Kur'anımızda Nuh Sûresinin 17. ayetinde " Vallahu enbetekum minel ardi nebata " ( Ve Allah sizi yeryüzünde bir bitki olarak bitirdi. " ) ifadeleriyle belirtildiği gibi insan, yeryüzünde var olan her bölgede topraktan bir bitki olarak bitirilerek aynı anda binlerce Adem / insan olarak yaratılmasından ve Kur’anın bize anlattığına göre aşama aşama geliştirilip, milyonlarca yıl sürdüğü belirtilen kendi yapısındaki evrim döneminden sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılmış, fıtri ve sosyal yapısı nedeniyle de ardından toplu yaşamaya başlamıştır. Dolayısıyla insanların çoğunlukla inandırıldıkları gibi, ilk insan Cennette yaratıldığına inanılan Adem değildir, bütün insanlar yeryüzünde yaratılmışlardır. Kur'anda yer alan Adem sözcüğü ise hem yaratılmış olan bütün insanları hem de aynı zamanda tekâmül ettikten ve toplu yaşama geçtikten sonra insanların arasından seçilmiş olan İlk peygamberi de temsil etmektedir. Tekâmül etmiş ve ünsiyet kazanmış insanın yaratılışındaki fıtri özelliği, onu daima bir şeylere bağlanma, inanma ihtiyacına ve düşüncesine itmiştir. Yüce Rabbimiz, insan olarak yarattığı kuluna, diğer yarattıklarından farklı olarak düşünebilmesi için akıl ve irade kullanma yeteneği ile seçme özgürlüğünü de bahşetmiştir. İnsan, yaratılışının hem insani yönünü, hem de dünyadaki yerini her zaman merak etmiş, düşünmeye, sorgulamaya başlamıştır. Önce çevresinden ve yaşadığı ortamdan bir nesnenin veya bir gücün, kendisinin varlığının ve etrafındaki olayların da sahibi olabileceğini düşünmüştür. Bu arayış onu Tanrı düşüncesine götürmüş ve böylece din olgusunu da yaratmıştır.
İnsanın toplumsal ve sosyal yaşamı, uygarlığı tarih boyunca geliştikçe, gösterdiği tekâmüle paralel olarak dine ve tanrıya bakış açısı da şekil değiştirmiş, değişim geçirmiştir. Önceleri ruha ve tabiat olaylarına / Doğanın ritmine karşı tapınma ile iç içe olan mitolojik dönemin inançlarıyla, ruhçuluk, atalar kültü ve büyü inancı geleneksel Din ve Tanrı düşüncesinin temelinde yer almıştır. Daha sonra bu inançları metafiziğe ( fizik ötesine ) dayalı kavram ve değerler inancı izlemiştir. Bu bağlamda Hegel, " İnsanlık tarihinde dinden önce bir sihir ve büyü dönemi olması gerektiği " üzerinde durmuş, Frazer de " Erken dönem tarihinde büyü ve sihir gücüyle insanlığın doğayı kontrol altına alabileceğinin düşünüldüğü bir zaman diliminin varlığından " söz etmiştir. Din olgusu, zamanla insanın fikir gelişmesine, ekonomik, kültürel ve sosyal yapılarının farklılıklarına bağlı olarak, farklı boyutlar ve farklı anlamlar kazanmış ise de, giderek çok tanrıcılık inançları egemen olmuş, bunun yanı sıra zaman zaman da insanlar, doğa güçlerini, gök cisimlerini, melekleri, daha önce yaşamış güçlü olarak bildikleri atalarından bazılarını Tanrı olarak bilmişler, onların tahtadan, taştan heykellerini yapmışlar, onları putlaştırarak da ilâh diye tapmaya başlamışlardır. Tarihi süreç içerisinde a - İnsanın düşünce ve inanç yapısını içeren zihinsel fonksiyonlarını b - Her türlü tavır ve davranışlarını c - Diğer insanlarla ilişkilerini, kurumsal ve toplumsal yönünü ifade eden ve disiplin altına alan üç husus ile, insanlığın inanç tecrübelerini tanımlayabilecek kapsamlı bir Din tarifinin ortaya konulması zaruret haline gelmiştir. Dini inanç ve değerlerin insanın ahlâki yapısıyla da yakından ilişkisi olmalıdır. Bundan dolayı da Din, ahlâki tutum ve davranışların sürdürülebilmesinde de önemli bir olgu olarak insanın karşısındadır.
İlerleyen zaman içerisinde yine dünyanın birçok yerindeki çok Tanrıcılıktan, Allah'ın görevlendirdiği peygamberler ve onların aracılığı ile indirdiği kitaplarla özellikle Orta Doğuda tek Tanrıcılığa doğru bir gelişim ortaya çıkmış ise de, değişmeyen tek şey, bir güce, bir sahibe bağlanmak, sığınmak ve onu yücelterek Tanrı yapmak olmuştur. Her insan, fiziksel ve psikolojik olarak boyun eğmek, yardım görmek, sığınmak için kendinden üstün bir şeye ihtiyaç duyar. Bundan dolayı da bu fırsatı değerlendiren ve kendilerini güçlü görenler, ilerleyen dönemlerde tarih boyunca bazı toplumlarda yönetici efendi olarak seçilmiş, onlar da diğer insanlara hükmetmiş, kendine hizmet ettirmiş, onları köle gibi kullanmış, kendisini de Tanrı yerine koydurmuştur. Bugün dünyanın bir çok bölgesindeki dini inançlara bakacak olursak Teizm, Tanrı, ya da Tanrıların doğa üstü üstün güçler kabul edilen gelenekler, Monoteist, Tek tanrıcı dinler, bir tek üstün güç olan Allah inancının yer aldığı, peygamberlerin ilettiği dinler olan İbrani, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık dinleri, Dualist, iyilik ve kötülüğün olduğu iki Tanrıcı dinler, Zerdüştlük ve Mani dinleri, Politeist, Hinduizm ve uzantıları olan Brahmanizm, Budizim, Şintoizm, Taoizm gibi uzak doğuda Hindistan, Bangladeş, Çin, Japonya, Endonezya, Tayland, Kamboçya gibi yerlerde yaşanan, hayvanların, ruhların ve değişik sembollerin Tanrılaştırıldığı çok Tanrı inançlarıyla, farklı ritüellerle, geleneklerle çok değişik dinlerin ortaya çıkmış olduğunu, bu sistemler içerisinde birlikte yaşama kurallarının da farklı farklı oluşturulduğunu görüyoruz.
Bunlara rağmen gerçekte bizim bir ve tek olarak var olduğunu bildiğimiz, Kâinatı yaratan, yeri, göğü ve ikisinin arasındaki bütün varlıkları oluşturan ve dünya denilen gezegeni, insan için hazırlayıp sayısız nimetlerle donatan, her türlü Rahmeti kendi üzerine farz kılan, Müslümanlar olarak iman ettiğimiz Rahman ve Rahim olan yüce Rabbimiz Allah, Kendisinin tanınmadığı, yerine çok değişik ve ortak Tanrıların konulduğu, adaletin bozulduğu, huzurun kalmadığı, güçsüzlerin ezildiği, zulüm gördüğü, kaosun egemen olduğu zamanlarda, değişik toplumlarda duruma müdahale etmiş, insanları başı boş ve sahipsiz bırakmamıştır. Tarih boyunca insanlara, barış ve huzur içinde yaşamayı, adaleti, hakkı, hukuku, kendilerini ve etraflarında gördükleri her şeyi yaratan, her şeyin sahibi olan, bir ve tek olan Rabbin, Allah olduğunu öğretmek için, Adem peygamberle başlayarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde, çeşitli zamanlarda pek çok elçi göndermiş, Allah katında tek bir din olan İslam'a, gerçek Hakk dine davet ettirmiştir. Her dönemde Allah’ın vahyini iletmekle görevli Peygamberlerine Yasin Sûresinin 30. ayetinde " Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile kesinlikle alay ederlerdi. " diye belirtildiği gibi insanlar, bencilliklerinden ve kibirlerinden dolayı her gönderilen elçiye itiraz etmişler, alaya almışlar, bilhassa yönetim konumundaki güçlüler, din bezirgânları kurdukları düzenin bozulmaması için her türlü karşı direnci göstermişlerdir. Rabbimizin eğitmek için indirdiği kitapları, emirleri ve buyrukları yalanlamışlar, inkâr etmişlerdir. Bu nedenle de Allah'ın şiddetle uyarılarına ve aşağılamalarına muhatap olmuşlardır. Bu tür reddiyeci insanlara atfen de, İslam'ın son Peygamberi Muhammed ( a.s. ) a indirilen ayetlerin vahyediliş sırasına göre Yüce Kitabımız Kur'anda Din sözü ilk defa Maun Sûresinin 1. ayetinde karşımıza çıkar.
MAUN 1 : Bismillahirrahmanirrahim * Era’eytelleziy yükezzibü biddiyn ( Gördün mü o dini yalanlayanı / Allah’ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini, herkesin ahirette iyi veya kötü yaptığı işlerin karşılığını göreceğini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? Hiç düşündün mü ? )
Batı dillerinde religio veya religion sözcüğü ile ifade edilen Din sözcüğü, Arapçada “ deyn “ sözcüğünden türemiştir ve anlamı da “ borç “ demektir. Bundan dolayı önceleri borç anlamında kullanılan sözcük, zamanla insanlar arasındaki alışverişlerde ceza, karşılık, hak, hukuk, nizam, intizam, sosyal düzen gibi kavramlar için kullanılmaya başlanmıştır. Kur’andaki Nur 25. Zariat 6. İnfitar 9. gibi bazı ayetlerde de bu sözcük, ceza / karşılık anlamında yer almaktadır.
NUR 25 : O gün Allah, onlara dinlerini / karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah’ın apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
ZARİAT 6 : Şüphesiz, dinlerinin / yapılanların karşılıklarının verilmesi de kesinlikle gerçekleşecektir.
FATİHA 4 : Maliki yevmiddiyn / karşılık gününün, hesap gününün, din gününün sahibi.
İNFİTAR 9 : Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil. Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri ezberleyen saygın yazıcılar olmasına rağmen, dini / karşılığı, cezayı yalanlıyorsunuz.
İnsanların toplu yaşam ile yerleşik düzene geçerek oluşturdukları, birlikte yaşama düzenleri, kuralları, yasaları, ilkeleri de bir din dir. Bu nedenle din sözcüğü ceza / karşılık anlamından ayrı olarak “ Toplum düzeninin yolu, toplu yaşamanın kurallarının bütünü “ anlamında da kullanılmıştır. Ancak bu anlam ile kastedilen düzen, genellikle insanlar tarafından kurulan beşeri düzenleri kapsamaktadır. Kur’an ayetlerinde, insanların kurdukları düzenlere de din dendiği örneklerini görüyoruz.
YUSUF 76 : Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yusuf’a Biz böyle bir oyun öğrettik. Melik’in dininde / ülke sahibinin yasalarında, kardeşini alıkoyma imkânı yoktu. Ancak Allah dilerse o başka.
MÜMİN 26 : Ve Firavun ; “ Bırakın beni, öldüreyim Musa’yı. O da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben onun sizin dininizi / yasalarınızı değiştirmesinden ve yahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum “ dedi
Bu durumda gerek Peygamberimizin zamanında yaşayan Mekkelilerin, gerek dünyanın değişik bölgelerinde, değişik zamanlarda yaşanmış olan eski Mezopotamya Sümer, Babil, Asur Dinleri, eski Mısırda ana tanrıça İzis, eşi Oziris ve Tanrıçanın oğlu Horus merkezinde çok Tanrıcı Mısır Dini, eski Anadolu Hitit, Frigya, Urartu, Harrani Dinleri, eski Avrupa Kelt, Yunan, Roma ve İskandinav çok Tanrıcı Dinleri, eski Amerika Aztek, İnka, Maya ve Kuzey Amerika Yerlileri Dinleri, bugün hala yaşanmakta olan Orta Asya ve uzak doğu Hinduizm ve türevleri olan Brahmanizm, Budizm, Konfiçyüs, Taoizm, Şintoizm, Şamanizm Dinleri inançlarının, konulan birlikte yaşama kurallarının, inanç ritüellerinin, çağımızda oluşmuş kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, kominizm gibi düzenler de birer kurallar bütünü olarak Dindir.
Tarihte ilk kez ortaya çıkmış olan birçok inanç sistemi, geçen zaman içerisinde çeşitli değişimler yaşamış, algılama ve farklı yorumlara bağlı olarak iç etkenlerle veya diğer inanç sistemleriyle etkileşmenin sonucunda dinin alt kolları olup dinin içerisinde sayılan ekoller olarak ortodoksi ve heterodoksi mezhepleşme hareketleri ortaya çıkmıştır. Bugün Allah katında tek bir din olan İslam içerisinde Yahudilikte de, Hristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da indirilen Tevrat, İncil ve Kur'anın dışında Allah'tan ve Peygamberin sünneti denilerek, Mezheplerin, Tarikatların, Cemaatlerin oluşturdukları pek çok farklı görüşler, yaşam tarzları, ibadet şekilleri, kuralları ve tutulan yol ile ritüelleri de Din olarak nitelendirilmektedir. Bunlara ister toplum düzeni, ister din diyelim, kuralları insanlar tarafından konulduğu ve insanın fıtratında var olan bencilliği nedeniyle, kurallar daima muktedir olanlardan, egemen ve yönetici olanlardan yanadır. Bu nedenle bu kurallarla insanlar arasında tam adalet, huzur ve barış sağlanamaz. Eninde sonunda çıkar çatışmalarıyla bu düzenler yok olur. Ebedi olarak ayakta kalamaz. Ama Allah, ezelden ebede, her şeyi en iyi bilen ve en iyi gören, kulları arasında hiç bir ayrım yapmayacağına, kullarından hiç bir çıkarı olmadığına, adaleti sonsuz, her şeyi en mükemmel yapan olduğuna göre, Onun koyacağı kurallar, prensipler, hem mükemmel, hem eksiksiz, hem adil, hem de evrensel olacaktır. İşte insanlardan ayrı olarak, yaşam düzeni için kurallarını, hükümlerini Allah’ın koyduğu Din ise “ Allah’a ait olan Hakk Din dir. ” Mükemmelliği ile, adaleti ile, hükümleri ile evrenselliği ile dünya var oldukça ayakta durarak yaşamını sürdürecektir. Yüce Rabbimizin tarih boyunca Adem peygamberden başlayarak insanlığa ve son olarak da bizim Peygamberimize tebliğ ettirerek Kur’an ile bildirdiği dinin adı, Ed-Dinül-Halis ( Halis Din ) İslam dır.
Bütün peygamberlerde olduğu gibi, Allah'ın indirdiği Hakk Din olan İslam'ın hiç bir kitabının, peygamberlere indirdiği vahyin orijinalindeki temel ileti birbirinden farklı değildir. Örneğin İdris peygamberin 3 prensibi, Nuh'un 7 ilkesi, Musa'nın Tevrat ile 10 emri, İsa'nın 10 emri açıkladığı İncil'i / Müjdesi, hepsi de evrensel hukukun aynı olan temelleri üzerine oturtulmuştur. Aslında bizim Peygamberimiz de kendisine verilen Allah'ın Halis Dinini yayma görevini bütün peygamberlerde olduğu gibi, tam bir başarı ile yerine getirmiştir. Kırk yaşından sonra aldığı bu görevle Peygamberimizin bütün hayatı, Kur’anın getirdiği ilkeler, kurallar, hükümler olmuştur. Onlarla düşünmüş, onlarla karar vermiş, onlarla ahlâklanmış, onlarla arkadaş olmuş, onlarla baba olmuş, aile reisi olmuş, onlarla devlet düzeni kurmuş Devlet Başkanı olmuştur, onlarla adalet dağıtmıştır. Ancak Allah'ın vahyi ve Kitapları Kur'an da dahil, her peygamberin orijinal iletileri, tarih boyunca insanlar tarafından saptırılmış, değiştirilmiş ve farklı farklı yaşanılan dinler ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Kur'anda İsra Sûresinin 89. ayetinde " Ve andolsun ki Biz, bu Kur’anda insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu gerçeği inkârda ısrarcı oldular. " ifadeleriyle belirtildiği gibi, insan tarihin her döneminde, her bölgesinde aynıdır, her zaman kendi bencilliğinin, hırsının, kıskançlığının esiri olmuştur, inkârcı ve reddiyeci yapısını ön plana çıkararak, kendi hükmünün egemen olmasını istemiştir, bugün de Müslüman geçinen toplumlarda bile böyle olmaktadır.
Bugüne geldiğimizde de, içinde bulunduğumuz Müslüman toplumlarında ve dünyada, din adına yaşananlara baktığımızda, evrensel ve tek bir din olması gereken, Allah’a has kılınmış İslam'ın, Allah'a has kılınmış Kur'anın dininin, Hakk Dinin yaşandığını göremiyoruz. Müslüman olduğunu dile getiren toplumlar dahi dini farklı inanç ve ritüellerle yaşarken, henüz yeryüzündeki insanların bir çoğu da, gerek Yahudiler, gerekse Hristiyanlar, tekrar gerçek İslam'la tanıştırılamamıştır. Bu nasıl olsun ki ? Önce Müslümanların kendileri değişik ayetlerde " Çoğunlukla onlar iman etmezler, Çoğunlukla onlar müşriktir, Çoğunlukla onlar gafildir, Çoğunlukla onlar fasıktır, Çoğunlukla onlar kâfirdir, Çoğunlukla onlar akıl etmezler. " ifadeleriyle yapılan çok ciddi uyarı ve tespitlerin yer aldığı Kur'an ile maalesef tanışamamış, Kur'andan uzak kalmış, Kur'anın dışında hadis ve rivayet diye önlerine konulup dayatılanlarla dini yaşamaya başlamıştır. İnsanların aklı, ruhu, iradesi, Önder, Veli, Mürşit, İmam denilen birilerinin aklına teslim edilmiş, inançlar esaret altına girmiş ve paramparça edilmiş Din, Kur'anın öğretileri anlaşılarak okunup akıl ve kalple, ruh ile yaşanması gerekirken, kıyafete, şekle, dış görünüşe, gruplaşmaya odaklanmıştır. İnsanların dahil oldukları grupları ile, erkeklerde bırakılan bıyık, sakal, giyilen takke, sarık, şalvar, cübbe ile, kadınlarda da giyilen kıyafetler ve başa farklı farklı bağlanan başörtüleri ile farklı farklı temsil edilen dinin uğradığı parçalanma, bütün açıklığı ile gözler önüne serilmiş olmasına rağmen, herkes kendisini gerçek Kur'an Müslümanı zannetmektedir. Kur’an ile yoğrulmuş mütevazi, alçak gönüllü, hoşgörülü, kişiliğine hayran olduğumuz, sadeliği, görünümü ile yanındakilerden ayırt edilemeyen ve dışarıdan gelen bir yabancının Onu, " Hanginiz Muhammed " diye sorduktan sonra ancak tanıyabildiği en güzel ahlâkın timsali, Yüce insanın bize emanet ettiği Kur’anın ve içerisindeki Allah’ın Halis dini şimdi görünürlerde yoktur. Üstelik ölümünden sonra Peygamberimizin adını kullanarak uydurdukları “ Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, biri hariç diğerleri helâk olacak “ hadisi ile, Kur’anın pek çok ayetle uyarılarına rağmen ve onaylamadığı parça parça olmuş grupların her biri, dini en güzel kendilerinin yaşadıklarını iddia etmekte ve kendilerinin helâk olmayacağını düşünmektedirler.
Parçalanmalar sonucu ortaya çıkan her Mezhep, her Tarikat, her Cemaat, kendine özgü, ayrı bir ritüeli, ayrı bir dini yaşamaktadır. Üstelik de anlı şanlı ilâhiyatçı din görevlileri de ekranlara çıkıp, Kur’anda bölünmeye karşı uyarılarda bulunan bir çok ayeti görmemezlikten gelmekte “ Mezhepler, Tarikatlar, Cemaatler dinimizin zenginliğidir. “ diyebilmektedirler. Halbuki her Mezhep, her Tarikat, her Cemaat, verilen fetvalarla, uydurulan hadis ve rivayetlerle birinin ak dediğine diğeri kara diyebilmektedir. Eğer yaşadıkları din, Allah'ın, Kur'anın ve aynı olan peygamberin getirdiği Din ise, Allah’ın kelamında tutarsızlık, farklılık, bozukluk, eksiklik olamaz. Peki biz de soralım, şirke girdikleri halde adeta Kur'an yetmez deyip bu grupların din diye yaşadıklarından hangisi bizim dinimiz ? Oysa kişinin aklını kullanarak özgür iradesi ile sorgulamadığı din, onun kendisine ait olan din değil, babasının, atalarının, başkalarının dinidir. İmanı da tahkiki bir iman değil, kendisine nakledilenlere bağlı olarak yaşadığı taklidi imandır. Ya o atalardan gelen din ve inançlar yanlış ise ne olacak ? Bu nedenle eğer kişi, Allah katındaki Hakk Dinin doğrusuna ulaşmak istiyorsa, Allah'ın kendisine bahşettiği akıl nimetinin sorgulamasının muhatabı olmak istemiyorsa, mutlaka içinde yaşamakta olduğu dinini, inancını, onun asıl kaynağı olan Kur'an ile test ederek sorgulamak, araştırmak, düşünmek ve aklını kullanmak zorundadır.
Yaşanan Dinlerden Hangisinin bizim dinimiz olduğunu soruyorsak, bugün dünyada yaşamakta olan, bütün insanlar için evrensel olan Din, Allah’a has kılınmış Hakk Din olan İslam'dır. Onun da yegâne kaynağı, Peygamberimizin bize emanet olarak bıraktığı Kur’andır. Biz de öyle yapalım. Dinimizi öğrenmek için, grupların, cemaatlerin sadece anlamadan Arapça okutturarak terk ettirdiği Kitabımız Kur’ana, onu anlayarak mealinden okuma ile müracaat edelim.!
Sınırlarını, hükümlerini, kurallarını Kur’anın belirlediği, Allah’tan geldiği gibi Kur’anın dışına çıkılmadan korunmuş, hüküm ve ilkeleri değiştirilmemiş, saf ve tertemiz olan din, Hakk Dindir. Halis dindir, Allah’a / bütün insanlığa ait olan dindir. Amacı da insanlar arasında barış, huzur, mutluluk ile en güzel yaşamı, bireysel ve toplumsal adaleti, hukuku ve ahlâkı hakim kılmaktır. Hiç kimse, peygamber de dahil Hakk Dine müdahalede bulunamaz. Hüküm ve kural konulamaz Hakk Din değiştirilemez, konulmuş kurallara hem samimiyetle inanmayı, hem de kuralları bütün gönül rızasıyla uygulamayı, yaşamayı gerektirir. Hakk Dinde iman olmadan yapılan bütün güzel davranışlar, taklit ve boşa gitmiş olarak nitelenip kınanmakta ve değerlendirmeye alınmaya layık görülmemektedir. Bu nedenle neye göre iman sorusu akla gelmektedir ve mutlaka da sorulmalıdır. Ali İmran Sûresinin 19. ayetinde " Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. " ifadeleriyle belirtildiği gibi Allah'a has kılınmış Hakk Dinin adı İslam olarak konulmuştur. Yeryüzünde yaratılmış olan her insan, İslam fıtratında doğar. Akıl geliştikçe insanı denetler. Akıl kullanılıp sorgulamaya başlandığında da fıtrata ulaşılır. Fakat akıl devreye sokulmayıp sorgulama yapılamayınca kişi, içinde bulunduğu toplumun inancından ve dininden yanlış da olsa kurtulamaz. Zamanımızda bu sorgulamanın temel kaynağı da Kur'andır. Kur'ansız bir Müslümanlık mutlaka kişilerin Allah'la aldatılmasına yol açar. Yüce Rabbimiz Allah, yarattığı Evrende ve hayatta bir tek Kur'anı koruyacağını belirtmiştir. Öyleyse insan da ancak Kur'ana yöneldiği zaman korunabilir. Bu nedenle Ali İmran Sûresinin 85. ayetinde de " Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o din ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. " denilmektedir. Bu Dinin özelliği ise, Bakara Sûresinin 256. ayetinde " Dinde zorlamak, tiksindirmek yoktur. " Kehf Sûresinin 29. ayetinde, " Ve de ki : O gerçek Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin. " denildiği gibi insanları kendi iradeleri ile zorlamadan, mutluluğa ve en güzele götürmek amaçlı olduğu belirtilip, seçim insanların kendi iradelerine bırakılmıştır. İlk Peygamber olan Adem Peygamberden itibaren, son Peygamber olan Muhammed ( a.s. ) a kadar gelmiş bütün peygamberlerin hepsinin getirdiği dinin adı İslam’dır. Ancak, İbrani, Musevi, İsevi, Nasrani, Yahudi, Hristiyan gibi isimleri o inançtaki insanların kendileri koymuştur.
İSLAM : Barış, esenlik, sağlamlaştırmak / dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan, maddi ve manevi her türlü olumsuzluklardan negatifliklerden uzaklaştırmaktır. Bundan dolayı İslam dini, insanları sağlamlaştıran, huzura, selamete kavuşturan dindir. Sağlam kafanın, akli selimin, sağduyu ve mükemmelliğin hakimiyetidir. Müslüman : Allah'a iman etmiş olarak ameli ile her şeyi sağlamlaştıran, mükemmelleştiren, bütün olumsuzlukları olumluya çeviren, dinamik, çalışkan ve canlı olan, sevgiyi, merhameti, adaleti gözeten, kendisi ve çevresi ile barışık olabilen kişidir. Bu nedenle Allah'ın halis dinini kendi özgür iradesiyle dileyerek benimsemiş ve bu dinin kurallarına göre yaşamayı kabul etmiş insanlara Kur'an ayetlerinde Müslüman denir. Fussilet Sûresinin 33. ayetinde ve içinde bulunduğu ayet grubunda " Ve Allah'a çağırıp / yakarıp salihi işleyen ve " Ben Müslümanlardanım " diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır ? " ifadeleriyle koşullar ne olursa olsun çok büyük bir cesaret gösterip Allah'a güvendiklerini ve inandıklarını " Ben Müslümanım " diye dile getirmenin önemi vurgulanarak bu seçimin Allah'tan yana yapılmasının karşılığının da güzelliklerle dolu olduğu anlatılmakta, Müslüman olduğunu söyleyenlere de mümin denilmektedir.
HACC 78 : O, sizi hem daha önce ve bu Kur’anda elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi.
ZUHRUF 68 : Ey ayetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım ! Bugün size korku yoktur. Ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak girin cennete.
Elbette ki sadece lafla ben Müslümanım elhamdülillah demekle Müslümanlık olmaz. Temelini iman etmek ve bunu da yaşamın içerisinde davranışlarla / amelle birleştirebilmek oluşturur. İman : Allah’a ve onun vahiy ettiklerinin doğruluğuna inanmaktır, güvenmektir. İman gaybidir. Ölçülemez ispatlanamaz, Allah'tan başka da kimse bilemez. İman edenin gizlisi saklısı olmaz. İnanç bakımından eksiği gediği olmaz. İsra Sûresinin 9. ayetinde " Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam şeye ; Rüşde kılavuzlar " ifadeleriyle belirtildiği gibi İman, reşit ve akli dengesi yerinde olan, sorgulayabilen kişilerin işidir. İman edene Mümin denir. Allah’a iman ettim diyen kişi, önce kendi yaratılışına, vücudundaki işleyişe, organlarındaki parmak uçlarına varıncaya kadar mükemmel donanımlı yapının farkına varamamış, harika ve hepsi birer mucize olan yaratılışının bilincinde değil ise, Allah’ın insanlar için çevresinde donattığı nimetlerin çeşitliliğinin, zenginliğin, mükemmel tasarımlarını, başını kaldırıp da çevresine ve gökyüzüne baktığında o azameti, harika düzeni görememiş ise, " Rabbim, Sen bunları boşuna yaratmadın " deyip, Kur’anı anlamak üzere okuyarak tefekkürle, Allah’ın ayetleriyle, güzel isim ve sıfatlarıyla hiç tanışmamışsa, onun sadece lafla Müslümanım, iman ettim demesi bir anlam ifade etmez. Sözleri yalancılıktan öteye geçmez.
Güç, kuvvet, şan, şeref, Kâinattaki her türlü tasarruf tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla güçlü, şerefli olmak isteyen, mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’tan yana olmanın yolu da Kur’anı anlayarak mealinden, Tebyininden okumaktan, “ Kelime i Tayyibeden “ / hoş güzel sözden , Allah’ı birleyerek Tevhit’den, ( La İlâhe İllallah ) demekten, bunun bilincine varmaktan ve buna bağlı olarak da Allah'a ortak koşmadan, ayetlerini inkâr ederek küfre girmeden yaşanacak güzel amelden geçer. İşte bu, gerçekten Allah’a imandır. İmanın amelle bütünleşmesidir. Kur’ana göre Yüce Rabbimiz Allah, mümin olmayı, iman etmeyi mutlaka bir fiile, bir amele, bir aksiyona bağlamaktadır.
MÜMİNUN 1 - 11 : Kesinlikle iman edenler zafer kazandılar. Onlar salatlarında / destekleşme, paylaşma, yardımlaşma, dine arka çıkmada gösterişsiz, samimi olan kimselerdir. Ve onlar boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir. Ve onlar zekâtı veren kimselerdir. Ve onlar iffetlerini koruyan kimselerdir. Ve onlar emanetlerine ve anlaşmalarına riayet edenlerdir. Ve onlar salatlarını / yardımlaşma, destekleşme, sosyal yardım ve eğitim kurumlarını oluşturup ayakta tutan, koruyan kimselerdir. İşte onlar içinde temelli kalacakları Firdevs cennetinin son sahipleridirler.
Müslümanım diyen müminin yaşayacağı Halis olan Hakk Din İslam, Allah'ın insanlara bahşettiği akıl ile ancak hayata geçirilebilir. Bu nedenle Kur'anda pek çok ayette aklın kullanılmasına, düşünülerek öğüt alınmasına dikkat çekilmektedir.
SAD 29 : Bu, temiz akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.
KAMER 17 : Andolsun Biz Kur'anı düşünme / öğüt için kolaylaştırdık. / Hazırladık. O halde var mı İbret alıp düşünen ?
YUSUF 2 : Şüphesiz ki Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik.
YUNUS 100 : Allah'ın bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah pisliği / azabı, aklını kullanmayanların üzerine bırakır.
Evreni, Kâinatı, Dünyayı ve üzerindekileri yaratan Yüce Rabbimiz Allah, bütün bunları koyduğu kanunlar, kurallar ve hükümlerle, Sünnetullah ile yönetmektedir. Her vesile ile bir çok kere aklı ön plana çıkaramayan, Dininin asıl kaynağı Kur'an ile yaşadıklarını sorgulamayan, aklını kullanmayan insanlar, elbetteki önlerine konan dini, doğrumudur, yanlışmıdır süzgecinden geçiremeyecek, başkalarının gütmesi ile başkalarının dinini yaşayacaklardır. Bu nedenle de Mülk Sûresinin 10. ayetinde " Ve onlar derler ki : " Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashabı içinde olmazdık. " ifadeleriyle zaman varken, dünya yaşamında aklını kullanmayarak içine düştükleri yanlışlardan dolayı mahşer gününde görecekleri azap karşısında kâfirlerin pişmanlıkları bizlere bir hatırlatma ve öğüt olarak dile getirilmektedir. Üstelik de gerçek İslam’ın kaynağı Kur’anda ilk vahiy " oku " ( öğren öğret ) emriyle başlamakta, Zuhruf Sûresinin 2. ayetinde " Mubin / apaçık Kitap kanıttır ki : Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir okuma yaptık. " denilirken, müşrik ve Allah'ın ayetlerini inkâr eden kâfirler için de Furkan Sûresinin 44. ayetinde “ Yoksa sen onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun. Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar. “ Enfal Sûresinin 22. ayetinde “ Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. “ ifadeleriyle aklını kullanmayanların hayvanlardan bir farkının olamayacağı, doğru ve iyi bir yola mı ? yoksa kesilmek üzere kasaba mı götürüldüklerini bilemeyecekleri mecazen belirtilmekte, onlarca ayette de akledin diyen ifadelerle Kur'anın İslam'ında okumaya, öğrenmeye, düşünmeye ve sorgulamanın önemine dikkat çekilmektedir. Anlaşılmak üzere okunmayan Kur'ansız bir Müslümanlık, birileri tarafından mutlaka istismar edilir. Aklın kullanılması imanı denetler, neye göre sorusunu mutlaka sordurur. İnsan anlayarak okuduğu zaman Kur'an ile ne kadar kaynaşırsa, ona olan ilgisi, ülfeti daha da artar. Böylece yaşayabileceği gerçek İslam'a ancak bu yolla ulaşabilir. Bu çabayı gösterebilecek insanlar için de Necm Sûresinin 39. ayetinde " Gerçek şu ki insan için çalışıp didindiğinden başka bir şey yoktur. " ifadesiyle aklın ve kişinin kendi çabalarının önemi teyit edilmektedir.
SALİHATI İŞLEMEK NEDİR ? Hakk Dinin önemli gereklerinden biri olarak Kitabımız Kur’anımızda, elli civarında ayette “ iman edenler ve salihatı işleyenler “ ifadesi kullanılarak, iman ile davranış ( amel ) bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlanmıştır
ENBİYA 94 : Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse / düzeltmeye yönelik işler yaparsa, onun emeği için iyilik bilmezlik edilmeyecektir. Biz hiç şüphesiz onu yazanlarız.
TAHA 112 : Ve her kim iman eden biri olarak, salihatı işlerse artık o bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.
TAHA 82 : Şüphe yok ki Ben tevbe eden, iman edip salihatı işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.
HUD 11 : Ancak sabredip salihatı işleyenler için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
Salihati işlemek ifade kalıbı Kur’anda 62 ayette yer alır. İfadenin orijinali pek çok mealde Ameli Salih olarak çevrilmiştir ki bu doğru değildir. Islah sözcüğünden türemiş olan salihat, düzeltmek demektir. Dinimizdeki, düzeltmek ise, dinimize göre yanlış ve eksik olan şeyleri doğruya yöneltmek için gösterilen çabalardır. Bu tür çalışmaları yapanları Kur’an, muslih olarak isimlendirmiştir. ( Bakara 11., 220., Araf 56., 85., Hud 117., Kasas 19. )
Allah’a kulluk ( ibadet ) etmenin şekillerinden olan ve bunlara nüsuk denilen, kişinin kendisi için şekli görünümü ile yaptığı, namaz kılma, oruç tutma, hacca gitme, zekât verme, ibadetleri, salihatı işlemek değildir. Ama öğüt verme yolu ile ikna ederek, salatı / destekleşmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, dine arka çıkmayı, öğrenme ve öğretmeyi ve bunların kurumlarını ikame ettirmek, namaz kılmayanı namaz kılar, zekât vermeyeni zekât verir, oruç tutmayanı oruç tutar hale getirmek, onları doğru bildiklerini zannettikleri yanlışlarından arındırarak, Kur'anın doğrularına yöneltmek salihatı işlemektir. İçinde yaşadığımız toplumda ve zamanda din adına görülen her türlü sosyal, ekonomik, adli olumsuzlukları düzeltmek için yapılan her türlü çalışmalar da salihatı işlemektir. Kur’anda, kişinin kendisi için evinde kıldığı namaz, tuttuğu oruç gibi dışa ve başkalarına yansımayan şekli ibadetlere “ hasenat " denir. Hasenat ile salihatı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu iki farkı gözeten Rabbimiz, her bir haseneye on karşılık verirken, salihatı işleme karşılığında cenneti vaat etmektedir.
EN AM 160 : Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
BAKARA 25 : İman edip salihatı işleyen / düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere de, “ Şüphesiz kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu “ müjdele.
KUR’ANDA SALAT : Hakk Din adına sürekli bir dinamizm ve aksiyon halinde olması gereken müminlerin, yukarıda Müminun Sûresinin 1 - 11. ayetlerinde gördüğümüz gibi yapmaları gerekenlerden biri de " Salat " görevidir. Kur’anın pek çok ayetinde Salat’tan, Salat’ın ikamesinden bahsedilir. Pek çok Kur’an çevirisi meallerde, bu ifadeler için maalesef sadece namaz ve namazı dosdoğru kılın denilen çevirileri görmekteyiz. Fakat bu anlam ile yapılan çevirilerde Kevser 2. Ahzap 43. 56. Bakara 157. gibi bazı ayetlerde ifade tam oturmamakta, bazılarında ise çelişkiye düşülmektedir. Bundan dolayı, Kıyamet Sûresinin 31. ve 32. ayetinde hiç tartışılmayacak şekilde açıklandığı gibi Salat sözcüğünün anlamı desteklemek demektir. Hud 87. ayetinde belirtildiği gibi de Salat, dini temsil etmektedir, dinin yüzüdür ve dinin temelidir.
HUD 87 : Onlar dediler ki, “ Ey Şuayb ! Atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi senin salat’ın mı / dinin mi ? emrediyor. ( Diyanet Meali de dahil pek çok mealde bu ayetteki salat ifadesi " namazın mı emrediyor " diye çevrilmektedir. )
Salat, Kur’anın ve dinimizin en temel kavramlarından biridir. Müminlerin temel görevlerinden biri olarak ele alınmaktadır. Destek olma kavramı içerisinde, dine arka çıkmak, davet etmek, dua edip yardım dilemek, paylaşmak, dayanışmak, Kuranın bütün hükümlerini öğrenmek, öğretmek, eğitim ve mali yönlerden insanların eksiklerini gidermek için çaba harcamaktır. ( " Kur'anda Salat Gerçekten Namaz mıdır ? " başlıklı yazımıza bulabilirsiniz )
Allah’ın halis dini İslam’da, kulun, yaratanına, sahibine karşı, yaratanı tarafından verilen dini görevleri, kayıtsız, şartsız kabullenip yerine getirmesine İbadet denir. Fakat ibadet halk arasında yaygınlaştığı gibi, sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi üç beş ameli yapmaktan ibaret değildir. İbadet, Allah’ın Kur'an ile verdiği kulluk talimatnamesindeki görevlerin tümünü yerine getirmektir. Allah’ın vermiş olduğu görevlerin yüzlercesini geriye atıp da halk arasında “ İslam’ın şartı beştir .” gibi kabullere sarılmak, diğer Kur’an ayetlerini önemsememektir, küfürdür. Çünkü Dinimiz için, Kur’andaki her öğüt ve öneri birinci derecede önemli ve birbiriyle eşdeğerde olan görevlerdir. Kur’anda ve İslam’da sloganlaşmış herhangi bir şart değil, sadece bir ve tek şart, Allah’a teslim olmaktır. Allah’ın insanların yapacağı kulluğa ihtiyacı yoktur. Kulluk ( ibadet ) talimatnamesinin amacı hem bu dünya hayatında hem de ahiret hayatında insanları, en güzel ahlak ile iyiliğe, güzelliğe, huzura ve mutluluğa kavuşturmaktır.
FATİHA 5 : Yalnız Sana kulluk / ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
ANKEBUT 56 : Ey iman etmiş kullarım ! Şüphesiz benim yeryüzüm geniştir. O halde yalnız bana kulluk edin.
ZÜMER 14 : De ki : “ Ben dinimi Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk / ibadet ediyorum. “
ZÜMER 3 : İyi bilin ki halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler “ Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. “ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir.
ALİ İMRAN 64 : Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz, diğerini Allah’tan sonra Rab edinmesin.
İman ettiğini ve Müslüman olduğunu söyleyen herkes, Rabbimizin Kur’andaki net talimatları doğrultusunda, sahiplendiği dinin “ Allah’ın saf dini “ olmasına dikkat etmek durumundadır. Ne var ki, Peygamberimizin vefatından sonra, O’nun emanetine tam anlamıyla sahip çıkılamamış ve üstelik de O’na atfedilen, yalan yanlış pek çok sözlerle / hadislerle, rivayetlerle ve Kur’an dışı ilaveler ve ulema yorumları ile Allah’ın saf ve tertemiz dininden farklı hale getirilmiştir. Böylece katkılı ve yozlaşmış, bölünmüş dini hayatlar, yüzyıllardır insanlarımıza yaşattırılmaktadır. Bugün de bu anlayış, aynen ve daha da sınırları çizilmiş ve derinleştirilmiş bölünmelerle sürdürülmektedir. Çünkü Allah’ın, saf, tertemiz dininin içerisine şeyhler, imamlar, üstatlar, efendiler, eliyle güç ve ideolojiye dayalı bir çok katkı maddeleri yerleşmiştir.
ARAF 29 : De ki : “ Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında, toplum içinde yüzünüzü, tüm benliğinizi, O’na doğrultun. Ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.
ZÜMER 11 : De ki : “ Ben kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk / ibadet etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam emrolundu. "
ZÜMER 1 – 2 : Bu Kitabın indirilmesi mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah’tandır. Şüphesiz Biz o Kitabı sana hak olarak indirdik. Öyleyse sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et.
Kur’anın pek çok ayetinde sadece Allah’a kulluk eden, Allah’a karşı gelmekten sakınan bütün benliği ile iman etmiş olan Muttakilerin, dost edinecekleri dosdoğru dinin ilkelerine yer verilip, önemi vurgulanmaktadır.
RUM 30 : O halde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yoktan yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına doğrult. Allah’ın oluşturuşunda değişiklik söz konusu değildir. Dosdoğru din budur.
RUM 43 : Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar, Allah’ın iman eden kimselere armağanlarından karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar.
Ayetlerde görüldüğü gibi, Resülullah’a ve O’ nun şahsında tüm inananlara, Allah’a yönelmeleri emri verilmektedir. Bunun için de dinin asıl kaynağı, Kur’an ve içindeki dosdoğru dindir. Dinin asıl kaynağı Kur’andan sapıldığında, Kur’an terk edildiğinde tefrika ve yanlışlıklar kaçınılmazdır. Bilindiği gibi dinimizdeki ihtilafların pek çoğu, Peygamberimizin vefatından yaklaşık 200 yıl sonra, O’na nispet edilen ve ortaya atılan hadis, sünnet diye adlandırılan haberlerden ve Kur'anı yeterli görmeyen imam ve ulema denilen kişilerin farklı farklı yorumlarından kaynaklanmaktadır. Halbuki Rabbimiz Enam Sûresinin 159. ayetinde “ Sen hiç bir şeyce onlardan değilsin “ ifadesiyle elçisini, bölünmekten, gruplaşmaktan, tefrikadan, bunlara sebep olmaktan uzak tutmakta ve O’nu bu tür sorumluluklardan aklamaktadır. O halde gerçek müminler de ;
RUM 31 – 32 : Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin. O’na karşı gelmekten sakının. Salatı ikame edin. Ve müşriklerden, dinlerini parça parça edip grup grup olan kimselerden olmayın ki, her bir grup kendi katındaki ile sevinip böbürlenmektedir.
İfadeleriyle daha birçok ayetle yapılan uyarılardan dolayı, ilk günden beri aynı olan ve bugün de aynılığı devam eden gerçek dine, Allah’ın Hakk Dinine uymalı, parçalanmalara ve bölük bölük olanların yoluna ve hatalarına dahil olmamalıdırlar. Zuhruf Sûresinin 36 - 37. ayetlerinde " Ve her kim Rahman'ın öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, fe hüve lehû karîn / onun için akrandır / yandaştır. Ve şüphesiz ki yandaşlar körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar. " ifadelerinde belirtildiği halde, ama buna rağmen ne yazık ki bu gibi uyarılar tamamen göz ardı edilerek, Kur'anın tabiriyle " Ulema üs sû / Kötülük Ulemasının " peşine takılarak Müslümanlar, pek çok Mezhebe, Tasavvufa Tarikata yönelerek, Cemaatlere bölünmüşlerdir. Tarih içerisinde böylece uydurma hadis ve rivayetler Sünnet denilerek, Kur'anın yerine konulmuş " karin / yandaş, ortak " oldukları Kötülük Uleması eliyle Dinül Rahman / Kur'anın İslamı, Dinül Şeytan / Şeytanın dinine dönüştürülmüştür. Bu duruma gelindiği zaman da Rad Sûresinin 11. ayetinde Rabbimiz " Gerçekte bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe / akıllarını kullanmadıkça Allah hiç bir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa Suen / kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur. " diyerek aklını kullanmayanların üzerinden pisliğin, belanın kaldırılmayacağı, ortak oldukları kötülük ulemasının / şeytanların da onlara yardımcı olup bu durumdan kurtaramayacağı belirtilmektedir. Oysa üstelik de Rabbimiz, Maide Sûresinin 44, 45, 47. ayetlerinde, Hakk Dinden ayrılıp, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenleri, kâfirler, zalimler, fasıklar olarak değerlendirmekte, pek çok ayette de gerçek müminlerin niteliklerine dikkat çekmektedir.
MAİDE 44 : Şu halde siz de insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
MAİDE 45 : Onda üzerlerine şunu da yazdık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa, o kendisi için kefaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.
MAİDE 47 : İncil ehli Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir.
ENFAL 2 - 4 : Hiç şüphesiz, müminler ancak, Allah anıldığı zaman, yürekleri ürperen, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanı güçlenen ve yalnızca Rabblerine sonucu havale eden, Ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar gerçekten inananların ta kendileridir. Onlara Rabbleri katında dereceler, bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.
FURKAN 63 - 67 : Rahman’ın kulları, yeryüzünde kibirlenmeden yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman “ selam “ der geçerler. Onlar, Rabblerine secde ederek ve kıyamda durarak geceleri dua edenlerdir. “ Ey Rabbimiz ! Bizden cehennem azabını uzaklaştır “ diyenlerdir. Onlar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir.
Bütün bu ayetler, imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah yolunda mücadele etmek, iyiliğe emir, kötülükten vazgeçirme, salat, namaz, oruç, infak, tevbe ve benzeri kulluk görevlerini iman ile aynı kefede tarttırabilmektir. Allah’ın Hakk Dininde, insan için iki yol bulunmaktadır. Kur’anımız bize İman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise Tagut / azgınlık yolunda mücadele vereceklerini bildirir. Bu nedenle Müminlerle fasıkların bir tutulmayacağını bildiren Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş, küfür ve fasıklığı ise nefret ettirmiştir.
ALİ İMRAN 142 : Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız.
LEYL 17 – 21 : Kimseden karşılık beklemeden, sadece Yüce Rabbinin rızasını umarak arınmak için malını hayra veren en muttaki / Allah’ın koruması altına girmiş kimse, o ateşten uzak tutulacaktır.
BAKARA 82 : İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler de ; işte onlar cennet ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
ARAF 26 : Ey Ademoğulları ! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve takva elbisesi ; O, daha hayırlıdır. İşte bu düşünüp öğüt alırlar diye Allah’ın ayetlerindendir.
Ayette sözü edilen çirkinlikler, aslında herkesin hemen ilk önce aklına gelebileceği gibi edep yerlerinin açık olması ve oraların örtülmesi demek değildir. Müteşabih olan bu ayette aslında mecazi olarak anlatılmak istenen, insanın içindeki nefsi, kibri, bencilliği, kini, kıskançlığı, inkârı gibi çirkinliklerdir. Bundan dolayı da Rabbimiz, açıklamanın devamında takva elbisesini ön plana çıkararak, herkesin takva sahibi olmasını istemektedir. Bu demektir ki insanın çirkinlikleri ancak takva elbisesi ile örtülebilir. Takva : İmanın amelle birlikte dışa yansımasıdır. Dinin öngörmediği şeylerden, Allah’a karşı gelmekten, şirk ve küfürden sakınmak, / uzak durmaktır. Allah’ı unutmamak, iyi şeyler yapmak, salat etmek, Allah’ın koruması altına girebilmek için mücadele etmektir. Muttaki : Takva sahibi olup, Allah'ın yasaklarından sakınan, Salih amellerde bulunan demektir.
HAŞR 18 – 19 : Ey inanmış olan kişiler ! Allah’ın koruması altına girin. Her kişi yarın için ne hazırladığına baksın. Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır. Ve Allah’ı umursamayan kimseler gibi olmayın.
NUR 52 : Ve kim Allah’a ve elçisine itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
Kur’andaki bu açık belirlemeye rağmen, takva sözcüğü ve türevleri “ korkmak “ anlamında anlaşılarak, Müslümanlar üzerinde tam bir Allah korkusu algısı yaratılmıştır. Bu nedenle de Allah ile kulu arasındaki ilişkiler, sevgi , saygı, hayranlık, minnettarlık ve rahmetten çok korku üzerine kurulmuştur. Halbuki Kur’anda korku ve ümit duyguları, fıtrata en uygun biçimde ele alınıp, lüzumsuz korkular ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği açıkça ortaya konulmuştur. Allah’ın kendisinden değil, işlenen suçların karşılığındaki Allah’ın belirlediği azabından korkulmalıdır.
EN AM 15 : De ki : “ Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
İSRA 9 : Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam şeye ; Rüşde kılavuzlar ve düzeltmeye yönelik işler yapan müminlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve ahirete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler.
Ayette teşvik ve azabın korkusu bir arada yapılmıştır. Müminlere müjde ile başlayan cümle, inanmamış, ahireti inkar edenlere de azap korkusu ile bitirilmiştir. Daha pek çok ayette iman edip düzeltmeye yönelik işler yapanlar için cennet vaat edilirken, inanmayanlar için de ateşin azabı gösterilmektedir.
NİSA 57 : Ve iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanları, içinde sonsuz olarak kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz / kin gütmeyen, kıskançlık duymayan eşler vardır. Ve onları koyu bir gölgeliğe girdireceğiz.
NİSA 150 – 151 : Allah’a ve elçilerine inanmayarak küfreden, “ Biz bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız, ” diyerek Allah ve elçisinin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler, işte onlar kâfirlerin / gerçek Allah’ın ilâhlığını ve Rabbliğini bilerek reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz kâfirlere, alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
Yüce Rabbimiz, Kur’anda, Hakk Din ile hidayeti seçenleri cennetle mükafatlandıracağını, dalaleti ( sapkınlığı ) seçenleri de cehennem azabı ile cezalandıracağını pek çok ayette ifade ederken, ancak elçi göndermeden de, uyarılarını Hakk Dinin hükümleri ile yapmadan da, cezalandırma olamayacağını belirtmektedir. Bu ilke aynı zamanda ilahi adaletin tecellisidir. Çünkü ceza ve mükâfat, elçinin tebliğ ettiği mesaja göre belirlenmekte ve kişilerin lehinde veya aleyhinde delil olarak, bu mesajlar kullanılmaktadır.
İSRA 15 : Kim kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, peygamberler göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
KASAS 59 : Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe oraları helak edici değildir. Zaten Biz, halkları zalim olmadıkça memleketleri helâk etmeyiz.
MAİDE 19 : Ey kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği bir sırada “ Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi “ demeyiniz diye size ayetlerimizi açıkça ortaya koyan elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir.
Bu ayetlerdeki uyarılara rağmen, her dönemde Allah ‘ın kendilerine Hakk Dini tebliğ etmek üzere gönderdiği peygamberlere ve onun mesajlarına insanlar karşı durmuşlar, inkâr etmişler, atalarının, babalarının dininden vazgeçmeyeceklerini beyan ederek direnmişlerdir.
BAKARA 170 : Ve onlara “ Allah’ın indirdiğine uyun “ dendiği vakit, aksine “ Biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız “ dediler. Ataları bir şeye akıl erdiremez ve kılavuzlandıkları doğru yolda olmasalar da mı ?
ARAF 28 : Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman “ Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti “ derler. De ki : “ Allah iğrençliği emretmez.” Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz.
Kur’anda daha pek çok ayette, ( Yunus 78. ), ( Enbiya 53. ), ( Şuara 74. ) olduğu gibi atalarının dininden vazgeçmeyerek Hakk Dine karşı duranları, direnenleri görürüz. Maalesef bu gün de aynı zihniyeti hala görmekteyiz. Bugünün din Uleması, yetkilileri dahi, Allah’ın saf ve temiz dinine sokulan, Kur’anın terk edilerek veya geri plana itilerek, hadis ve rivayetleriyle yaşanan dinden vaz geçememektedirler. Kur’anın ve sadece Allah’ın Hakk Dinine yönelememektedirler. Kur’anda bulunan ve hepsini burada göstermemiz mümkün olmayan 6234 ayetten oluşan Hakk Dinin manifestosunda etraflıca açıklananlar, uyarılar, verilen örnekler, üstelik kör gözüne parmak sokarcasına “ Biz bu kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. “ ( Enam 38. ) denildiği halde, en güzel sözün Kur’an olduğu söylendiği halde, ( Zümer 23. ) Peygamber dahil hiç kimse din adına hüküm ekleyemez, çıkaramaz denildiği halde, ( Hakka 44-45 ) Kur’an, dinin tek kaynağı olarak görülmemekte, sünnet, hadis, icma kavramları ardına eklenerek Kur’ana bir türlü sıra getirilememektedir. Böylece din Ulemasının din adına eklemeler yapmasına kapı aralanmakta, Mürşitler, Şeyhler, İmamlar, Kutub ve Gavslar, Hoca efendiler de devreye girmektedir. Çeşitli bahanelere, Kur’an ayetlerinin bazılarının anlamlarının saptırılmalarına sığınılmakta, aynen müşriklerin dediği gibi biz teamüllerimizden, geleneklerimizden atalarımızın bize öğrettiklerinden dönemeyiz denilmektedir. Bunun sonucunda da ortaya çıkmış olan her grup, kendi oluşturduğu kitap ile amel etmekte, kendi yaşadığı inancını o kitaptan öğrenmektedir. Grupların şeyhleri, liderleri, imamları adeta bir peygamber yerine konulabilmekte ululaştırılabilmektedir. Hiç bir grup mensubu mürit de şirk koşma tehlikesinin içinde olduğunun farkında değildir. Allah’ın kullarına bahşettiği akıl devreye sokulamamakta, benim dinim gerçekten bu mu ? diye sorulamamaktadır. Sadece ondan bundan, atalarından, babalarından, veya çevreden duyma, kulaktan dolma bilgilerle dinini yaşayan, taklidi imanda olan, Kur’anı anlayarak okumadığı için Kur’anda olan öğütleri bilmeyen, imanı sadece sözde kalmış olan kişi, Allah’ın Hakk Dini bakımından cahildir. Cahilin mümini olamaz. Çünkü böyle olan kişi din adına ne yaptığını, ne yapmadığını, neyi söyleyip, söylemeyeceğini bilemez. Bu nedenle, Müslümanım diyen herkes, eğer tahkiki ve gerçek imana kavuşmak istiyorsa, Kur’anı bizzat kendisi anlamak için okuyacak, inceleyecek, tahkik edecek, sorgulayacak, düşünecek, akıl edecek öğüt alacaktır. Ve ancak o zaman dinini tanıyabilecek ve tahkiki ve gerçek imana kavuşabilecektir.
Sonuç olarak İnsanlar, Allah’ın Hakk Dinine ister yönelsinler, ister yönelmesinler, elçiye ister uysunlar, ister dirensinler, ister Kur’ana uysunlar, ister uymasınlar, dünya kazanımı geçicidir. Kur’anımızın belirttiği gibi, Ahiret hayatı ise, Allah’ın koruması altına girebilmiş takva sahibi kişiler için çok daha hayırlıdır. Bu hayır ise ancak Hakk Dine yönelme ile mümkün olabilecektir. Bunun için, Allah’ın kendisine bahşettiği özgür irade ve aklı kullanabilme cesaretini, becerisini gösterebilip de, “ Benim dinim bu mu ? Benim dinim hangisi ? “ diye İbrahim Peygamber gibi sorgulayabilen, bunun için de Kur’anımızı anlayacağı dilden okumaya başlayan kişiler, dosdoğru yola mutlaka ulaşabileceklerdir. Allah’ın yarattığı her canlı ölümü tattığı gibi, insan da nerede olursa olsun, kendisine verilen süre dolduğu zaman ölümü tadacaktır ve Allah’a döndürülecektir. Ne mutlu ki, bunun bilincine varıp, yaşadığı hayatı, dinini sorgulayarak, yanlışlarını, eksiklerini görerek, aklını ve iradesini kullanarak sadece Allah’a kulluk ederek, Kur’anın aydınlığı, nuru, fazileti ile taçlanarak, Allah’ın saf dinine, İslam’a yönelebilenlere ! Gerçek ve Hakk Din ! Kur’anı anlayarak okuyabilen, rehber edinip sorgulayarak düşünebilen, akıl edebilen, tembellik etmeyenlerin yaşadığı ve seçtiği yaşam felsefesidir. !
ALLAH DOĞRUSUNU EN İYİ BİLENDİR ! RAHMETİ VE KUR'AN BİZE YETER !
Temel Kaynak : HAKKI YILMAZ ( Tebyin ül Kur’an )
Kur'anın İslam / Rahmanın Dini : Prof. Dr. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
Dinler Tarihi : Prof. Dr. İLYAS TOPSAKAL
PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR