Konu Detay

PEYGAMBERİMİZİN HİRA MAĞARASI HİKAYESİ

 24.03.2018
 4663

Mekke  Şehrinde  bulunan  Kâbe,  Yüce  Rabbimizin  de  bizzat  evim  / Beytullah  /  Mescidi  Haram  diyerek  bütün  dünya  insanları  için  açık  tutulmasını, Tevhidin  /  Allah’ı  birlemenin  /  Lailâhe illallah  Allah’tan  başka  ilâh  diye  bir  şey  yoktur  deme  bilincinin  eğitiminin  yapılmasını  istediği,  binlerce  yıl  önce  İbrahim  peygamber  ve  oğlu  İsmail  peygambere  yaptırdığı  Mescittir,  küp  şeklinde  bir  kulübe  olup  etrafında  toplanarak  Tevhit  eğitimi  almak  için  yapılan  ilk  ilâhiyat  Yüksek  Okuludur. Buna  bağlı  olarak  Yüce  Kitabımız  Kur’anda,   durumu  uygun  olan  her  Müslüman’ın,  bu  eğitimi  hedef  kılarak  burayı  ziyaret  etmesi,  Tevhit  eğitiminden  nasibini  alıp,  şirkten  arınarak  hanifler  sınıfına  katılması  anlamına  gelen  Hacc  ibadeti  farz  kılınmıştır.  Ancak  Kur’anın  öngördüğü  ve  pek  çok  ayetle  de  nasıl  yapılmasının  gerektiği  açıklanan  bu  ibadet,  Peygamberimizin  vefatından  sonra  geçen  yüzyıllar  içerisinde,  uydurulan  hadis  ve  rivayetlerle,  maalesef  pek  çok  Kur’an  dışı  ritüel  ilave  edilerek  asıl  mecrasından  çıkartılmış,  Tevhit  öğretisinden  çok  uzak,  adeta  müşriklerin  sapkın  inancının  benzeri  ve  devamı  olan  bir  yapı  ile,  sadece  şekilcilikte  kalan  bir  anlayışla  çöl  turizmine  dönüştürülmüştür.  Asıl  hedef  olan  Tevhit   eğitiminin  verilmesi  gereken  sempozyum,  konferans  ve  organizasyonlar,  Kur’anın  anlaşılarak  okunması  uygulamaları  ve  önermeleri  yoktur.  Adaylar  neyi  niçin  yaptıklarından  habersizdir,  adayların  gerekli  eğitim  için  bir  alt  yapıları,  ön  bilgileri  de  bulunmamaktadır.  Hurafelere,  taşperestlik,  putperestlik  yapısında  bir  anlayışın  devamı  olarak  sadece  vakfe  denilip,  ihram  adında  giyilen  kefen  misali  kıyafetlerle  Arafat  bölgesinde  beklettirilmekte,  şeytan  denilip  taştan  duvar  taşlattırılmakta,  tavaf  denilen  şaft  sayıları  ile  Hacerül  Esved  denilen  put  taşının  selamlanmasıyla  Kâbe  etrafında  yedi  tur  döndürülmekte,  say  adı  altında  bir  ileri  bir  geri  yüz  metre  koşuşturulmakta,  ardından  da  bol  bol  kafileler  halinde  değişik  yerlere,  mağara  ve  mescitlere,  sahabelerin  Baki  mezarlıklarına  ziyaret  ve   turistik  geziler  düzenlenmektedir. ( Hacc  Farızası  ve  Hacı  Olmak  başlıklı  makalemizde  geniş  bilgi  bulabilirsiniz ) 

Kur’anın  öngördüğü  Haccın  tamamen  dışında  kalan  bu  yapı  içerisindeki  Hacc  ve  Umre  turistik  ziyaretlerinde,  ziyaretçilerin  en  çok  gezdirildikleri  yerlerden  birisi  de,  Cebeli  Nur  adı  verilen  dağın  yamacındaki  Hira  mağarasıdır.  Bu  mağara,  Mekke’nin  kuzeydoğusunda,  Kâbe’ye  beş  kilometre  uzaklıktadır. Bu  mağaradan   kuş  bakışı  ile  Mekke  şehri  tamamen  görülebilmektedir. Her  ne  kadar  Prof. Muhammed  Hamidullah  ( 1908 – 2002 )  “  Geceleyin  yollarını  kaybedenlere  yardım  etmek,  doğru  yolu  göstermek  amacıyla  üzerinde  ateş  yakılmış  olduğundan  dolayı  bu  dağa  Cebeli  Nur  adı  verilmiştir. “ ( İslam  Peygamberi  I. 73 )  dese  de,  uydurulmuş  olan   hadis  ve  rivayetler  daha  güçlü  bir  etki  oluşturmuş,  Müslümanların  büyük  çoğunluğu  tarafından  Kur’anın  ilk  vahiy  nurunun  Peygamberimize  içine  yabani  bir  hayvanın  dahi  zor  girebileceği  bu  mağarada  indirildiğine  inanılmıştır.

Mekke’de  Peygamberimizin  yaşadığı  dönemde  de  Recep  ve  Ramazan  gibi  yılın  bazı  aylarında,  sıcak  ve  kurak  bir  iklimin  etkisi  altında,  ormanlara  sahip  olmayan  bu  bölgede  bulunulduğundan,  birkaç  günlüğüne  dinginliği,  sessizliği,  sakinliği  isteyerek  o  bölgede  çok  sayıda  bulunan  mağara  serinliğinde  inzivaya  çekilen,  İbrahim  Peygamber  öğretisinde  Allah'ın  varlığına  ve  birliğine  inanmış  olan  insanlar  bulunmakta  idi. Peygamberimizin  dedesi   Abdülmuttalib  de  zaman  zaman  Peygamberimizle  beraber  de  bu  mağaralardan  birine  giderlerdi.  Rivayetlere  göre  "  Hz. Muhammed   muhtemelen  35  yaşlarından  itibaren,  Ramazan  aylarında  orucunu   mağarada  eda  etmeye,  inzivaya  çekilmeye,  bilhassa  Ramazanın  son  on  gününde  dünya  yaşamına  kapanmaya   başlamıştır. " ( İslam  Peygamberi  I. 252 )  denilmektedir. ( Fakat  bu  anlatılanların  doğru  olmadığı,  sonradan  kurgulandığı  çok  açıktır.  Çünkü  Muhammed  henüz  Peygamber  olmamıştır,  Müslümanlar  için  Ramazan  ayında  toplu  olarak  öngörülen  oruç  ayetleri  ortada  yoktur  ve  insanlar  30  gün  toplu  olarak  değil  de  atalardan  gelen  bir  gelenek  ile  bireysel  olarak  bazen  üç,  bazen  iki  gün,  bazen  yılın  değişik  zamanlarına  dağıtarak  oruç  tutmaktadırlar. Kadir  Sûresi  içinde  yer  alan   Kadir  gecesini  Ramazanın  son  on  gününde  arayın  uydurma  hadisi  bile  henüz  ortalarda  yoktur.)

Yine  rivayetlerle  anlatılanlara  göre ;  “  Özellikle  nübüvvetinin  ilk  müjdeleri  olarak  kabul  edilen  sadık  rüyalar  görüyordu,  altı  ay  içerisinde  yalnız  kalmak  istiyor  ve  bu  mağarada  düşüncelere  dalıyordu.  Dağdan  her  inişte  evinden  önce  Kâbe’ye  gidip  tavaf  ediyordu.  Zaman  zaman  eşi  Hatice’yi  de  mağaraya  yanında  götürüyordu.  Azık  olarak  yanına  çok  az  miktarda  süt,  kurutulmuş  et  veya  zeytinyağı  ile  kuru  ekmek  alırdı,  günlerce  mağarada  tefekküre  dalardı. “  denilmektedir. ( Taberi  II. 300,  Belazuri  I.  115 )

Müslim  Fedail  2.  Kitabında  bir  başka  rivayette  Resulullah  “  Ben  Mekke’de  bir  taş  bilirim  ki,  Peygamber  olarak  gönderilmeden  evvel  bana  selam  verirdi.  Onun  yerini  de  biliyorum   buyurmuştur. “  denilmekte,  bu  uydurma   rivayete  dayanarak  da   Topbaş.com  sitesinde ;  Zaman  zaman  evinden  çıkar,  Mekke’den  uzaklaşır,  sessiz  ve  sakin  yerlere  doğru  giderdi.  Bu  esnada  rastladığı  ağaç  ve  taşlar  “  es  Selamu  aleyke  ya  Resulullah  “  diyerek  kendisine  selam  verirlerdi. Fahr'i  Kâinat  aleyhi  ekmelü’t  tahiyyat  Efendimiz  hemen  etrafına  bakar,  fakat  ağaç  ve  taştan  başka  bir  şey  görmezdi. “  diye  Allah'ın  yaratma  kanunlarına  aykırı  olan  bir  başka  masalımsı  düzmece  anlatılmaktadır.

Bu  ve  buna  benzer  rivayetlerle  anlatılan  hikâyeler,  Allah’ın  Kâinatı  yönetmede  oluşturduğu  Tabiat   Kanunlarına,  Sünnetullah’a,  Kur’an  ayetlerine  tamamen  aykırıdır. Çünkü  Kur’anda  Kasas  Sûresinin  86. ayetinde   “  Ve  sen  Kitab’ın  sana  vahyedileceğini  /  indirileceğini  ummuyordun.  O  ancak  Rabbinden  bir  rahmet  olarak  verildi. “  ifadeleriyle  Allah’tan  başka  kimsenin  bilmediği,  henüz  yapılmadığı  bir  görevlendirmeyi  taşların  ağaçların  ve  bir  başkasının  bilmesi  ve  Peygamberimizi  önceden  selamlaması  diye  bir  şey  olamaz.  Fabl  ve  Yüzüklerin  Efendisi  masallarının  dışında  taşın  ve  ağacın   konuştuğunu   bugüne  kadar  kim  görmüştür ?  Uydurma  ve  saçma  rivayetlerle  el  Emin  denilen  Peygamberimizi  günlerce  dağda  inzivaya  çekilmiş  ve  adeta  dağda  mecnun  olmuş  bir  kişiye  dönüştürmüşlerdir.  Elbette  ki  o  yörenin  insanları  gibi  Peygamberimiz  de  zaman  zaman  dinginlik,  serinlik  aramak  için  o  mağaralardan  birine  gitmiş  olabilir.  Ama  bunu  abartıp,  mana  alemi  denilen  bir  anlayışa  bağlı  olarak  ve  kerametlerle   Peygamberimizi  dağda  aklını  yitiren  mecnunluğa,  deliliğe  dönüştürmenin  kime  ne  yararı  olacaktır.  Bunları  kabul  etmek,  Kur'anın  bize  bir  beşer,  aranızdan  gelen  bir  arkadaşınız  diye  tanıttığı,  görevlendirdikten  sonra  henüz  insanların  karşısına  çıkarmadan  önce  aylarca  Kur'an  ayetlerini  vahyederek  eğittiği  Peygamberimizin  şahsına  yapılan  bir  hakaret  değil  midir ?  Bu  saçma  ve  uydurma  olan  hikâyelere  inananların  Peygamberimize  mecnun,  deli  diyen  müşriklerden  ne  farkı  olacaktır.  Halbuki  mecnun  olduğu  izlenimini  verecek  bir  hayat  içerisindeki  birine  Allah’ın  Nebilik  görevini  verdiği  düşünülebilir  mi ?  Aklını  kullanan,  Allah’ı  tanıyan,  Kur’anı  bilen  bir  insana  bu  iddialar mantıklı  ve  inandırıcı  gelebilir  mi ?  Çünkü  zaten  Kur’anda  da  Tekvir  Sûresinin  22. ayetinde  “  Ve  sizin  arkadaşınız  mecnun  /  deli  değildir.  “  denilerek  adeta  rivayetlerde  anlatılanların  saçmalığına  ve  tutarsızlığına  işaret  edilmektedir.

Kur’anda  İsra  Sûresinin  1 – 2.  ayetlerinde   Peygamberimize  Mescid  i  Haram'dan,  Mekke  yakınlarındaki  Mescid  i  Aksa'ya  gece  yürüyüşünün  yaptırıldığı  ve  bunun  ardından  oradaki  bahçenin  içerisindeki  son  sedir  ağacının  önünde  oluşan  kozmik  bir  perdenin  arkasından  Peygamber'e  seslenilerek  ilk  vahyin  nasıl  indirildiğinin  ayrıntıları  Necm  Sûresinin  1 – 18. ayetleriyle  anlatılmaktadır.  Ama  buna  rağmen,  Kur'an  ayetleriyle  bu  anlatılanların  aksine,  uydurma  hadis  ve  rivayetlerle  Müslümanların  çoğunluğunu  Peygamberimize  ilk  vahyin  Hira  mağarasında  indiğine  inandırmışlardır.  Bunu  sağlayan,  dilden  dile  dolaşarak,  her  birinin  de  kendi  kişiliğinin  arzularına  göre  bir  şeyler  eklemesi  mümkün  olan,  tevatür  denilen,  Buhari’nin  Tefsir  96 / 1. Vahiy  Kitabının  3  numaralı  Bab’ında  anlatılan  rivayeti,  Kur’an  merceğinde  incelemeye  çalışalım ;  “  Bize  Yahya  bin  Bükeyr,  ona  Leys,  ona  Ukalyl,  ona  İbni  Şihap,  ona  Urbe  bin  Zubeyr,  Urbe  de  müminlerin  annesi  Ayşe’den  tahdis  etti. /  Anlattı,  rivayet  etti,  Peygamberimizin  sözlerini  tekrar  etti.  Müminlerin  annesi  Ayşe  şöyle  dedi :

Resulullah’a  ilk  vahyin  başlayışı  uykuda  doğru  rüya  görmekle  olmuştur.  Her  gördüğü  rüya  sabah  aydınlığı  gibi  ortaya  çıkardı.  Sonra  ona  yalnızlık  sevdirildi.  Hira  dağındaki  mağaraya  yalnızlığa  çekilir,  belirli  gecelerde  ailesinin  yanına  gelinceye  kadar  ibadet  ederdi.  Tekrar  yiyecek  içecek  alır,  yine  giderdi.  Tekrar  Hatice’nin  yanına  döner,  yiyecek  içecek  tedarik  edip  yine  giderdi.  Ta  ki  vahiy  gelene  kadar.

Bir  gün  Hira  mağarasında  iken  melek  ona  geldi,  “ ikra “  oku  dedi.  O  da  “  Ben  okuyucu  değilim “  dedi.  Peygamber  buyurdu  ki ;  “  O  zaman  melek  beni  alıp  takatim  kesilinceye  kadar  sıkıştırdı.  Sonra  beni  bırakıp  yine  oku  dedi. “  Ben  de  ona  “  Ben  okuyucu  değilim “  dedim.  Böylece  beni  üç  defa  sıkıştırdı,  oku  dedi,  ben  de  üç  defa  “ Ben  okuyucu  değilim “  dedim.  Sonra  bırakıp :  “  Yaratan  Rabbinin  adıyla  oku !  İnsanı  kan  damlasından  yarattı.  Oku !  Rabbin  en  büyük  cömertliğin  sahibidir. “  Bunun  üzerine  Resulullah,  bu  ayetlerle  yüreği  titreyerek  Hatice’ye  döndü. “ Beni  sarıp  örtünüz ! “  dedi.  Korkusu  gidinceye  kadar  vücudunu  sarıp  örttüler.  Ondan  sonra  olanları  Hatice’ye  haber  verdi.  “  Kendimden  korktum “  dedi.  Hatice  de  :  “ Hayır,  vallahi  Allah  seni  ebediyen  rüsva  etmez.  Çünkü  sen  yakınlarına  sıla  yaparsın,  acizlerin  işini  görürsün,  fakire  yardım  eder,  misafiri  ağırlar,  hak  vekillerine  yardımcı  olursun. “  dedi.  Ve  hemen  peygamberi  alıp  amcasının  oğlu  Varaka’ya  götürdü.  Bu  kişi  cahiliye  döneminde  Hristiyan  olmuş  bir  kişi  idi.  İbranice  yazı  yazmasını  bilir,  İncil’den  Allah’ın  dilediği  kadar  bazı  şeyleri  İbranice  yazardı.  Ve  kördü.  Hatice  Varaka’ya :  “  Amca  oğlu  dinle !  Kardeşinin  oğlu  ne  söylüyor ? “  dedi.  Varaka  :  “  Ne  var  kardeşimin  oğlu  “  diye  sorunca,  Resulullah,  gördüğü  şeyleri  ona  haber  verdi.  Bunun  üzerine  Varaka : “  O  gördüğün,  Allah’ın   Musa’ya  indirdiği  Namus’tur.  Ne  olurdu,  senin  davetin  günlerinde  ben  de  genç  olsaydım.  Kavminin  seni  çıkaracakları  ( Hicrete  zorlayacakları  )  zaman  sağ  olsaydım. “  Bunun  üzerine  Resulullah :  “  Onlar  beni  çıkaracaklar  mı ? “  diye  sordu.  O  da  :  “  Senin  gibi  bir  şey  getirmiş  bir  kimse  yoktur  ki  düşmanlığa  uğramasın.  Şayet  senin  davet  günlerine  ulaşırsam  sana  son  derece  yardım  ederim. “  dedi.  Ondan  sonra  çok  geçmeden  Varaka  öldü.  Ve  bir  müddet  vahiy  kesildi.

Peygamberimize  elçilik  görevi,  40  yaşında  iken  M. S. 610  yılında,  ilk  olarak  Alak  Sûresinin  1 - 5. ayeti  " İkra  bismirabbikelleziy  halak  *  Halekalinsane  min  alak  *  İkra  verabbükel  ekrem  *  Elleziy  allemebil  kalem  *  Allemel  insane  malem  ya'lem "  ( Yaratan  Rabbinin  adına  oku  O,  insanı  alaktan / kan  pıhtısından  yarattı.  Oku ! Senin  Rabbin  kerem  / bütün  ikramların  ve  zenginliklerin  sahibidir.  O,  kalemi   yaratan,  insana  okumayı  yazmayı  öğretendir. )  ifadeleriyle  vahyedilmeye   başlanarak  verilmiştir.  Bu  ayetler  günümüze  gelinceye  kadar  büyük  çoğunlukla  yukarıda  yer  verdiğimiz  Sahihi  Buhari  denilen  imamın,  elden  ele,  dilden  dile  dolaşan  bu  rivayeti  ile  anlaşılmaya  çalışılmıştır.  Oysa  Yüce  Kitabımızın  bu  konulara  değinen  genel  yapısına  baktığımız  zaman,  bu  rivayetle  anlatılanların  Kur’anın  gerçeğine  uymadığını,  onaylanmadığını,  bir  çok  tutarsızlığı  ve  yanlışı  içerdiğini  görmekteyiz.

*  Rivayette  ilk  vahyin  uyku  esnasında  rüya  ile  başladığı  belirtilmektedir.  Halbuki  Necm  Sûresinin  12 – 13. ayetlerinde  “  Onun  gördüğü  şeyden  kuşku  mu  duyuyorsunuz ?  Andolsun  onu  başka  bir  inişte  daha  gördü. “  denilen  ayetler  Peygamberimizin  göreve  başladığının  ikinci  yılında  nazil  olarak,  uykuda  değil  de  ilk  vahyin  nasıl  indiğine  işaret  edilmektedir. Eğer  iddia  edildiği  gibi  ilk  vahiyler  rüyada  inmiş   ise,  bu  ayetlerin  ve  daha  başka  ayetlerin  de  Alak  Sûresinden  önce  inmiş  olması  ve  Kur’anda  yer  alması  gerekirdi.  Böyle  bir  iddia  ise,  vahyin  eksik  toparlandığının  kabulü  olur  ki,  bu  hem  tarihi  bilgilere  hem  de  Rabbimizin  Kitabını  koruma  vaadine  ters  düşer.

*  Rivayette  mağarada  sanki   görevlendirilmeden  önce  yoğun  ibadet  içerisindeki  bir  Peygamber  portresi  anlatılmaktadır. Halbuki  Kur'anda  Duha  Sûresinin  7. ayetinde  "  Seni  yolunu  kaybetmiş  olarak  bulup  da  yola  iletmedi  mi ? "  denilerek  ve  yine  Şura  Sûresinin  52. ayetinde  "  İşte  böylece  Biz,  sana  da  Kendi  emrimizden  olan  ruhu  /  bilgiyi,  Kur'anı  vahyettik. Sen  kitap  nedir  iman  nedir  bilmezdin. "  denilerek  Peygamberimizin  daha  önceki  durumunun  inanç  bakımından  orada   müşrik  olarak  yaşayan  insanlardan   pek  farklı  olmadığı  anlatılmaktadır. Bu  ifadelerle  de  rivayetin  sonradan  kurgulandığı  açıkça  ortaya  çıkmaktadır. 

* Ayşe’den  rivayet  edilenler  doğru  ise,  rivayette  sözü  edilen  vahiyler  ancak  Ayşe’nin  olayları  hatırlayabileceği  çağa  ve  Peygamberimizin  evine  dahil  olduğu  döneme  ait  olabilir.  Rivayet,  Ayşe’nin  ağzıyla  sanki  Ayşe  olaylara  tanık  olmuş  ve  anlatmış  gibi  aktarılmış.  Halbuki  herkes  tarafından  bilinmektedir  ki,  ilk  vahiyler  geldiğinde  Ayşe  küçük  bir  çocuktur,  ailenin  içinde  değildir,  Peygamberimiz  de  Hatice  validemizle  evlidir. Hatice  validemiz  cahil  bir  kadın  değildir,  üstelik  de  ticaret  kervanlarının  sahibi  ve  yöneticisi  bir  kadındır. Hatice  validemizin  ağzından  neden  böyle  bir  şey  anlatılmamıştır ? Üstelik  Peygamberimiz  on  yıllık  Mekke  döneminde  peygamberliğini  yayma  mücadelesinden  sonra  Mekke'den  Medine'ye  hicretinin  ardından  Ayşe  valideyle  Medine'de  evlenmiştir.

* İlk  vahyin  geldiği  esnada  Kur’anda  yine  Necm  Sûresinin  11.  ve  17.  ayetinde  “  Gönlü  gördüğünü   yalanlamadı.  Göz  şaşmadı  ve  azmadı. “  ifadeleriyle   Peygamberimizin  korkmadığı  ürpermediği  belirtilmektedir.

* Allah'tan  başka  gaybı  kimsenin  bilmesinin  mümkün  olmamasına  karşın,  rivayetin  içine  Varakanın  geleceği  bilmesi  ve  Peygamberimizin  Hicretine  de  atıf  yapılması,  üstelik  de  Kur’anda  İbrahim  Sûresinin  13. ayetinde  “  Ve  kâfirler  elçilerine :   Ya  sizi  kesinlikle  yurdumuzdan  çıkaracağız,  ya  da  kesinlikle  bizim  dinimize / yaşam  tarzımıza  döneceksiniz   dediler. “  benzer  ifadelerin  yer  almasından  dolayı,  bütün  rivayet  anlatımlarının  sonradan  kurgulandığının   kanıtı  olmaktadır.

*  İnsanların  yanlış  olarak  inandırıldığı  gibi,  insan  kılığına  dönüşebilen,  konuşan  melek  diye  bir  metafizik  varlık  yoktur. Üstelik  de  Rahman  Sûresinin  1. ayetinde  "  Er  rahman  allemel  Kur'an "  ifadesiyle  Kur'anı  peygamberimize  bizzat  Rahman'ın  öğrettiği  anlatılmakta,  birçok  ayette  de  vahyi  Kendisinin  ilga  ile  nüfuz  ettirdiğinden  söz  edilmektedir. Eğer  bu  rivayet  doğruysa  ve  gerçekte  olmayan  Cebrail  meleği  gelip  Peygamberimizi  üç  defa  sıkıştırıp,  üç  defa  ağzından  “ oku “  sözü  çıktıysa,  Kur’anda  da  Alak  Sûresinin  ilk  ayetinin  içerisinde  üç  defa  bu  sözün  yer  alması  gerekirdi.  Oysa  bir  defa  “ İkra “  oku  sözünün  olduğunu  görüyoruz.  Ve  yine  eğer  bu  rivayet  doğru  sayılırsa,  Kur’anda  Enam  Sûresinin  14. ayetinde  “  De  ki :  Ben  Müslümanların  ilki  olmakla  emrolundum. “  ayetinin  aksine  ilk  mümin,  ilk  Müslüman  Peygamberimiz  değil,  hemen  ona  inanmış  olan  Hatice  validemizin  olduğunu  kabul  etmek  gerekir.

* Peygamberimize  ilk  vahyedilen  Alak  Sûresinin  1 -  5. ayetlerinin  içerisinde,  "  Yaratan  Rabbinin  adına  oku  / öğren,  öğret  O,  insanı  alaktan  /  kan  pıhtısından  yarattı.  Oku !  Senin  Rabbin  kerem  sahibidir. /  bütün  ikramların  ve  zenginliklerin  sahibi  olan  Rabbini  tanı.  O,  kalemi   yaratan,  insana  okumayı  yazmayı  öğretendir. "  ifadeleriyle  Yüce  Rabbimiz  Kendisini  Alemlerin  Rabbi,  Yaratan,  Kerem  Sahibi,  Kalemi  yaratıp  okumayı  yazmayı  öğreten  olarak  tanıtmaktadır  ve  henüz  " Allah "  lafzı  yoktur.  Bu  ismi  çok  zaman  sonra  İhlas  Sûresi  içerisinde  ilk  defa  kullanacaktır.  Bu  nedenle  rivayetin  içerisinde  yer  alan  " Allah "  ismi  ile  ilgili  konuşmalar  da  rivayetin  sonradan  kurgulandığını  göstermektedir. Rivayetin  sonunda  da  “ Bir  müddet  vahiy  kesildi  “  ifadesine  bağlı  olarak  da  ardından  pek  çok  tutarsız  başka  rivayetler  uydurulmuş,  konu  daha  da  kapsamlı  ve  masalımsı  best  seller  bir  dizi  haline  getirilmiştir. Üstelik  indirilen  bu  ayetlerin  ardından  hemen  ertesi  günü  insanların  karşısına  çık  da  peygamberliğini  ilân  et  denilmemiş,  Peygamberimiz  bir  süre  başka  ayetlerle  eğitilmiş,  bilgilendirilmiş  ve  hazır  hale  geldiğinde  de  insanların  karşısına  çıkması  emredilmiştir.

* Kur’ana   göre  ise  ilk  vahiy  Hira  mağarasında  değil,  uydurma  miraç  olayı  ile  çoğunluğun  yanlış  olarak  Kudüs'te  olduğunu  zannettiği,  fakat  aslında  Mekke’nin  çok  yakınında  bir  yer  olan  Mescidi  Aksa  denilen  yerin  Cennetu’l  Meva  ifadesiyle  belirtilen  bahçesindeki  sedir  ağacının  bulunduğu  yerde  gelmiştir.  Hira  mağarası  ile  ilgili  rivayetler,  hem  peygamberimizi  hem  de  vahyi  rencide  eder.  Kur’anın  Peygamberimize  ilk  vahyedilen  Alak  Sûresinin  ilk  beş  ayeti  ile  ilgili  daha  geniş  bilgileri  sitemizde ( Kur’anımız  Nasıl  Bir  Kitaptır  veya  Miraç  Efsanesi  ile  Kandil  Gecesini  Yaşamak  başlıklı  ) yazılarımızda  bulabilirsiniz.

Tarih  boyunca  insanlar,  Allah’ın  ayetlerine  ve  bu  ayetlerle  yaptığı  uyarılara  hep  karşı  bir  direnç  göstermişler  veya   zorla  inandıklarından  sonra  da  bu  yetmez  düşünceleri  ile  ayetlerin  bir  kısmını  tahrif  ederek  ve  kendi  öngörülerine  göre  ilaveler  yapmışlardır.  Kur'anda  bir  beşer,  sadece  vahye  uyan  ve  aralarından  seçilmiş  bir  arkadaş  olduğu  belirtilen  Peygamberimizi  rivayetlerle,  hurafelerle  kerametlerle  adeta  doğa  ve  insan  üstü  bir  yapıya  dönüştürüp  bu   yanlış  inançları  gelenekleştirmişler,  sonradan  gelenler  de,  düşünmeden,  sorgulamadan  hep  biz  atalarımızdan  öğrendiklerimizden,  geleneklerimizden  vazgeçmeyiz   zihniyetinde  ve  direncinde  olmuşlardır. Maalesef  bin  iki  yüz  yıldır  bugün  de  aynı  zihniyet,  aynı  hastalık  devam  etmektedir.  Bugünün  din  uleması  ve  görevlileri  de,  Allah’ın  saf  ve  tertemiz  dinine  sokulan,  Kur’anın  terk  edilerek  veya  geri  planda  bırakılarak,  uydurma  hadis  ve  rivayetlerle  yaşanan  dinde,  aklı   devreye  sokarak  herhangi  bir  düzeltmeye  gidememektedirler.  Halbuki  sorgulanmadan  yaşanan  din,  ama  doğru  veya  ama  yanlış  ataların,  geleneklerin  ve  törelerin  dinidir.  Sorgulamak  için  de  yegâne  kaynak  Kur’andır.  Oysa  bugün  hadis  ve  rivayetlerin  istilası  ile  Kur’an  anlaşılmak  üzere  okunmayan,  terk  edilerek  geri  planda  bırakılan,  sadece  Arapçası  okunularak  sevabının  ölülere  bağışlandığı  mezarlıkların  Kitabı  olma  konumundadır.  İçinde  hangi  uyarıların  ve  öğütlerin  bulunduğu  bilinmediğinden,  Kur’anın  ve  Allah’ın  Hakk  Dininin  gerçeklerine  yönelme  sağlanamamaktadır. Yanlış  inanç  ve  din  adına  uygulanan  ritüeller,  çoğunlukla  doğru  bilindiği  zannedilerek  aynen  yanlış  olarak  yaşanmaya  devam  edilmektedir. Allah'ın  selamı,  rahmeti  ve  hayatın  rehberi  edinilebilen  Kur'anın  doğruları  sizinle  olsun !...

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR ! RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !...

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an )

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET