Yüce Rabbimiz Allah tarafından değişik zamanlarda, değişik ortamlarda, değişik koşullarda, yeterli veya yetersiz olanaklarla, sosyal bir varlık olarak yaratılan insanlar, kendilerinde olmayan ihtiyaçlarını karşılayabilmek için toplu olarak yaşamak zorundadırlar. Bunun yanı sıra her insan, geldiği kökene, gen yapısına, çevre olanaklarına göre aynı akıl, zekâ, kabiliyet ve beceriyi aynı ölçüde kullanabilecek güçte ve bedensel yapıda da değildir. Bu nedenle Allah’ın insanlara sunduğu nimetlerden ve olanaklardan, toplu olarak yaşayan insanların bazıları aynı ölçülerde sahiplenememekte, yararlanamamaktadır. Mali açıdan farklılıklar, yaşanılan o bölgenin koşullarına göre standardın üstünde veya altında olabilmektedir. İnsan denen varlıkların bazıları da kendilerini güçlü, yeterli gördüklerinde tagutlaşarak, azgınlaşarak fıtraten bu olanakları en fazla bir ölçüde kendileri sahiplenmek, diğer insanlara hükmederek bu nimetlerden olabildiğince yararlanmak hırs ve arzusunda olabilmektedir. Bütün bunları bilen, mülkün, nimetin asıl sahibi olan, insanların tamamının da bu nimetlerden asgari ölçüde yararlanmasını isteyen Rabbimiz, toplumsal yaşamın ahengi, barışı, huzuru ve mutluluğu için bütün toplumlarda, Ala Sûresinin 14 - 17. ayetlerinde “ mentezekkâ / Arınan, Rabbinin adını anıp da salat eden / mali yönden ve zihinsel açıdan paylaşarak destek olan / toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve devamlıdır. “ dediği ifadelerinde görüldüğü gibi Salatı / mali ve zihinsel açıdan destekleşme ile paylaşmayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı temel bir ibadet görevi olarak belirlemiştir. Burada Allah katında tezkiye ile arınmanın, temizlenmenin, imanla amelin birleştirilerek salat etmek, destekleşmek, insanlarla, toplumla bir şeyleri, malı, emeği, gücü, anlayarak okuyup öğrendiği Kur'an ayetlerinin öğüdünü, her türlü bilgiyi paylaşmakla, dayanışma, yardımlaşma içerisinde olmakla mümkün olabileceği dile getirilmektedir. Kur’anın birçok ayetinde de salat etmenin mali yönü kapsamı içerisinde, tezkiye ile temizlenmek olan zekâttan, sadakadan, vergiden, infaktan, şükretmekten, tersine biriktirme ve cimrilik hastalığı olan kenzden söz edilmektedir.
Bu bağlamda Kur'anımızda biriktirme, istifleme olan, aslında da zaman zaman kişilerce tutku, hastalık ve saplantı haline getirilebilen, bazı ayetlerde Kur’anın onaylamadığı ve bir hastalık olarak görülen kenz / biriktirme ile bazı insanları da toplumsal sorunların oluşmasında ön plana çıkararak, Tekasür Sûresinde de çoklukla yarışmanın kınandığı ve hatta Araf Sûresinin 11 - 26. ayetleri arasında temsili konuşturma sahneleriyle anlatılan “ Adem ve eşine yasaklanmış ağaç “ teması içerisinde mal ve aşırı kazanç tutkunluğu ile bizlere de çok önemli öğütlerin verilmeye çalışıldığı, toplumsal dayanışmanın, salatın yerine getirilebilmesi, ikame edilebilmesi için de birçok ayette önemsenerek dile getirilmektedir. Kur'anın ön gördüğü zekâtın, sadakanın verilmesi, infak edilmesi, malın temizlenmesi açısından şükrün eda edilmesi ve zekâtın, sadakanın ne olduğu konularında ise, İslam alimi denilen kimi fakihlerin hadis ve rivayetlere dayandırarak ortaya çıkarmış olduğu birçok farklı görüşlerden, kavram karmaşasından dolayı da bu kavramların gerçeği insanlarımızca doğru ve net olarak anlaşılamamakta, merak konusu olmakta, birçok soru dile getirilebilmektedir. Biz ise dinimizin, ibadetimizin, bu konulardaki yükümlülüklerimizin ve kavramların aslının neler olduğunu dinimizin yegâne kaynağı olan Kur’anımızdan öğrenmeye ve anlamaya çalışalım.
Öncelikle belirtelim ki, Kur’an ve Dinimiz, kişilerin, Müslümanların meşru yollarla, hakça ve helâlinden kazanılarak elde edilecek olan zenginleşmesine, mal ve mülk edinilmesine, israfa kaçmadan müreffeh bir hayat yaşamasına asla karşı değildir. Necm Sûresinin 39. ayetinde “ Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden / alın teri ve emeğinden başka şey yoktur. “ ifadeleriyle bizzat çalışma, alın teri önemsenmekte, o çalışmanın ve emeğin ölçüsünde karşılığının mutlaka alınacağı, elde edilecek olan ihtiyaçtan fazla kazancın da istihdama ve üretime yatırılarak, toplumsal yaşamdaki dayanışma, destekleşme, salat etmenin bir uygulaması olarak paylaşma ile yerine getirilmesine karşılık Allah katındaki verilecek ödüller, kazançlar da Kur'anımızda ayrıca belirtilmektedir. Bu bağlamda Fussilet Sûresinin 34. ayetinde " ....Ve hasene / güzellikler / iyilikler eşit değildir, derece derecedir. Ve seyyie / kötülükler çirkinlikler de eşit değildir, derece derecedir. Kötülüğü en güzel şeyle sav... " denilmekte, yapılacak paylaşmalarda, yardımlaşmalarda, kötülüklere karşı verilecek karşılıklarda Müslümanlarca bu derecelerin en güzeliyle hareket edilmesi istenmektedir. Bu hareketlerle ilgili olarak da söz konusu olan zekât, sadaka, infak, kenz, şükür gibi kavramlara sırası ile bakacak olursak ;
Zekât, bir şeyin en iyi, en temiz, en düzgün derecesi en yüksek hali demektir. Malın, paranın, sahip olunan nimetlerin temizlenmesi, saf arı duru hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu sözcüğün mastarlarından olan “ Tezkiye “ sözcüğü de temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak anlamlarını taşımaktadır. Leyl Sûresinin 14 – 21. ayetlerinde “ İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım. Kimseden karşılık beklemeden, sadece Yüce Rabbinin rızasını umarak, yetezekkâ / arınmak için malını veren çokça Allah’ın koruması altına girmiş kişi ondan uzak tutulacaktır. Ve yakında o kişi kesinlikle hoşnut olacaktır. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi aynı zamanda nefs için, şirk, günah, nifak, pislik, cehalet gibi kötü duygulardan temizlenmek olarak da anlamlandırılan “ Tezkiye “ Kur’an kavramlarındandır. Bu kavramlar İslâm’ın varlığını sürdürebilmesi, ayakta durabilmesi, bu çerçevede salatın ikame edilebilmesi için mali yönden yerine getirilmesi gereken en temel unsurlarından biridir. İnsanın nefsini arındırması, ancak iman etmesi ve salihatı işlemesi ile mümkün olan bir durumdur. Kişiyi kirleten ise Allah'ın ayetlerini ve uyarılarını inkâr etmek olan küfür ve aracıları Allah'a ortak koşmak olan şirktir. Tevbe Sûresinin 28. ayetinde “ Ey iman eden kimseler ! meşrikûne necesün / Ortak koşan / şirk içinde olan bu kimseler sadece bir pisliktir. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi şirk koşan müşriklerin necis / pislik, şirk koşup küfredenlerin ise neces / pis olduğunu Kur’an bize bildirmektedir.
Terimsel anlam olarak ise zekât, müminlerden oluşan toplumlarda, devletlerde, devletin var olabilmesi, ayakta durabilmesi, salatın ikame edilebilmesi / ayakta tutulabilmesi, sosyal yardım, dayanışma, eğitim, öğretim kurumlarının, istihdam edilecek iş alanlarının oluşturulması, sağlık, iç dış güvenliğin ve toplumsal huzurun sağlanabilmesi, geleceğin güvence altına alınabilmesi için gerekli olan ve bireylerin vermesi gereken maddi desteklerdir. Yapılması gereken bu ödemelerin günümüzde yaygınlaşmış adı da vergidir. Bu hedefler ve amaçlar doğrultusunda yerine getirilmesi, verilmesi zorunlu olarak ödenilen vergiler, müminlerin iman borcu ve kulluk görevidir. Bunun sonucunda zekât / vergi müminlerin dışa karşı bağımsız bir devlet ortamında tüm ibadetlerini özgürce yapmalarını, müminlerin manevi temizliğini sağladığı, onları kusursuzlaştırdığı ve aynı zamanda mal, mülk evlat tutkusundan, kişileri günah, cimrilik kirinden arındırıp, mali yönden berekete neden olduğu için vergi adıyla yaygınlaşmış bu ibadete Kur’anda “ zekât “ denilmiştir. Aynı zamanda bugünkü ekonomi sistemlerinde ise zekât, elde ettikleri kazanca göre devlet tarafından konulan ve insanların tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları bütün harcamalarında ödenen, ötv, kdv, damga ve harç gibi vergilerdir. Aslında Kur’anın inmesinden önce Arap toplumunda uygulanan ve buna istinaden bugün de toplumumuzda yanlış bilindiği gibi nesep miktarına göre malın kırkta birinin verilmesi anlayışındaki zekât uygulaması ise Kur’anda yoktur. Allah’ın sayılarla işi olmaz. Buna rağmen diğer zamanlarda sanki uygulanmayacakmış gibi ülkemizde özellikle her Ramazan ayında ekran yıldızı konuşmacıları, ünlü ilâhiyatçıları, insanların manevi duygularından da istifade ederek ısrarla zekâtın verilmesinden söz ederler, nisap miktarlarından / zenginlik ölçüsünden dem vururlar.
Kur’anımızda zekât sözcüğü 29 ayette, birçok müfessir tarafından namazın, zekâtla, para ile hiç ilgisi olmamasına rağmen, namazı dosdoğru kılarlar diye yanlış meallendirdikleri halde, aslında dayanışma, destekleşme amacıyla sosyal yardım ve kamu kurumlarının oluşturulması olan salatın ikamesi ile birlikte “ atüzzekât / zekâtı " götürüp verin, veya “ yütünazzekât / zekâtı " getirip, götürüp verirler ifadeleriyle yer alır. Enbiya Sûresinin 71 - 73. ayetlerinde “ İbrahim’i de Lut’u da, İshak’ı da, Yakub’u da bağışladık. Hepsini iyi kimseler yaptık. Ve Biz onları, Bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler yaptık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salatı ikame etmeyi, zekâtı / vergiyi vermeyi vahyettik. Ve onlar sadece Bize kulluk yapanlar idiler. “ ifadelerinde görüldüğü gibi zekâtın / verginin bizden önceki mümin ümmetlere de toplumsal dayanışmanın sağlanabilmesi için farz kılındığı belirtilmektedir. Dünya üzerinde İslam’ın dışında yaşamış toplumlarda binlerce yıldır vergi / zekât, yönetici ve muktedirler tarafından zorla alınmıştır hala da alınmaktadır. Oysa Kur’anda Zekât alınır diye bir ifade yoktur. Bu nedenle aslında müminlerin devletinde yerleştirilen ekonomik düzende zekât istenmez ve zorla da alınmaz. Müminlerin kendileri gönülden, Allah rızası ile götürüp verirler. Tabii ki bugünkü dünyanın içinde bulunduğu bu global ekonomik sistemlerde ve konjonktürde, artık bu inançların ve uygulamaların pek hükmü de kalmamıştır. İnsanların vermesi gereken vergiler, yöneticiler tarafından oranları ve yapısı ile zamanı da belirlenerek, bazen dozu da kaçırılarak zorunlu olarak tahsil edilmektedir.
Sadaka, sözcüğü de Kur’anımızda, öncelikle ve genellikle Kamuya hizmet karşılığı, kamu adına devletin gelir olarak aldığı değerler / vergiler anlamında kullanılmıştır. Kamu adına Devlete ödenecek vergilerle, Müminlerin Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için bu ad verilmiştir. Sadaka sözcüğünün çoğulu da aynı zamanda “ sadakat “ tir. Sadaka, toplumumuza yanlış yerleştirilmiş anlayış sonucunda sadece dilenenlere verilen üç beş liralık yardım değildir. Tevbe Sûresinin 103. ayetinde “ Onların mallarından sadaka al ki, sadaka ile kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin, onlar için bir huzurdur. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi o beldede yaşayan mümin, Müslüman, münafık, Yahudi veya azınlıklar olmak üzere tüm vatandaşların verdiği sadakanın devlet adına alınabileceği belirtilmektedir. Kamu adına toplanan bu sadakalarla orada yaşayan bütün insanlara devletin ve kamunun desteği ile kamu hizmetleri verilerek toplumun huzuru sağlanır. Zekâtı ise sadece müminler verirler. Çünkü müminlerin devletinin varlığına, ayakta tutulmasına dış destek gelir ve dış müdahale olursa, o devletin ekonomik bağımsızlığı, bekası, bireylerin özgürlükleri ipotek altına girer ve tehlike oluşur. Bu anlayış ve ayrıntılar ise Osmanlıda tam kavranamamış, aynen uygulanmış, azınlıklardan vergi alınmamış, onların zenginleşmesine, aksine müminlerin fakirleşmesine neden olunmuştur. Ayette de görüldüğü gibi Sadaka kamu hizmetleri için harcanan ayni ve nakdi değerlerdir. Aslında ayette konu edilen, peygamberin veya padişahların şahsına verilecek bir yardım değildir. Çünkü tüm peygamberlere ücret, kendi adına sadaka alması yasaklanmıştır. Burada azınlıklar da dahil alınan sadaka, devlet ve kamu yönetimi adına alınmıştır.
Sadakalar / Vergiler “ Mülk Allah’ındır ve müminler kardeştirler “ esası üzerinden işlerlik gerektirir. Toplumda refahın dağılımı, yaygınlaştırılması, herkesin eşit ölçüde müreffeh yaşaması için hakkaniyet ölçüleri dikkate alınır. Bu bağlamda sadaka, aynı zamanda hem kamu tarafından, hem de bireyler tarafından, kamunun dışındaki bireylere de verilebilir. Bu tür sadakanın kamu tarafından veya bireyler tarafından kimlere verilmesi gerektiği ise kamunun veya kulların kendi içtihadına bırakılmayıp, yine toplumsal ve kamusal yararlar sağlaması bakımından Allah tarafından Kur’anda birçok ayetle açıklanır, örneğin Bakara Sûresinin 271. ayetinde “ Sadakaları açıkça verirseniz, artık o, ne iyi olur. Eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz de artık bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını kapattırır. Ve Allah işlemiş olduğunuz şeylere haberdardır. ” ifadeleriyle bireysel olarak verilecek olan sadakaların gizli veya açıktan fakirlere verileceği ve bunun yanı sıra Tevbe Sûresinin 60. ayetinde de “ Kesinlikle Allah tarafından bir taksim / zorunlu görev olarak sadakalar / Kamunun gelirleri ancak fakirler, miskinler / yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler / kamu görevlileri, kalpleri İslam’a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler / askerler, öğrenci ve öğretmenler, yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi kamunun, devletin, yöneticilerin topladığı zekâtın / vergilerin yanı sıra sadakaların kamu tarafından da, bireyler tarafından da kimlere verilebileceği, nerelerde harcanacağı anlatılmaktadır. Fakat İslam alimi denilen birçok fakih, Kur’andan ziyade hadislerdeki kullanımlarını dikkate alarak, yaptıkları içtihatlarla zekât, kefaret, fitre, fidye, adak temelinde sadakayı beş sınıfta toplamış, kimi fakihler de 1. Farz olan sadaka, 2. Nafile olan sadakalar, 3. Fıtır sadakası / sadaka i fıtır / fitre 4. Sadaka i cariye diye farklı bir sınıflandırmaya tabi tutmuşlardır. Her bir sınıflandırma için de Fıkıh ve İlmihal kitaplarında ciltler dolusu hadis ve rivayetle açıklamalar yapılmış, Kur'anın yerine nisap miktarı / zenginlik ölçüsü üzerine hükümler oluşturulmuş, farklı fakih görüşlerine yer verilmiştir. Bu bağlamda örneğin ;
* İnsanların her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir, adaletle hükmetmek sadakadır, güzel söz sadakadır, mescide giderken atılan her adım sadakadır, yoldan taşı kaldırmak sadakadır. ( Buhari Sulh 11. ) ( İyi de Devlet için çalışanların ücreti atılan adımla, yoldan kaldırılan taşla mı ödenecektir. )
* Her tesbih sadaka, her tekbir sadaka, her tahmid sadaka, her tehlil sadaka, iyiliği emretmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadaka, her birinizin eşiyle bile aynı yatakta yatması sadakadır. ( Buhari Edeb 33, Müslim Zekât 53 ) ( Sadakanın maddi ve parasal bir infak şekli olduğunu kavrayamamışlardır. )
gibi hadislerle abartarak, neredeyse dinin, ibadetin bütün ayrıntılarını sadaka kavramının içerisine sokarak, birbirine karıştırarak yanlış kavramlarla asıl mecrasından saptırmışlar, anlaşılmasını zorlaştırmışlardır. Bunlarla yetinilmemiş ardından özellikle Ramazan ayındaki yerine getirilecek oruç ibadeti ile bağlantı kurularak Kur'anda asıl verilmek istenen mesajlar ve yükümlülükler tamamen gözardı edildiği halde, özellikle " sadaka i fıtır " adı altında Müslümanların o ay içerisinde yapması gereken maddi ve parasal infaklar için de birçok hadisle içtihat oluşturulmuş, bu tür infakın fitre denilerek tarifi yapılmış, farklı görüşlerle miktarlarının belirlenmesi yöntemi ortaya konmuş, farz, vacip, sünnet oluşları ile ilgili farklı görüşler de kafaları karıştırmıştır. Ramazan ayı boyunca Din görevlilerini, İlâhiyatçıları, kamu oyunu, yardım bekleyen kurumları her şeyden fazla öncelikle meşgul eden fitre uygulamaları konusunda hiç bir yetkili de çıkıp, fakir, yardıma muhtaç olan insanların diğer aylarda yardıma, sadakaya ihtiyacı yok mudur ? sorusunu soramamıştır.
İnfak, malın, paranın, Allah yolunda canın harcanması, tüketilmesi demektir. ( Lisanül Arab ) Bir terim olarak ise, başta yakınlar olmak üzere, yoksul ve muhtaç olanlara, insanlara para, erzak veya giyecek yardımı yaparak onların sıkıntısını gidermektir. Bu sözcüğün türevlerinden olan “ nafaka “ sözcüğü ise, yenilerek, içilerek, giyilerek tüketilen zorunlu tüketim maddelerinin ismidir. Bu nedenle Kur’anın konu ettiği “ infak “ ifadelerinin anlamı, “ hem Allah yolunda harcamak “ hem de “ nafakalandırmak “ tüketim maddelerini sağlamak anlamlarında karşımıza çıkar. Bakara Sûresinin 261. ayetinde “ Mallarını infak eden / Allah yolunda harcayan / başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneğidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi bazı ayetlerde de her iki anlam birlikte yer alır.
İnfak etmek, aslında aynı zamanda bir şükürdür. Yani Allah’ın verdiği nimetlerin, değerlerin karşılığının, o nimetlerin ve değerlerin bir kısmı ile ihtiyacı olanlara dağıtarak veya vererek ödenmesidir. Şükür sözcüğü Kur’anda 74 kez değişik ayrıntıları ve örnekleri ile ele alınarak açıklanıp üzerinde çok durulmuş ve doğru anlaşılması gereken, Müslüman’ın imanının gereği olarak aslında yerine getirilmesi istenen temel görevlerinden biridir. Bundan dolayıdır ki örneğin Furkan Sûresinin 62. ayetinde “ Ve O, öğüt almayı veya şükredenler / kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödemeyi dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getirendir. “ ifadeleriyle bir çok ayette de dile getirilmektedir ki, inananlar, sahip oldukları nimetlerin karşılığını ödediklerinde, yaptıkları yardımlarla ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını giderdiklerinde aynı zamanda “ şükredenler “ olarak nitelendirilmişlerdir. İbrahim Sûresinin 7. ayetinde de “ Rabbiniz ilân etmişti : Andolsun ki şükrederseniz / sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size arttırırım ve eğer nankörlük / iyilik bilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi bazı ayetlerde “ şükür “ sözcüğü ile zıt anlamda olarak kullanılan “ küfran “ sözcüğü de yine müminin asla yapmaması gereken bir davranış olarak “ nankörlük “ anlamında yer almaktadır.
Arapçada Şükür : Hayvanın yediği besinin karşılığında verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi demektir. ( Lisanül Arab c. 5. Sa. 163 ) Yani beslenen, karnı doyan hayvanın yediklerinin karşılığını, örneğin tavuğun yumurta ve et, ineğin, koyunun süt, deri ve et şeklinde maddeten geri vermesi demektir. Dini açıdan ise şükür, Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı, insanların bu nimetlerin karşılığını Allah’a ödemesi, o nimetlerin bir kısmını Allah rızası için insanların yararlanabilmesi adına kullanması, harcaması, feda etmesi infak etmesi demektir. İnsanın Allah’a şükretmesi, karnını tıka basa doyurduktan sonra “ Elhamdülilah yarabbi şükür “ deyip, ağız alışkanlığı olarak kuru bir laf sözcüğü ile olmaz. Ama buna rağmen Ulema tarafından abartılarak dilin şükrü, kalbin şükrü, bedenin şükrü gibi gereksiz tasniflere tutulmuş, gerçek mecrasından saptırılmıştır. Oysa şükrün bütün ayrıntıları Kur’anda bir çok ayette yer verilerek “ Allah’ın ana ve baba fedakârlıkları aracılığıyla insana lütfettiklerinden dolayı ana ve babaya da şükürden, büyük baş, küçük baş hayvanlardan, üzüm bağları, hurma bahçeleri, denizin nimetlerinden ve rızıklarından, yeryüzünde sağlanan geçimliklerden gibi nimetlerin karşılığının şükredilerek Allah'a ödenmesinin önemi belirtilirken Neml Sûresinin 73. ayetinde “ Ve hiç şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı büyük armağan sahibidir. Velâkin onların çoğu şükretmiyorlar / sahip olduklarının karşılığını ödemiyorlar. “ Zümer Sûresinin 66. ayetinde “ Yalnız Allah’a kulluk et ve sahip olduğun nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol. “ Bakara Sûresinin 152. ayetinde de “ Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve bana şükredin / verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin. Bana nankörlük / iyilik bilmezlik etmeyin. " ifadelerinde gördüğümüz gibi Allah’ın insanlara verdiği, bahşettiği sınırsız, sayısız nimetlerin karşılığının mutlaka ödenmeye çalışılması istenerek, inanmış insanların temel bir görevi yerine konulmaktadır.
Bu görevin ifa edilmesi halinde, yukarıda değindiğimiz ayetlerdeki ifadelere benzer şekilde Sebe Sûresinin 39. ayetinde de “ De ki : Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden infak eder / Allah yolunda harcarsanız / nafaka sağlarsanız hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. “ ifadelerinde belirtildiği gibi, Rabbimizin infak edilen mal ve değeri eksiltmediğini, bilakis arttırdığını, arttıracağını görüyoruz. Zekât, sadaka, infak, ve şükür gibi mali yönden yerine getirilen ibadetleri Rabbimiz Kendisine verilen ödünç olarak kabul etmektedir. Ancak infak etmek, zekât ile aynı şey değildir. Bakara Sûresinin 177. ayetinde " Yüzlerinizi batı ve doğuya çevirmek el birru / iyi olan kimse, takva / iyi adamlık / iyi insanlık değildir. Ama iyi adamlar / iyi insanlar, ….. malını akrabalara / yakınında bulunanlara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara çok sevdiğinden veren ve salatı ikame eden, zekâtı / vergiyi veren kimselerdir " ifadelerinde gördüğümüz gibi zekât / vergi ile infakın / fazla malın ve paranın ihtiyacı olanlara verilmesinin aynı şey olmadığı belirtilmektedir. Ayette görüldüğü gibi zekât ve infak / verginin verilmesi ve malın harcanması ayrı ayrı ele alınmıştır. Bu nedenle kavram ve uygulama olarak birbirine karıştırılmaması gerekir. Zekâtın müminlerin devletine kamu yararına verdikleriyle ayakta tutan olduğu, infakın ise bireylerin yardıma ve korumaya muhtaç, yetim ve düşkün insanlara ve yardım kurumlarına yapılacak mali bir yardım olduğu hatırda tutulmalıdır. Sadaka da bir ayrıntısı ile devletin yanı sıra ihtiyacı olanlara verilmesinden dolayı infakın bir başka çeşididir. Ali İmran Sûresinin 92. ayetinde “ Sevdiğiniz şeylerden vemâ tünfikû / infak etmedikçe / Allah yolunda harcamadıkça asla “ iyi adamlık “ mertebesine eremezsiniz. Ve siz her neyi tünfikû / infak ederseniz / bağışlarsanız kesinlikle Allah onu en iyi bilendir. “ ifadelerinde gördüğümüz gibi infak, sevilen değerlerden, kişinin kendisinin yediğinin, giydiğinin, kullandığının aynısından, kalitelisinden, temizinden ve sağlamından yapılmadığı takdirde makbul olamayacağı dile getirilmektedir.
Bakara Sûresinin 195. ayetinde “ Ve enfikû sebil / Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin / güzelleştirin. Şüphesiz Allah iyileştirenleri - güzelleştirenleri sever. “ ifadeleriyle de kullanılabilir, ihtiyaçtan fazla olan malın infak edilmesi, muhtaç insanlar için harcanması istenmektedir, bu davranışın Müslümanlar için daha iyi ve Allah katında çok daha makbul olduğu dile getirilmektedir. Ayetten anladığımıza göre toplumda infak etmek fedakârlığı olmazsa, aksi durumda o toplumda felâket kaçınılmaz olur. Varlıklı insanların aşırı lüks ve israfa kapılmaları, servet birikimiyle kenz yapmaları, birikimlerini yatırıma, istihdama, üretime yöneltmemeleri nedenleriyle, istismar ederek kazanç sağladıkları fakirleri, çalışanları, emekçileri düşünmemeleri, gerekli ölçüde infakı yapmamaları, vergiyi yeterince ödememeleri, çoğalan işsizlerin, yoksulların kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına neden olur. Bunun sonucunda da toplumsal, sosyal patlamalar, taşkınlıklar, huzursuzluklar, tepkiler ortaya çıkar. İnfak ise insanlar arasında servet düşmanlığı duygusunu, kini ve nefreti ortadan kaldırır, dayanışma ile zengin ve fakir sınıfları arasındaki mesafeyi daraltır, Refahı yaygınlaştırır, insanlar arasında sevgi ve kardeşliği yaygınlaştırır. Bu nedenle infak dini ve manevi hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti sağlamakta da önemli bir rol oynamaktadır.
Kenz, define, yer altında saklı kalmış, değerli eşya, para, altın demektir. Terim olarak da “ Üretime, istihdama, ticarete katılmayan, istiflenen, biriktirilen, bankada, yastık altında, kasada tutulan ve havaici asliyenin dışında kalan demektir. Tevbe Sûresinin 35. ayetinde “ O gün keneztüm / biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak : İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri. “ denilerek yapılan biriktirme yanlışlıkları için çok ciddi uyarılar görüldüğü gibi biriktirilen, istiflenen her türlü değer, para, altın, döviz, mal, mülk, evler, lüks ve son model pahalı arabalar, han, hamam, yalılar, katlar, lüks villalar kenz / biriktirme hastalığının kapsamına girer. Havaici asliye bir kimsenin ömür boyu içinde oturacağı orta derecede evi, içine donatacağı eşyaları, yıl boyunca giyecekleri, yiyecekleri, çalışma ortamı, gerekli olan araçları, alet ve edevatı, yine orta derecede binit aracı, borçlarının tamamı ve beraberinde bir yıllık kendisinin ve ailesinin geçimini sağlayacak mali imkânlarıdır. Eğer iş istihdamı için yapabileceği yatırımlar, çocukları için yapacağı harcamalar olacaksa onların da toplamıdır. Bu ölçü ve sınır kişilere, konumlarına, yaşadıkları koşullara göre değişir. Vicdanen de sınırı kendisinin belirlemesi gerekir. Bu ölçüler çerçevesinde Rabbimiz Bakara Sûresinin 219. ayetinde “ Ve Yine sana neyi infak edeceklerini / Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki : İhtiyaçtan fazlasını yunfikun / harcayın. Allah iyiden iyiye düşünürsünüz diye ayetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. “ ifadeleriyle belirtildiği gibi kişinin belirleyeceği ihtiyacından / Havaici asliyesinden fazlasını Allah yolunda ve insanların yararına harcamalarını ve infak etmelerini istemekte, ölçüsünü de bizzat Rabbimiz kişilerin vicdanlarıyla belirleyeceklerini ortaya koymaktadır.
Kenz / biriktirme ve cimrilik konusunda Hadid Sûresinin 7 - 11. ayetlerinde de “ Allah ve Elçisine inanın. Sizi kendisine sonradan sahip yaptığı şeylerden Allah yolunda harcayın. Başta kendi yakınlarınız olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayın. Artık sizden inanan ve harcayan kimseler ; Kendileri için büyük karşılık vardır. Kimdir o, Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kişi Allah da onun için kat kat arttırsın ! Onun için şerefli bir ödül de vardır. " ifadeleriyle Allah’ın kullarından gereksiz yere biriktirmeden, cimrilik ve istifleme hastalığına kapılmadan, ihtiyaçlarından fazlasını ihtiyacı olanlar için harcayarak infak etmenin önemi ve şekli konusundaki isteklerini, Enfal Sûresinin 27 – 28. ayetlerinde ise “ Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle imtihan aracı ; sizi dinden çıkaracak birer varlık olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin. “ denilerek de sahip olunan gereğinden fazla biriktirilen ve harcanmayan malların, çok ciddi bir sınav olduğu uyarıları yapılmaktadır.
Toplum olarak Müslümanların iş ve aş’a, istihdama, üretime ihtiyaçları varken, servetin, altın, gümüş ve dövizin biriktirilip, istiflenerek, ya da ikinci, üçüncü ve lüks evlere ve her yıl değiştirilen araçlara harcanması Müslümanlıkla bağdaşmaz. Sebe Sûresinin 37. ayetinde “ Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar, kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerde güven içindedirler. “ ifadeleriyle Allah’ın ayetlerine iman ederek ve inanarak toplumsal paylaşımlarda bulunup, insanların sıkıntılarını gidermede fedakârlık yapacak olanlara karşılık verilecek ödüllerden söz edilmekte, Münafikun Sûresinin 9 – 11. ayetlerinde infak etmek imanın bir göstergesi sayılmakta, Nur Sûresinin 42. ayetinde de “ Mülküs semavati / Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah’a aittir. Dönüş de ancak Allah’adır. ” ifadeleriyle mülk Allah’a ait olduğuna göre, Ali İmran Sûresinin 14. ayetinde “ Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü / çekici kılındı. Bunlar basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. ” İfadeleriyle belirtildiği gibi malın tamah edilecek, göz dikilecek bir şey olmadığına, bir imtihan aracı ve dünya süsü olduğuna göre dünya mallarına, güzelliklerine, süsüne tutkuyla bağlanılmasından ziyade Ahiret hayatının ve Allah katındaki kurtuluşun çok daha önemli olduğu önem kazanmaktadır.
Yine Tekasür Sûresinin 1- 8. ayetlerinde de dile getirildiği gibi çoğaltma yarışının dünyayı ve kişinin kendi hayatını daha bu dünyada yaşarken cehenneme çevireceğine göre, bunları bilerek inanan bir kimsenin infak etmesi hiç de zor olmasa gerektir. ( Mezarlıkta Okunan Tekasür Suresi başlıklı makalemize bakabilirsiniz ) Müminun Sûresinin 62. ayetinde de “ Ve Biz, hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile ; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. “ denilerek insanların yapabilecekleri harcamalar ve infaklar konusunda sınır konulmakta, kolaylaştırılarak teşvik edilmektedir. Bu nedenlerle Kişinin ölmeden evvel, ihtiyacından fazlası malıyla, mülküyle başkaları için harcamada bulunması, infak etmesi, hayırlı işlerde malını, servetini kullanması, meşru yollardan ve haklı kazançlarla çok çalışıp servetini arttırması, zengin olması, bunları yatırıma yönelterek çok sayıda insana istihdam yaratması, bugünkü ekonomi sisteminde çalmadan vergisini tam olarak yatırması Allah katında çok değerli görülmekte ve onaylanmaktadır. Fakat o servetin kendisi, ailesi ve çocuklarının güvencesinin sağlanmasından sonraki gerektiğinden ve ihtiyaçtan fazlasının toplumsal dayanışmada kullanılmaması, ölene kadar elde tutulması, miras bırakılması veya kamuya emanet edilmiş değerlerin yöneticiler tarafından çarçur edilmesi, israfa ve talana yönelinmesi ise Allah katında çok hayırlı bir davranış olarak görülmemektedir. Eninde sonunda Allah’a dönecek olan kişinin bırakacağı tek miras, Kur’ana göre imanla oluşturulmuş bir yaşam ve amel olmalıdır. Allah’ın selamı, rahmeti ve salat etmenin mali yönündeki paylaşmalarla taçlandırılmış hayat sizinle olsun !..
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR’AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR