Dinimizin yegâne kaynağı Kur’andır. Enam Sûresinin 38. ayetinde " Biz bu kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık " denildiği gibi, Allah katındaki Hakk Din ve dosdoğru yol adına ne gerekiyorsa hepsi Kur'andadır. Kur'an tertil ve tedebbüre dikkat edilebilirse ancak yine Kur'an ayetleriyle anlaşılır. Ancak bugün Kur'an anlaşılmak üzere okunamamaktadır, okuyanlar da anlayamadıklarını dile getirmektedirler. Ali İmran Sûresinin 19. ayetinde “ Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. “ denilmekte, aynı Sûrenin 85. ayetinde de “ Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki o din ondan kabul edilmeyecektir ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. “ uyarısı yapılmaktadır. Bugüne geldiğimizde, içinde bulunduğumuz toplumumuzda ve dünyadaki Müslüman ülkelerinde, sadece Allah’a has olan Kur’anın Hakk Dininin yaşanması gerekirken, aksine Kur’anın Hakk Dininin yerine, Din adına doğru bilindiği zannedilerek yanlışlarla ve hurafelerle dolu, Kur’anın dışındaki pek çok dinlerin yaşandığını görüyoruz. Müslümanlar, Mezhep, Tasavvuf, Tarikat ve Cemaatler eliyle paramparça olmuş, her bir grup da Kur'anın uyarılarına rağmen kendine göre Kur'anın dışında ayrı bir din oluşturmuştur. İnsanların aklı, iradesi, ruhu birilerinin aklına emanet edilmiş, inançlar esaret altına girmiş, Din, Kur'an rehberliğinde kalple, akıl, mantık ve özgür irade ile yaşanamaz hale gelmiştir. Kur’anın dışında ulema, alim denilen kişilerce uydurulmuş olan hadis, rivayet, verilen fetva, yapılan icma ve yazılan fıkıh kitaplarıyla din ile kültürler birbirine karıştırılmış, din, Arabın dış görünüşüne, baş örtüsü, tesettür, bıyık, sakal, sarık, şalvar, takke, cübbe gibi kıyafete ve Cemaatlerin oluşturduğu ritüellere endekslenmiştir. Böylece Din diye sosyal hayatın her alanında hurafe ve bidatlar ortaya çıkmış, hayatın kanıksanmış, vazgeçilemez ritüelleri olmuştur. Kur’an ile yoğrulmuş güzel ahlâkına, mütevazi, alçak gönüllü, hoşgörülü, dirayetli, sade kişiliğine ve mümtaz şahsiyetine hayran olduğumuz Peygamberimiz, Yüce insan Muhammed ( a.s. ) ın bize emanet ettiği Kur’anın ve içindeki İslam’ın, Allah’a has kılınan Dinin her ayrıntısının saptırılmış, değiştirilmiş olduğundan şimdi neredeyse kırıntısı kalmamıştır.
Hurafe sözcüğü Arapçadan gelme olarak " Anlamsız, saçma, gerçek dışı boş söz, yanlış ve tutarsız düşünceler " demektir. Her alanda söylenen, Din, akıl ve mantık dışı şeylerdir, inançlardır. Örneğin ; * Burçlardan geleceğe dönük anlamlar çıkarmak, gaipten haber vermek, cinn çıkarmak veya ruh çağırmak, bazı şeyleri uğursuz saymak, falcılık yapmak, fal baktırmak hurafedir. * Görevleri sadece ayetin Beyyinat olup söze dayalı tebliğ etmek olduğu halde, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarına, ilkel dönemlerdeki mitolojik anlatım ve inançlara dayanarak bizim peygamberimiz de dahil bütün peygamberlerin üzerine atfedilen, örneğin Kayadan çıkan Salih'in devesi, Yunus'u balığın yutması, Musa'nın asasının yılan olması, Yahudilerin üzerine dağın kaldırılması, İsa'nın ölüleri diriltmesi gibi mucizevi doğa üstü olayların hiç birisi gerçek değildir ve hurafedir. * Türbelere adak adamak, kızı için kısmet, oğlu için iş isteyerek dilekte bulunmak, mum yakmak, çaput bağlamak, nazar değmesin diye bazı ayet ve Sûreleri okumak, nazarlık ve muska takmak küfrün ve şirkin ta kendisi olan hurafelerdir. * Şeytan, Melek, Cinn gibi kavramlara, insanlar gibi görünüp hareket edebilen, yaşayan ontolojik, metafizik varlıklara gayb alemi olarak inanmak ve onlarla ilgili uydurulmuş rivayetlerin peşinden gitmek hurafedir. * Peygamberimizin gökyüzüne, Allah'ın huzuruna miraca çıkartıldığı miraç olayı ile ilgili anlatılanların hepsi hurafedir. * Yahudi kaynaklarının etkisinde kalınarak Adem peygamberin Cennette yaratılan ilk insan olarak inanılması ve ardından bu inanca yönelik uydurulmuş olan rivayetlerin tamamı gerçek dışıdır ve hurafedir. Nisa 59, Enam 38, 153, ayetlerinde dosdoğru yola atıflar yapılarak değinildiği gibi ve Yunus Sûresinin 32. ayetinde de " ...Artık gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir !... " denilerek ve Bakara Sûresinin 147. ayetinde " Hak / gerçek Rabbindendir. O halde şüpheye düşenlerden olma sakın ! " ifadeleriyle yapılan uyarılara göre Kur'an ve gerçek dışı olan hurafelerin Kur'an, Din ve Bilimle, akıl ve mantıkla hiçbir ilgisi yoktur. Hurafeleri dinin içine sokmak, dini inanç olarak yaşamak en büyük günahlardan olan küfürdür, şirktir.
Arapçada " İcat etmek, örneği olmaksızın yapıp ortaya koymak, inşa etmek " anlamına gelen " bda " kökünden türeyen Bid'at, " Daha önce benzeri bulunmayıp sonradan ortaya çıkan, peygamberden sonra ortaya çıkarılan her şey " anlamına gelir. Ahkaf Sûresinin 9. ayetinde " De ki : Ben elçilerden küntü bid'am / ilk ortaya çıkan biri değilim. " ifadeleriyle ortaya çıkarma anlamında, Hadid Sûresinin 27. ayetinde de bidat çıkarmaya değinilerek ibdidâ, bidat çıkaran veya işleyen kimseye de mübtedi denilmektedir. Aslında Kur'anda olmadığı için sonradan icat edilmiş ve dinde ihdas edilmiş olan her şey bid'attır. Ne olursa olsun her bid'atın, Kur'anın Hakk Dini adına dalâlet ve yanlış olmasına rağmen, Bid'at konusunda klasik alimler bir hayli mesai harcamışlar, " Yapılmasında mahzur bulunmayan iyi bid'at, ile yapılması yasaklanan kötü bid'at " diye kendi kafalarına göre Allah'ın yerine hüküm oluşturarak bidatı ikiye ayırmışlardır. Örneğin ; Kur'anı bir Mushafta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak, minare, medrese ve mescit inşa etmek iyi bid'ata, kabirlerin üzerine türbe yapmak ve buralara mum dikmek de kötü bid'ata örnektir demişlerdir. Ardından da bunların üzerine de kişilerin kendi görüşlerine göre bir çok hadis ve fetva da ortaya çıkarılmıştır. ( Nesai ideyn 22, Müslim Cum'a 43 ) Peki iyi bidat, kötü bidat diye ayırmanın ölçüsü ve dayanağı ile izni kime göredir ? Bu ayırmanın içinde Kur'an ve Allah'ın gerçek hak dini var mıdır ? Aslında bu ikilem tutarsızlığı nedeniyle bugünkü din anlayışı ve uygulaması içerisinde yüzlerce yıldır sonradan oluşturularak sokulmuş olan fakat toplum baskılarıyla da kolay kolay terkedilemeyecek olan sayılamayacak kadar çok bid'at bulunmaktadır. Kur'anın gerçek Hakk Dini İslam'da olmadığı halde dinde varmış gibi bu bidatları dine sokan ve ardından gidenlerin bir vebali ve sorgulaması olmayacak mıdır ?
Bazı önemli bidatları burada örnekleyecek olursak ;
* Camilerde kılınan toplu namazlarda, farz namazlarından sonraki müezzinlik fasılaları ile yapılan uygulamalar, emirle tespih çekilmesi, toplu dua edilmesi, imamın komutuyla duaya son verilmesi tamamen sonradan icat edilmiş uygulamalardır. * Tespih adı altında Cami'ye sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılarak zorla tespih çektirilmesi, huzur bozulması davranışları ibadette olmaması gereken, sonradan icat edilmiş uygulamalardır. * Cami duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazılması, dikkat çekici süslü ve anlaşılmaz hat yazıları sonradan icat edilen uygulamalardır ve şirktir. * Mescitlere para toplamak için " sadaka sandıkları " koymak ve para dilenmek, imam ve Cami görevlilerini dilenci yapmak çok yakışıksız ve Camileri küçülten, parayla namaz kıldırılan anlayışa yönelten bir uygulama olmaktadır. * Tevbe Sûresinin 17. ayetinde " Ortak koşanlar, kendilerinin küfrüne, kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen, Cami inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar gezilmesi, önlerine çıkan dinli, dinsiz herkesten para yardımı istenmesi, dini ve Camileri küçülten bir davranış olduğu için de bidattır. * Mescitlerde Diyanet bütçesini arttırmak amacıyla takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması gibi ticari işler için mescitlerin kullanılması da bidattır. ( Ahmed Kalkan Camilerde 27 bidat )
* Zekeriya sofrası denilen uygulama Yahudi geleneğidir. * Cenaze taziyesinde gelen insanlara ölü evinde yemek, helva dağıtılması, yedinci, kırkıncı, elli ikinci gibi günlerde de bu uygulamaları tekrar etmek, kabirde yemek dağıtmak Orta Asya Türk kültürlerinin bir devamıdır. * Türbe ve mezarlarda namaz kılıp, mezarlıklarda ve türbelerde yatan kişilerden, ölülerden yardım dilemek şirke sokan bir bidattır. * Nazar vardır yanlış inancıyla nazarlardan korunmak için muska, nazar boncuğu takmak, asmak, bazı Sûre ve Kur'an ayetlerini okuyarak alet etmek, aynı zamanda Kur'an ayetlerinin inkârı olan bidattır. * Ölenin ardından veya değişik amaçlı duyurular için Cami minarelerinden vakitli vakitsiz selaların okunması şirkin davetçisi bir bidattır. * Kur'anda olmayan Mevlit kandili ve diğer kandil gecelerinin varlığına din olarak inanmak ve bir takım ritüelleri yerine getirmek. Camilerde veya değişik mekânlarda gerekli gereksiz amaçlarla mevlit okutmak, hafızların ücret karşılığı mevlit okuması, dinleyenlerin dini bir ibadet yerine koyması da küfre ve şirke davet çıkaran bidattır. Ve bugün Müslümanlar arasında Din diye yaşanan daha burada yer veremediğimiz nice yanlış, gereksiz ve boşa gidecek, üstelik de küfür olacak, şirke bulaştıracak uygulamalar bulunmaktadır.
Bugün ülkemizde ve diğer Müslüman görünümlü ülkelerde din adına yaşananlara bakıldığında, bidatlar ve hurafeler de eklenmiş olarak görünürde daha ne olsun denilecek ölçüde, din adına yapılması gerekenlerin hepsinin yapıldığı düşüncesi ve inancı hakimdir. Ülkemiz nüfusunun büyük bir çoğunluğu, sıklıkla konuşmasına sanki Allah sadece gökyüzünde çok uzaklardaymış gibi, yukarıda Allah var diye başlamakta, nüfus cüzdanlarında da dini İslam diye yazılmaktadır. Camilerin kapıları beş vakitte ardına kadar açık, yıldan yıla sayıları hızla artıyor, her mahallede bulunan Kur'an kurslarında yetişkinlere, neredeyse her sokakta sayıları hızla artan Vakıf Kur’an kurslarında çocuklara, hiç bir şey anlamasalar da, Tecvitten ve Mahreçten Arapça okuma öğretilmekte, Kandil gecelerinde, Cuma ve bayram namazlarında camiler dolup taşmakta, mevlitler, ezanlar gümbür gümbür okunmaktadır. Türbeler her gün her saat balık istifi dolup, okunmuş şekerler dağıtılıp, çaputlar bağlanıyor, mezarlıklarda bol bol Kur’an okunup ruhlara hediye ediliyor. Namazlar kılınıyor, oruçlar tutuluyor, insanlarımız akın akın Hacc ve Umre seyahatlerine katılıyor, yüzyıllardır da eller havada dualar ediliyor, Allah’a yakarılıyor. Tesettüre sokulmuş kadınlar saçının telini göstermekten korkuyor. Büyüklerimizin bize öğrettiği gibi İslam’ın beş şartı da sadece namaza endekslenerek hiç eksiksiz yerine getiriliyor. İmanın altı şartı da ezbere biliniyor. Neredeyse din, inanç ve ibadet adına hiç eksik yok. Zaman zaman da Tarikat ve Işık evlerinde elde tespih binlerce kere toplu zikirler çekiliyor. Ramazan ayında da yasak savar gibi, hiç olmazsa yılda bir kere hiç bir şey anlaşılmasa da Arapça okunan mukabele ile Kur'an hatimleri indirilip ölülere bağışlanmaktadır.
Eh artık bütün bunların ardından da, bu dünyada huzur ve mutluluk elhamdülillah Müslüman’ım diyenlerin olacaktır. Bu kadar dolu dolu yaşanılan din, inanç ve ibadetlerin ardından, Ahirette de ödül olacak olan Cennet kazanılmış olarak ceptedir beklentisi kaçınılmaz olacaktır. Ahiret bilinemez amma, bu dünyada dolu dolu yaşanıldığı düşünülen bu dini ibadetlere rağmen, bugüne kadar Müslüman görünümündeki ülkelerde ve bizim ülkemizde de din adına yapılanların, yaşananların, toplumlarda huzuru, mutluluğu, barışı, sevgiyi, esenliği, adaleti, hakkı, hukuku, sağladığını, iyi bir toplumsal ahlakı tesis ettiğini, iş gücü ve ekonomi kaynaklarının adil olarak paylaşıldığını sonuç olarak gördüğümüz söylenemez. Müslüman görünümlü ülkelerin neredeyse tamamında, Allah'ın ilk emrinin " oku " olmasına rağmen okumaya kapıların kapatılıp " namaz " Dinin temeline birinci şart olarak oturtulup okumaya önem verilmediği için, eğitim, ekonomik, sosyal, sınai, bilimsel ve teknolojik gelişme, sağlık hizmetleri, insanca yaşama olanakları, adalet, hukuk yetersiz. Sosyal, ekonomi, çalışma ve üretme hayatında kadın neredeyse hiç yok gibi. Bu dünyanın özlenen refahı mutluluğu, huzuru, toplumsal barışı maalesef istenilen, özlenen düzeyde değil. Bütün bunlardan dolayı, adaletsizlikten, hukuksuzluktan, işsizlikten, yoksulluktan, savaştan, terörden, şiddetten, soygundan, umutsuzluktan, bedbaht ve mutsuz olan büyük çoğunluktaki insanlar, Adeta inancını terk edercesine, Müslüman olmayan ülkelere sığınma, oralara yerleşme düşüncesini taşımakta, mücadeleler vermektedir. Okumayı hayatlarının en başına yerleştiren batının, kalkınma, medeniyet ve ekonomide geldiği yere bir bakalım, bir de okuma, eğitim ve öğretim yerine namazı dinin en başına birinci şart olarak oturtan, sonradan dine sokulmuş olan bidat ve hurafelerle oluşturulmuş gelenekleri Din diye yaşayan Müslümanların bugün geri kalmışlıkla geldiği yere bir bakalım.
Dinimizi yaşarken de pek çok Arapça sözü dilimize dolamışız. Çoğunun anlamını bilmiyoruz. Lafta kalıyor. Gereğini yerine getirmiyoruz. İnancımızı, söylediklerimizi çoğunlukla takip etmiyoruz, sorgulamıyoruz. Örneğin, ağzımızda genellikle bir alışkanlık sonucu Allah bilir diyoruz, Allah’ın sınırsız ilminin farkında değiliz. Ya da o anda Allah'ı gerçekten sınırsız ilmi, büyüklüğü, Enfusi ve Afaki mucizeleri ile idrak edemiyoruz. ( La ilâhe illallah ) Allah'tan başka ilâh yoktur diyoruz, ama kalpte ve vicdanda yerleşmiş Allah yok. Karnını saray sofralarındaki gibi bir zenginlikle doyuran kişi, sabah akşam Yarabbi Şükür, elhamdülillah diyor ama, nimetin asıl sahibinin ne kadar da az şükrediyorsunuz uyarısından haberi yok, şükrün edası diye bir şey aklının ucundan bile geçmiyor. Ezan okunmasının ardından Müslümanlar Yüce Rabbimiz Allah’a ve Peygamberimize şehadet getirerek şahit olduklarını söylüyorlar ama, Allah’ı ve Muhammed’i ne kadar tanıyıp tanımadıklarını bir türlü kendilerine soramıyorlar. Gereği gibi tanıyabilmek için herhangi bir çaba içinde de olmuyorlar. Bir insan için peygamberlik makamından daha büyük bir makam olamayacağı halde, bununla yetinmeyip ardına ( s.a.v ) ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem ) eklemeden konuşanları senin asker arkadaşın mı diye azarlarken, Kur'anda Yüce Rabbimizin, Peygamberimizi bize arkadaşınız diye tanıttığından haberi bile yok. Kendileri lafta kalan salavat getirmenin Kur’andaki gerçek anlamını hiç araştırmadıkları için, lafazanlığın ötesinde, Kur’ana göre nasıl bir tersliğin içine düştüklerinin farkında bile olamıyorlar. ( Ahzab 56. )
Namazlar, vakitleri, farzları, vacipleri, sünneti kaçırılmadan kılınıyor, sadece her harfine on sevap kazanıldığı ve tılsımlı olduğu düşünülen Arapça lafızlarla ne söylendiği bilinmiyor. Yüce Rabbimizin huzurunda O’nunla ne konuşulduğu önemsenmiyor, namazın Arapça din dersi olduğu zannediliyor. Bu esnada da aslında bizim muhatap olduğumuz ama gerisin geriye Allah'a yöneltilerek okunan Sûre ve ayetlerle, zaman zaman küfre girilebileceğinin farkında olunmuyor. Din adına söylenenler, ağız alışkanlığı ile lafa gelince çok var, ama çoğunun anlamı ve uygulaması kalplerde yok. “ Tabii ki sözümüz meclisten dışarıdır. Kur'an bağlılığı ile ne söylediğinin, ne yaptığının bilincinde ve farkında olanları tenzih ediyoruz. Ben lafımın arkasındayım, ifadesini toplumumuzda çok sıklıkla duyarız. Ama bu ifadenin dinimizde de aynen söylenmesi ve arkasında durulmasının çok büyük bir anlam taşıdığını düşünememekteyiz. Hikâyesi de bulunan “ Lafla peynir gemisi yürümez “ atasözünün asıl mesajını sahabenin, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz deyip, bütün hayatını malıyla, bedeniyle ve canıyla Allah yolundan mücadele ederek, nasıl uyguladığının farkında değiliz. Biz ise bugün laflarımızı eyleme dönüştürüp dinimizde hayata geçiremiyoruz. Gerektiği yerde konuşup sorgulayamıyoruz. Mezhep, Cemaat ve Tarikat söylemleri ile lafımız balla kesilip ağzımıza tıkılıyor, suskunluğumuz kaderimiz, kulaktan duyduklarımız, dinimiz, inancımız oluyor. Kur'anı anlayarak okumadığımız için, oysa sadece kuru lafın hiç bir işe yaramayacağının, imanın kalplere inmeden yapılan her şeyin boşa gideceğinin, Yüce Kitabımız Kur’anda pek çok ayetle dile getirildiğinin farkında olamıyoruz.
HUCURAT 14 - 15 : Bedevi Araplar inandık / amenna dediler. De ki : “ Siz inanmadınız. Ama eslemna / İslamlaştık sağlamlaştık " deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Ve eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiç bir şeyi eksiltmez. Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. İnanmış olanlar / müminler, Allah’a ve O’nun elçisine iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen ve malları ve canları ile Allah yolunda çaba harcayan kimselerdir.
Ayette de gördüğümüz gibi kuru lafta kalmamanın yolu, Allah’a ve elçisine itaat etmek, bunun için de peygamberimizin emaneti olan Kur’anı anlayarak okuyup, inanmamız ve yapmamız gerekenleri, dinimizi yegâne kaynağımız olan Kur’andan öğrenip imanımızı kalbimize indirmektir. Dinimiz adına sadece lafta kalan ve kalbimize indiremediğimiz, Kur’anımızın ön gördüğü doğrultuda ne olduğunu öğrenemediğimiz, sorgulamadığımız o kadar çok ağız alışkanlıklarımız var ki, hangilerini burada ön planda ele alacağımızda zorlanıyoruz. Kur'anın Arapçası okunmaya veya herhangi bir işe başlanacağında ağız alışkanlığıyla " kovulmuş şeytandan Allah'a sınırım " ( Euzubillahimineşşeytanirracim ) denilir, lafzın altı doldurulmadan, gereğinin ne olduğu bilinmeden ve yapılmadan, nereden çıktığı bilinmeden sadece lafla Allah'a sığınıldığına, " Müslümanım elhamdülillah " denilince gerçekten Müslüman olunduğuna, " İman ettim " denilmekle Mümin olunduğuna inanılmaktadır. Yüce Kitabımız Kur'an anlaşılmak üzere okunmadığından bütün bu ağız alışkanlıklarıyla lafta kalan söylemlerin, aslında bir eylem, bir çaba, bir akıl, bir bilinç ile amel gerektirdiğinin farkında olunamamaktadır.
Bugün Müslüman görünümlü ülkelerin geldiği bu sonuca baktığımız zaman, yaşanan dinin, inancın ve ibadet şekillerinin bir yerlerinde ya eksiklikler, ya da yanlışlıklar bulunduğu hiç şüphesizdir. Çünkü Allah’ın gerçek ve Hakk Dini İslam, hiç kuşkusuz insanların mutluluğu, refahı, huzuru, barışı, esenliği için vardır. Gerçek din, adaleti, eşitliği, çalışmayı, başarıyı, gelişmeyi ve insanların yararına güzel olan ne varsa onu üretir. Tevhit şuuru " La ilâhe illallah " diyerek Allah'ı birlemenin yanı sıra, insanlar arasındaki sosyal, ekonomik ve sınıfsal ayrılıkları da ortadan kaldırarak insanlar arasındaki birliği sağlamak hedefindedir. Ama dünya yaşamındaki gerçeklere ve gelinen sonuçlara baktığımız zaman, Müslüman görünümlü toplumlarda, Kur'anın ve Peygamberimizin öğretilerinin aksine Hakk dinin karşısında bir de tapınak dinleri icat edilmiştir. Acaba inançlarıyla, ibadetleriyle, gelenekleriyle, teamülleriyle gerçek Hakk dinin içerisinde olduğunu düşünenler, Müslüman görünümde oldukları halde farkında olmadan tapınak dinlerine geçmiş olabilirler mi ? Eğer Allah’a, Meleklerine, peygamberlerine kitaplarına ve Ahiret gününe inanıldığının söylenmesi, kılınan namazlar, tutulan oruçlar, yapılan Hacc ve Umre ziyaretleri, dua için kalkan eller, onca yakarmalar, Kur’an kursları, okunup ölülere bağışlanan hatimler, yapılan infaklar, kadının tesettürü, giyilen cübbe ve sarıklarla sünnet diye öpülen sakalı şerifler, insanca yaşama olanaklarını, huzuru ve mutluluğu sağlamıyorsa, din adına yapılanların tamamı demek ki Kur’anın öğüdü ile örtüşmüyor, bir işe yaramıyor, yapılanlar boşa gidiyor demektir. Demek ki Allah’a ağızdan verilen inanma sözlerine rağmen, öğüde ve emirlere tamamen veya büyük çoğunlukla uyulmamakta, ya da insanlara din adına yapmaları gerekenler yanlış veya eksik öğretilmektedir. Ya da Müslümanlar, Müslümanlığın gerektirdiği sağlamlaştırıcılığı, çalışkanlığı, enerjiyi, dinamizmi, aktifliği, doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti gerektiği ölçüde yerine getirememektedirler.
Peygamberimizin vefatından 20 yıl sonra, mücadelesi boyunca düşmanı olmuş aile tarafından kurulan Emevi Devleti ile beraber başlayarak, daha sonra da Abbasi devleti döneminde doruğa ulaşan hadis uydurmalarıyla üretilip, dindeki dejenerasyonun tavan yapıldığı, aslında Kur'anın dışında yaşanan bambaşka bir çok din ortaya çıkarılmıştır. Ülkemizde de bu yapıya Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Tasavvufun dayatmalarıyla sonradan dine sokulan bidatlar ve geleneklerle bugünkü haline getirilmiştir. Önceki dönemlerde Ebu Hureyre ve İbn i Kab, daha sonraki dönemlerde de İmam Buhari, İmam Tirmizi, İmam Müslim, Nesai gibi daha pek çok şahsiyetin topladıkları uydurulmuş rivayetler, Ehli Sünnet denilerek Kur'anın dışında bir din yapılmış, baş tacı edilmiş, tamamen bu hadislerle adeta Kur’an terk ettirilerek yaşanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda da Halife Ali’nin Emeviler için “ Bunlar da din elbisesi giyiyorlar ama ters çevirerek giyiyorlar “ dediği gibi, bugün yaşanan dinlerde, Kur’anda Allah’ın öğütleri tamamen tersine çevrilmiş, yapın dedikleri yapılmaz, yapmayın dedikleri de aksine yapılır haline gelmiştir. Yaşanan din, Kur'anın dini İslam olmaktan çıkmış, Enam Sûresinin 159. ayetinde " Şüphesiz dinlerinde parça parça grup grup olan şu kimseler ; Sen hiç bir şekil ve davranışça onlardan değilsin Şüphesiz onların işi Allah'adır. " denilerek Peygamberimizin bu bölünmelerle hiç bir ilgisinin olamayacağı belirtilmiştir.
Ali İmran Sûresinin 103. ayetinde, " Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini / Kur'anı hatırlayın " Rum Sûresinin 31 - 32. ayetlerinde de " Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salatı ikame edin, ortak koşanlardan, dinlerini parça parça edenlerden olmayın. Her ayrılıkçı grup, kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenir. " ifadeleriyle yapılan uyarılara rağmen, grup grup bölünmüş, parçalanmış, Emevi Arap dayatmasıyla Mezhep, Tasavvuf, Tarikat ve Cemaatlerle oluşturulmuş İslamdan eser olmayan dinler haline getirilmiştir. Örneğin, Yüce Rabbimizin, Peygamberimize daha ilk vahyindeki beş ayetle oku emrinin ardından kalem, okuma, öğrenme, kerem etme, özellikleri ile ilme sarılmanın önemine dikkatleri çekmesine rağmen, Müslüman toplulukları kendilerini ilme kapatmış, hiç bir şey anlamadan Kur'anın sadece Arapçasını okumakla her kelimesine on sevap kazanacağı anlayışına odaklanmıştır. Yüce Rabbimiz, Yasin Sûresinin 70. ayetinde " bu kitap diriler için bir öğüttür, hatırlatmadır, zikirdir " demesine rağmen, Kur’an ölülerin ve mezarlıkların kitabı yapılmış, elde tespih ve zikirmatiklerle Allah’ın anıldığı ve hiç bir şey anlaşılmadan Arapça hatimlerle Kitabın okunduğu zannedilmiştir. Ayetlerle Peygamberimize ben de bir beşerim dedirttirildiği, mucize olarak size bu kitap yetmedi mi denildiği halde, abartılan peygamber sevgisi ile üzerine yüzlerce insan ve doğa üstü güçler, mucizeler atfedilmiştir. Peygamberimizin vefatının ardından önce bir ulema sınıfı oluşturulmuş, icma ile fetva verme kapısı aralanarak din, hadis ve rivayetlerle istila edilmiştir. Bu çerçevede kesin şirk olduğu halde, insanlara din mürşitlerden ve mezhep imamlarından öğrenilir, Kur’andan öğrenilmez, abdestsiz de Kur'ana el sürülmez diye insanlar Kur’andan uzaklaştırılmışlardır.
Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Nisa 105, Yunus 57, İbrahim 52, ve benzer şekilde Sad Sûresinin 87. ayetinde " Kur'an bütün alemler için bir öğüttür ancak 88 : Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz. " ifadeleriyle belirtildiği gibi Kur'anın muhatapları dünya üzerinde yaşayacak olan tüm insanlardır. Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı dilleri konuşmakta olsalar da tüm halkların peygamberidir. Bundan dolayı Kur'anın dünyadaki diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Fakat bugüne kadar yapılmış olan çevirilerle biz insanlara Kur'an, Allah'ın gösterdiği şekilde değil de, başka başka metotlarla anlamlandırılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı ne kadar çalışılsa çalışılsın, ne kadar emek verilirse verilsin bu şekildeki uygulama ile hazırlanmış olan elimizdeki resmi Osman Mushafı ile Kur'anın doğru anlaşılması ve dünya insanlarına doğru anlatılması mümkün değildir. Dolayısıyla bu güne kadar gerek klasik dönemde, gerekse de bugün çeviri işiyle uğraşan ve bilen kişiler, ya Allah'tan yana, ya da Halife Osman'ın Mushafındaki tertibinde " icma " var yalanına uyanlardan yana olacaklardır. Ortada bulunan bu ikilemden dolayı Kur'ana rağmen bugün Dindeki yaşanan yanlışlıkların, ortaya çıkmış olan bidat ve hurafelerin nedenlerine baktığımız zaman görülecektir ki :
* Bu Mushafta " Tertil " ( Bir şeyin güzelleştirilmesi ve bir şeyin başka bir şeye karıştırılmaması ) anlayışı yoktur.
* Bu Mushafta " Tedebbür " ( Müteşabih ayetlerin Tevil / karşılık belirlemelerinde öncelik sıralamalarına dikkat edilerek arka arkaya sıralamak ) uygulaması ve dikkati yoktur. Nisa Sûresinin 82. ayetinde " Onlar hala Kur'anı arka arkaya dizerek gereği gibi düşünmezler mi ? " ifadeleriyle belirtilerek Rabbimizin yapmış olduğu uyarı, ne Osman Mushafını hazırlayanlarca, ne de bu Mushafa göre hüküm oluşturan bugünün ünlü İlâhiyatçılarınca da dikkate alınmamıştır. Oysa bu yanlış tutulan yol, aksine Kur'anın nüzul / vahyediliş sırasının ve tertilinin önemini, böylece doğru anlaşılabilmesinin gereğini açıkça ortaya koymaktadır.
* Bu Mushafta bir çok ayet olması gereken paragrafta ve doğru yerinde değildir. Ayetlerin sıralaması karıştırılmıştır.
* Bu Mushafta bir çok " LAHN " ( Kopyalama hatası ) vardır. ( örneğin Enfal Sûresinin 1. ve 41. ayetlerinde yer alan ifadelerdeki kopyalama hatası gibi )
* Bu Mushafta önemli ve ciddi " KIRAATLER " ( Önce bir şeyleri zihinde veya kitapta toplayıp, hazırlayıp, sonra başkalarına sözlü veya yazılı olarak dağıtma ) anlamındaki kabuller bulunmamaktadır. Örneğin Zümer 10 ve 53. deki kıraat ve lahn ile ( ibadiye sözcüğündeki " y " harfi İslam Dininin özü olan Tevhidi lekeleyecek boyuttadır. Çünkü Allah insanları peygambere kul, köle yapmaktadır şeklinde anlamlandırılmaktadır.
* Ayrıca günümüzde genellikle ve çoğunlukla yapılan çeviri çalışmaları, rivayet tefsirlerinin etkisi ile yapılmaktadır. Birçok müfessir de bundan etkilenmiştir.
* Maalesef savm, salat, secde, rükû, cünup, zikir, tesbih, hacc, kıble, hikmet, melek, şeytan, cinn gibi birçok sözcük ve kavram, günümüzde öz ve gerçek anlamlarından başka anlamlarda kullanılmakta ve çeviriler buna göre yapılarak insanlar yanlış yönlendirilmektedir.
Bugün bunlardan dolayı doğru bilindiği halde aslında din adına yanlış yaşanan o kadar çok dini kavram, inanç ve amel, dine sonradan sokulan hurafe ve bidat vardır ki bunlar, anlatmak ve açıklamakla bitecek, iyice kökleşmiş olduğundan da kabul edilecek ve düzeltilecek gibi de değildir. Çünkü Kur’an, anlaşılmak için okunmamaktadır. Eldeki Mushaftan da doğru olarak anlaşılamamaktadır. İçindeki uyarılardan çoğunlukla bilgi sahibi olunamamaktadır. Dinin bilgisine ulaşmak için insanlar Mürşitlere mecbur olma inancıyla şartlandırılmışlardır. Hiç kuşkusuz, ben inancımda, dinimde, yaptıklarımda onu da bunu da terk edersem geriye ne kalacak endişesini yaşayacaklardır. Bu güne kadar bu kadar alim gelmiş, bize dini ve dinin yolunu göstermiş, bunlar da şimdi nereden çıktı diyecekler, Bakara Sûresinin 170. ayetinde “ Ve onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği vakit, aksine biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız dediler. Ataları bir şeye akıl erdiremez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi ? “ ifadeleriyle yapılan uyarılardan elbette ki haberleri olmayacak, içinde bulunulan durumu sorgulayamayacak, atalarının, önderlerinin, geleneklerinin arkasında duracaklardır. Furkan Sûresinin 44. ayetinde " Yoksa sen onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun ? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar. " denilerek aklını kullanmayanlar için aşağılanma uyarısının dışında, Kur’anda aklınızı kullanın, hala akıl etmiyor musunuz ? gibi ifadelerle aklın önemi 49 ayette yer almaktadır. Halbuki akıl, düşünme, sorgulama, tefekkür ve özgür irade bir kullanılabilse, aslında geriye Kur’anın ve gerçek Hakk Dinin kalacağı görülebilecektir, yanlışlardan ve hurafelerden arınılabilecektir.
Bugün Müslümanlar Kur’andaki, Tevhit, Şirk, Salat, Salavat, Dua, Namaz, İbadet, Secde, Rüku, Zikir, Tesbih, Şükür, Hamd, Sünnet, Kader, Ruh, Şefaat, Miraç, Kurban, Araf, Melek, Şeytan, Cin, Adem, Adem oğulları, Talak, Mahrem, Mehir, Oruç, Hacc, Ecel gibi daha pek çok kavramı, doğru bildiklerini zannettikleri halde ya yanlış bilmekte veya hiç bilmemektedirler. Bunun ardından da yaşanan dinde, Araştırmacı ve İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık Hocanın ana hatlarıyla sıraladığı * İbadet sadece camide olur. * Namaz dinin direğidir. * İslam’ın şartı beştir. * Sadece Müslümanlar cennete girer. * Kur’ana inanmayanlar öldürülmeli. * İslamiyet kadını yarım görür. * İslam’da cariyelik ve çok eşlilik vardır. * Kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır. * Zenginlik fakirlik takdirdir, imtihandır, kaderdir. * Peygamberler mucizeler göstermişlerdir. Gibi pek çok yanlış amel ve inanç ortaya çıkmıştır. Sonradan dine eklenmiş olan bidatlarla da doğru bilinen * Din adamlığı * Kur’anın terk ettirilmesi, sadece ölülerin ardından okunarak hediye edilmesi ve mezarlıkların kitabı haline getirilmesi, * Mezar, türbe, yatır ziyaretleriyle ölülerden yardım dilenmesi, * Kandil geceleri ibadetleriyle bir gecede cennetin kazanılacağı kolaylığı ile bazı günlerin, bina ve yerlerin, eşyaların kutsallığına inanılması, * Cenaze namazlarındaki Kur’an dışı uygulamalar, * Kabir azabı inancı, * Mevlit cemiyetlerinin ve ilâhilerin din diye yaşanması, * Mesih, Mehdi, deccal inancı ile kurtuluş umutları, * Tasavvuf, Tarikat, Cemaat dinlerinin yaşanması, * gibi daha burada dile getiremediğimiz pek çok yanlış inançlar ve uygulamalar, Din yaşamının ve inancının içine montaj edilmiştir. Bakara Sûresinin 256. ayetinde " Dinde zorlamak, tiksindirmek yoktur. " denilerek yapılan uyarıya rağmen, çok kolay ve anlaşılır olan Dinimiz, Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin farz, vacip, sünnet dayatmalarıyla zorlaştırılarak, Mürşit, Alim, İmam, Evliya gibi aracı olmadan adeta ulaşılamaz ve yaşanamaz hale getirilmiştir.
Müslümanlar ağızdan “ La ilâhe illallah “ Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur demekte, ama Allah ve Kur'anın Tevhit öğretisinin bilincinde olamadıklarından, yaptıkları pek çok eylemle Peygamberimizi, İmam, Şeyh, Seyyit, Veli, Evliya gibi etten kemikten yapılmış insanları aracı yaptıklarının, Allah’a ortak koştuklarının, şirk batağının içine düştüklerinin farkında olamamaktadır. Tevbe Sûresinin 31. ayetinde “ Din bilginlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’ın dışında Rabler edindiler. “ uyarısına rağmen Velilerin, ( Evliyanın ) Seyitlerin peşine düşülmüş, peygamber sevgisi abartılmış, " Kâinatın Efendisi " denilmiş, " Mahşerde Nebiler bile senden medet ister " diye ilâhiler söylenmiş, Allah’ın sıfatları Peygambere aktarılmış, camilerde, namazlarda, dualarda, vakitli vakitsiz okunan selalarda, Allah’ın yanında ortak edilmiştir. Ahkaf Sûresinin 5. ayetinde “ Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir ? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışından habersizdirler de. “ denildiği halde, Peygamberden, Evliyadan, ölülerden, türbelerden yardım istenmekte, pek çok Kur'an ayetinin uyarısı hiçe sayılarak, " Şefaat Ya Resulullah " denildiğinde peygamber şefaati ile cennete girileceği zannedilmektedir.
Kur’anda Cin Sûresinin 18. ayetinde “ Şüphesiz mescitler sadece Allah içindir. Öyleyse Allah ile birlikte hiç kimseyi çağırmayın “ denildiği halde, hadis ve rivayet inançlarıyla bugün camiler, Kur’anın öngördüğü yapıdan, kılınan namazlarda, sala ve salavatlarda, dahil edilen mevlit geleneğinde, parayla namaz kıldıran imamlarla oluşturulan mescit anlayışında, içine şirkin ve küfrün yerleştirildiği bir yapıya dönüştürülmüşlerdir. Kur’anda Dünya ve Ahiret hayatı olarak iki hayattan söz edilmesine rağmen, uydurulan kabir hayatı ve ardından gelen kabir azabı inançlarıyla dine sokulan, cenaze definlerindeki Kur’an dışı gelenekler, ölenin kabrinde imamın verdiği telkin uygulamaları, okunan ayet ve Sûrelerden hasıl olan sevabın ölülere hediye edilmesi, doğru bilindiği zannedilen, fakat tamamen Kur’an ayetlerinin inkârı ve aksine yapılan yanlış eylemlerdir.
Dinin direği namazdır denilmiş, Salat sözcüğü de sadece namaz kılmaya endekslenmiş, namazını kılanlar din adına görevlerini tam olarak yerine getirmiş dindar sayılmıştır. Halbuki Salat ise doğrudan doğruya namaz değil, destekleşme ekseninde paylaşma, dayanışma, yardımlaşma, dine arka çıkma, eğitim ve öğretimle gelişme, bütün sosyal dayanışma, yardım, eğitim ve öğretim kurumlarını oluşturma ve ayakta tutabilme, dua ile Allah’tan yardım ve destek istemedir. Kur’anda ancak salatın ikame edilebilmesi, ayakta tutulabilmesi ile dinin var olabileceği, aksi halde salatı ikame edemeyen toplumların helak olabileceği uyarısı yapılmaktadır. Namaz ise kul ile Allah arasında olan ve kulu Allah’a yakınlaştırma araçlarından olan bir hasenattır, nüsuktur. İçinde namaz kılmanın da yer aldığının belirtildiği İslam’ın şartı beştir demek ise Kur’ana tamamen aykırıdır ve küfürdür. Çünkü Allah’ın bütün ayetleri değerlidir ve hepsi de İslam’ın şartıdır. İslam’ın şartı eğer sayılara dökülecekse, İslam’ın şartı birdir ve o da Allah’a ve ayetlerine teslim olmaktır.
Burada din ve inanç adına doğru bilindiği halde yaşanan yanlışların, dine sonradan sokulan bidatların ve hurafelerin hepsine ayrı ayrı Kur’an ayetleriyle yer vermemiz mümkün değildir. Bu yanlışların pek çoğuna sitemizde değişik başlıklar altında, Kur’an ayetleriyle çok geniş olarak yer verilmiştir. Amacımız, Müslümanları doğru bildikleri halde içine düştükleri yanlıştan, şirk ve küfürden arındırarak, Allah’ın bize kılavuz / rehber olsun diye gönderdiği ve peygamberimizin bize yegâne emaneti olan ve dinimizin temel kaynağı kitabımız Kur’ana yönelterek, anlayarak okumalarını ve aklın kullanılarak, sorgulanarak, özgür irade ile bidat ve hurafelerden arındırılmış Kur’anın dini İslam’ın, Allah’ın Hakk Dininin yaşanmasını sağlamaktır. Allah'ın selamı, rahmeti ve Kur'anın doğruları sizinle olsun !...
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !..
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur'an )
T.D.V. İSLAM Ansiklopedisi Bidat ve Hurafe
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR