Din, doğruyu ve güzeli, ahlâkı ve adaleti, sevgiyi ve barışı, huzuru ve mutluluğu, üretimi ve paylaşmayı toplumların yaşamına hakim kılmalıdır. Bu nedenle insanın yaratılışından bu yana, Allah katında bu hedeflere ulaştırabilecek, birlikte yaşama kurallarını sadece Allah'ın belirlediği tek bir din vardır, o da Allah’a ait Hakk Din olan İslam’dır. Bu da Tevhit'e, Allah’ı birleme ( Lailâhe illallah ) Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur demenin, sadece Allah’ı tesbih edip / her türlü karalama ve saldırılardan arındırıp, yücelterek ortak koşmadan Allah’ın kitaplarında belirlediği gibi iyi bir insan olma yolunda hareket etme ve şuuruna dayanır. Bu şuurda sınıfsal farklılık ve aracı ilâhlarla hiyerarşi yoktur, Allah'ın Kendi hükmüne peygamberler de dahil hiç bir kimseyi ortak etmeyeceği, yapacaklarını hiç bir kimseye ve aracıya havale etmeyeceği bilinir. Zamanımızda ve kıyamete kadar da bu şuurun ve öğretinin yegâne kaynağı da Kur’an olacaktır. Yüce Kitabımız Kur’anda Ali İmran Sûresinin 85. ayetinde “ Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o din ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. “ denildiği halde, Kur’anın içinde nelerin olduğunu bilmeyen ülkemizdeki insanlarımızın büyük çoğunluğu Müslümanlığı, Kur’anın Hakk Dini İslam’la değil de, yüz yıllardır uydurulmuş hadis ve rivayetlerle Kur’anın dışında Tarikat ve Cemaat toplantılarıyla kulaktan kulağa aktarılarak ortaya atılmış, aksine Tevhit inancının ve bilincinin tamamen dışında, önderlerinin de aşk dini olduğunu söyledikleri Tasavvufi Sufi unsurlarla oluşturulmuş bir dini yaşamaktadır. Biz de bu yazımızda Kur'anın İslam'ı olan Hakk Dinin doğrularının ışığı altında Tasavvufi Din ve Felsefesi konusunu ana hatları ile ele almaya çalışacağız.
Tasavvufun, kollarının ve meşreplerinin her birinin, her kafadan çıkan ayrı sesle yüzlerce Evliya ve müctehid tarafından yapılmış, edep, marifet, hakikat, şeriat, zahir, batın, tahakkuk ayrıntıları ile ilgili binlerce sayıya varan pek çok tanımı bulunmakta ve ana hatlarıyla “ Her şeyden önce hayatı Kur’an ve Sünnet istikametinde tanzim edebilme gayretidir “ denilse de, insanları Allah'la aldatarak uyuşturmanın dışında pek gerçekçi olmamakta, aslında bu inancın içerisinde Kur'an bulunmamakta, sadece bazı ayetleri saptırılarak zaman zaman bir araç olarak kullanılmakta, hazret unvanı ile yüceltilen birtakım Evliya, Mürşit denilen aracı kişiler, şirkin ta kendisi olarak Allah'a ortak yapılmaktadır. Tasavvufu oluşturan Sufilik ise " gönlü saf, temiz, ermiş, zahirde / görünürde halk ile, batında / gerçekte Hakk ile olan, nefsinde ölen, Hakk ile diri kalan " olarak tanımlansa da, Kur’an anlaşılmak için okunmadığı, çoğunlukla aklın kullanılarak devreye sokulmadığı, sorgulanamadığı ve içine girildiği zaman Kur’anla hiç ilgisinin de olmadığı, Peygamberin getirdiğinin ve Kur’anın yerine Evliya, Şeyh ve Mürşidin mana ötesi ile hakikati arama yalanlarıyla uydurduğu bambaşka bir inanç felsefesi ve din olduğu görülür. Tasavvuf ve Sufilik sözcükleri bir terim olarak Kur'an ayetlerinde yer almaz. Peygamberimizin zamanında böyle akımlar da yoktur. Müslümanlar Tasavvuf sözcüğü ve hareketi ile Irak, Horasan, Suriye ve Mısır'da eş zamanlı olarak çeşitli isimler altında 8. yüzyıldan itibaren tanışmaya başlamış iseler de Anadolu'ya İslam, dokuz yüzlü yıllarda Kur’anla değil, maalesef sufi denilen abid / sürekli ibadet halinde olan ve zahid / dünya nimetlerine ve maddeye karşı ilgisiz olma halinde tavır takınan kişilerle, uydurma hadis, rivayet ve kerametlerle kamufle edilmiş Tasavvuf ile gelmiştir. Elde çoğaltılmış ve yazılı bir Kur'an olmadığı, Kur’anı anlamak üzere okuyamadığı, içinde nelerin olduğunu bilmediği için, Kur’andan uzak, cehalet ile biat etme yapısı içinde olan ümmet, yüzyıllardır kültür ile geleneği, gelenek ile de dini birbirine karıştırıp, aklını kullanıp da sorgulayamadığından, Allah'la aldatılmanın farkına da varamamış, önüne konulan Tasavvuf dayatmasının esaretinden ne yazık ki kurtulamamış, onunla karışık bir dini, yaşam ve İslam olarak kabul etmiştir.
Tasavvuf, Peygamberimizin vefatından bir süre sonra İslam’ın yozlaştırıldığı, adına uydurulan binlerce hadis ve rivayete sünnet denilip ardından gerçek dışı binlerce uydurma kerametin devreye sokulup, mütedeyyin insanların maalesef Allah’la aldatıldığı alanlardan en etkili, şirk ve küfür içinde olmanın en önde gelen heyula ( en korkunç ) bir aracı olmuştur. Tasavvuf sözcüğü Arapçada yün anlamındaki " sûf " kökünden gelmektedir. Yoğunlaşmış ibadet yolunu tutanlara da o dönemde yün elbise giymiş anlamına gelmek üzere " Sûfî " denilmeye başlanmıştır. Tasavvuf içinde olanlar Kur’anı anlamak üzere okumazlar. Kendilerine zaten sadece Arapça hatim etmenin dışında bir şey anlamazsınız diye de okutturulmaz. İnsanların elinde Türkçe meallendirilerek yazılarak çoğaltılmış bir Kur'an da yoktur. İlmin Şeyhlerine doğrudan doğruya Allah’tan geleceğine inandırılırlar. Kur’an Tasavvufun kitabı değildir. Tasavvufun uydurma kerametlerle dolu kendi kitapları vardır, ama müritler onları da okuyup içinde nelerin olduğunu bilmezler ve akıl ile sorgulamazlar. Çünkü Tasavvuf dini, okumanın ve öğrenmenin, aklın ve ilmin karşısındadır. Tasavvufun bütün mürşitlerinde olduğu gibi İmam Gazali de dahil, en ünlü ve önde sayılan Velilerinden olan Muhyiddini Arabi ( İbnü’l Arabi ) “ Her Peygamberin deccali bir firavun vardır, Evliyanın deccali ise fakihler ve alimlerdir. “ dediğinden dolayı daha baştan Felsefeye, Filozoflara, Tasavvufta düşünmenin, aklın, sorgulamanın, ilmin kapısı kapatılmaktadır. Halbuki gerçek İslam’ın kaynağı Kur’anda ilk vahiy " oku / öğren, öğret, topla, dağıt " emriyle başlamakta, Zuhruf Sûresinin 2. ayetinde " Mubin / apaçık Kitap kanıttır ki : Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir okuma yaptık. " Furkan Sûresinin 43 - 44. ayetlerinde “ Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü ? Yoksa sen onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun ? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar / aşağıdırlar. “ Enfal Sûresinin 22. ayetinde “ Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. “ denildiği gibi onlarca ayette de akledin diyen ifadelerle Kur'anın İslam'ında okumaya, öğrenmeye, ilme, düşünmeye ve sorgulamanın önemine dikkat çekilmekte, görmeyen, duymayan, sormayan, konuşmayan, sürü gibi olan insanlar kınanmaktadır.
Tasavvuf, inançları ve temel ilkeleri ile Yunan Helenizminin, Yahudiliğin Kabbala, Hristiyanlığın Mistitizm, Budizmin Nirvana, İran Mecusiliğinin, bir kısmı da İslam’ın harmanlanmasından “ dünya nimetlerinden asgari ölçüde vazgeçerek, başlangıçta kişilerin ve çevrenin kınamasını umursamayarak, Allah'ın kınaması korkusundan korkmak olarak niteledikleri melamilik ile, melamet hırkasını giyip kâmil insan olma hedefiyle adeta hayatı terk ederek ömrünü büyük ölçüde ibadetle geçirme “ anlayışının Hristiyanlardaki kendisini kiliseye adayan ruhban sınıfının taklidi olarak ( sözde ) İslam’la sıvanarak aktarılmış halidir. Rahip ve Rahibeler gibi kendilerini dine adayarak evlenmedikleri gibi, bizdeki Mürşitler de evlenmemekte ama her türlü sapkınlığın içerisinde de olabilmektedirler. Dolayısıyla Tasavvuf Dini, İslam Dinine alternatif olarak üretilmiş apayrı bir dindir. Bu dinle ilgili olarak yedi yüz yıllarından itibaren İlk defa Hasan Basri ve onun iki talebesi Ferkad Es Sabahi ( Irak ölümü 729 ) ile aslında daha önce de İran'da bir tefeci olan Habibi Acemi ( Irak ölümü 738 ) tarafından Tasavvuf ilminden söz edilmeye başlanmıştır. Ferkad Es Sabahi ilim sahibi olarak fesahata ve belagata uygun ( İkna edici ve inandırıcı konuşma ile ) faziletli Tasavvuf hadislerini, bu konularda cahil olduğu, Kur'anı da doğru dürüst bilmediği için Habibi Acemi de Tasavvufi kerametleri uydurmaya başlayarak, Tasavvufun filizlenmesine zemin hazırlamışlardır. Malik bin Dinar, Fazıl Rakkasi, Cabir bin Hayyam, Mansur bin Ammar, Hallacı Mansur, Cüneyd Bağdadi, Beyazidi Bestami yazdıkları eserlerle ilk dönemin Tasavvuf inancının kurucuları olmuşlar, hemen bu yüz yılın akabinde Yunan Felsefesinden büyük ölçüde etkilenen İslam filozoflarından Farabi ( ölüm 951 ) Sudûr / taşma adlı eserinde Allah zorunlu varlık, salt akıl olmasından dolayı “ Allah kendinden başka bir şey yaratmadı, her şey Allah’tan sudûr etti ( saçıldı ) her şey ondan çıktı, her şey onunla bir olan onun parçalarıdır. “ ( el - Medinetü'l fadıla, sa. 37 - 58, es Siyasetü'l - medeniyye sa. 31 - 55 ) demiş, böylece Tasavvuf inancının temeli atılmıştır.
Daha sonra Tasavvufa en büyük ve kökleşecek esası getiren de İspanyadaki Endülüs’te doğup yetişmiş olan, bu eserlerden, İhvan es Safa risalelerinden Hallacı Mansur’un ( İran 858 – 922 ) Enel Hakk / Ben de Allah’ım, Fenâ fillah / Allah’ta eriyip yok olma, Hakk ve Halk Bir'dir felsefesinden etkilenen, kendisine İbnü’l Arabi / et Tayy'i el Hatimi / ışınlanarak mekân değiştirebilen de denilen Muhyiddin i Arabi ( 1165 – 1240 ) olmuştur. Yahudilerin Tasavvufu olan Kabbala önderlerine mistitizmi ve Tasavvuf felsefesini öğretirken, onlardan da uydurma ebcet, cifir / şifre ilmini / Harf ve rakamlarla uydurma geleceği belirleme kandırmacasını öğrenmiştir. Bu yolla adeta falcılık yaparak sultanları dahi etkisi altına alarak yönlendirebilmiş, bir çok alimin kendisini sapkın, ikircikli bir yapıda olarak nitelendirmesine rağmen, Kuzey Afrika, Mısır, Mekke, Medine ve Anadolu'ya kadar gittiği, gezdiği bütün yerlerde çok büyük itibar görmüştür. Fenâ Fillah inancında ( Allah’ta yok olmak ) geleneksel felsefesini geliştirmiş, eserler yazmıştır. İbnü’l Arabi eserlerinde “ Tanrı üçtür diyen Hristiyanlar yanılmışlardır, halbuki Allah sonsuzdur, sonsuz sayıda görünen her şey Allah’ın parçalarıdır, Allah Kendinden başka bir şey yaratmamıştır, yaratılmış olduğunu gördüğünüz her şey vücudun birliğidir. ( Mevcudatın birliği ) “ ( Füsûsul Hikem sa. 267 Türkçe çevirisi sa. 171 ) “ Vahdet i Vücut / La Mevcuda İllallah / Allah’tan başka mevcut yoktur, “ diyerek Panteist felsefesini yaygınlaştırmıştır. Her ne kadar mantık açısından Yaratan, yaratılmışdan ayırtedilmiş ise de Tenzih ile Teşbih, aşkınlığın yüklendiği Hak, içkinliğin yüklendiği Halk ile aynıdır ( Füsus sa. 106 ) demiş, Bir'le çok arasındaki münasebeti Hak ve Halk olarak ifade etmiştir. Bu münasebetleri de " Ayna - hayal, Şey ve gölgesi, Kalpler ve dönüş, Nokta ve daire, Beden ve azaları mecazları ile açıklamaya çalışmıştır. ( Füsus sa. 103 - 252, Fütuhat II Sa. 467 )
O'na göre bu felsefenin temeli de " Sen kulsun ve tanrısın ... Sen tanrısın ve kulsun ..." ( Fisusul Hikem Vahiyden Kültüre Celaleddin Vatandaş Pınar yayınları sa. 160. ) " O beni över, ben de O'nu, O bana tapınır, ben de O'na " ( Füsûs sa. 283 İbnü'l Arabi Sufilik ve Fena Görüşü ) dediğinden neye taparsanız Allah’a tapmış olursunuzdur. Tasavvuftaki bu inanca göre kâfirler de, müşrikler de, Hinduların ayaklarını yıkayıp taptıkları taştan fil heykeli de, bütün putlar da Allah’ın bir parçasıdır, çünkü onlara göre Allah her şeyi nurundan yarattı, iyiliğinden iyileri, kötülüğünden de kötüleri yarattı. Allah Kendini cezalandırmayacağına göre Musa da birdir, Firavun da birdir, ikisi de Cennete girecektir denilmektedir. Peki o zaman sormamız gerekir ! Kur'anda yüzlerce ayette, Allah'ın ayetlerini inkâr eden kâfirlere, canlı cansız her türlü putu Allah'a ortak koşup şirke bulaşan müşriklere, yalanlarla aldatan, emeğini sömüren, insanlara zulüm eden zalimlere, Ahiret gününü ve Cehennem azabını hatırlatan uyarılar neden bulunmaktadır ? Bu uyarılar kimleredir ?
Tasavvufa göre ilkelerini ve inancını yaşayarak anlatanlar, ya Kesbidir ( İlmini çalışarak elde etmiştir. ) ya Vehbidir ( İlmi kendisine Allah’ın bir hibesidir ) denilir. Onlar ilmi, Allah’la ilişki kurarak, okumadan, eğitim görmeden doğrudan Allah’tan aldıklarını, yazdıkları bütün eserleri kendilerinin yazmadığını, onlara vahiy diyemezler de ilhamatla yazdırıldığını söylerler. Bunlara aynı zamanda Müceddit ( Dindeki yanlışlıkları düzeltecek olan alim ) denir. Bu inancı savunmak için de, Süneni Ebi Davud Kitabı Melahimede yer aldığına göre Peygamberimizin adına da güya “ Her yüz senenin başında Allah, bu ümmete dini yenileyen bir müceddit gönderir, dinin emirlerini yeniler. “ dediği bir rivayeti uydurmuşlardır. Bu hadis'e inanmış olanlara, Enam Sûresinin 50. ayetinde Peygamberimizin " Ben gaybı bilmem, melek de değilim " bir çok ayette ben bir beşerim, bana vahyedilene tabi oluyorum, sadece bir uyarıcıyım dediğini önemle hatırlatalım. Üstelik Allah'ın son Elçisine indirdiği en son vahyinin / Kur'anın yenilenmeye de ihtiyacı yoktur.
Herhalde bu bağlamda da müritlerinin zamanımızın Müceddidi, Üstadı, Bediüzzaman Hazretleri ( Zamanın yoktan yaratanı ) unvanını yükledikleri Saidi Nursi de, Tasavvuf felsefesindeki yaratılışta sırlardan biri olarak kabul edilen Nur ve Naz makamı kavramından yola çıkarak, yazdığı eserlerine Risale i Nur adını vermiştir. Aynı zamanda bu eserlerin etrafında toplanan insanların oluşturduğu Nur Tarikatının kurucusu olan Saidi Nursi ( 1877 - 1960 ) Sırrı dekayık ( ince sırların kaynağı ) Feyyazi Rahmani ( Allah'ın feyizlerini veren ) Züddet ül meani ( manaların özü ) Lütfu Yezdan ( Allah'ın lütfu ) diyerek övdüğü, şirke bulaştıklarının dahi farkında olmayan talebelerinin de din ve inanç için adeta Kur'anın önüne koyduğu Hizmeti İmaniye, Kur'aniye adını verdiği Risale i Nur külliyatı eserlerini, Tasavvuf Dininin bütün Kutup ve Evliyası gibi, o da kendisinin yazmadığını, ilhamatla yazdırıldığını ima etmiş, mektubat numaraları ve Kitabı mubinin nurlu lemaatıdır diyerek lemalar halinde yayınlamıştır. Ama tarih boyunca görülmüştür ki Kehf Sûresinin 104. ayetinde “ Onlar yapay olarak güzellik ürettiklerini sanırken, dünyadaki çalışmaları / bütün çabaları boşa gitmiş olan kimselerdir. “ uyarısı ile güzel bir iş yapıldığı zannedilerek hatalar içerisinde olunabileceği önemle vurgulandığı halde Mücedditlerin bazıları, Din adına iyi bir şey yaptıkları inancıyla, farkında olmadan dahi olsa Allah’ın gerçek Hakk Dinini tahrif eden, ortadan kaldıran Mütecedditlere dönüşmüşler, bir çok Kur'an ayetinin uyarılarına rağmen, aksine Dinin paramparça edilmesinin sorumluları olmuşlardır. ( Risale i Nur'da Sırlar ve Kerametler başlıklı yazımıza bakabilirsiniz. )
Tasavvufun temel inancını oluşturan ve ardından yüz yıllarca geçen zaman içerisinde pek çok Velinin / Evliyanın, Şeyhin benimseyip izinden gittiği Muhyiddin i Arabi’nin bu felsefesini Kur’an ayetleri ve Tevhit öğretisi içerisinde inceleyecek olursak, Allah’ın Kur’anda bize belirttiği ayetlerine, Vahdaniyet, Muhalefetün lil havadis, Vücut, Kıdem, Beka ve Kıyam Binefsihi sınırsızlık / sonsuzluk olan zatı sıfatlarına aykırıdır, küfür ve şirk ile dolu ve İslam’dan bambaşka bir din olduğu görülür. Oysa Kur’anda ;
İHLAS 1 – 4 : O Allah, Ehad’dır / Eşi ve benzeri yoktur. Samed’dir. / Hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şey O'na muhtaçtır. Doğurulmamıştır, doğurmamıştır, Ve O’na hiçbir şey denk olmamıştır.
ENAM 101 : O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun eşi olmadığı halde nasıl olur da O’nun çocuğu olabilir. Ve O, her şeyi oluşturmuştur. Ve her şeyi en iyi bilendir.
Ayetleriyle Yüce Rabbimiz Allah’ın doğurmamış, Kendisinden sûdur etmiş herhangi bir parçasının, oğlunun, eşinin ve benzerinin, Kendisinden başka bir denginin de olamayacağı, her şeyi de yoktan yarattığı belirtilmektedir. ( Allah'ı Kur'an ile Tanıyalım başlıklı yazımızda daha geniş bilgi bulabilirsiniz. )
On birinci yüz yılda Bağdat’ta Nizamiye Medreselerinin kurulmasıyla, " Sufinin marifet nuru, takva nurunu söndürmez. Sufi, Kur'an ve hadisin zahiri hükümleriyle çelişen batıni bir ilimden söz etmez. Sahip olduğu kerametler, Allah'ın mahremiyet perdelerini yırtmasına sebep olmaz. " ( El Luma sa. 61. ) diyerek hadisleri de devreye sokarak kendince tasavvufu tanımlayıp öven, önce İmam Kuşeyri ( İran 986 – 1072 ) ve ardından " Zahiri ilimlerle Allah'a yaklaşılır düşüncesinde olanlar mecnundur. " ( İhya I. 26 ) diyerek müspet bilimi, okuyup öğrenmeyi ve sorgulamayı da yasaklayan, filozofların ve düşünürlerin karşısında olan İmam Gazali ( İran 1058 – 1111 ) de baş Müderris yapılınca artık bu felsefenin ardından giden yüzlerce Sufi yetiştirilmeye başlanmış, Tasavvufun öğretileri ile Allah'la aldatmanın en yoğun dönemine ulaşılmıştır. Böylece dinini öğrenmek isteyen mütedeyyin insanlara anlayarak okunan Kur'an, ilim ve aklın kullanılmasını öneren İbn i Rüşt değil, İmam Gazali okutturulduğu için, elini eteğini dünyadan çekerek Tasavvufu yaşayanlar, kendilerine Zâhidler, Zuhhat, ( Mal mülk sevdasından dünya nimetlerinden yüz çevirenler ) Ulvab, Tevvabu ( çok tevbe eden ) Kutsas ( Gerçek dışı çok hikâye anlatan ) keramet sahibi denilen, ilimden, gelişmeden, medeniyetten uzak, üretimi olmayan, çalışmayan, hiç bir işe yaramayan, bir lokma, bir hırka diyen miskinleşmiş ve uyuşmuş Sufilerle, müritlerle Tekke ve Zaviyeler dolup taşmıştır.
Yetiştirilen bu Sufiler daha sonra elde Musa'nın asası, yol erenleri görünümüyle, anlattıkları gerçek dışı uhrevi kerametlerle, daha sonraları da Ehlisünnet, ve Ehlibeyt denilen Şii Alevi mezhep bölünmeleriyle ortaya çıkan Abdallar, Dedeler, Pirler de bu kervana kendi inanç kültürleriyle katılarak, şiirler, deyişler söyleyerek köy köy, köşe bucak, karış karış dolaşmış, Kur'andan uzak olan yeni bir din ve inanç olgusunu Anadolu'ya, tüm orta doğuya, Horasan, Türkistan ve uzak doğuya aşılamışlardır. Oysa Kur’anda Tevbe Sûresinin 31. ayetinde “ Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini / din adamlarını tanrı edindiler. “ uyarısı da görülmezden gelinmesine rağmen, bir çok ayetle, Din adamları sınıfı deşifre edilmekte, şirk tehlikesine dikkat çekilerek gündeme getirilmektedir. Bütün bu uyarılara rağmen aradan geçen yüzyıllar sonunda bu felsefe ve inanç sisteminin devamında bugünün şalvar, cübbe, sarık, sakal ile dindar görünümlerini aksettiren, siyaseti de ele geçirerek dinci olmuş Zuhhat ve Zâhidlerini de karşılaştıracak olursak, artık elde Musa'nın asası, yol erenleri görünümü de kalmamıştır. Bir lokma, bir hırka yerine, Allah'la aldatarak sömürdükleri, istismar ettikleri mütedeyyin insanların sayesinde kurdukları vakıflarla, şirketlerle, hepsinin bir eli yağda, bir eli balda, son model arabalarla havuzlu villalarda, el altında tutulan ve aklını kullanamayan, el etek öpen, el pençe divan duran köleleştirilmiş hizmetçi müritlerle lüks bir yaşamın içerisindedirler.
Tasavvufun Vahdeti Vücut ( Vahdetin birliği ) ve Gavs olmak üzere iki unsuru vardır. Ricalül Gayb ( Gayb Erenleri ) ( Gaybi bilen ) denilen ( Çağrıldığı zaman daima orada hazır olan ) bir Hazrete bağlanmadan, Kutbul Aktab ( Kutuplar Kutbu ) ( Her şeyin onun etrafında döndüğü değirmen taşının mili ) Gavs olmadan Tasavvuf olmaz. Evliyanın en yüksek mertebesinde bulunan Kutbul Aktab’a ( Kutuplar Kutbuna ) aynı zamanda Gavs Hazretleri denir. Gavsların, Allah’ın bütün bilgisine ( Gaybi bilgilere ) ortak olduğuna inanılır. Tasavvufta sadece bir kişi Allah’ın sevgilisidir. O da Gavs Hazretleridir. Halbuki Peygamberimiz de dahil bütün peygamberler ( Ricalül Gayb ) gaybi bilenler değillerdi. Kur’anda Fussilet Sûresinin 6. ayetinde “ De ki “ Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana “ Sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. “ Necm Sûresinin 2 – 4. ayetlerinde “ Arkadaşınız deli mecnun değildir. / sapmamıştır, azmamıştır. O boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. Ahkaf Sûresinin 9. ayetinde de “ De ki : Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben apaçık bir uyarıcıyım. “ Yine Enam Sûresinin 50. ayetinde de " De ki : Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Size Ben bir meleğim de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum. " ifadeleriyle Peygamberimizin gaybı bilmediği, bir beşer, onların arasından gelen ve onlardan farklı olmayan bir arkadaşları ve sadece bir uyarıcı olduğu dile getirilmektedir.
Tasavvufta her bilgi, her şey sadece Mürşitlerin kendilerinin vakıf olduğu sır haline getirilip kandırma yoluna gidildiği için, mevcut olan üç sır kavramına ve bunlardan yaratılış teorisindeki sırra ve inançlarına göre " Allah, önce bir nur var etti. Allah yarattığı bu nura da aşık oldu. " Sonra her şeyi de bu nurun aşkına yarattı. Bu nur, Adem Peygamberle Havva'nın evliliğine şahitlik etti, önce Adem peygambere daha sonra silsile yolu ile son peygamber Muhammed ( a.s. ) a, onun fiziki olarak bu dünyadan ayrılmasından sonra da Allah'ın nuru ölmeyeceğinden, Nuru Muhammedi Gavslara intikal etmiştir. Bu nedenle peygamberlere ve Gavslara Allah'ın aşık olduğu sevgilisi, Tasavvuf dinine de aşıklar dini denir. Bu bağlamda çok ünlü şeyhlerden Molla Cami ( Afganistan 1414 - 1492 ) Nefahat ül Üns adlı eserinde Celaleddin Rumi için " O peygamber değil ama kitabı var. " diyerek onun eserlerinin de ilhamatla yazdırıldığını, Allah'ın aşık olduğu sevgilisi olduğunu ifade etmiştir. Bu düşüncelere bağlı olarak da " Kâ'betü'l uşşak başed in makam. Her ki nakıs amed inca şod temam " ifadesinden oluşan, hat sanatı ile farsça olarak yazılmış olan ve " Burası aşıkların Kâbesidir. Buraya eksik giren herkes tamamlanmış olarak çıkar. " anlamındaki Molla Cami'nin Celalettin Rumi'nin Türbesine defalarca yaptığı ziyaretlerinden sonra söylediği beyit, bu yazının üzerinde de yine " Ya Hazreti Mevlâna " denilen Arapça yazı, türbesinin giriş kapısında yer almaktadır. Böylece Celaleddin Rumi'nin öğretisinin aşk kapısı olduğu ifade edilmektedir. Halbuki Tasavvuftaki bu sır inancı, Kur'anda ve gerçekte olmayan Adem ve Havva'nın evlenmesi, Adem'in Cennette yaratılması anlatımları ve inancı, tamamen uydurma rivayetler olduğu için temelden sakattır. ( Adem ve İnsanın Yaratılışı başlıklı yazımıza bakabilirsiniz )
Aslında sadece Allah'a ait olan " Her zaman ve her yerde hazır olan " anlamındaki " Hazret " unvanı ile, yine Allah'ın isimlerinden biri olan ve " koruyup kollayanımız, gözetenimiz " anlamında olan Mevlâna isminin yanlış ve küfür olarak verildiği Celaledddin Rumi ( Konya 1207 - 1273 ) Tasavvuf felsefesi içerisinde Mevlevi Tarikatının kurucusudur, dost olduğu, aslında Moğol casusu olarak Anadolu'ya gönderilen Şemsi Tebrizi'de " Mutlak Kemalin " varlığını, cemalinde de Allah'ın nurunu gördüğünü belirtir. Kendisini yetiştiren Şeyhi Feridüddin Attar ( 1145 - 1229 ) için de " Attar aşkın yedi şehrini gezdi de, biz ancak bir sokağının dönemecindeyiz " diyerek övgü ile onda da zuhur eden kerametlerine, yedi kat gök olarak bilindiği gökyüzünde dolaşıp, orada öldüğü halde hayatın ikinci mertebesinde yaşadığına inanılan peygamberlerle görüşüp geldiğine yer vererek, Allah'ın nuruna ulaştığına atıfta bulunmuştur. O da Mesnevi eserinin bir çok yerinde kendisine ima ile Allah'ın yazdırdığını iddia etmekte, her ne kadar özlü sözlerle, anlattığı bazı kıssalarla insanlara olumlu ve güzel yönlendirmeleri olsa da, yine de felsefesi, uygulamaları ve Şeb'i Aruz / Düğün gecesi / Sevgiliye kavuşma gecesi ve anlattığı müstehcen hikâyelerdeki gibi sapkın inancının temeli ile küfrün ve şirkin dibine inmektedir. Celaleddin Rumi’nin temeldeki Vahdet i Vücut inancı, Mesnevisinin kendisine yazdırıldığını ima etmesi, Tasavvuf Dini içerisindeki sapkınlıkları, ( Edip Yüksel : Romalı Celaleddin ve Amerika Cilt 2, 3, 4, 5, Beyitler 3155 - 3160 sa. 137 - 138 ) Anadolu'da işgalci moğol istilasında onlarla birlik olup Ahi Evran'a / Nasreddin Hoca'ya karşı verdiği mücadelelerle işlediği, alet olduğu cinayetler hiç de öyle masum görünmemekte, ( Prof Dr. Mikail Bayram : Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren - Mevlânâ mücadelesi ) eserlerinde ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi Tasavvufun içinde yer alan Mürşitler, Adem peygamber ve Havva konusunda olduğu gibi Evren hakkındaki bir çok bilgiden, Kur'an içerisindeki kavramlardan da haberleri bulunmamaktadır.
Tasavvufta Allah'ın nurunun Gavslarla devam ettiğine, bu nedenle Allah’ın Sevgilisi olan Gavs Hazretlerinin her istediğini yerine getirdiğine, onun nazını çektiğine inanılır. Buna bağlı olarak Tasavvufta bir naz makamı kavramı vardır. Böyle olunca, Gavs Hazretleri dururken hiç bir mürit doğrudan doğruya Allah’tan bir şey isteme edepsizliğine girmemelidir, nazının geçmesinden dolayı Gavs Hazretlerinden istemelidir. Tasavvuf dini, Peygamberlerde olmayan, fakat Gavs Hazretlerine adeta ( haşa ) Allah gibi pek çok sır ve farklı üstünlükler atfetmektedir. Gavs, manevi makamı en yüksek olan, kendisinden yardım istendiğinde yardım eden, bir çok sırra ve keramete vakıf olan Evliyanın en yüksek makamı olduğundan dolayı da hemen hemen hepsinde olduğu gibi " Ben ilmimi Hakk'tan aldım. " ( Sözler ve Notlar sa. 21 Ömer Öngüt ) diyebilen, kimi Fakihlerce ilk dönemin en büyük Alimi olarak övüldüğü, kimilerince de en ünlü ve sapkın Şeyhlerinden olduğu değerlendirilmelerinin de yapıldığı Bayezidi Bistami'nin ( İran 804 - 874 ) " Miraç ile biz öyle bir deryaya daldık ki, peygamberler kıyıda kaldı. Benim sancağım Muhammed'inkinden büyüktür. Cübbemin içindeki Allah'tan başkası değildir. " ( En nûr min kelimati Ebi't Tayfur Muhammed bin Ali es Sehlegi 164, Tezkiretü'l Evliya I. 134 - 179 Feridüttün Attar 206, Prof. Dr. Süleyman Uludağ Kitap I. sa. 155 ) şirk ve küfür içindeki ifadeleri de nakledilmektedir. Bu bağlamda gerçekte olmadığı halde Tasavvuf inancında olanlara göre Gavs Hazretlerinin vakıf olduklarını iddia ettikleri uydurulmuş sırlara da bakacak olursak ;
* Gavslarda Allah’ın aşık olduğu bir nur vardır, seyri sülük ( silsile ) ile Gavslar alttan başlayarak en üst mertebeye çıkıncaya kadar Şeyhte yok olma ( Fena Fi’ş şeyh ) peygamberde yok olma ( Fena fi’r resul ) Allah’ta yok olma ( Fena fillah ) vasıflarını kazanarak ( Bekabillah ) ( Ölümsüzlük ) makamına ulaşma sırrına erişir. Ama biz bu güne kadar bahsedilen önemli hiç bir şeyhin, Gavs'ın da yaşamaya devam ettiğini görmedik. Onların yeri boş kalmamış, yerlerini de ama bugün, milyarlar değerindeki paraya, mülke ve şirketlere sahip olan çok değişik isimdeki Gavslar doldurmuştur.
* Bekabillah makamına ulaşan ve bu sırra sahip olduğunda ( haşa ) Allah artık Gavs Hazretlerinde var olur, Allah artık onun gözüyle bakar, Allah’ın sıfatları onun üzerinde toplanır, artık o ölümsüzleşir. Allah'ın yaratmış olduğu Fizik kanunları onlar için hiç önemli değildir. Eğer aklınız ve mantığınız kabul ediyorsa ! Tayyi mekân yeteneği ile aynı anda değişik yerlerde bulunabilir, İran'dan bir anda Mekke'ye gider, yatsı namazını kılar gelir. Öldükten sonra da gelir gider, her yerde ve çağrıldığında hazır olur. Bu inanç içerisindeki zamanımızın Kadiri Tarikatının müritleri de dualarında “ Medet ya Abdül Kadir Geylani Hazretleri “ diyerek hala bugün ölmüş olan Gavs Hazretleri Şeyhlerini çağırmaktadırlar. Halbuki Kitabımız Kur’anda Müminun Sûresinin 99 - 100. ayetlerinde “ Sonunda onlardan birine ölüm geldiğinde, Rabbim ! terk ettiğim şeylerde salihi işlemem için beni geri döndür dedi. Hayır kesinlikle onun düşündüğü gibi değil. Bu şüphesiz onun söylediği boş bir sözdür. Onların tekrar diriltilecekleri güne kadar onların arkalarında bir berzah / engel vardır. “ denilerek temsili olarak ölenlerin pişmanlıkla geriye dönme istekleri ve aldıkları cevap anlatılmaktadır. Ve ölmüş olanların kesinlikle geriye dünya hayatına dönemeyecekleri, bunun için onların arkalarında bir engelin olduğu, aslında form ve yapı değişikliği ile kendilerine verilen ecel denilen sürenin bittiği, Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde de “ Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. “ ifadesiyle yanlışlık ve sapkınlıkları dile getirilmektedir.
* Tasavvufta varlıklarla ilgili bütün bilgilerin içerisinde olduğuna inandıkları Levhi Mahfuz denilen Kitap ve kayıtların sırrı Gavsların elinin altındadır. Bundan dolayı Gavs Hazretleri yazılan kaderi değiştirebilir, Yeryüzü, Gökyüzü ve Kâinat Gavs Hazretlerinin yönetimi ve tasarrufu altındadır. Bu inançlarla Ünlü Evliyalardan İranlı Molla Cami Nefahat ül Üns adlı kitabında “ Evliyalar varı yok eder, yoğu da var eder, gizli şeyleri açığa çıkarır, açıkta olanı da gizler, ölüyü diriltir, diriyi öldürür, duaları gerçekleştirir, gıyaben söylenenleri işitir, ondan gizli hiç bir şey olmaz, gayben de gelecekten haber verirler, su üzerinde dahi yürüyerek mekân mekân dolaşırlar, aynı anda muhtelif yerlerde görünürler, vahşi hayvanlara hükmederler, havada dolaşırlar. “ diyerek adeta ( Haşa ) Yüce Rabbimiz Allah'ın bütün tasarruflarını Evliyalara havale etmektedir. Halbuki Kitabımız Kur’anda Enam Sûresinin 34 - 36. ayetlerinde “ Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiç bir kimse yoktur. Haydi gücün yetiyorsa yerin içinde bir delik ya da gökte bir merdiven ara da onlara bir alâmet / gösterge, mucize getir. Allah dileseydi, kesinlikle onları doğru yol kılavuzu üzerinde toplardı. O halde sakın cahillerden olma. Ancak dinleyenler karşılık verir. Ölüleri, onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O’na döndürülürler. “ denilerek yapılan uyarıya rağmen bu saçmalıklarının, küfürlerinin yüzlerine vurulmakta olduğundan, her halde bu çevrelerin haberi bulunmamaktadır. Bakara Sûresinin 255. ayetinde de " Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır. Her zaman diridir. Her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün Kâinatın idaresini bizzat yönetendir. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler, ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nun içindir. Kendisinin izni ve bilgisi olmadan, yanında yardım, kayırma yapacak olan kim miş ? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O’nun dilediğinden başka bilgisinden hiç bir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. " ifadelerinde gördüğümüz gibi varlıkların ve Kâinatın yönetiminin, bütün gücün bizatihi Allah'ın kendisinde olduğu belirtilmektedir.
Bütün bu yozlaşmaları tarihte genellikle İran'daki Zerdüşt / Güneşe, ateşe tapan Fars kökenli kültürden gelenlerin geliştirdiğini görmekteyiz. Bunlara benzer şekilde de Celaleddin Rumi’nin Şeyhi olduğu söylenen yine İran asıllı Feridüddin Attar, ( İran 1145 - 1229 ) Tezküretün Evliya adlı eserinde ; “ Hak Teala Cüneyd’e şöyle buyurdu. Ya Cüneyd ! Ben senim, sen de Bensin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardın, şimdiden sonra da Ben senin dediğini tutarım. “ demiş, naz makamının etkisiyle Allah’la Gavs Hazretleri arasındaki teklifi ortadan kaldırmış olduğu küfre bakar mısınız ? Muhyiddin i Arabi ( İbnü’l Arabi ) işi daha da ileri götürerek Fisusül Hikem eserinde “ Allah beni över, ben de O’nu, O bana ibadet ( kulluk ) eder ben de O’na “ diyerek tamamen Allah olduğunu ifade etmek üzere “ Enel Hak “ ( Ben Allah’ım ) dediği gibi, Allah’ın bütün vasıflarıyla kendisinde tecelli ettiğini belirtmektedir. Böyle olunca Kâinatın bütün düzenini Gavs Hazretlerinin koruduğu, hayırların onlardan geldiği, şerleri onların def ettiği, iki cihanda iyi ya da kötü ne olursa onların dilemesi ve kalbinin onayı ile olacağı ima edilmektedir. Halbuki Kitabımız Kur’anda Enam Sûresinin 19. ayetinde Rabbimizin “ De ki : Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz ? De ki Ben etmem. De ki : O ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım. “ diyerek kesin uyarısından, gırtlaklarına kadar bu şirkin batağına gömülmüş olan Gavs hazretliğine soyunanların ve onların ardından giden müritlerin herhalde haberi bulunmamaktadır.
Tasavvufçuların kaynakları ; * Gavslara ( haşa ) ilhamatla, rüya ve keşif ile Allah’ın yazdırdığı kitaplar * Gavsların bizatihi Peygamberle görüşerek yazdığını iddia ettikleri kitaplar. * Gavsların cifir ve ebced hesabı ile elde ettikleri uydurma gaybi bilgiler. * Gavsların görüşerek Cinnlerle ilgili elde ettikleri uydurma bilgilerdir.
Tabii ki Tasavvuf Dinine göre, Gavslar Allah'ın aşık olduğu nuru üzerilerinde taşıdıklarından, sevgilisi olduklarından dolayı sürekli Allah'la beraber olacaklar ve bu yolla bir çok bilgiye sahip olacaklardır, yalanına inanalım mı ? İnananlar inanmış, milyonlarca mürit peşlerinden gitmiş. Peygamberimizin Furkan Sûresinin 30. ayetinde " Şüphesiz Benim toplumum bu Kur'anı terk edilmiş bir şey haline getirdi " dediği şikâyeti de umurlarında olmamış, çünkü Kur'an ayetlerinin bu konulardaki uyarılarından da herhalde haberleri bulunmamıştır. Keyfiyet onların. Tasavvufta düşünce olarak sufinin peygamberi ile Kur’anın tarif ettiği beşer ve ölümlü Peygamber, tanım ve kabul olarak aynı değildir. Sufilerin Allah'ın sevgilisi olarak kabul ettikleri peygamber, adeta Ebu Cehil gibi müşriklerin arzuladığı ölümsüz bir peygamberdir. Bu nedenle Gavslar, Peygamberle de sürekli beraber olarak ondan bilgiler aldıklarını, hayatın ikinci mertebesinde dünya maişetine ihtiyaç duymadan yaşamaya devam ettiklerini iddia etmektedirler. Halbuki Yüce Kitabımız Kur’anda Enbiya Sûresinin 34. ayetinde Peygamberimize hitaben “ Biz senden önce de hiç bir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar. “ denilerek Kâinatta Allah’ın yarattığı bütün insanların ve varlıkların ölümlü olduğu vurgulanmaktadır.
Gavsların cifir ve ebced hesabı ile gelecekte olacakları ve gaybi bildiklerini, aynı zamanda kehanet sahibi olduklarını iddia etmeleri yoluyla zamanımıza kadar ulaşmış Tarikat Şeyhleri de bu uydurma bilgileri, toplumları ikna etmek için kullanabilmektedir. Cinnlerle de görüştüğüne değinerek uydurma bilgileri aktaran Tasavvuf Şeyhleri, Kur’andaki Cinn kavramını doğru anlayamadıklarının yanı sıra, metafizik olarak olmayan Cinn konusunu istismar ederek de müritlerini, mütedeyyin insanları, bu konuda gerçek bilgiye sahip olmayan, sorgulamayan cahil halkı da çok rahatlıkla kandırabilmektedirler. Oysa Dinimizin yegâne kaynağı Kur'anımızda Kalem Sûresinin 37 - 38. ayetlerinde " Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler siz bu alemde neyi seçerseniz / beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak garantisi verilmiş bundan başka kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz. ? yine Bakara Sûresinin 79. ayetinde : Artık yazıklar olsun ki o kimselere, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için " Bu Allah katındandır " derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun ! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun. " denilerek yapılan çok etkili uyarıların yanı sıra, Tevbe Sûresinin 34 ve 35. ayetlerinde de kazandıklarıyla onların cezalandırılacağından, kızgın demirler halinde alınlarının, böğürlerinin, sırtlarının dağlanacağından söz edilmektedir.
Yüce Kitabımız Kur'anda bir çok ayetle yapılan bölünmeyin, gruplara ayrılmayın uyarılarına rağmen, yine de Tasavvuf felsefesi içerisinde yazılmış bu kitaplara uygun amellerin yerine getirilebilmesi için, değişik Gavs Hazretlerinin etrafında müritlerin toplandığı, el pençe divan durulduğu bir çok Tarikat kurulmuştur.
TARİKAT : Yollar demektir. İnanç kültüründe ise, insanı Allah’a ulaştıran yol veya Allah’a kavuşmak için izlenen yollar olarak tanımlanır. Tasavvufun pratiğe döndürülmüş halidir. Tarikat ve Tasavvuf hem kaynakları, hem inanç noktası, hem de ibadet şekilleri ve amel noktasıyla ana ilkeleriyle kesinlikle İslam dini ile bağdaşmaz, İslam Dininin içinde düşünülemez, ancak günümüze kadar gelmiş kirli bir kültürün yansımasıdır. Tarikatlarda Mürşidini, Evliyasını, Gavs Hazretlerini Rabb edinmemiş, Yunus Sûresinin 18. ayetinde " Onlar Allah'ın astlarından kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve " Bunlar Allah katında bizim yardımcılarımız " diyorlar. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen onlara köle olmamış, kendilerini Allah'a yaklaştıracak aracı yapmamış, Allah'a ortak koşmamış Evliyaullah ( Allah'ın velileri ) olarak kabul etmemiş tek bir mürit dahi bulunamaz. Oysa Yunus Sûresinin 62 - 63. ayetlerinde " Açın gözünüzü ! evliyaullah / Allah'ın yakınlarına, yardımcılarına - ki onlar inanan ve muttaki Allah'ın koruması altına girmiş - kimselerdir. kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. " ifadeleriyle burada Evliya kavramı aslında " Kulların Allah'a yakınlığı, yardımcılığı " şeklinde gündeme getirilmiştir.
Ayetin orijinalinde yer alan " Evliyaullah " ifadesi Allah'a yakın olanlar demektir. Fakat buradaki yakın olanlar ifadesi asıl mecrasından tamamen çarpıtılmış, yalan yanlış söylentilerle birilerini Evliya ve aracı yapma, Allah'a ortak etme pisliğinin, şirkinin içine gömülünmüştür. Halbuki Tevbe Sûresinin 28. ayetinde " Ey iman eden kimseler ! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktir. " denilerek bu davranışlar kınanmakta, Enfal Sûresinin 34. ayetinde de Evliyaullah'ın kimler olabileceği " Ve onların kendileri Mescid i Haram'ın / Dokunulmaz kılınmış ilâhiyat eğitimi merkezinin / mütevellileri / vakıf yöneticileri olmadıkları halde ondan men edip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var ? Onun ayakta tutan vakıf yöneticileri sadece muttaki / Allah'ın koruması altına girmiş kimselerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. " ifadeleriyle açıklanmakta Müslümanları Mekke'deki Kâbe'ye sokmayan müşriklere atıf yapılırken, aynı zamanda Evliyaullah'ın " muttaki müminler " takva sahibi, sakınan, Allah'ın ayetlerine uyan müminler olduğu belirtilmektedir. Onlar da aslında bir çok ayette dile getirilen Allah'ın dünya yaşamı için kurduğu ve sağlanmasını istediği düzen için gerekli mücadeleyi ve çabaları gösterebilen insanlardır.
Tarikatlarda Müritler kesinlikle özgür değillerdir, özgür düşünce üretemez, özgür davranış gösteremezler. Mürşidin emirlerini mutlak yerine getirmekle yükümlüdürler, bütünüyle teslimiyet ve itaat etmek mutlak esastır. Herhalde müritlere anlaşılmak üzere okutturulmadığı için, Kur’anda Tevbe Sûresinin 31. ayetinde “ Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini / din adamlarını tanrı edindiler. “ uyarısı da görülmemezden gelinmektedir. Kadiri, Nakşibendi, Mevlevi, Rufailik, Uşakilik, Bektaşilik gibi, Tarikatlar genellikle kurucularının ismi ile adlandırılırlar. Ülkemizde de 900 lü yıllardan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti zamanında vücut bulmaya başlamış, Kassariye, Cüneydiye, Muhasibiyye, Üveysiyye, Melâmi, Halveti, Yesevilik, Bayramilik, Cevetiyye, Sadiyye, Nurculuk, Süşeymancılar gibi zat isimleriyle kök salmıştır. Bağdat'ta Nizamiye Medreselerinin kurulmasından sonraki dönem olarak da İmam Kuşeyri, İmam Gazali, Baba Eftal, İbnül Ferit, İbnü'l Arabi, Abdül Kadir Geylani, Celaleddin Rumi, Bahaeddin Nakşibendi, İmam Rabbani gibi akımlar ve onların kolları ile Evliya, Mürşit, Şeyh, Kutbul Aktab, Ricalül Gayb, Gavs Hazretleri denilen isimlerle yaygınlaşmıştır. Medreseler, Tekkeler, Zaviyeler, önceleri inanç ve din eğitiminin verildiği okullar yerine konulmuş, cahil halk tarafından çok itibar görmüş, ama daha sonraları amacından saptırılarak miskinler yuvası haline getirilmiştir. Müslümanlar daha önce " At üstünde doğar, at üstünde ölür " anlayışıyla yaşarken, Tasavvufla tanıştıktan sonra, cihadı, çalışmayı, üretmeyi, ilim ve irfanı, terk etmiş, Tekke ve Zaviyelere kapanarak uykuya dalmıştır.
Tarikatta amel yönünden zikir, tespih çekmek, rabıtaya girmek, nafileye koşmak, raks etmek, tef çalmak, ney üflemek, ölülerden yardım istemek, evliyaları anmak ibadet haline getirilmiştir. Tarikatta kul ( mürit ), mürşidinin önünde Allah’ı sayar gibi saygı ile boyun büküp el pençe divan duracak, hiç bir şeyi sorgulamayacak, her gördüğünü olumsuz da olsa, bunda bir hikmet vardır diyecek, Şeyhin her şeyi doğru bildiğine, görüp işittiğine güvenecektir. Rabıta dedikleri kol kola girerek zikre başlayacakları zaman Tarikatlarda Ali İmran Sûresinin 200. ayetinde yer alan “ Ey iman etmiş kimseler ! Kurtulmanız, başarı kazanmanız için, sabredin ve birbirinizin sabırlı olmasını sağlayın. Rabıta edin / birbirinize bağlanın ve Allah’ın koruması altına girin. “ ifadeleri okunur ve yaptıklarının doğru olduğunu, bu ayetin anlamını saptırarak, bunun Kur’anda Allah’ın bir emri olduğunu ileri sürerek müritlerini ikna ederler. Aslında ayette gerek düşmanlara karşı yürütülecek savaşta, gerekse Allah katında insanların başarılı olması, zafer kazanmaları ( sabırlaşma ve kenetlenmeye ) bağlanmıştır. Ama bazı kurnazlar hemen bu ayetteki Rabıta sözünü buradan cımbızla çekerek kendi emellerine alet etmişlerdir.
RABITA : Birbirine bağlanmak, kenetlenmek, birlik olmak, güçlü olmak demektir. Rabıta ilk defa 1388 yılında ismi ( Dinin bahası, değer verdiği, dine değer katan ) anlamlarında olduğundan dolayı müritleri onun sevgisini kalplerine kazıdıkları, nakşettikleri için Nakşibendi lakabını ilave ettikleri Bahaeddin Nakşibendi ( 1318 – 1389 ) ile asıl anlamından saptırılarak Tasavvufa sokulmuştur. Bahaeddin Nakşibendi, Nakşibendi Tarikatının kurucusudur. Tasavvuf inancında olmasına rağmen Sünnilik ilkelerine de bağlıdır. Bundan dolayı Allah’ın adlarını anarak derin düşünceye dalmak anlamına gelen “ Zikri “ de ibadet anlayışına ekleyendir. Böylece tekkede topluca Cuma ve Pazartesi günleri yatsı namazından sonra zikir çekme ritüeli düzenlenmeye başlanmıştır. Ona göre insan görünüşte halk arasında, gerçekte ise Allah’la birlikte olmalıdır. Bu da Allah’ın adlarını dilden düşürmemekle sağlanmalıdır. Prof Dr. Said Hayrullah Şanzumi de 3. Harname adlı kitabında " Eşek, hayvanlar aleminin dervişidir, günde beşbin defa Allah'ı zikreder, bundan dolayı eşeklerden aşağı kalmamak için Nakşibendi Tarikatında olanlar da zikri en az beş binden başlatırlar. " demektedir. Gavsların Bekabillah makamına ulaşıp ölümsüzleşmiş olduklarına inanıldığından dolayı, her zaman hazır ve nazır anlamına gelen Hazret unvanı, isimlerinin arkasına mutlaka eklenerek anılırlar. Abdülkadir Geylani Hazretleri, Seyid Ahmet er Rifai Hazretleri, Seyid Ahmet Bedevi Hazretleri ile beraber Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri, Tasavvufun ikinci döneminin en ünlü dört kutublarıdır. Hepsinde Allah’ın aşık olduğu bir nurun bulunduğuna inanılır.
Bu nedenle Tasavvuftaki rabıtanın amacı, Şeyhin nurunun müritlere de aktarılabilmesidir. Şeyhinin iki dizinin arasına sol dizini koyarak karşısına oturup Rabıtaya giren bir mürit, dilini damağının üst tarafına yapıştırarak nefes almadan ona bakarken, nurani bir zincir ile Üstadının kalbinden, kendi kalbine nurun aktığını hissedeceği inancındadır. Buna nasıl inanmasın ki, dilini damağına yapıştırarak bir iki dakika nefes almadan durup bunalan mürit, rabıta tamamlandığında ancak oh çekerek derin bir nefes alabilmektedir. Böylece kul ile Allah arasında da bir rabıta ihdas edilmiş olacak ve o saf, temiz, fakat aklını kullanmayan mürit kardeşimiz de basamak basamak balık kavağa çıktığı zaman Allah’la buluşmak mertebesine ulaştırılacaktır. Halbuki Yüce Kitabımız Kur’anda Zariyat Sûresinin 56. ayetinde “ Ben bilmediğiniz ve bildiğiniz / gelmiş geçmiş herkesi yalnızca Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. “ yine Yasin Sûresinin 60. ayetinde “ Ben ; Ey Ademoğulları ! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur. “ denilerek biz insanların Allah’la buluşmak için değil, ubudiyet, yaratılış amacına hizmet etmek, Allah’a kulluk etmek için yaratıldığımız, ibadetin şeytana tapmamak, şeytan tiplerin peşinden gitmemek olduğu, bu gibi Velilerin şeytan olabileceği, onların yolunun dosdoğru yol olmadığı anlatılmaya çalışılmaktadır.
Kur’an dosdoğru yol için vesileye yer verir ama aracıya yer vermez. Fakat kurnazlar Maide Sûresinin 35. ayetinde “ Ey iman etmiş olan kişiler ! Kurtulmanız, zafer kazanmanız için Allah’ın koruması altına girin. O’na yaklaştıracak şeyleri vesile arayın ve O’nun yolunda gayret gösterin. “ diye belirtilen ifadeleri de saptırmışlar, aslında müminlerin, felaha ermek, kurtulmak, cennete kavuşabilmek için, kendilerini takva sahibi yapacak, Allah’a yaklaştıracak şeyleri araç olarak, kullanmaları, her türlü fırsatı, davranışı vesile olarak bilmeleri, Allah yolunda her türlü çabayı harcamaları önerilmektedir. Burada kastedilen vesile, herhangi bir kişinin kendisi veya onun aracılığı değil, gösterilecek çabalardır, fırsatlardır. Üstelik emir sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda Peygamberimize de yöneltilmektedir. Peygamberimiz de mi aksi halde kendisine doğru yol için, bir başka kişiyi vesile olarak arayacaktır. Buna rağmen fırsatçılar buradaki vesile sözcüğünü, “ Allah’a götürecek, yaklaştıracak, aracı olacak mürşit “ manası ile, Kur’anı okumayan ve sorgulamayan cahil insanları kandırarak, etraflarında toplamayı başarmışlardır. Böylece de tarikatlaşmanın ve cemaatleşmenin yolunu açarken, Kur'anı da tahrif ederek amaçları için bir araç olarak kullanabilmişlerdir.
İki binli yılların en büyük İslam alimi olduğu söylenen İmam Rabbani ( Müceddidi Elf’i Sani ) ( Kuddise Sırruhu ) Hazretleri ( Hindistan 1564 – 1622 ) de Nakşibendi Tarikatı Müceddidiye kolunun Şeyhi ve Kutbul Aktab’ıdır. Pek çok Tarikatla bağlantısı olduğundan çok saygındır. Tasavvufu İslam hükümleriyle ve sünnet denilen uydurulumuş hadislerle birleştirmeye çalışmış, “ Tarikat gaye değil, vasıtadır, ama vasıtanın da en etkili olanıdır, dini hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ana rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. “ demiş ve inanç için aklı o da devreden çıkarmıştır. “ Bir tarikatta şeriat yoksa, o tarikat, tarikat değildir “ dediği halde Mektubat adını verdiği eserlerinin 187. Mektub 1. Cildinde “ Mürşidin suretini düşünmek, Allah’ı zikretmekten daha evlâdır. " ( Müridin şeyhinin hayalini düşünmesinin dahi Allah’ı zikretmesinden daha önemli olduğunu ) söyleyerek kendi kendine çelişkiye düşmüştür, aynı zamanda da Şirkin ve küfrün dibine inmiştir. Bu yorumunu açıklamak için de “ Çünkü yolun başında olanlar Allah’a yakınlığı beceremezler, bu nedenle mutlaka bir Mürşidin, Şeyhin eğitiminden geçmesi, Allah’a yakınlığa götürecek birini mutlaka hayal etmesi gerekir. “ demiştir. Bu zihniyetin günümüze kadar ulaşmış kolları da bilhassa sünnete sarılma adına uydurma peygamber hadislerini ve rivayetlerini, mucizelerini sürekli kullanarak insanları yönlendirmeye çalışırlar.
İmam Rabbani, Mebdeb ve Maat risalesinde Tasavvufun ilkelerini ve kendi konumlarını tarif ederek “ Bütün ferdi kemaleti üzerinde toplayan insanın varlığı azizdir. " ( İzzetli, dokunulmaz, çok yüce, mukaddestir ) Onların varlığı uzun zamanlardan sonra ortaya çıkarlar. Zulüm içinde olan alem, onların irşadı ve nuru ile nurlanır. Bu nur ve irşad bütün alemi kuşatır. İlim irfan ne varsa onlar vasıtasıyla ortaya çıkar. Öyle ki arşı aladan, yerin merkezine kadar sorumludur. Bütün havadisi külliye onların iradesiyle gerçekleşir. İsterlerse yağmuru yağdırırlar, izni olmadan bir söğüt yaprağı dahi kıpırdamaz demektedir. Bu mektubatları evinde bulunduranların evinde yangının dahi çıkmayacağını iddia etmektedir. 256. Mektubunda da kimin Kutup, kimin Gavs, kimin halife, kimin imam, olabileceğini ve onların gaipten alınacak bir nida ile gerçekleşeceğini, kendisinin Allah’la konuştuğunu dile getirirken, 18. Mektubunda da bu makamlara ermek için de ilim sahibi olmaya gerek olmadığını ifade etmektedir.
İmam Rabbani Üstahzi Baki Billaha Arizatul adlı mektubatında, Allah’ı gördüğünü iddia etmektedir. Bazen Rabbim bana kara çirkin bir kadın suretinde zuhur ediyor, bazen de kadının bir uzvu olarak tecelli ediyor demektedir. Buna benzer şekilde Bayezid i Bistami de Allah’ı tıfıl bir oğlan suretinde gördüğünü, Celaleddin Rumi de Mesnevisinde Şeb i Aruz ( Düğün gecesi ) ( Gerdek gecesi ) dediği ölümünü, aşık olduğu Allah'la kavuşma ve evlenmeye benzetmiş, Menakıbü'l Arifin 2. cilt 214. sahifesinde yardımcısı Kimya Hatun olayını anlatırken Allah’ı Kimya Hatun suretinde Şemsle halvet ederken gördüğünü belirtmiştir. Tabii ki bu Tasavvuftaki Allah'ın insan bedeninde göründüğü sapkın iddia ve inançlar, Kur’an ayetlerine tamamen aykırıdır ve ters düşmektedir. Oysa Kur’anda Araf Sûresinin 143. ayetinde " Ne zaman ki Musa, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona söz söyledi. Musa, “ Ey Rabbim ! Göster bana kendini de bakayım Sana “ dedi. Rabbi ona dedi ki : “ Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin. “ Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de “ Seni tenzih ederim, Sana döndüm ; Tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim “ dedi. " ifadeleriyle Musa Peygamberin durumu örnek gösterilerek hiç bir insanın gözü ile Allah’ı göremeyeceği, Bakara Sûresinin 78. ayetinde de onların aslında Allah’ın Kitaplarından bilgisi olmayan ümmiler cahiller olduğu, onların bütün bildiklerinin bir sürü kuruntu ve zandan ileri gitmediği dile getirildikten sonra da 79. ayette de yazıklar olsun denilerek, onların yazdıkları bu kitaplar yüzünden çok büyük bir azapla karşı karşıya olacakları dile getirilmektedir.
Tasavvuf ve Tarikatlarda Kutbul Aktab, Gavs Hazretleri Şeyhe iman etmek için Keramet şarttır. Keramet olmadan iman gerçekleşmez. Mürit, Şeyhinde olağan üstü halleri görecek ki Şeyhine bağlansın. Tasavvufta inanç akla kapalıdır, sorgulama ve düşünme, Kur'anı anlayarak okumak yasaktır. Bu nedenle Tasavvuf bilgi ve ilim üretmez. Sürekli keramet üretir. Şeyhin kerameti sadece ona aittir ve ne zaman gerçekleşeceği ona bağlıdır. Halbuki Kur’an, ayet sözcüğü ile ifade edilerek, yaratılışı Allah'a ait olan bütün varlıkların ve gerçekleşmekte olan bütün olayların mucizeleri ile doludur. Sahabeler ve inananlar Peygamberimize gösterdiği herhangi bir mucize için iman etmemişlerdir. Peygamberimizin " Ya Ebu Zer ! bu güne kadar senin gibi iman dolu bir kimseyi görmedim " diyerek övdüğü, Peygamberimizin vefatından sonra her gün saray kapısında Muaviye'ye saray paralarının hesabını soran, daha önceden de kendisinin bir eşkiya olduğu bilinen Ebu Zer El Gufari, o yüce imana Akait, Buhari okuyarak Tasavvufa girerek bir Mürşit ile değil, Resulüne vahyedilmiş olan Kur'an ayetleri ile ulaşmıştır. Bundan dolayı İslam'ın gerçek imanının yegâne kaynağı akıl ve Kur'andır. Neml Sûresinin 63. ayetinde de “ Onların ortak koştukları şey mi hayırlıdır ya da kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı ? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var ? Çok az düşünüyorsunuz. 64 : De ki : Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getirin. “ ifadeleri ile keramet uyduranlar ve onlara inananlar uyarılmaktadır.
Arapça'da " kerem " kökünden türemiş olan Keramet sözcüğü, Kur'anda şeref, izzet, bağış, ikram, lütuf, ihsan gibi anlamlarda kullanılmasına rağmen, anlamları saptırılarak Tasavvufta “ Bir takım kimselerden sadır olan olağan üstü haller " olarak tanımlanmış, Allah tarafından Velilere, Şeyhlere verilen olağan üstü hadiseler, haller denilmeye başlanmıştır. Bu nedenle Tasavvufta " Keramet haktır " dendiğinde Gavsa inanmış olursunuz. Tasavvufta kerametler 900 lü yıllardan itibaren akait kitaplarına da girmeye başlamıştır. Allah'ın yarattığı bütün varlıklara, tabiata koyduğu kanunlardan, Sünnetullah'tan haberi olmayan Müslümanlar, artık Kur’anla, vahiyle, ayetlerle ilgilenmeyi bırakıp, Peygamberin atıklarıyla ( Sakalı şerif, hadisi şerif, hırkai şerif, fırka i şerif, ) hadisleriyle, kerametlerle, hurafelerle, rivayetlerle ilgilenmeye başlamıştır, kavramlar değiştirilmiş, Şeyh, Pir, Mürşit, Hazret, Kuddüsu Sırruh, Gavs unvanları kişilere eklenmeye, etekleri, elleri öpülmeye, önlerinde divan durup, boyun büküp yerlere kapanmaya, onlardan yardım dilenmeye başlanmıştır. Fatiha Sûresi ile günde kırk defa sözde " Yalnız Sana ibadet ( kulluk ) ederiz " denildiği halde, bu verilen sözler lafta ve havada kalmıştır. Örneğin :
* Hz. Pir Abdülkadir Geylani ( Bağdat 1077 – 1166 ) vaaz ederken bir ejderhanın caminin ortasına çok şiddetli bir şekilde düşmesi üzerine herkes kaçıştı. Hz. Pir kaçmadı, onun şeytan olduğunu Allah’ın nuru ile bildi. La havle, euzubillah çekti. Ejderha kayboldu gitti. Şeytanla ilgili buna benzer başka bir keramet hikayesinde de Şeytan ; Benim iblis olduğumu nasıl bildin diye sorar. Hz. Pir de Şeriat, Tarikat ve Hakikat, üç ilimle bildim der. Şeytan, Ey Abdülkadir sen o üç ilmine dua et sende olmasaydı seni de azdırırdım. Dedi. ( Ramuzul ehadis no. 914 ) Kendisine Abdülkadir Geylani Gavsül azam Şeyh Efendi Hazretleri denilerek, Mürşidi kâmilin yedi yüz yılda bir gelecek olan en büyüğünün ilki olan Veysel Karani’den sonra gelen ikinci büyüğü olduğuna inanılır. Uydurduğu bir hadisi şerifte de “ Müminin firasetinden ( keşfinden ) sakınınız, Çünkü onlar Allah’ın nuruyla bakarlar. “ diyerek, Gavsların, Şeyhül azamların, diğer varlıkların ve olayların iç yüzünü keşfettiklerini, geleceği tahmin ederek gaybi de bildiklerini ima etmeye çalışmaktadır. Ama Kur’ana göre metafizik olarak şeytan diye bir varlığın olmadığından haberi bulunmamaktadır, şeytan ve Kur’andaki pek çok kavramı da gerçek anlamıyla bilmediğinin farkında değildir. Abdülkadir Geylani mesnevi şiirinde de ; * Bizi aracı yap her korku ve darlıkta * Her şeyde her zaman candan koşarım imdada * Ben korurum müridimi her şeyden * Koruyuculuk ederim ona her şer ve fitneden * Müridim ister doğuda ister batıda olsun, hangi yerde olursa olsun yetişirim imdada. Diyerek Yüce Rabbimizin bütün gücüne, kudretine ve vasıflarına kendisinin vakıf olduğunu ifade etmiş. Açıkça kendisini Allah’ın yerine koymuştur.
Bugün de hala bir çok tarikat sözcüleri bu minvaldeki ifadelerle insanları kandırmaya devam etmekte, on mertebeli harfi tariklerden, zikri esas tutan yedi mertebeli cehri tariklerden ayrı olarak dört mertebeli tarikimden dolayı ben Tasavvufun dışındayım dediği halde, Bediüzzaman Üstat Hazretleri dedikleri Saidi Nursi de, Sikkei Tasdiki Gaybi Sözler Neşriyatı sayfa 91.de Abdülkadir Geylani’nin bu sözlerini yaklaşık sekiz yüz yıl sonra kendisi için söylendiğini iddia etmekte, Allah'ın vasıflarının onda olduğunu onaylamaktadır. Risalei Nur'u tanımlarken de " Mev idi Ahmed a.s. ( Muhammed Aleyhisselamın vaadidir ) Müjdei Haydari, beşaret ve teavünü diyerek ( Müjdesi ve yardımı Ali radyallahu an, ve mana aleminde görüştüğü Gavsül azam Hazretleri, Kuddusırruhu Abdülkadir Geylani ve İmam Gazali tarafından tavsiye ve tasdik edilmiş, İmam Rabbani tarafından ihbar edilmiş ) olduğunu iddia etmektedir. Günümüzde de bir başkası okunmuş kefenler satmakta, Nakşibendi tarikatının Halidi kolundanım diyenleri, ölüm meleklerinin sorgulamadan hemen cennete koyacağını söyleyenler bulunmakta, bir başkası keşke on tane elim olsaydı da daha çok kişiye elimi öptürerek daha çok kişiyi cennete sokabilseydim diyebilmekte, kendi bedeni ihtiyaçlarını dahi göremeyen, elini ayağını kullanmaktan aciz olan Şeyhlerin eteğinin öpülmesi kuyruğuna girilmektedir. Halbuki bu kadar saçma, absürt ve tutarsız olan bu kandırmacalara karşın, Yüce Kitabımız Kur’anda ;
ARAF 37 : Öyleyse Allah’a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalanlayandan daha yanlış, Kendi zararına iş yapan kimdir ? İşte onlara Kitaptan payları erişecektir. Sonunda elçilerimiz canlarını almak üzere onlara gelince “ Allah’ın astlarından yakardıklarınız nerede ? “ derler. Onlar, “ Yakardıklarımız bizden sapıp ayrıldılar. “ derler. Ve kâfirler / Allah’ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddedenler olduklarına bizzat kendileri tanıklık ederler.
FATIR 40 : De ki : “ Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri hiç düşündünüz mü ? Gösterin bana, yeryüzünde neyi oluşturmuşlar ? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var ? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler “ Tam tersi, şirk koşarak ; kendi zararına yanlış iş yapan o kimseler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.
ARAF 3 : Rabbinizden size indirilene uyun. O’nu bırakıp başka velilere / koruyacak, yardım edecek dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.
ZÜMER 65 – 66 : Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi : “ Andolsun ki ortak koşarsan amelin kesinlikle boşa gider. Ve kesinlikle kaybedenlerden olacaksın. Onun için tam aksine yalnız Allah’a kulluk et ve sahip olduğun nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol. “
Kur’anı anlayarak okutturulmayan toplumumuz, içindeki uyarıları da bilmediğinden, yüzyıllardır ( Allah’ın yerine Kâinattaki bütün olayların sevk ve idaresini Gavs, Kutbul Aktab ve yardımcıları Evliyalara yönettirdikleri ) üçler, yediler, kırklar ya hu denilerek mehter marşının da içine katılarak ve de coşturularak, her vesilede mevlit okutturularak, türbelerde eren Evliyaların yüzü suyu hürmetine diyerek dua ettirilerek, miraç kandili gecelerinde peygamberimiz uçurularak uyutulmuşlardır. Halbuki İslam Dininde hiç kimsenin Allah adına konuşma yetkisi yoktur. Peygamberler dahi vahiyle konuşmuş, Allah adına ise görev yapmışlardır. Kur'anda Kehf Sûresinin 26. ayetinde " Onlar için O’nun astlarından bir veli ( dost, yardım edip, koruyup kollayanı ) yoktur. Allah Kendi hükmüne kimseyi ortak etmez. " ifadeleriyle de belirtildiği gibi Allah hükmüne bırakın velileri hiç kimseyi, peygamberleri dahi ortak etmez.
Kur'anda yasaklanmış olan Tasavvuf ve Tarikatçılık inancı, Müslümanların eğitimde, bilimde, teknolojide, sanayide, ekonomide geri kalmasına neden olmuştur. İbadeti, ahlakı tahrif etmiş, Müslümanlar arasındaki bölücülüğü oluşturmuş, birliği ve beraberliği bozmuştur. Hele ülkemizde son yıllarda çoğalmış olan Tarikat yurtları ile çocuk evlilikleri ve tecavüzleri ile istismarlar, kadınların çalışma, eğitim ve sosyal hayattan tecrit edilmeye çalışılması eğilimi ve kadın cinayetleri çoğalmıştır. Mehmet Akif Ersoy’un “ Nebiye atıfla binlerce herze uydurdun, yıktın da dini mubini yeni bir din uydurdun “ dediği gibi, Kur’anın ve İslam dininin dışında oluşturulmuş Tasavvuf Dini, bilmeden, düşünemeden bu inanca girmiş, aslında gerçekten de takva sahibi olmak isteyen, namazına namaz, orucuna oruç, haccına hacc, gecesine gündüz, nafileye nafile katmak isteyen, büyük ölçüde maddi ve manevi fedakârlıklar içinde bulunan fakat aklını kullanamayıp içinde bulunduğu durumu sorgulayamayan, bundan dolayı bütün yaptıkları Kur’ana göre nafileye dönüşecek ve onları küfür ve şirkin muhatabı edecek insanların hazin dramıdır.
Tasavvuf dini ile dolandırılan bu insanlar Allah katında mahşer günü hesap vermek üzere toplandıkları zaman, Kur’ana göre Enam Sûresinin 22 – 24. ayetlerinde ; “ Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere : Hani nerede o gerçeğe aykırı olarak inandığınız ortaklarınız ? diyeceğiz. 23 : Sonra onların ateşlere atılmaları, Rabbimiz Allah’a and olsun ki / Yemin ederiz ki, biz ortak koşanlardan değildik, demekten başka bir şey değildi. 24 : Bak kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler. O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu. " ifadeleriyle belirtildiği gibi karşılaştıkları çok korkunç ve ürkütücü bir tablo ve soru karşısında kendilerini savunmak zorunda kalacaklar, fakat bu savunmaları da boşuna olacaktır. Peşinden gittikleri önderleri o Gavs, Kutbul Aktab, Şeyh ve Üstat hazretleri ortada görünmeyecektir. Cehennem azabı ile karşılaşacakları zaman da yine Kur’andaki Araf Sûresinin 38. ayetinde : “ Allah, şöyle der ! “ Sizden önce cinn ve insan / gelip geçmiş bildiğiniz bilmediğiniz toplulukları ile birlikte ateşe girin “ Her topluluk arkasından gidip sapıklığa düştüğü yoldaşına lanet eder / dışlar. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman, peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için ; “ Ey Rabbimiz ! şunlar bizi saptırdılar, onlara bir kat daha ateş azabı ver “ derler. Allah, der ki ; “ Her biriniz için bir kat daha fazla azap vardır. “ Fakat bilmiyorsunuz. “ denilerek belirtildiği gibi birbirlerini suçlarlar.
Tasavvuf dininde aklın aşılması ile ancak aşka ve tasavvufa ulaşılabilir, akıl varsa tasavvuf yoktur denilir ve insanlar akılla kavranamayacak olan mana alemi ile kandırılırlar. Halbuki Yüce Rabbimiz düşünsün diye insana akıl vermiş, bu yetmez diye Kitaplar indirmiş, Peygamberler göndermiştir. Kur'an ise akıl yoksa din yoktur demektedir. Bu nedenle sorgulamadığın din senin değildir. İman gaybidir ve dinin temelidir. Allah'ın bildirdiği ve bildirecekleridir. Bu da sadece vahiydir ve Kur'andadır. Dininin asıl kaynağı Kur'an ile yaşadıklarını sorgulamayan, aklını kullanmayanlar, elbetteki önlerine konan dini, doğrumudur, yanlış mıdır ? süzgecinden geçiremeyecek, başkalarının gütmesi ile başkalarının dinini yaşayacaklardır. Bu nedenle de Mülk Sûresinin 10. ayetinde " Ve onlar derler ki : " Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashabı içinde olmazdık. " ifadeleriyle dünya yaşamında aklını kullanmayarak içine düştükleri yanlışlardan dolayı mahşer gününde görecekleri azap karşısında kâfirlerin pişmanlıkları, zaman varken bizim için aklımızdan çıkarmayacağımız bir hatırlatma ve öğüt olmalıdır. Gayb ispat edilemez ancak akıl ederek kabul edilebilir, ya da reddedilir. Her insan yaratıldığında İslam fıtratında doğar, fakat rüşde erme çağında eğer aklını kullanıp sorgulayamazsa, içinde bulunduğu toplumun dinine uyar ve onu yaşar. Hindistan’da Budist, Orta Asya'da Şamanist, Avrupa’da ve batıda Hristiyan, ya da Yahudi, İran’da Mecusi, Müslüman olduğunu söyleyen toplumlarda da ama doğru veya ama yanlış atalarının dininden olur. Ya da hepsini reddeder Ateist olur, Deist olur, Ataist ( atalarının dininden ) olur, iki arada bir derede kalan bilinmezci Agnostist olur.
Kur’anımızda ise yukarıda örneklediğimiz gibi “ Ey iman ettiğini ( Allah’a güvendiğini ) " söyleyenler aklınızı kullanın, akledin uyarısında bulunan pek çok ayeti görmekteyiz. Bu nedenle hakikatın gerçeği olan İslam Dini, okuyarak, öğrenerek, düşünerek aklını kullanabilen, sorgulayabilenlerin dinidir. Kur’anda Mezhepleşme, Tasavvuf, Tarikat ve Cemaat bölünmelerine Mürşit denilen etten kemikten yapılmış mübarek aracı putlarla Allah’a ulaşabilme eğilimlerine yer yoktur. O nedenle Yüce Rabbimiz Allah, Kur'anda Kaf Sûresinin 16. ayetinde “ Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. ” Diyerek aracıları aradan kaldırmaktadır. Gerçek Hakk Din İslam, Tevhit dini, Lailâhe illallah diyerek Allah’ı birleme, bu şuuru yaşama ve birilerini ortak etmeme dinidir. Bunun yerine bugün hala ünlü Tasavvuf Şeyhi, Arifüddin Tülemsani’nin “ La mevcuda İllallah, Allah kendinden başka bir şey yaratmamıştır, Kur’anın zahiri manası şirktir, Batıni manası ise önemlidir ve onu da ancak Gavs Hazretleri anlar, gerçek tevhit vahdeti vücuttur, " demenin şuuruna inananlar ve yaşayanlar, " Biz öyle bir deryaya mana alemine daldık ki, " diyenlere inanıp aslında şirk ve küfür batağının deryasına dalanlar, mutlaka Allah’ın korkunç azapları dile getirdiği ayetlerinin muhatabı olacaklardır. Bu nedenle bugünün Müslümanlarından da, hala Allah’ın onaylamadığı bu şuur ve davranışla gaflet içerisinde olanlara dinimizin yegâne kaynağı Kur’anda Yasin Sûresinin 2 - 6. ayetleriyle " Ataları / babaları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gafil / duyarsız bir toplumu uyarasın diye, mutlak güç sahibi, çok merhametli / Aziz ve Rahim Allah’ın indirdiği hikmet dolu / Yasalar, içeren Kur’an kanıttır ki sen o elçilerdensin. Hiç şüphesiz sen doğru bir yol üzerindesin. " ifadelerinde belirtildiği gibi İslam’ın Hakk Dininin öngördüğü dosdoğru yolun bütün ayrıntılarının, hükümlerinin sadece ve sadece şerefli ve yasalar içeren Yüce Kitabımız Kur’anda ve Peygamberimizin yolunda olduğunu " Emri bil maruf, nehyi anil münker " olarak, iyiyi ve kötüyü göstererek hatırlatmak istedik. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi aklını kullanıp düşünebilen, sorgulayabilen, Tasavvuf dininin tutsaklığından kendisini Kur’anın doğruları ile kurtarabilenlerin üzerine olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : Hakkı Yılmaz ( Tebyin ül Kur’an )
Tasavvufta Çok Mübarek Putlar ( Psikiyatrist Dr. Hamdi Kalyoncu )
Tasavvufun 5 Atlısı ( Mehmet Erol )
Muhyiddini Arabinin Tasavvuf Felsefesi Çeviri ( Dr. Mehmet Dağ )
Sufi Gelenekler, Dört Kapı Kırk Eşik ( Prof. Dr. Süleyman Uludağ )
Mesnevi Tercemesi İnkilap Yayınları ( Abdülbaki Gölpınarlı )
T.D.V. İslam Alimleri Ansiklopedisi
İmam Rabbani Mektubatları
Risalei Nur Mektubatları ve Külliyesi ( Hizmet Vakfı )
Ramazan Koyuncu Ali Akın, İmam Muzari Yüzleşme
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR