Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra, Medine’de yaşayan çok sayıda ehli kitap Yahudi kabilelerinin bulunmasından dolayı, onlara da Kur’anın anlatılması, ayetlerin ve öğütlerin tebliğ edilmesi zaruret haline gelmiştir. Bu nedenle bu dönemde Peygamberimize indirilen ayetlerin birçoğunda, Yahudilerin önceki yaşadıklarında Allah’ı yalanlamaları, verdikleri sözlerden dönmeleri gibi yaptıkları yanlışlıkları hatırlatma ve bütün inananlara bundan sonra bu yanlışlıkların da uyarı ve öğüt olması bakımından “ Beni İsrail / Ey İsrailoğulları “ hitabıyla, yaşamakta olan Yahudilerin tümünün de muhatap alındığı birçok ayeti görmekteyiz. Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna Arapça hitap etmiş olsa da, Sad Sûresinin 87. ayetinde " Kur'an bütün alemler için bir öğüttür ancak 88 : Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz. " ifadeleriyle belirtildiği gibi aslında Kur'anın muhatapları dünya üzerinde yaşayacak olan, dinli, dinsiz, Yahudi, Hristiyan bütün insanlardır. Peygamberimiz de bütün insanlığın, farklı dilleri konuşan tüm halkların peygamberidir. Bundan dolayı Allah'ın mesajının doğru anlaşılabilmesi için Kur'anın dünyadaki farklı dillere çevrilmesi de zorunludur. Ancak bin dört yüz yıldır Müslümanlık adına elde bulunan Kur'anın Arapça resmi Osman Mushafındaki ayetlerin Tertil ve Tedebbür gibi bir çok dil kurallarına dikkat edilmeden sıralanmasındaki yanlış tertiplerinden dolayı, Kur'anın doğru anlaşılması ve anlatılmasında yanlış ve farklı sonuçlara varılabilmektedir. Peygamberimizin vefatından sonra Halife seçilen Ebu Bekir zamanında, Kur’anı ezberinde bulunduran ve elinde yazılı ayetlerin bulunduğu sahabeler toplanmış, bütün ayetler bir araya getirilmiş, hemen apar topar bir Kur’an Mushafı oluşturulmuştur. Daha sonra 3. Halife olan Osman'ın devreye girmesiyle oluşturulan sahabeler komitesi, başlangıç adıyla Fatiha Sûresini birinci sıraya koyup, ardından da en fazla sayıda ayetin bulunduğu Bakara Sûresinden başlayarak uzun Sûreleri art arda sıralamışlar ve namaz Sûreleri denilen, ayet sayısı az olan 20 Sûreyi de en sona yerleştirmişlerdir. Oysa dinimizin gereklerinin doğru olarak anlaşılması, Kur'anın ve Peygamberimizin risaletinin büyüklüğünün, Kur'anın içindeki kavramların basamak basamak daha kolay kavranabilmesi bakımından, bu tertipteki Kur'an Mushafı ile değil, aslında bütün dil kurallarının gözetildiği, paragraf bütünlüklerinin sağlandığı tertipteki Kur'anın ve ayetlerin Peygamberimize indiriliş ( nüzul ) sırasına göre okunması daha doğru bir adım olacaktır.
Çünkü Osman Mushafı adı da verilen bugünkü resmi Kur’an Mushafında, Nisa Sûresinin 82. ayetinde " Onlar hala Kur'anı arka arkaya dizerek gereği gibi düşünmezler mi ? " ifadeleriyle belirtilerek Rabbimizin yapmış olduğu uyarı, ne Osman Mushafını hazırlayanlarca, ne de bu Mushafa göre hüküm oluşturan bugünün ünlü İlâhiyatçılarınca da ayetlerin Peygamberimize indiriliş sırası, harekesiz ve noktalama işaretleri olmayan yazılım göz önünde bulundurulmamış, kronoloji dikkate alınmamış, Tertile / düzgün, birbirine karıştırılmadan dizime riayet edilmemiş, bir çok necmin / paragrafın cümleleri yerli yerinde doğru sıralaması ile tertip edilememiştir. Bazı Sûrelerin içindeki bazı ayetlerin farklı yerlere yerleştirilmiş olmasından dolayı anlam ve paragraf bütünlüğü, özne, yüklem, zarf, mazruf ve zamir bağlantıları dikkatlerden kaçmıştır. Bundan dolayı bazı anlam bütünlüklerinde kopukluklar ve yanlış anlamalar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla günümüze kadar ulaştırılmış olan bu mevcut Mushafın bugünkü düzeni, Neml Sûresinin 2 – 3. ayetlerinde “ Bunlar salatı ikame eden, zekâtı / vergiyi veren ve ahirete de kesin inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için doğru yol rehberi ve müjdeci olmak üzere ve mubin Kur’anın / apaçık bir kitabın ayetleridir. “ ifadeleriyle belirtilmesine rağmen, Kur'anın değişik ayetlerde " Arabiyyen “ en mükemmel anlatım ve gramer kurallarına eksiksiz uyum ve mübin / apaçık dediği niteliğine uymamaktadır. Bazı paragraflarda arka arkaya olması gereken iki cümle arasına bir çok başka cümlenin sokulduğu, bir cümlenin ayet halindeki ögelerinin işaret ettiği zamirinin, onlarca cümle sonrasına taşındığı görülmektedir. Evlerimizde bulunan resmi Osman Mushafındaki bu olumsuzluklar nedeniyle bugün bir çok ayet yanlış anlaşılmakta, ya da hiç anlaşılamamaktadır. Birçoğu ekleme, çıkarma yapmadan, parantez açmadan anlaşılmaz konumda bulunmaktadır. Aynı Sûre içerisinde öne veya daha geriye alınması gereken ayetler, necmler / paragraflar bulunmaktadır. Evlerimizde bulunan bugünkü Kur’an Mushafını, maalesef böylece bazı kavramlar da dahil anlaşılması zor, bir çok yönden anlamları saptırılmış ve kafaları karıştıran bir kitap haline getirmişlerdir.
Halife Osman zamanında bu şekilde oluşturulan Kur’an Mushafı kitaplaştırılmış, daha önceleri harekesiz olan harfler, daha sonraki yıllarda Müslümanlığın yayılmasının ardından, üstelik de harflerin altına üstüne esre, ötre, üstün, şedde, tenvin, sükûn / cezm gibi hareke denilen çizgi ve noktalar da tamamen belli kişilerin kendi içtihatlarıyla bazı kelimelerde doğru, bazı kelimelerde ise yanlış konulmuştur. Böylece cümlelerin başlangıç ve bitişleri, seslendirme farklılıkları belirlenerek imlâ kuralları oluşturulmuş, ses uyumu ile okuma birlikteliği sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat kişilerin tercihlerine, alt yapı bilgileri ve yeteneklerine göre, ama bilerek veya bilmeyerek yapılan bu harekelendirmeler sonucunda da bir takım hatalar yapılmış, bazı sözcüklerde farklı ve yanlış anlamaların kabulüne neden olunmuştur. Bundan dolayı İslam adına en büyük cinayet işlenmiş, yapılması gereken en büyük zarar da verilmiştir. Ama böylece Kur'an değil, eldeki Mushaf işlerliğini çekiciliğini yitirmiş, Peygamberimizin zamanında toplumları canlandıran, hak ile batılı birbirinden ayıran, öğüt bırakan, bilginleri ve bilge kişileri yerlere kapandıran, topluma can, ışık olan, ikna etmedik, kendisine inanmadık insan bırakmayan Kur'an, doğru anlaşılmaktan, hayatın içinde olmaktan, orijinal lafzından çıkarılmıştır. Ama şu iyi bilinmelidir ki Kur'anın lafzında bir eksiklik veya ilave yapılmıştır, Kur'an değiştirilmiştir gibi bir yanlış algılama olmamalıdır. Aslında bu yapılanlarla Kur'anın orijinalinde her hangi bir harf, kelime ve ayet eksilmesi olmamıştır.
Bu bağlamda Kur’anın bazı sözcüklerinin yanlış harekelendirilmesi sonucunda içine düşülen yanlış anlama ve oluşan yanlış sonuçlardan biri olarak da Kur’anın elimizdeki Arapça Mushafına göre, başka kaynak da bulamadıklarından dolayı, Yahudi kaynaklarının İsrail etkisinden kurtulamayarak, ilk dönemdeki müfessirlerce çevirinin yapıldığı bir çok mealde, örneğin Diyanet Vakfı Çevirisine göre Ali İmran Sûresinin 21. ayetinde “ Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere yaktulüne / öldürenler, insanlara adaleti emredenleri yaktulüne / öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi Bakara 62, 91, Ali İmran 21, 112, 114, Nisa 155, gibi değişik ayetlerde, İsrailoğullarına yöneltilen hitaplarla “ Peygamberleri niye öldürüyorsunuz ? Niye öldürdünüz ? “ gibi çeviri ifadeleri yer almaktadır. Öte yandan yüzyıllarca süren aralıklarla sonradan saptırılarak insanlar eliyle yazılmış Yahudi kaynaklarının temel kitabı olan Kitabı Mukaddes’e baktığımız zaman, her ne kadar şaibeli ise de “ Nebi Amos, Nebi Şiaya, Nebi İlyas, Nebi Hanani, Nebi Mikaya, ve Nebi Zekeriyya’nın öldürüldükleri anlatımları yer almaktadır. Bunun yanı sıra yine Hristiyanlıkta da İsa'dan sonra insanlar eliyle yazılmış olan Luka, Markos, Yuhanna ve örneğin Matta İncilinin 23 / 37. Bab cümlesinde de “ İsa topluma seslenerek “ Ey Kudüs ! Kendisine gönderilen peygamberleri öldüren, taşlayan Kudüs ! “ ifadelerine de dayanarak İsrailoğullarının peygamberleri öldürdüğü anlatımları ve inancı yer almaktadır. Yine bu insan eliyle sonradan yazılmış İncillerde de değişik sahnelerle ve ayrıntılarla Yahya peygamberin kafasının kesilerek zindanda öldürüldüğü, İsa peygamberin de Yahudiler tarafından nasıl çarmıha gerilerek öldürüldüğü anlatımları bulunmaktadır.
Bütün bu verilere, elbette elimizde bulunan bu bazı sözcüklerin yanlış olarak harekelendirildiği, Kur’an Mushafındaki sonradan harekelendirilmiş ayetlerin Arapça orijinal yapısına, değişik kaynaklardaki anlatım örneklerine bakarak kim olsa aynı şekilde bir meallendirme ile peygamberlerin öldürüldüğü sonucuna varır. Bu şekildeki meallendirme ifadelerine bağlı olarak da “ Yahudilerin bir günde üç, bazı uydurma rivayetlerde aynı anda yüzlerce ve değişik sayılarda Peygamber öldürdükleri “ saçma ve tutarsız rivayetler de ortaya saçılır. Ardından insanlar da zaten Yahudilerin bir çok peygamberi de haksız yere öldürdükleri inancına sahip olurlar. Bunun sonucunda zamanımızda, ülkemizde Kur’an’da, Allah’ta eksiklik, yanlışlık arayan reddiyeci Ateistler de bu fırsattan geri durmazlar, aşağılamak, karalamak, eleştirmek için sürekli bir bahane arayışı içinde olduklarından dolayı maden bulmuşlar gibi, bir çok tutarsız, temelsiz soruları yönelttikleri gibi, bu kez de “ Bu nasıl Allah ki, Kendi gönderdiği peygamberlerini niye koruyamadı, niye öldürttü ? gibi soruları gündeme getirerek çok da haklı bir iddiada bulunduklarının rahatlığına bürünürler. Ne yazık ki bugün Ateistler gibi Müslümanların çoğunluğu da dinin entellektüel ve felsefi boyutuna yabancıdır. İnancını Kur'an bütünlüğünde mantık yürüterek düşünen, derinlemesine sorgulayanların sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. İsra Sûresinin 36. ayetinde " Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme ! Şüphesiz kulak, göz, gönül bunların her biri ondan sorumludurlar. " ifadeleriyle yapılan uyarıya rağmen rasyonel ve ampirik metodu uygulayabilen kaç İlâhiyatçıyı bulabiliriz acaba !..Bu nedenlerle elde bulunan Kur'anın resmi Osman Mushafı, bütünlüğünün, yapısının, nedenlerinin bilinmemesinden dolayı, bu yapısıyla karalama yapmaya odaklanmış Ateistler için büyük bir müjdedir, hayatlarının en önemli fırsatıdır.
Peki insanlığın yaratılmasından bu yana sürüp gelen Allah katındaki İslami bir yaşam içerisinde, aslında Allah’ın göz yumduğu, müdahale edemediği böyle bir gerçek var mıdır ? ! Söylendiği ve inanıldığı gibi Yahudilerce gerçekten Allah'ın elçisi olan birçok peygamber öldürülmüş müdür ? Allah, Kendi görevledirdiği peygamberlerini koruyamamış mıdır ? !..
Oysa Rabbimizin tüm insanlığa son olarak hitap ederek indirdiği son kitabı olan Kur’anımıza baktığımız zaman, Peygamberimizin görevlendirilmeye başlandığı ilk dönemden itibaren Duha Sûresinin 3. ayetinde “ Rabbin seni terk etmeyecek ve sana darılmayacak “ Hicr Sûresinin 9. ayetinde “ Hiç kuşkusuz Biz, o öğüdü / Kur’anı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz onun için koruyucularız. “ Saffat Sûresinin 171 – 173. ayetlerinde “ Ve andolsun ki gönderilen kullarımız / elçilerimiz hakkında Bizim sözümüz geçmiştir. Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir. “ Ahzab Sûresinin 56. ayetinde “ Şüphesiz Allah ve melekleri / doğa güçleri, indirilen Kur’an ayetleri peygambere salat ediyorlar. / Destekliyorlar, arka çıkıyorlar, yardım ediyorlar. “ Mücadele Sûresinin 21. ayetinde “ Allah : “ Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz “ diye yazmıştır. “ Maide Sûresinin 67. ayetinde de “ Ey Resûl ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O’nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler toplumuna kılavuzluk etmez. “ İfadelerinde gördüğümüz gibi, bizim Peygamberimizin şahsında bütün peygamberlerin korunacağı, korunduğu, sonunda da bütün peygamberlerin görevlerini lâyıkıyla tamamlayarak galip olduğu anlatılmaktadır, kanun olarak da Allah tarafından beyan edilmektedir. Dolayısıyla Allah’ın elçilerinden / peygamberlerden hiç birisi de muhatap oldukları toplumları tarafından yenilmemiştir, bu ayetlere göre de Allah, hiç birisinin insanlar tarafından öldürülmesine izin de vermemiştir.
Her ne kadar İsa peygamberden uzun yıllar sonra insanlar eliyle yazılmış ve Hristiyanların dini kaynağı olan değişik İncillerde değişik senaryolarla İsa Peygamberin öldürüldüğü anlatılmakta ise de, Nisa Sûresinin 157. ayetinde “ Oysa O’nu öldürmediler ve O’nu asmadılar. Ama onlar için, İsa benzetildi. Gerçekten O’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi üstelik de aslında İsa peygamber de Yahudiler tarafından gerçekten öldürülmemiştir, Kur’anın bize anlattığına göre O, benzetilmiştir. İsa’nın yerine başka bir havariyi çarmıha germişlerdir. İsa peygamber ise tarihi kaynaklarda kayda geçmeyen zeminlerde, belki de batıya, ya da uzak doğuya giderek görevine devam etmiştir. Kur'an ayetlerine dikkat edildiğinde özellikle Rad Sûresinin 38. ayetinde " Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve nesil / oğlan kız verdik. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi her ne kadar Hristiyan İncil ve tarihi kaynaklarda söz edilmemiş olsa da, bizim peygamberimizden önce gönderilmiş olduğundan dolayı aslında bütün peygamberler gibi İsa Peygamber de evlenmiş, ailesi eşi ve çocukları olmuştur, görevini tamamladıktan sonra da Allah’ın her insan için belirlediği gibi, belirlenmiş sürenin sonunda dünya hayatına veda etmiştir. İncillerde öldürüldü, öldükten üç gün sonra tekrar dirildi, tanrı olduğunu ispat etti ve tekrar göğe yükseldi gibi anlatımların hiç bir temel dayanağı ve gerçek karşılığı yoktur.
Peki o zaman bazı peygamberlerin Yahudiler tarafından öldürüldüğü inancı nereden ve nasıl çıktı ? Kur'anın önümüze konulan neredeyse bütün çeviri meallerinde “ peygamberleri öldürüyorsunuz, öldürdünüz “ ifadeleri neden yer almaktadır ? Bu sonuçların gerçeği aslında nedir ? Biz ise bunun için Kur’anımızdaki söz konusu bu ayetlerin ilk vahyedilişindeki yapısına ve asıl vermek istediği mesajlarına başka bir perspektiften bakmaya çalışalım.
Elimizdeki resmi Kur’an Mushaflarında örneğin Bakara Sûresinin 61. ayetinde “ ve yaktulûnen nebiyyine bi gayril hakk. “ ( ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. ) 91. ayette de " fe lime taktûlüne embiya " ( Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz ) şeklinde yapılan çeviriler yer almaktadır. Ayetlerin orijinalinde yer alan “ yaktulûne “ sözcüğü “ ye, kaf, te, le “ harflerinden " taktulune " sözcüğü de " te, kaf, te, le " harflerinden meydana gelmektedir. Bu ayetler peygamberimize vahyedildiği zaman diliminde yukarıda değindiğimiz gibi, harflerin hepsi harekesizdir ve üzerilerinde veya altlarında, hareke denilen esre, ötre, şedde, tutar gibi noktalama ve değişik seslendirme işaretleri yoktur. Bu sözcükler aslında harekeli olarak bugünkü mushaflarda gördüğümüz gibi peygamberimize bu şekilde okunsun diye de vahyedilmemiştir. Bu noktalama ve farklı seslendirme işaretleri ise Peygamberimizin vefatının ardından yıllar sonra okuma birliği sağlanmak amacıyla sahabeler, müfessirler tarafından konulmuştur. Ancak çoğu da Yahudilikten dönme olan bu müfessirler, Yahudi etkisinden de kurtulamadıkları nedeniyle, Yahudi kaynaklarında peygamberlerin öldürüldüğü anlatımlarına dayanarak " ye " nin üzerine " ötre " " kaf " ın üzerine " tutar " konularak bu harfleri bu şekilde harekelendirmişler, “ yaktulûne / öldürürler “ ve " te " nin üzerine ötre, " kaf " ın üzerine " tutar " koyarak " taktulüne / öldürüyorsunuz " şeklinde okunmasını sağlamışlardır. Oysa bu sözcüklerin harflerini, İsrailiyatın etkisinde kalınmadan, peygamberimizin zamanında okunduğu gibi gerçeği ile " kaf " ın üzerine " tutar " değil de esre konularak “ yukatulûne “ ve " tukatulüne " şeklinde harekelendirmiş olsaydılar o zaman öldürüyorlardı şeklinde yanlış değil, doğrusu olması gereken “ savaşıyorlardı “ şeklindeki anlamları ortaya çıkacaktı. Halbuki üstelik de Tora ve Tanna Yahudi kaynaklarında, peygamberlerin öldürüldükleri şeklindeki anlatımlar, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda Yahudi Hahamları tarafından gerçek dışı yalanlardır.
Çünkü Tarih boyunca bütün toplumlar, Müminun Sûresinin 44. ayetinde " Sonra Biz birbiri ardından elçilerimizi gönderdik. Her ne zaman bir topluma elçileri geldi, onlar bu elçiyi yalanladılar. " ifadesiyle belirtildiği gibi, gerçekten de Allah’ın bütün elçilerine ve getirdiklerine karşı, içinde bulunduğu toplumlarca dirençler gösterilmiş, reddedilmişler, yalanlanmışlar, tuzaklar hazırlanmış, dışlanmışlar, o bölgenin muktedirleri ve yandaşları tarafından kabul edilmemişlerdir. Peygamberlerin hepsi ile hem maddeten, hem de manen değişik şekillerde uğraşmış ve savaşmışlardır. Peygamberlerin çoğu da bu nedenlerle bulundukları bölgelerden, bizim peygamberimizin yaptığı gibi sonunda hicret etmek zorunda kalmışlardır. Ama ayetlerde de belirtildiği gibi Allah’ın, meleklerin / doğa güçlerinin desteği, yardımı, koruması ile sonunda hepsi de gösterdikleri sabır, dirayet ve mücadele ile görevlerini başarıyla tamamlamışlardır. Peygamberlerle savaşan bu toplumlar da iklim değişiklikleri, şiddetli yağmur, fırtına, boran, deprem, volkanik patlamalar, kuraklık, değişik salgın hastalıklar gibi doğal olaylarla, doğa güçleriyle cezalandırılarak yok edilmiş, ya da kendilerinin oluşturduğu zalimliklerin sonucunda egemenliklerini güç çatışması veya siyasi olarak da kaybetmişlerdir. Bu toplumların yalanladıkları aslında peygamberler değil, Allah’ın bildirdiği haberlerdir / öğütlerdir, mesajlardır. Dolayısıyla bir peygamberi yalanlamak, bütün peygamberleri ve aslında Allah’ı yalanlamak demektir. Çünkü bütün peygamberlere indirilen vahiy, İslam Dini adına tek bir yerden, Allah’tan çıkmıştır. Reddiyeci Ateist kardeşler hiç kusura bakmayın bu gibi Kur’anı ve gerçek vahyini, orijinal lafzını tam olarak bilmeden, tutarsız, temelsiz ve kesin olmayan kanıtlarla Allah'ı yetersiz görmeye çalışarak ortaya attığınız bu gibi yalan iddialarınızdan size ekmek çıkmaz. Ancak ne kadar Kur’an ve Din cahili olduğunuzu ortaya koymuş ve küfrün de dibine inmiş olursunuz. Allah sizlere de o çok güvendiğiniz aklın doğru yerlerde ve zeminlerde kullanılmasını nasip eylesin.
Sonuç olarak Allah'ın vahyini, Kur’anı tutarsız ve yetersiz görmekle, Allah’ı yeteriz görmek aynı ölçüde bir günahtır. Kur’an bize yeter demek, orijinal ve gerçek vahye göre Dinin tek kaynağı Kur’andır demektir. Bunun yanı sıra Kur'anın dışında hiç bir kaynak, dinde kaynak olma değerine sahip değildir demektir. Hadis denilen diğer sözlerin ve yanlış meallendirmelerin yer aldığı Kur'an Mushafının da Allah’ın sözleriyle eşdeğer tutulamayacağı demektir. Gerçek Kur’anın tek başına insanı kurtuluşun yoluna eriştirmede, yeterli olduğuna inanmaktır. Kur'an, Mahşer günü sorgulamasında, kendisiyle hesaba çekileceğimiz Allah’ın peygamberlerine indirdiği orijinal vahyi olan tek kitaptır demektir. Dinde Allah’ın orijinal vahyinin yanı sıra başka kitapları da öngörmek, Kur’anda ve Allah’ın Kitaplarında eksiklik olduğunu söylemek demektir. Dinin sahibi Allah’tır. Allah, hiç bir şekilde, hiç bir dönemde Kendi Hakk Dinine kimseyi ortak etmemiştir. Zira Allah’ın vahyi olan Kitaplarına ve Kur’ana iman olmadan, Din olmaz ve insan eliyle yanlış müdahale edilmediği zaman, bu Kitapların ve Kur’anın dışında imana konu olacak başka bir kitap olamaz. Çünkü Allah’ın orijinal vahyi olan Kitaplarla ve Kur’an ile bilgisi olmadan, zanlara dayalı iman, gerçek ve tahkiki iman olmaz. Müslümanlar Allah’ı birlediği gibi Kitabını, Hakk Dinini ve yolunu da birlemedikçe muvahhit olamaz. Kitap, Din ve dosdoğru yol sadece Allah’ın orijinal vahyi olan Kitaplarda ve Kur’andadır. Bunun dışında kitap, din ve yol edinenler ise müşriktir. Allah’ın selamı, rahmeti ve Kur’anın doğruları, Kur’anı doğru ayrıntıları ile okuyan, araştıran ve sorgulayan müminlerin üzerine olsun !..
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur'an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR