türkçedeki gibi bir işe başlanacağı zaman “ Kolları sıva, paçaları kıvır, yola koyul “ şeklindeki deyimlere benzemektedir. Musa peygamberden de bu mecaz ifade ile, artık kendisinin tamamen bu göreve odaklanması, görevini yaparken ehlinin, malının mülkünün, kısaca hiç bir şeyin kendisine ayak bağı olmamasının sağlanması istenmektedir. Bu nedenle adeta vadi sözcüğü ile takip edilecek yol kastedilerek, bu yol iki kere temizlenmiş peygamberlik yoludur. Artık sen peygamberlik yolundasın, Kollarını sıva, her şeyi arkanda bırak, sadece vahye kulak ver, yeni işine başla denilmiştir. Bundan dolayı da Yahudi kaynaklarında anlatıldığı gibi de Musa ailesinden ve yakınlarından ayrılarak Mısır'a önce yalnız gitmiş ailesi ve yakınları ile de yıllar sonra buluşmuştur. Dolayısıyla bu ayet grubunun bize asıl vermek istediği mesajın doğrusu " Hani Musa bir nârı / İsrailoğullarının perişan halini görmüştü de ehline / ailesine, yakınlarına kesinlikle ben İsrailoğullarının perişan halini sezdim, ondan da size az da olsa bir kurtuluş yolu bilgisi getirmem, yahut o ateşten / İsrailoğullarının perişanlıktan kurtulmaya yönelik bir kılavuz / yol bulmam için siz beklentide olun. " demişti. Sonra geldiğinde, bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde ona seslenildi. “ Musa ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen nalınlarını çıkar. / Yakınlarını ve mallarını burada bırak. Şüphesiz sen tuva’dasın. / iki kere temizlenmiş bir vadidesin. Sen elçilik yolundasın 13 : Ve Ben seni seçtim. O halde vahyedilecek olan şeye, 14 : Hiç şüphesiz ki Ben Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka ! O halde bana kulluk et. " şeklinde olmalıdır.
Bu seslenmelerin bir ağacın etrafında oluşmuş kozmik bir perdenin arkasından Allah'ın Musa'ya nasıl seslendiği, Kasas Sûresinin 30 – 32. ayetlerinde : “ Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi : Ey Musa beri gel, korkma kesinlikle sen emniyette olanlardansın. “ ifadeleriyle anlatılmaktadır. Ardından da konuşmalara nasıl devam edildiği Taha Sûresinin ayetlerinde yer almaktadır.
TAHA 17 : Ve sağ elindeki nedir ey Musa ! 18 : Musa, “ O benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Ve onda benim için başka yararlar da var “ dedi. 19 : Allah “ Ey Musa ! Onu / çobanlığı bırak, yerleşik hayata geç. 24 : Firavuna git, şüphesiz o azdı “ dedi. 20 - 23 : ( Fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetün tes'a ) O da onu hemen bıraktı / yerleşik hayata geçti. Bir de ne görürsün ! Artık sağ elindeki kendisine vahyedilen bir kitap, koşan bir candır. Sosyal hayatın kaynağıdır. 25 : Musa : “ Rabbim ! 33 : Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34 : Ve Seni çok anmamız için göğsümü aç 26 : İşimi bana kolaylaştır. 27 : Dilimden de düğümü çöz 28 : Ki sözümü iyi anlasınlar 29 : Ve ehlimden, 30 : Kardeşim Harun’u 29 : Benim için bir vezir kıl. 31 : Onunla arkamı kuvvetlendir. 32 : İşimde bana onu ortak et. 35 : Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun. “ dedi.
Ayette soru ile başlanması, mutlaka bir bilgi almak için değildir, zaten Allah, onun elinde ne tuttuğunu görmektedir, bilmektedir. Soru Musa Peygamberin dikkatini asaya çekerek, kendisine verilecek göreve hazırlama amacına yöneliktir. Ayette sayılanların dışında “ onda benim için başka yararlar da var “ şeklindeki ifade ile asanın daha başka işler için de kullanıldığı anlatılmaya çalışılmıştır. Mesela, dağda bayırda çobanlık yapan bir kişi yiyecek içecek torbasını asasının ucunda taşır, bitki köklerini eşeler, su bulmak için toprağı kazar, sürüsünü güder, vahşi hayvanlara ve saldırganlara karşı bir silah olarak kullanır. Bundan dolayı asa üzerinde pek çok işlev toplanmıştır. Ancak Musa Peygamberin bu sözlerinden sonraki gelişmeler göstermektedir ki, artık çoban iken peygamber olan Musa’nın asasının çobanlıktaki görevleri bitmiştir. Yani artık asa, eski işleri için Musa’ya lazım değildir. Bundan sonra sağ elinde tutacağı asa başka bir şeydir. Tüm batıl olan şeyler onunla yok edilecek, insanların gerçekleri görmesi o şey ile sağlanacaktır. O da kullanması için sağ eline verilmiş olan Allah’ın vahyidir, ayetleridir ve Kitap Tevrat’tır. Musa Peygamber peltek ve tutuk bir konuşmaya sahip olduğundan ayette de gördüğümüz gibi kardeşi Harun’un kendisine yardımcı olarak verilmesini istemiştir. Bu isteğin yerine getirildiği de yine Taha Sûresinin 20 - 23. ayetleri içerisinde anlatılmakta, Musa’ya verilen iki ayetten söz edilmektedir. Bunlardan biri, çoban asasının yerine verilmiş olan vahiyler, ayetler ve Tevrat, ikincisi de ifade yeteneği olmadığını ifade ederek meramını iyi anlatabilmesi için istediği yardımcı, gücüne güç katacak olan Kardeşi Harun’un da peygamber olarak yanında görevlendirilmesidir.
Yukarıdaki Kasas Sûresinin ayetlerindeki ifadelere dikkat edilirse Allah’ın, Musa Peygambere bir ağacın etrafında oluşmuş kozmik bir perdenin ardından seslendiği gibi, bizim Peygamberimize de Necm Sûresinin 1 – 18 ayetlerindeki anlatımlarla, bir sedir ağacından ve kozmik bir perde arkasından doğrudan seslenildiği dile getirilmektedir. Musa Peygambere de, bizim Peygamberimize de aynı şekilde arada Cebrail olmadan seslenilerek vahiyler indirilmiştir. Ama bu ayetlerin gerçeklerine rağmen hala bizim ünlü ulemamız, Peygamberimize Allah'ın vahyini Cebrail meleğinin getirdiğini iddia etmektedirler. ( Halbuki Şura Sûresinin 51. ayetinde Allah’ın bir beşer ile nasıl konuşacağı açıklanmaktadır ve Cebrail meleğinden de hiç söz edilmemektedir. ) Asa sözcüğü, aslında toplanma ve uyuşma anlamına gelmektedir. Üzerinde dayanmak, yaprak silkelemek, koruyuculuk ve daha pek çok işlev toplanmıştır. Dayanmak için kullanılan asaya baston denmesinin nedeni de el ve parmakların üstünde toplanarak tutulmasındandır. Ancak, Allah’ın vahyi ile muhatap kılınan Musa’nın sağ elinde tuttuğu asası artık, çobanlık işlevlerini yerine getiren asası değil, onun yaşadıkları, tecrübeleri, kuvvetle tuttuğu Allah’ın vahiyleri, kitabı ve eğitimle aldığı bilgi birikimleridir. Nitekim Bakara 63. Araf 145, Meryem 12. ayetlerinde kuvvetle tutulacak şeyin “ Kitap ve İlâhi vahiyler “ olduğu belirtilmektedir. Asa sözcüğü Kur’anda 6 ayette yer alır. Taha Sûresinin 18. ayetinde çoban asası, diğerleri ise Musa’nın vahiyle ve hayat tecrübeleri ve eğitimi ile edindiği bilgi birikimini ifade eder. Bundan dolayı gerçekte Musa’nın firavuna alamet, gösterge / mucize göstermek, sudan geçmek ve taş kalpli İsrail oğullarını adam etmek için kullandığı " asa “ Musa’nın bilgi birikimi, kendisine verilen vahiyler ve Kitap’tır.
Musa'nın Tur dağında aldığı peygamberlik görevinin ardından aslında o esnada bunalıma girmiş, daha önce öldürdüğü bir insandan dolayı yaşadığı travmayı henüz üzerinden atamamış, Firavunla yapacağı mücadele kendisini ürkütmüştür. Bu nedenle yanına aldığı yardımcısı ile deniz kenarında bir bölgeye giderek arayış içerisinde olmuştur. Bu bölgede tanıştığı bilge bir kişiden öğütler almış, bunalımlarından kurtulmuştur. Bunun üzerine Kur'anda Kehf Sûresinin 60 ve 81. ayetleri arasında anlatıldığı gibi " Alim Kul " ifadeleriyle aslında ismi bildirilmeyen bir peygamber ile yolculuğa çıkmış, yaşananlardan bir takım dersler alarak Firavunla yapacağı mücadele için ön bilgilerin sahibi olmuştur. ( Bu yolculuktaki olayların ayrıntılarını " Hızır Kimdir ? Gerçek midir ? " başlıklı yazımızdan öğrenebilirsiniz. ) Kendisi için eğitim olan bu yolculuktan sonra da Musa Peygamber Mısır’a gelerek görevine başlar. Mısırda Firavun, o dönemde bütün kralların genel bir adı olup azgınlığın zulmün simgesi bir unvandır. Mısırlılar Firavunlarının bir tanrı olduğuna inanırlar, onu Gök ve Güneş tanrıları Amon, Ra ve Aton’la eş tutarlardı. Ülke toprakları Firavunun mülküydü, insanları da kölesiydi. Allah’ın emrini yerine getirmek ve ayetlerini Firavun’a tebliğ etmek üzere, Musa peygamber ve kardeşi Harun, birlikte Firavunun karşısına çıkarlar.
ARAF 104 – 105 : Ve Musa, “ Ey Firavun ! Ben kesinlikle alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında haktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrail oğullarını gönder benimle “ dedi. 106 : Firavun “ Eğer bir alamet / gösterge ( mucize ) ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğru kimselerden isen “ dedi.
Firavun ile Musa peygamberin karşılıklı olarak bu konuşmaları daha detaylı ve uzun olarak Şuara Sûresinde anlatılmaktadır.
ŞUARA 18 : Firavun şöyle dedi : “ Seni biz küçük bir çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi ? Hayatından bir çok yıllar aramızda kalmadın mı ? 19 : Sonunda sen o yaptığın işi de yaptın. / Adam öldürdün. Sen nankörlerden birisin “ dedi. 20 : Musa, “ Ben o işi şaşkınlardan biri olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen kaçtım. 21 : Derken Rabbim bana hüküm ve hikmet bahşetti. / Yasalar ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. 22 : O başıma kaktığın nimet de İsrail oğullarını kendine köle edinmiş olmandır. “ dedi. 23 : Firavun, Alemlerin Rabbi dediğin de nedir ki ? dedi. 24 : Musa : “ Eğer yakinen bilmiş olsanız, O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. ” Dedi. 25 : Firavun yanı başında bulunanlara “ İşitiyor musunuz ? “ dedi. 26 : Musa, “ O sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir. “ dedi. 27 : Firavun, “ Size gönderilen bu elçiniz şüphesiz delinin biridir “ dedi. 28 : Musa, “ Şayet aklınızı kullanırsanız, O doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir. “ dedi. 29 : Firavun : “ Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım. “ dedi. 30 : Musa : “ Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı ? “ dedi.
Bu karşılıklı konuşma ve diyalogların anlatımı, Sûrenin 51. ayetine kadar devam eder. Bu anlatımlarda Firavun, din adamlarını, halkın gözünü boyayıp kandıran sihirbazlarını, kâhinlerini toplayarak, Musa’nın sahip olduğu vahiy bilgilerini etkisizleştirmek için herkesin gözü önünde olacak meydanda bir yarışma düzenler.
ŞUARA 43 : Musa onlara " Ortaya koyun ne koyacaksanız ! " dedi. 44 : Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini / Çer çöplerini, eften püften bilgilerini ortaya koydular ve " Firavun'un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız " dediler. 45 : Sonra Musa birikimini ortaya koydu ; Bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor. 46 - 48 : Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar. " Biz alemlerin Rabbine ; Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik " dediler.
Bu müsabaka ile ilgili karşılıklı atışmaların söze ve bilgiye dayalı atışmaların daha ayrıntılı açıklamaları, Araf 117 - 122 ve Taha 65 - 70. ayetlerinde de değişik ifadelerle anlatılmaktadır. Ancak bu atışmalarda Firavunun gücüne sığınarak yemin ederek başlayan ve kendilerine çok güvenen sihirbazların Musa’nın ortaya koyduğu bilgileri çürütecek bilgilere sahip olmadıkları görülür. Bunun karşısında bu sihirbazlar ve kâhinler, Musa peygambere iman ettiklerini bildirirler. Bu ayetlerde sözü edilen ve ortaya atması istenen asası, Musa’nın cebindeki güç ve elindeki beyazlık, Musa peygambere Allah tarafından verilen ayetlerdir, onun bilgi birikimleridir ve elinin altında ona yardımcı olmaya hazır olan ve elçi tayin edilen kardeşi Harun’dur. Çünkü Harun’un ifade yeteneği Musa’dan daha çok kuvvetli idi. Ayetlerin orijinal ifadelerinde Firavunun sihirbazlarının / Bilginlerinin tezleri " İp ve değnek " olarak nitelendirilmiştir. Bu ifadelerin Türkçedeki karşılıkları ise yılan olacak sopa değil, " Çer, çöp, ipsiz sapsız, temelsiz " deyimlerine benzetilebilir. İşin aslı böyle iken, ayetlerin orijinalinde yılan diye sözcükler yer almamakta iken, çeviri yapan ve konuyu aktaran bir çok müfessir, rivayetlerle, masallarla sihirbazlara meydanda yılanlar attırmışlar, Musa’nın asasını dev bir yılana dönüştürüp sihirbazların yılanlarını yutturmuşlardır. Taha Sûresinin yukarıda yer verdiğimiz 20. ayetinin orijinalinde yer alan Hayye sözcüğü, bir çok müfessirin ve özellikle Diyanet çevirilerinde dahi yılan olarak anlaşılınca, bu kıssanın doğru anlaşılmasında veya anlaşılamamasında kilit sözcüklerden birisi olmuştur. Halbuki kökü hayat olan bu sözcük " bir kere yaşam " demektir. Araplar ;
* Uzun ömürlü olmasından dolayı yılana " hayye " derler.
* Hain sinsi olana " O hayye'den daha zalim " derler.
* Kadın erkek uzun yaşayana " O hayye'nin tekidir " derler.
* Gözü keskin olana " O hayye'den daha iyi görür " derler.
* Kişi akıl, zekâ ve dehada zirvede olduğu zaman " O vadinin hayye'sidir. " derler.
* Ölü ve sönük yıldızlar arasında parlak ve canlı yıldız kümelerine de hayye derler. Şeklinde bu sözcüğü bir çok şekilde kullanırlar. Dolayısıyla hayye sözcüğü doğrudan doğruya yılan demek olmayıp, hayat ve canlılık demektir. Tabii bu olayı yılanlarla anlatanlar ve bu olaya bu şekilde inananlar, Allah’ın yaratmadaki sünnetinden, koyduğu fiziksel, biyolojik kanunlardan, bir hücreli varlıklardan, maddeyi meydana getiren atom ve moleküllere varıncaya kadar cansız ve canlı varlıklara kodlayarak koyduğu sınırlardan, Kur’an ayetlerinden, bu kuralların, kanunların, Sünnetullah’ın kıyamete kadar Allah tarafından asla değiştirilmeyeceğinden, peygamberlerin de bir insan olduğundan, hiç bir peygambere mucize oluşturma yetkisinin verilmediğinden belli ki haberleri bulunmamaktadır.
Sihirbazlıkla, illizyonla göz boyamacılığın, kehanette bulunup, yıldızlara bakarak falcılığın, gaybı, geleceği bildiklerini iddia edenlerin, Mısır’da yaygın olmasına rağmen, Mısır ileri gelenlerinin, Haman’ların, din adamlarının, kâhinlerin, Musa peygamber hakkında “ Muhakkak bu çok bilgili bir sihirbazdır, o sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor “ demeleri ve onu kendileri için büyük bir tehdit olarak kabul etmeleri Firavunu korkutmuştur. Çünkü aynı zamanda Musa peygamber, köle olan İsrail oğullarının bir ferdidir, kendisine inanan halk kitlesi de etrafında toplanmıştır. Bundan dolayı da yönetim düzeni ve mevcut hayat sisteminin tamamen değişmesi de söz konusudur. Firavunun kendine göre inançları ve menfaatleri vardır. Bütün mısırın olanaklarının ve insanlarının sahibinin kendisi olduğunu iddia etmektedir. Bu düşüncesi bize ; Zuhruf Sûresinin 51. ayeti ile “ Ve Firavun toplumunun içinde seslendi. Ey toplumum ! Mısır hükümdarlığı ve altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi ? Hala görmüyor musunuz ? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan ; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi ? dedi. “ şeklinde nakledilmektedir. Burada aslında Firavunun reddettiği husus, Allah’ın elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale edilmesidir. Tabii ki Firavun, Musa peygamberin tebliğini reddetmiş ve mücadelesine başlamıştır. Bu mücadele İbrani kaynaklarına göre 20 yıl sürmüştür. Ayrıntıları da ana hatlarıyla Araf Sûresinde anlatılmaktadır.
ARAF 132 : Ve Firavunun toplumu “ Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alamet / gösterge / mucize getirsen de biz sana inananlar değiliz “ dediler. 133 : Biz de belirli aralıklarla ayetler / alametler / göstergeler / mucizeler olmak üzere, üzerilerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kan gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.
Bu 20 yıllık dönem içerisinde, Firavun ve topluluğu, İsrail oğulları üzerindeki baskılarını ve zulmünü iyice arttırmış, buna karşı da ayette görüldüğü gibi Mısırlıların üzerine de Allah’ın değişik değişik cezalandırmaları tecelli etmiştir. Aşırı yağışlarla su baskınları meydana gelmiş, ekinleri, bağ ve bahçeleri çekirgeler istila etmiş, açlık, kıtlık başlamış, bit, pire, tahta kurusu, kene gibi böcek türlerinin istilası ile salgın hastalıklar ortaya çıkmış, yağan yağmurun oluşturduğu bataklıklarda çoğalan kurbağalar şehir sokaklarını istila etmiş, burun kanaması ile tezahür eden bir salgın hastalık yayılmıştır. Elbette ki bu olaylar, Musa'nın asasının mucizeleri değil, Allah'ın, isyan içerisinde olan kavmi cezalandırmak, belalandırmak için tecelli ettiği musibetlerdir, bize göre Allah'ın Mucizeleridir. Mısır toplumunun Yüce Allah tarafından uğratıldığı bu belalar sonucunda Firavun ve yanındakiler, teslim olacaklarını dile getirmişlerdir.
ARAF 134 : Ve ne zaman ki bu azap üzerlerine çöktü : “ Ey Musa ! Sana olan ahdi / verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et. Eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrail oğullarını seninle göndereceğiz. “ dediler.
Bu ayette, başlarına gelen azaplardan dize gelen Kıptilerin ( Mısır halkının ) bu azaplardan kurtulabilmeleri için Musa peygambere ricaya gittikleri anlatılmaktadır. Ancak Araf Sûresinin 135. ayetinde hemen onun ardından onların iki yüzlülükleri ve sözlerinde durmadıkları da dile getirilmektedir.
ARAF 135 : Ne zaman ki, ulaşacakları bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar. 136 : Biz de şüphesiz ayetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gafil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda / nehirde boğduk.
Ayette, İsrail oğullarının bol sudan geçirilerek kurtarılmaları ile ilgili Kitabı Mukaddeste pek çok rivayet ve gerçek dışı masallara yer verilmiş, Musa peygamberin asası ile kızıl denizi yarıp yol açtığı ne yazık ki bizim tefsir kitaplarımıza bile aynen geçmiştir. Bu konudaki masal inancını özetle burada anlatmaya çalışalım.
* Musa, kavmi İsrail oğulları ile birlikte sevinçle gece yarısı Mısırdan ayrılarak yola çıktı. * Halkın kaçtığı Firavun’a bildirilince, kölelerimizi kaybediyoruz diyerek savaş arabalarını hazırlattı. * Ordusuyla peşlerine düştü. * Firavun yaklaşırken İsrailliler onları görünce dehşete kapılarak Rabba feryat ettiler. * Musa’ya “ Mısır’da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin ? “ dediler. * Musa korkmayın dedi, yerinizde durup bekleyin. Rabb bu gün sizi nasıl kurtaracak görün. Rabb sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter. * Rabb, Musa’ya “ Sen asanı kaldır, elini denize uzat, sular yarılacak ve İsrailliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. * Musa dediğini yaptı. Rabb bütün gece güçlü doğu rüzgârları ile suları geri itti. Denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü. * İsrailliler denizi geçtiler. * Mısırlılar, ordusuyla Firavun arkalarından geliyordu. * O anda deniz olağan haline döndü. Firavun’un bütün ordusunu yuttu. * Rabb o gün İsraillileri Firavun’un elinden kurtardı. Bunun üzerine İsrail halkı Rabba ve kulu Musa’ya güvendi. ( Çıkış 14 : Bab 1 / 31 )
Bu hikâyenin gerçeğini anlayabilmek için yine Kur’anda Şuara Sûresindeki ayetlerle anlatılanlara dikkatle eğilmemiz gerekecektir.
ŞUARA 63 : Sonra Musa’ya “ Vur asanı / birikimini o bol suya / nehire diye vahyettik. Sonra o bol su yarıldı. / Barajlar yapıldı her bir parça baraj, ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.
Bu ayet ile ilgili olarak Diyanet 2004 çevirisinde ise deniz, Musa'nın asası ile ikiye yardırılmıştır. :
ŞUARA 63 : Bunun üzerine Musa’ya “ Asan ile denize vur “ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.
Müfessirlerin çoğu, ayetlerdeki ifadelere, sanki olaylar arka arkaya hemen aynı anda olmuş gibi yaklaşmaktadırlar. Halbuki Musa'nın verdiği bu mücadele sürecinde önce kavminin arasına girip onları eğitmesi, örgütlemesi gibi neredeyse 25 yıl süren bir hazırlık safhası ve gizli gizli yer altı çalışmaları vardır. Mısırdan çıkış süreci ise neredeyse 45 yıla ulaşmıştır. Bu ayette daha önce Firavunun yanında iken Musa’ya, aslında bilgi birikimini kullanarak Nil nehri üzerinde barajlar kurmasının vahyedildiği, sonra suyun dağlar gibi parçalara ayrıldığı, yani yüksek barajların yapıldığı açıklanmaktadır. Çünkü o zamanda Afrika Kıtası ile Asya Kıtasını ayıran Süveyş kanalı da yoktu. Kıtalar birleşik durumda idi. Çok geniş bir alanda Nil nehrinin oluşturduğu geniş bir delta ovası ve üzerindeki nehir kolları bulunmakta idi. Tarihte de bilinen en eski barajın M.Ö. 2900 yıllarında Nil nehri üzerinde kurulmuş ve yüksekliği de 15 metre olan barajdır. Kur’anın açık ifadesine göre baraj birden çoktur. Ayrıca Musa sarayda iken aldığı eğitim ile tapınak inşaatlarında, nehirdeki bentlerin ve ovadaki kanalların, su arklarının yapımında sorumluluklar almış, mühendislik yapmıştır. Bu bölgede papirüs, şeker kamışı ve çeltik tarımı yapılmış, arazi de sığ suların kaplandığı bir deniz görünümünde idi. Bu nedenledir ki bu bölgeye de " Kamış Denizi " adını vermişlerdi. Kitabı Mukaddeste " Kamış denizini ikiye bölene, İsraili ortasından geçirene, Firavunla ordusunu kamış denizine dökene, kendi halkını çölde yürütene sevgisi sonsuzdur " ( Mezmurlar 136. Bölüm 1 - 16 ) şeklinde Yahudilerin şiirsel olarak dua ettikleri de dile getirilmektedir. Bu nedenledir ki Firavun : “ Bu altımdaki nehirler benim değil mi ? demektedir. İşte bu anlatılan masalların gerçeği olan olayda Musa, kavmini Kızıl denizden değil, kendisine inananları yanına alarak bu bentlerden ve arkların arasındaki kuru yollardan geçirmiş, kendilerini takip eden Firavun ve ordusunu bu kamış denizi denilen tarım arazilerine çekmiş, onlar arazide iken barajları yıkarak Firavun ve ordusunun boğulmasını sağlamıştır.
Bu olayın sonu ile ilgili olarak Kitabı Mukaddeste * Rab o gün İsraillileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. ( Çıkış 14. Bab 25 - 31 ) Denilmekte, aynı bu ifadeyi teyit eder bir şekilde Kur’anda Bakara Sûresinin 50. ayetinde de “ Ve siz bakıp dururken Firavunun ordusunu suda boğmuştuk “ ifadesi yer almaktadır. Buradan anlaşıldığına göre bu boğulma olayı Kızıl Denizde olmamıştır. Çünkü yüz üç kilometrelik bir mesafeden, denizin bir yakasından, diğer yakasındaki Firavunun ve ordusunun boğuluşunu ve cesetlerini görme imkânı yoktur. Dolayısıyla Musa'nın Kızıldeniz’i asasıyla yarması anlatımları gerçek değildir. Gerçekten olay, her şeyin net görülebileceği baraj havzası gibi daha küçük bir alanda cereyan etmiştir. Böylece Firavun ve toplumunun ileri gelenlerinin sonu, Sebe halkının “ Arim seli “ baraj seli ile helâk edildikleri gibi, onların da baraj selinde boğulmak olmuştur. Böylece onlar, yüce makamları, bahçeleri, nehirleri, malları, hükümranlığı, dünyanın bolluk içindeki mekânlarını terk etmişler, sanki nimetler denizinden çıkıp, cehennemin çukurunda boğulmuşlardır.
Bu olayın ardından Musa peygamber, kavmi ile birlikte Kenan iline doğru yola koyulur. Yolda konakladıkları Tur dağının eteklerinde, Musa 40 gün eğitilmek üzere Allah tarafından dağa çağırılır. Kur’an, bu görüşmeleri de bize anlatır.
ARAF 142 : Ve Musa ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on geceyle tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Musa, kardeşi Harun’a “ Toplum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma “ dedi. 143 : Ne zaman ki Musa, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona söz söyledi. Musa, “ Ey Rabbim ! Göster bana kendini de bakayım Sana “ dedi. Rabbi ona dedi ki : “ Beni sen asla göremezsin, velakin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin. “ Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de “ Seni tenzih ederim, Sana döndüm ; Tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim “ dedi. 144 : Allah dedi ki, “ E y Musa ! Mesajlarımla, kelamımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol. 145 : Ve Biz onun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “ Haydi onları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. ”
Ayette, Musa peygambere verildiği ve bütün insanlar tarafından üzerinde “ On Emrin “ yazılı olduğu şeklinde bilinen iki levhanın cinsi ve üzerine yazının nasıl yazıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda da çok değişik rivayetler anlatılmaktadır. Öte yandan İsra Sûresinin 101. ayetinde " Ve andolsun Biz, Musa'ya apaçık dokuz / bir çok ayet / alamet, gösterge verdik. " ifadeleri yer almaktadır. Buradaki 9 ayet ifadesini 9 mucize olarak kabul eden bazı müfessirler, aslında her biri o bölgede Allah'ın kanunları ile yürüyen ve normal olarak cereyan eden doğa olayları reaksiyonlar olduğu halde, asanın yılana dönüşmesi, elinin ışık saçması, tufan, bit, kurbağa, çekirge istilası, suyun kan rengine dönüşmesi, denizin yarılması, kayadan su fışkırması gibi olayları Musa'nın 9 mucizesi olarak kabul etmişlerdir. Aslında bunların hiç birisi de Musa'nın oluşturduğu mucizesi değildir. Hiç bir peygamberin de doğa üstü mucize gösterme yetkisi yoktur. Aslında bu ayette Musa'ya verilen 10 emirden söz edilmektedir. Yahudilerin bir kısmının peşinden gittikleri bu 10 emrin, Samiri nüshasında iki emrin ( cümlenin ) tek bir emir gibi birleştirilerek 9 emir olarak aktarılmış olduğundan ayette bu dokuz emirden söz edilmektedir. Evet Musa'ya 9 mucize değil fakat, biri Vahiy olan Kitap, diğeri de kendisine vezir olarak yardım etmesi için peygamber yapılan kardeşi Harun olmak üzere sadece iki mucize verilmiştir. Bu paragrafta diğer ayetlerde anlatılan önemli bir nokta vardır, o da hiç bir beşerin Allah’ı gözü ile göremeyeceğidir. Ama bu ayetlerin mesajına rağmen bizim ulema dediklerimiz ve peşlerinden gittiklerimiz, uydurma miraç olayı ile Peygamberimizi yedi kat gök sınırına çıkarmış, Allah'la görüştürmüş, pazarlık yaptırtmıştır. Mevlit şiiriyle methiyeler düzmüştür.
Musa peygamber, 40 gün dağda kaldığı süre içinde kavmi, Harun peygamberin uyarılarını dinlememiş, Samiri adındaki bir Kıpti’nin peşine takılarak altından bir buzağı yapmışlardır. Onu tanrı yerine koyarak, eğlencelerle ayinler düzenlemişler ve sapkınlığa düşmüşlerdir. Dağdan üzerinde Allah'ın ayetlerinin yazılı olduğu levhalarla inen Musa peygamber, gördüğü duruma oldukça öfkelenmiş ve kendisine inanan ve tevbe edenlerle beraber tekrar yoluna devam etmiştir. Sapkınlığa yol açan Samiri de elbette ki Allah’ın gereken cezalandırması ile karşılığını bulmuştur. Tevrat kaynaklarında daha sonra cüzzam hastalığına yakalanarak kötü bir şekilde öldüğü yazılmaktadır. Bu olaydan sonra Musa peygamber uzun ve meşakkatli bir yolculukla İsrailoğullarını vaadedilmiş toprakları olan Kenan ili yakınındaki Ürdün kıyılarına kadar getirir. Burada Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıkar ve Kenan ilini ( Filistin’i ) seyreder. Ancak oraya varamaz. Kardeşi Harun’u vekil tayin eder, 120 yaşlarında iken burada vefat eder. Musa peygamberin şeriatının temeli, Sina dağında kendisine buyrulan meşhur On Emire dayanır. Burada Moab ülkesinde bir dereye gömülür. Mezarının yeri belli değildir.
Kur’anda daha pek çok değişik Surelerde ve ayetlerde geniş bir şekilde değişik kesitlerle anlatılan Musa Peygamber kıssası, aslında bize Firavuni düzenleri, bu düzenlerin yapılarını ancak baskı, zulüm ve zorbalıkla sürdürebileceklerini, onların düzeninde adalet, eşitlik, insan hak ve özgürlüklerinin olmayacağını anlatmaktadır. Böyle yönetilen toplumlarda, her şey sömürü düzeninin korunması ve devamlılığının sağlanması amacına yönelik olarak düzenlenir. Toplum sınıflara bölünür, etkisizleştirilir, düzen için tehlikeli görülenler yok edilir. Bu nedenle bizim Peygamberimiz de dahil, bütün Peygamberlere, öncelikle hep böyle düzeni kurmuş, çeşmenin başına oturmuş muktedirler ve üst düzey yöneticiler ile din adamları karşı çıkmışlardır. Bu düzenin savunucuları için peygamberler her zaman tehlikeli olmuşlardır. Peygamberlerin çağrıları onların menfaatleri için daima bir tehdit olmuştur. Kur’anın “ Mele “ dediği ve din adamları Haman, üst düzey yöneticileri, askeri komutanlar ve “ Karun “ dediği zenginler, daima bu düzenin destekçileri işbirlikçileri ve koruyucuları olmuşlardır. ( Peygamberimizin hayatına ve Kur’andaki diğer peygamberlerin kıssalarına bir bakın, mücadele hep aynıdır. )
Fakat, Kur’anı anladığı dilden okutturulmayan ve aklını kullanamayan Müslümanlar da, bütün dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de, gerçek Kur’an mesajından yoksun olarak, bu kıssalardan kendisi için gerekli dersi çıkartamayarak rivayetlerle masalların, mucizelerin, hurafelerin peşinden gitmektedirler. Bu nedenle bugün dünyada huzur içerisinde yaşayan Müslüman ülkesi pek yok gibidir. İslam’ın beşiği olarak görülen ve Kur’anın indirildiği Mekke şehrinden canlı ve naklen tavaf yayını yapılırken dahi, Arapça fon konuşmalarına kulak verildiğinde, sürekli olarak anlattıkları rivayettir, Revaül Ebu Hureyre r.a. Revaül Müslim r.a. diyerek masal anlatmaktadırlar. Araplar dahi, aynen bizde olduğu gibi, Kur'anı anlamaya çalışmadan sadece yüzünden okumaktadırlar. Müslümanlar akıllarını masal anlatanlara emanet etmektedirler. Bunun sonucunda da bugün, Müslümanlar mezhep savaşlarıyla birbirini kesmekte, yüz binlerce insan, doğup büyüdüğü ve kendi inancının var olduğu ülkesinden, Musa’nın kavminin aksine adeta inancını terk ederek, inancının olmadığı ülkelere kaçarak sığınma mücadelesi vermektedir. Çünkü Rabbimizin mesajları terk edilmiştir. Hakk Dinin yerini, Kur'an yeterli görülmeyip, Kur'anın dışında Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin uydurma hadis ve rivayetlerle oluşturduğu dinler almıştır. İnsanlar akıllarını kullanıp, kendi durumlarını gözden geçirip düzeltmedikçe, Kur’anı anladığı dilden okuyup rehberliğini, hayatlarının reçetesi yapmadıkça, Yunus Sûresinin 100. ayetinde " Ve Allah kirliliği / azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır. " ifadeleriyle belirtildiği gibi Rabbimiz de bu durumu değiştirip, sadece lafta Müslümanım diyen toplumları, pisliklerden ve belalardan kurtarmayacaktır. Allah'ın hükmü tecelli etmeye devam edecektir. Allah'ın selamı, rahmeti ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR