Konu Detay

DİN NEDİR ? HANGİSİ BİZİM DİNİMİZ

 20.11.2016
 2503

Kur'anımızda  Nuh  Sûresinin  17. ayetinde  "  Vallahu  enbetekum  minel  ardi  nebata  "  ( Ve  Allah  sizi  yeryüzünde  bir  bitki  olarak  bitirdi. " )  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  insan,  yeryüzünde  var  olan  her  bölgede  topraktan  bir  bitki  olarak  bitirilerek  aynı  anda  binlerce  Adem  /  insan  olarak  yaratılmasından  ve  Kur’anın  bize  anlattığına  göre  aşama  aşama  geliştirilip,  milyonlarca  yıl  sürdüğü  belirtilen  kendi  yapısındaki  evrim  döneminden  sonra,  çoğalarak  yeryüzüne  dağılmış,  fıtri  ve  sosyal  yapısı  nedeniyle  de  ardından  toplu  yaşamaya   başlamıştır.  Dolayısıyla  insanların  çoğunlukla  inandırıldıkları  gibi,  ilk  insan  Cennette  yaratıldığına  inanılan  Adem  değildir,  bütün  insanlar  yeryüzünde  yaratılmışlardır.  Kur'anda  yer  alan  Adem  sözcüğü  ise  hem  yaratılmış  olan  bütün  insanları  hem  de  aynı  zamanda  tekâmül  ettikten  ve  toplu  yaşama  geçtikten  sonra  insanların  arasından  seçilmiş  olan  İlk  peygamberi  de  temsil  etmektedir. Tekâmül  etmiş  ve  ünsiyet  kazanmış  insanın  yaratılışındaki   fıtri  özelliği,  onu  daima  bir  şeylere  bağlanma,  inanma  ihtiyacına  ve  düşüncesine  itmiştir. Yüce  Rabbimiz,  insan  olarak  yarattığı  kuluna,  diğer  yarattıklarından  farklı  olarak  düşünebilmesi  için  akıl  ve  irade  kullanma  yeteneği  ile  seçme  özgürlüğünü  de  bahşetmiştir. İnsan,  yaratılışının  hem  insani  yönünü,  hem  de  dünyadaki  yerini  her  zaman  merak  etmiş,  düşünmeye,  sorgulamaya   başlamıştır. Önce  çevresinden  ve yaşadığı  ortamdan  bir  nesnenin  veya  bir  gücün,  kendisinin  varlığının  ve  etrafındaki  olayların   da  sahibi  olabileceğini  düşünmüştür. Bu  arayış  onu  Tanrı  düşüncesine  götürmüş  ve  böylece  din  olgusunu  da  yaratmıştır.

İnsanın  toplumsal  ve  sosyal  yaşamı,  uygarlığı  tarih  boyunca  geliştikçe,  gösterdiği  tekâmüle  paralel  olarak  dine  ve  tanrıya  bakış  açısı  da  şekil  değiştirmiş,  değişim  geçirmiştir.  Önceleri  ruha  ve  tabiat  olaylarına  /  Doğanın  ritmine  karşı  tapınma  ile  iç  içe  olan  mitolojik  dönemin  inançlarıyla,  ruhçuluk,  atalar  kültü  ve  büyü  inancı  geleneksel  Din  ve  Tanrı  düşüncesinin  temelinde  yer  almıştır. Daha  sonra  bu  inançları  metafiziğe (  fizik  ötesine )  dayalı  kavram  ve  değerler  inancı  izlemiştir.  Bu  bağlamda  Hegel,  "  İnsanlık  tarihinde  dinden  önce  bir  sihir  ve  büyü  dönemi  olması  gerektiği  "  üzerinde  durmuş,  Frazer  de  "  Erken  dönem  tarihinde  büyü  ve  sihir  gücüyle  insanlığın  doğayı  kontrol  altına  alabileceğinin  düşünüldüğü  bir  zaman  diliminin  varlığından "  söz  etmiştir.  Din  olgusu,  zamanla   insanın  fikir  gelişmesine,  ekonomik,  kültürel  ve  sosyal  yapılarının  farklılıklarına  bağlı  olarak,  farklı  boyutlar  ve  farklı  anlamlar  kazanmış  ise  de,  giderek  çok  tanrıcılık  inançları  egemen  olmuş,  bunun  yanı  sıra   zaman  zaman  da  insanlar,  doğa  güçlerini,  gök  cisimlerini,  melekleri,  daha  önce  yaşamış  güçlü  olarak  bildikleri  atalarından  bazılarını  Tanrı  olarak  bilmişler,  onların  tahtadan,  taştan  heykellerini  yapmışlar,  onları  putlaştırarak  da  ilâh  diye  tapmaya  başlamışlardır. Tarihi  süreç  içerisinde  a -  İnsanın  düşünce  ve  inanç  yapısını  içeren  zihinsel  fonksiyonlarını   b -  Her  türlü  tavır  ve  davranışlarını  c -  Diğer  insanlarla  ilişkilerini,  kurumsal  ve  toplumsal  yönünü  ifade  eden  ve  disiplin  altına  alan  üç  husus  ile,  insanlığın  inanç  tecrübelerini  tanımlayabilecek  kapsamlı  bir  Din  tarifinin  ortaya  konulması  zaruret  haline  gelmiştir. Dini  inanç  ve  değerlerin  insanın  ahlâki  yapısıyla  da  yakından  ilişkisi  olmalıdır.  Bundan  dolayı  da  Din,  ahlâki  tutum  ve  davranışların  sürdürülebilmesinde  de  önemli  bir  olgu  olarak  insanın  karşısındadır.

İlerleyen  zaman  içerisinde  yine  dünyanın  birçok  yerindeki  çok  Tanrıcılıktan,  Allah'ın  görevlendirdiği  peygamberler  ve  onların  aracılığı  ile  indirdiği  kitaplarla  özellikle  Orta  Doğuda  tek  Tanrıcılığa  doğru  bir  gelişim  ortaya  çıkmış  ise  de,  değişmeyen  tek  şey,  bir  güce,  bir  sahibe  bağlanmak,  sığınmak  ve  onu  yücelterek  Tanrı  yapmak  olmuştur. Her  insan,  fiziksel  ve  psikolojik  olarak  boyun  eğmek,  yardım  görmek,  sığınmak  için  kendinden  üstün  bir  şeye  ihtiyaç  duyar. Bundan  dolayı  da  bu  fırsatı  değerlendiren  ve  kendilerini  güçlü  görenler,  ilerleyen  dönemlerde  tarih  boyunca  bazı  toplumlarda   yönetici  efendi  olarak  seçilmiş,  onlar  da  diğer  insanlara   hükmetmiş,  kendine  hizmet  ettirmiş,  onları  köle  gibi  kullanmış,  kendisini  de  Tanrı  yerine  koydurmuştur.  Bugün  dünyanın  bir  çok  bölgesindeki  dini  inançlara  bakacak  olursak  Teizm,  Tanrı,  ya  da  Tanrıların  doğa  üstü  üstün  güçler  kabul  edilen  gelenekler,  Monoteist,  Tek  tanrıcı  dinler,  bir  tek  üstün  güç  olan  Allah  inancının  yer  aldığı,  peygamberlerin  ilettiği  dinler  olan  İbrani,  Yahudilik,  Hristiyanlık  ve  Müslümanlık  dinleri,  Dualist,  iyilik  ve  kötülüğün  olduğu  iki  Tanrıcı  dinler,  Zerdüştlük  ve  Mani  dinleri,  Politeist,  Hinduizm  ve  uzantıları  olan   Brahmanizm,  Budizim,  Şintoizm,  Taoizm  gibi  uzak  doğuda  Hindistan,  Bangladeş,  Çin,  Japonya,  Endonezya,  Tayland,  Kamboçya  gibi  yerlerde  yaşanan,  hayvanların,  ruhların  ve  değişik  sembollerin  Tanrılaştırıldığı  çok  Tanrı  inançlarıyla,  farklı  ritüellerle,  geleneklerle  çok  değişik  dinlerin  ortaya  çıkmış  olduğunu,  bu  sistemler  içerisinde  birlikte  yaşama  kurallarının  da  farklı  farklı  oluşturulduğunu  görüyoruz.

Bunlara  rağmen  gerçekte  bizim  bir  ve  tek  olarak  var  olduğunu  bildiğimiz,  Kâinatı  yaratan,  yeri,  göğü  ve  ikisinin  arasındaki  bütün  varlıkları  oluşturan  ve  dünya  denilen  gezegeni,  insan  için  hazırlayıp  sayısız  nimetlerle  donatan,  her  türlü  Rahmeti  kendi  üzerine  farz  kılan,  Müslümanlar  olarak  iman  ettiğimiz  Rahman  ve  Rahim  olan  yüce  Rabbimiz  Allah,  Kendisinin  tanınmadığı,  yerine  çok  değişik  ve  ortak  Tanrıların  konulduğu,  adaletin  bozulduğu,  huzurun  kalmadığı,  güçsüzlerin  ezildiği,  zulüm  gördüğü,  kaosun  egemen  olduğu  zamanlarda,  değişik  toplumlarda  duruma  müdahale  etmiş,  insanları  başı  boş  ve  sahipsiz  bırakmamıştır.  Tarih  boyunca   insanlara,  barış  ve  huzur   içinde  yaşamayı,  adaleti,  hakkı,  hukuku,  kendilerini  ve  etraflarında  gördükleri  her  şeyi  yaratan,  her  şeyin  sahibi  olan,  bir  ve  tek  olan  Rabbin,  Allah  olduğunu  öğretmek  için,  Adem  peygamberle  başlayarak,  dünyanın  çeşitli  bölgelerinde,  çeşitli  zamanlarda  pek  çok  elçi  göndermiş,  Allah  katında  tek  bir  din  olan  İslam'a,  gerçek  Hakk  dine  davet  ettirmiştir.  Her  dönemde  Allah’ın  vahyini  iletmekle  görevli  Peygamberlerine  Yasin  Sûresinin  30. ayetinde  Yazıklar  olsun  o  kullara  ki,  kendilerine  gelen  her  bir  elçi  ile  kesinlikle  alay  ederlerdi. "  diye  belirtildiği  gibi  insanlar,  bencilliklerinden  ve  kibirlerinden  dolayı  her  gönderilen  elçiye  itiraz  etmişler,  alaya  almışlar,  bilhassa  yönetim  konumundaki  güçlüler, din  bezirgânları  kurdukları  düzenin  bozulmaması  için  her  türlü  karşı  direnci  göstermişlerdir.  Rabbimizin  eğitmek  için  indirdiği  kitapları,  emirleri  ve  buyrukları  yalanlamışlar,  inkâr  etmişlerdir. Bu  nedenle  de  Allah'ın  şiddetle  uyarılarına  ve  aşağılamalarına   muhatap  olmuşlardır.  Bu  tür  reddiyeci  insanlara  atfen  de,  İslam'ın  son  Peygamberi  Muhammed ( a.s. )  a  indirilen  ayetlerin  vahyediliş  sırasına  göre  Yüce  Kitabımız  Kur'anda  Din  sözü  ilk  defa  Maun  Sûresinin  1. ayetinde  karşımıza  çıkar.

MAUN  1  :  Bismillahirrahmanirrahim  *  Era’eytelleziy  yükezzibü  biddiyn  ( Gördün  mü  o  dini  yalanlayanı  /  Allah’ın  sosyal  düzeni  belirleyen  ilkelerini,  herkesin  ahirette  iyi  veya  kötü  yaptığı  işlerin  karşılığını  göreceğini  yalanlayan  şu  kimseyi  gördün  mü?  Hiç  düşündün  mü ? )

Batı  dillerinde  religio  veya  religion  sözcüğü  ile  ifade  edilen  Din  sözcüğü,  Arapçada  “ deyn “  sözcüğünden  türemiştir  ve  anlamı  da  “ borç “  demektir. Bundan  dolayı  önceleri  borç  anlamında  kullanılan  sözcük,  zamanla  insanlar  arasındaki  alışverişlerde  ceza,  karşılık,  hak,  hukuk,  nizam,  intizam,  sosyal  düzen  gibi  kavramlar  için  kullanılmaya  başlanmıştır. Kur’andaki  Nur  25.  Zariat  6.  İnfitar  9.  gibi  bazı  ayetlerde  de  bu  sözcük,  ceza  /  karşılık   anlamında  yer  almaktadır.  

NUR  25  :  O  gün  Allah,  onlara  dinlerini   /  karşılıklarını  tastamam  verecektir.  Onlar  da  Allah’ın  apaçık  hakkın  ta  kendisi  olduğunu  bileceklerdir.

ZARİAT  6  :  Şüphesiz,  dinlerinin  /  yapılanların  karşılıklarının   verilmesi  de  kesinlikle  gerçekleşecektir.

FATİHA  4  :  Maliki  yevmiddiyn  /  karşılık  gününün,  hesap  gününün,  din  gününün  sahibi.

İNFİTAR  9  :  Kesinlikle  sizin  düşündüğünüz  gibi  değil.  Aslında  siz,  şüphesiz  üzerinizde  yaptığınız  şeyleri  ezberleyen  saygın  yazıcılar  olmasına  rağmen,  dini  /  karşılığı,  cezayı  yalanlıyorsunuz.

İnsanların  toplu  yaşam  ile  yerleşik  düzene  geçerek  oluşturdukları,  birlikte  yaşama  düzenleri,  kuralları,  yasaları,  ilkeleri  de  bir  din  dir.  Bu  nedenle  din  sözcüğü  ceza /  karşılık  anlamından  ayrı  olarak  “  Toplum  düzeninin  yolu,  toplu  yaşamanın  kurallarının  bütünü  “  anlamında  da  kullanılmıştır.  Ancak  bu  anlam  ile  kastedilen  düzen,  genellikle  insanlar  tarafından  kurulan  beşeri  düzenleri  kapsamaktadır. Kur’an  ayetlerinde,  insanların  kurdukları  düzenlere  de  din  dendiği  örneklerini  görüyoruz.

YUSUF  76  :  Bunun  üzerine  Yusuf,  kardeşinin  kabından  önce  onların  kaplarını  aramaya  başladı.  Sonra  su  kabını  kardeşinin  kabının  içinden  çıkardı. İşte  Yusuf’a  Biz  böyle  bir  oyun  öğrettik.  Melik’in  dininde  /  ülke  sahibinin  yasalarında,  kardeşini  alıkoyma  imkânı  yoktu.  Ancak  Allah  dilerse  o  başka.

MÜMİN  26  :  Ve  Firavun ;  “  Bırakın  beni,  öldüreyim  Musa’yı.  O  da  Rabbini  çağırsın.  Şüphesiz  ben  onun  sizin  dininizi  /  yasalarınızı  değiştirmesinden  ve  yahut  yeryüzünde  kargaşa  çıkarmasından  korkuyorum  “  dedi

Bu  durumda  gerek  Peygamberimizin  zamanında  yaşayan  Mekkelilerin,  gerek  dünyanın  değişik  bölgelerinde,  değişik  zamanlarda  yaşanmış  olan  eski  Mezopotamya  Sümer,  Babil,  Asur  Dinleri,  eski  Mısırda  ana  tanrıça  İzis,  eşi  Oziris  ve  Tanrıçanın  oğlu  Horus  merkezinde  çok  Tanrıcı  Mısır  Dini,  eski  Anadolu  Hitit,  Frigya,  Urartu,  Harrani  Dinleri,  eski  Avrupa  Kelt,  Yunan,  Roma  ve  İskandinav  çok  Tanrıcı  Dinleri,  eski  Amerika  Aztek,  İnka,  Maya  ve  Kuzey  Amerika  Yerlileri  Dinleri,  bugün  hala  yaşanmakta  olan  Orta  Asya  ve  uzak  doğu  Hinduizm  ve  türevleri  olan  Brahmanizm,  Budizm,  Konfiçyüs,  Taoizm,  Şintoizm,  Şamanizm  Dinleri  inançlarının,  konulan  birlikte  yaşama  kurallarının,  inanç  ritüellerinin,  çağımızda  oluşmuş  kapitalizm,  sosyalizm,  liberalizm,  kominizm  gibi  düzenler  de  birer  kurallar  bütünü  olarak  Dindir

Tarihte  ilk  kez  ortaya  çıkmış  olan  birçok  inanç  sistemi,  geçen  zaman  içerisinde  çeşitli  değişimler  yaşamış,  algılama  ve  farklı  yorumlara  bağlı  olarak  iç  etkenlerle  veya  diğer  inanç  sistemleriyle  etkileşmenin  sonucunda  dinin  alt  kolları  olup  dinin  içerisinde  sayılan  ekoller  olarak  ortodoksi  ve  heterodoksi  mezhepleşme  hareketleri  ortaya  çıkmıştır. Bugün  Allah  katında  tek  bir  din  olan  İslam  içerisinde  Yahudilikte  de,  Hristiyanlıkta  da,  Müslümanlıkta  da  indirilen  Tevrat,  İncil  ve  Kur'anın  dışında   Allah'tan  ve  Peygamberin  sünneti  denilerek,  Mezheplerin, Tarikatların,  Cemaatlerin  oluşturdukları  pek  çok  farklı  görüşler,  yaşam  tarzları,  ibadet  şekilleri,  kuralları  ve  tutulan  yol  ile  ritüelleri  de  Din  olarak  nitelendirilmektedir. Bunlara  ister  toplum  düzeni,  ister  din  diyelim,  kuralları  insanlar  tarafından  konulduğu  ve  insanın  fıtratında  var  olan  bencilliği  nedeniyle,  kurallar  daima  muktedir  olanlardan,  egemen  ve  yönetici  olanlardan  yanadır.  Bu  nedenle  bu  kurallarla  insanlar  arasında   tam  adalet,  huzur  ve  barış  sağlanamaz. Eninde  sonunda  çıkar  çatışmalarıyla  bu  düzenler  yok  olur.  Ebedi  olarak  ayakta  kalamaz.  Ama  Allah,  ezelden  ebede,  her  şeyi  en  iyi  bilen  ve  en  iyi  gören,  kulları  arasında  hiç  bir  ayrım  yapmayacağına,  kullarından  hiç  bir  çıkarı  olmadığına,  adaleti  sonsuz,  her  şeyi  en  mükemmel  yapan  olduğuna  göre,  Onun  koyacağı  kurallar,  prensipler,  hem  mükemmel,  hem  eksiksiz,  hem  adil,  hem  de  evrensel  olacaktır. İşte  insanlardan  ayrı  olarak,  yaşam  düzeni  için  kurallarını,  hükümlerini  Allah’ın  koyduğu  Din  ise  “ Allah’a  ait  olan  Hakk  Din dir. ”  Mükemmelliği  ile,  adaleti  ile,  hükümleri  ile  evrenselliği  ile  dünya  var  oldukça  ayakta  durarak  yaşamını  sürdürecektir. Yüce  Rabbimizin  tarih  boyunca  Adem  peygamberden  başlayarak  insanlığa  ve  son  olarak  da  bizim  Peygamberimize  tebliğ  ettirerek  Kur’an  ile  bildirdiği  dinin  adı,  Ed-Dinül-Halis  ( Halis  Din )  İslam  dır.

Bütün  peygamberlerde  olduğu  gibi,  Allah'ın  indirdiği  Hakk  Din  olan  İslam'ın  hiç  bir  kitabının,  peygamberlere  indirdiği  vahyin  orijinalindeki  temel  ileti  birbirinden  farklı  değildir.  Örneğin  İdris  peygamberin  3  prensibi,  Nuh'un  7  ilkesi,  Musa'nın  Tevrat  ile  10  emri,  İsa'nın  10  emri  açıkladığı  İncil'i  /  Müjdesi,  hepsi  de  evrensel  hukukun  aynı  olan  temelleri  üzerine  oturtulmuştur.  Aslında  bizim  Peygamberimiz  de  kendisine  verilen  Allah'ın  Halis  Dinini  yayma  görevini  bütün  peygamberlerde  olduğu  gibi,  tam  bir  başarı  ile  yerine  getirmiştir.  Kırk  yaşından  sonra  aldığı  bu  görevle  Peygamberimizin  bütün  hayatı,  Kur’anın  getirdiği  ilkeler,  kurallar,  hükümler  olmuştur.  Onlarla  düşünmüş,  onlarla  karar  vermiş,  onlarla  ahlâklanmış,  onlarla  arkadaş  olmuş,  onlarla  baba  olmuş,  aile  reisi  olmuş,  onlarla  devlet  düzeni  kurmuş  Devlet  Başkanı  olmuştur,  onlarla  adalet  dağıtmıştır. Ancak  Allah'ın  vahyi  ve  Kitapları  Kur'an  da  dahil,  her  peygamberin  orijinal  iletileri,  tarih  boyunca  insanlar  tarafından  saptırılmış,  değiştirilmiş  ve  farklı  farklı  yaşanılan  dinler  ve  mezhepler  ortaya  çıkmıştır.  Kur'anda  İsra  Sûresinin  89. ayetinde   "  Ve  andolsun  ki  Biz,  bu  Kur’anda  insanlar  için  her  örnekten  evirip  çevirmişizdir.  Yine  de  insanların  çoğu  gerçeği  inkârda  ısrarcı  oldular. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi,  insan  tarihin  her  döneminde,  her  bölgesinde  aynıdır,  her  zaman  kendi  bencilliğinin,  hırsının, kıskançlığının  esiri  olmuştur,  inkârcı  ve  reddiyeci  yapısını  ön  plana  çıkararak,  kendi  hükmünün  egemen  olmasını  istemiştir,  bugün  de  Müslüman  geçinen  toplumlarda  bile  böyle  olmaktadır.  

Bugüne  geldiğimizde  de,  içinde  bulunduğumuz  Müslüman  toplumlarında  ve  dünyada,  din  adına  yaşananlara  baktığımızda,  evrensel  ve  tek  bir  din  olması  gereken,  Allah’a  has  kılınmış  İslam'ın,  Allah'a  has  kılınmış  Kur'anın  dininin,  Hakk  Dinin  yaşandığını  göremiyoruz. Müslüman  olduğunu  dile  getiren  toplumlar  dahi  dini  farklı  inanç  ve  ritüellerle  yaşarken,  henüz  yeryüzündeki  insanların  bir  çoğu  da,  gerek  Yahudiler,  gerekse  Hristiyanlar,  tekrar  gerçek  İslam'la  tanıştırılamamıştır. Bu  nasıl  olsun  ki ?  Önce  Müslümanların  kendileri  değişik  ayetlerde  "  Çoğunlukla  onlar  iman  etmezler,  Çoğunlukla  onlar  müşriktir,  Çoğunlukla  onlar  gafildir,  Çoğunlukla  onlar  fasıktır,  Çoğunlukla  onlar  kâfirdir,  Çoğunlukla  onlar  akıl  etmezler. "  ifadeleriyle  yapılan  çok  ciddi  uyarı  ve  tespitlerin  yer  aldığı  Kur'an  ile  maalesef   tanışamamış,  Kur'andan  uzak  kalmış,  Kur'anın  dışında  hadis  ve  rivayet  diye  önlerine  konulup  dayatılanlarla  dini  yaşamaya  başlamıştır.  İnsanların  aklı,  ruhu,  iradesi,  Önder,  Veli,  Mürşit,  İmam  denilen  birilerinin  aklına  teslim  edilmiş,  inançlar  esaret  altına  girmiş  ve  paramparça  edilmiş  Din,  Kur'anın  öğretileri  anlaşılarak  okunup  akıl  ve  kalple,  ruh  ile  yaşanması  gerekirken,  kıyafete,  şekle,  dış  görünüşe,  gruplaşmaya  odaklanmıştır. İnsanların  dahil  oldukları  grupları  ile,  erkeklerde  bırakılan  bıyık,  sakal,  giyilen  takke,  sarık,  şalvar,  cübbe  ile,  kadınlarda  da  giyilen  kıyafetler  ve  başa  farklı  farklı  bağlanan  başörtüleri  ile  farklı  farklı  temsil  edilen  dinin  uğradığı  parçalanma,  bütün  açıklığı  ile  gözler  önüne  serilmiş  olmasına  rağmen,  herkes  kendisini  gerçek  Kur'an  Müslümanı  zannetmektedir. Kur’an  ile  yoğrulmuş  mütevazi,  alçak  gönüllü,  hoşgörülü,  kişiliğine  hayran  olduğumuz,  sadeliği,  görünümü  ile  yanındakilerden  ayırt  edilemeyen  ve  dışarıdan  gelen  bir  yabancının  Onu, "  Hanginiz  Muhammed  "  diye  sorduktan  sonra  ancak  tanıyabildiği  en  güzel  ahlâkın  timsali,  Yüce  insanın  bize  emanet  ettiği  Kur’anın  ve  içerisindeki  Allah’ın  Halis  dini  şimdi  görünürlerde  yoktur.  Üstelik  ölümünden  sonra  Peygamberimizin  adını  kullanarak  uydurdukları “  Benim  ümmetim  73  fırkaya  ayrılacak,  biri  hariç  diğerleri  helâk  olacak “  hadisi  ile,  Kur’anın  pek  çok  ayetle  uyarılarına  rağmen  ve  onaylamadığı  parça  parça  olmuş  grupların  her  biri,  dini  en  güzel  kendilerinin  yaşadıklarını  iddia  etmekte  ve  kendilerinin  helâk  olmayacağını  düşünmektedirler. 

Parçalanmalar  sonucu  ortaya  çıkan   her  Mezhep,  her  Tarikat,  her  Cemaat,  kendine  özgü,  ayrı  bir  ritüeli,  ayrı  bir  dini  yaşamaktadır. Üstelik  de  anlı  şanlı  ilâhiyatçı  din  görevlileri  de  ekranlara  çıkıp,  Kur’anda  bölünmeye  karşı  uyarılarda  bulunan  bir  çok  ayeti  görmemezlikten  gelmekte  “  Mezhepler,  Tarikatlar,  Cemaatler  dinimizin  zenginliğidir. “  diyebilmektedirler.  Halbuki  her  Mezhep,  her  Tarikat,  her  Cemaat,  verilen  fetvalarla,  uydurulan  hadis  ve  rivayetlerle  birinin  ak  dediğine  diğeri  kara  diyebilmektedir.  Eğer  yaşadıkları  din,  Allah'ın,  Kur'anın  ve  aynı  olan  peygamberin  getirdiği  Din  ise,  Allah’ın  kelamında  tutarsızlık,  farklılık,  bozukluk,  eksiklik  olamaz.  Peki  biz  de  soralım,  şirke  girdikleri  halde  adeta  Kur'an  yetmez  deyip  bu  grupların  din  diye  yaşadıklarından  hangisi  bizim  dinimiz ?  Oysa  kişinin  aklını  kullanarak  özgür  iradesi  ile  sorgulamadığı  din,  onun  kendisine  ait  olan  din  değil,  babasının,  atalarının,  başkalarının  dinidir.  İmanı  da  tahkiki  bir  iman  değil,  kendisine  nakledilenlere  bağlı  olarak  yaşadığı  taklidi  imandır. Ya  o  atalardan  gelen  din  ve  inançlar  yanlış  ise  ne  olacak ?  Bu  nedenle  eğer  kişi,  Allah  katındaki  Hakk  Dinin  doğrusuna  ulaşmak  istiyorsa,  Allah'ın  kendisine  bahşettiği  akıl  nimetinin  sorgulamasının  muhatabı  olmak  istemiyorsa,  mutlaka  içinde  yaşamakta  olduğu  dinini,  inancını,  onun  asıl  kaynağı  olan  Kur'an  ile  test  ederek  sorgulamak,  araştırmak,  düşünmek  ve  aklını  kullanmak  zorundadır.

Yaşanan  Dinlerden  Hangisinin  bizim  dinimiz   olduğunu  soruyorsak,  bugün  dünyada  yaşamakta  olan,  bütün  insanlar  için  evrensel  olan  Din,  Allah’a  has  kılınmış  Hakk  Din  olan  İslam'dır.  Onun  da  yegâne  kaynağı,  Peygamberimizin  bize  emanet  olarak  bıraktığı  Kur’andır.  Biz  de  öyle  yapalım.  Dinimizi  öğrenmek  için,  grupların,  cemaatlerin  sadece  anlamadan  Arapça  okutturarak  terk  ettirdiği  Kitabımız  Kur’ana,  onu  anlayarak  mealinden  okuma  ile  müracaat  edelim.!

Sınırlarını,  hükümlerini,  kurallarını  Kur’anın  belirlediği,  Allah’tan  geldiği  gibi  Kur’anın  dışına  çıkılmadan  korunmuş,  hüküm  ve  ilkeleri  değiştirilmemiş,  saf  ve  tertemiz  olan  din,  Hakk  Dindir.  Halis  dindir,  Allah’a  / bütün  insanlığa  ait  olan  dindir.  Amacı  da   insanlar  arasında   barış,  huzur,  mutluluk  ile  en  güzel  yaşamı,  bireysel  ve  toplumsal  adaleti,  hukuku  ve  ahlâkı  hakim  kılmaktır.  Hiç  kimse,  peygamber  de  dahil  Hakk  Dine  müdahalede  bulunamaz. Hüküm  ve  kural  konulamaz  Hakk  Din  değiştirilemez,  konulmuş  kurallara  hem  samimiyetle  inanmayı, hem  de  kuralları  bütün  gönül  rızasıyla  uygulamayı,  yaşamayı  gerektirir. Hakk  Dinde  iman  olmadan  yapılan  bütün  güzel  davranışlar,  taklit  ve  boşa  gitmiş  olarak  nitelenip  kınanmakta  ve  değerlendirmeye  alınmaya  layık  görülmemektedir. Bu  nedenle  neye  göre  iman  sorusu   akla  gelmektedir  ve  mutlaka  da  sorulmalıdır.  Ali  İmran  Sûresinin  19. ayetinde    " Şüphesiz  Allah  katında  din  İslam’dır. "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  Allah'a  has  kılınmış  Hakk  Dinin  adı  İslam  olarak  konulmuştur.  Yeryüzünde  yaratılmış  olan  her  insan,  İslam  fıtratında  doğar.  Akıl  geliştikçe  insanı  denetler.  Akıl  kullanılıp  sorgulamaya  başlandığında  da  fıtrata  ulaşılır. Fakat  akıl  devreye  sokulmayıp  sorgulama  yapılamayınca  kişi,  içinde  bulunduğu  toplumun   inancından  ve  dininden  yanlış  da  olsa  kurtulamaz.  Zamanımızda  bu  sorgulamanın  temel  kaynağı  da  Kur'andır.  Kur'ansız  bir  Müslümanlık  mutlaka  kişilerin  Allah'la  aldatılmasına  yol  açar.  Yüce  Rabbimiz  Allah,  yarattığı  Evrende  ve  hayatta  bir  tek  Kur'anı  koruyacağını  belirtmiştir.  Öyleyse  insan  da  ancak  Kur'ana  yöneldiği  zaman  korunabilir.  Bu  nedenle   Ali  İmran  Sûresinin  85. ayetinde  de  "  Kim  İslam’dan  başka  bir  din  ararsa,  bilsin  ki,  o  din  ondan  kabul  edilmeyecek  ve  o  ahirette  hüsrana  uğrayanlardan  olacaktır. "  denilmektedir.  Bu  Dinin  özelliği  ise,  Bakara  Sûresinin  256. ayetinde  "  Dinde  zorlamak,  tiksindirmek  yoktur. "  Kehf  Sûresinin  29. ayetinde,  "  Ve  de  ki  :  O  gerçek  Rabbinizdendir.  O  nedenle  dileyen  iman  etsin,  dileyen  bilerek  reddetsin. "  denildiği  gibi  insanları  kendi  iradeleri  ile  zorlamadan,  mutluluğa  ve  en  güzele  götürmek  amaçlı  olduğu  belirtilip,  seçim   insanların  kendi  iradelerine  bırakılmıştır. İlk  Peygamber  olan  Adem  Peygamberden  itibaren,  son  Peygamber  olan  Muhammed ( a.s. ) a  kadar  gelmiş  bütün  peygamberlerin  hepsinin  getirdiği  dinin  adı  İslam’dır.  Ancak,  İbrani,  Musevi,  İsevi,  Nasrani, Yahudi,  Hristiyan  gibi  isimleri  o  inançtaki  insanların  kendileri  koymuştur.

İSLAM  :  Barış,  esenlik,  sağlamlaştırmak  /  dertten,  tasadan,  korkudan,  mutsuzluktan,  kavgadan,  savaştan,  maddi  ve  manevi  her  türlü  olumsuzluklardan  negatifliklerden  uzaklaştırmaktır.  Bundan  dolayı  İslam  dini,  insanları  sağlamlaştıran,  huzura,  selamete   kavuşturan  dindir.  Sağlam  kafanın,  akli  selimin,  sağduyu  ve  mükemmelliğin  hakimiyetidir.  Müslüman :  Allah'a  iman  etmiş  olarak  ameli  ile  her  şeyi  sağlamlaştıran,  mükemmelleştiren,  bütün  olumsuzlukları  olumluya  çeviren,  dinamik,  çalışkan  ve  canlı  olan,  sevgiyi,  merhameti,  adaleti  gözeten,  kendisi  ve  çevresi  ile  barışık  olabilen  kişidir. Bu  nedenle  Allah'ın  halis  dinini  kendi  özgür  iradesiyle  dileyerek  benimsemiş  ve  bu  dinin  kurallarına  göre  yaşamayı  kabul  etmiş  insanlara  Kur'an  ayetlerinde  Müslüman  denir.  Fussilet  Sûresinin  33.  ayetinde  ve  içinde  bulunduğu  ayet  grubunda  "  Ve  Allah'a  çağırıp  /  yakarıp  salihi  işleyen  ve  "  Ben  Müslümanlardanım "  diyen  kimseden  daha  güzel  sözlü  kim  vardır ? "  ifadeleriyle  koşullar  ne  olursa  olsun  çok  büyük  bir  cesaret  gösterip  Allah'a  güvendiklerini  ve  inandıklarını  " Ben  Müslümanım "  diye  dile  getirmenin  önemi  vurgulanarak  bu  seçimin  Allah'tan  yana  yapılmasının  karşılığının  da  güzelliklerle  dolu  olduğu  anlatılmakta, Müslüman  olduğunu  söyleyenlere  de  mümin  denilmektedir.

HACC  78  :  O,  sizi  hem  daha  önce  ve  bu  Kur’anda  elçinin  size  şahit  olması,  sizin  de  insanlara  şahit  olmanız  için,  sizi  Müslümanlar  olarak  isimlendirdi.

ZUHRUF  68  :  Ey  ayetlerimize  iman  etmiş  ve  Müslümanlar  olmuş  olan  kullarım !  Bugün  size  korku  yoktur.  Ve  siz  üzülmeyeceksiniz.  Siz  ve  eşleriniz  ağırlanmış  olarak  girin  cennete.

Elbette  ki  sadece  lafla  ben  Müslümanım  elhamdülillah  demekle  Müslümanlık  olmaz. Temelini   iman  etmek  ve  bunu  da  yaşamın  içerisinde  davranışlarla / amelle  birleştirebilmek  oluşturur. İman  :  Allah’a  ve  onun  vahiy  ettiklerinin  doğruluğuna  inanmaktır,  güvenmektir.  İman  gaybidir.  Ölçülemez  ispatlanamaz,  Allah'tan  başka  da  kimse  bilemez. İman  edenin  gizlisi  saklısı  olmaz. İnanç  bakımından  eksiği  gediği  olmaz.  İsra  Sûresinin  9. ayetinde   " Şüphesiz  ki  bu  Kur’an,  insanları  en  doğru  ve  en  sağlam  şeye ;  Rüşde  kılavuzlar "  ifadeleriyle  belirtildiği  gibi  İman,  reşit  ve  akli  dengesi  yerinde  olan, sorgulayabilen  kişilerin  işidir.  İman  edene  Mümin  denir.  Allah’a  iman  ettim  diyen  kişi,  önce  kendi  yaratılışına,  vücudundaki  işleyişe,  organlarındaki  parmak  uçlarına  varıncaya  kadar  mükemmel  donanımlı  yapının  farkına  varamamış,  harika  ve  hepsi  birer  mucize  olan  yaratılışının  bilincinde  değil  ise,  Allah’ın  insanlar  için  çevresinde  donattığı  nimetlerin  çeşitliliğinin,  zenginliğin,  mükemmel   tasarımlarını,  başını  kaldırıp  da  çevresine  ve  gökyüzüne  baktığında  o  azameti,  harika  düzeni  görememiş  ise, "  Rabbim,  Sen  bunları  boşuna  yaratmadın  "  deyip,  Kur’anı  anlamak  üzere  okuyarak  tefekkürle,  Allah’ın  ayetleriyle,  güzel  isim  ve  sıfatlarıyla  hiç  tanışmamışsa,  onun  sadece  lafla  Müslümanım,  iman  ettim  demesi  bir  anlam  ifade  etmez. Sözleri  yalancılıktan  öteye  geçmez.

Güç,  kuvvet,  şan,  şeref,  Kâinattaki  her  türlü  tasarruf  tamamıyla  Allah’ındır.  Dolayısıyla  güçlü,  şerefli  olmak  isteyen,  mutlaka  Allah’tan  yana  olmalıdır. Allah’tan  yana  olmanın  yolu  da  Kur’anı  anlayarak  mealinden,  Tebyininden  okumaktan, “  Kelime i Tayyibeden  “  /  hoş  güzel  sözden ,  Allah’ı  birleyerek  Tevhit’den, ( La  İlâhe  İllallah )  demekten,  bunun  bilincine  varmaktan  ve  buna  bağlı  olarak  da  Allah'a  ortak  koşmadan,  ayetlerini  inkâr  ederek  küfre  girmeden  yaşanacak  güzel  amelden  geçer.  İşte  bu,  gerçekten  Allah’a  imandır. İmanın  amelle  bütünleşmesidir. Kur’ana  göre  Yüce  Rabbimiz  Allah,  mümin  olmayı,  iman  etmeyi  mutlaka  bir  fiile,  bir  amele,  bir  aksiyona  bağlamaktadır.

MÜMİNUN   1 -  11  :  Kesinlikle  iman  edenler  zafer  kazandılar.  Onlar  salatlarında  /  destekleşme,  paylaşma,  yardımlaşma,  dine  arka  çıkmada  gösterişsiz,  samimi  olan  kimselerdir. Ve  onlar  boş  şeylerden  yüz  çeviren  kimselerdir. Ve  onlar  zekâtı  veren  kimselerdir.  Ve  onlar  iffetlerini  koruyan  kimselerdir.  Ve  onlar  emanetlerine  ve  anlaşmalarına   riayet  edenlerdir.  Ve  onlar  salatlarını  /  yardımlaşma,  destekleşme,  sosyal  yardım  ve  eğitim  kurumlarını  oluşturup  ayakta  tutan,  koruyan  kimselerdir.  İşte  onlar  içinde  temelli  kalacakları  Firdevs  cennetinin  son  sahipleridirler.

Müslümanım  diyen  müminin  yaşayacağı  Halis  olan  Hakk  Din  İslam,  Allah'ın  insanlara  bahşettiği  akıl  ile  ancak  hayata  geçirilebilir.  Bu  nedenle  Kur'anda  pek  çok  ayette  aklın  kullanılmasına,  düşünülerek  öğüt  alınmasına  dikkat  çekilmektedir.

SAD  29  :  Bu,  temiz  akıl  sahipleri  onun  ayetlerini  düşünsünler  ve  öğüt  alsınlar  diye  sana  indirdiğimiz  bereketli  bir  kitaptır.

KAMER  17  :  Andolsun  Biz  Kur'anı  düşünme  /  öğüt  için  kolaylaştırdık. /  Hazırladık.  O  halde  var  mı  İbret  alıp  düşünen ?

YUSUF  2  :  Şüphesiz  ki  Biz  onu  akledersiniz  diye  Arapça  bir  Kur'an  olarak  indirdik.

YUNUS  100  :  Allah'ın  bilgisi  olmaksızın,  hiç  kimse  için  iman  etme  yoktur.  Ve  Allah  pisliği  /  azabı,  aklını  kullanmayanların  üzerine  bırakır.

Evreni,  Kâinatı,  Dünyayı  ve  üzerindekileri  yaratan  Yüce  Rabbimiz  Allah,  bütün  bunları  koyduğu  kanunlar,  kurallar  ve  hükümlerle, Sünnetullah  ile  yönetmektedir. Her  vesile  ile  bir  çok  kere  aklı  ön  plana  çıkaramayan,  Dininin  asıl  kaynağı  Kur'an  ile  yaşadıklarını  sorgulamayan,  aklını  kullanmayan  insanlar,  elbetteki  önlerine  konan  dini,  doğrumudur,  yanlışmıdır  süzgecinden  geçiremeyecek,  başkalarının  gütmesi  ile  başkalarının  dinini  yaşayacaklardır. Bu  nedenle  de  Mülk  Sûresinin  10. ayetinde  "  Ve  onlar  derler  ki  :  "  Eğer  biz  dinlemiş  olsaydık  yahut  akletmiş  olsaydık  şu  çılgın  ateşin  ashabı  içinde  olmazdık. "  ifadeleriyle  zaman  varken,  dünya  yaşamında  aklını  kullanmayarak  içine  düştükleri  yanlışlardan  dolayı  mahşer  gününde  görecekleri  azap  karşısında  kâfirlerin  pişmanlıkları  bizlere  bir  hatırlatma  ve  öğüt  olarak  dile  getirilmektedir.  Üstelik  de  gerçek  İslam’ın  kaynağı  Kur’anda  ilk  vahiy  " oku "  ( öğren  öğret )  emriyle  başlamakta,  Zuhruf  Sûresinin  2. ayetinde  " Mubin  /  apaçık  Kitap  kanıttır  ki :  Biz  onu  aklınızı  kullanasınız  diye  Arapça  bir  okuma  yaptık. "  denilirken,  müşrik  ve  Allah'ın  ayetlerini  inkâr  eden  kâfirler  için  de  Furkan  Sûresinin  44. ayetinde   Yoksa  sen  onların  çoğunun  gerçekten  vahye  kulak  vereceğini  yahut  akıllarını  kullanacaklarını  mı  sanıyorsun.  Onlar  ancak  hayvanlar  gibidir.  Aslında  yol  bakımından  daha  sapıktırlar. “  Enfal  Sûresinin  22. ayetinde  “  Şüphesiz  yeryüzünde  dolaşan  canlıların  Allah  katında  en  kötüsü,  aklını  kullanmayan  şu  sağırlardır,  dilsizlerdir. “  ifadeleriyle  aklını  kullanmayanların  hayvanlardan  bir  farkının  olamayacağı,  doğru  ve   iyi  bir  yola  mı ? yoksa  kesilmek  üzere  kasaba  mı  götürüldüklerini  bilemeyecekleri  mecazen  belirtilmekte,  onlarca  ayette  de  akledin  diyen  ifadelerle  Kur'anın  İslam'ında  okumaya,  öğrenmeye,  düşünmeye  ve  sorgulamanın  önemine  dikkat  çekilmektedir.  Anlaşılmak  üzere  okunmayan  Kur'ansız  bir  Müslümanlık,  birileri  tarafından  mutlaka  istismar  edilir.  Aklın  kullanılması  imanı  denetler,  neye  göre  sorusunu  mutlaka  sordurur.  İnsan  anlayarak  okuduğu  zaman  Kur'an  ile  ne  kadar  kaynaşırsa,  ona  olan  ilgisi,  ülfeti  daha  da  artar. Böylece  yaşayabileceği  gerçek  İslam'a  ancak  bu  yolla  ulaşabilir. Bu  çabayı  gösterebilecek  insanlar  için  de  Necm  Sûresinin  39. ayetinde  "  Gerçek  şu  ki  insan  için  çalışıp  didindiğinden  başka  bir  şey  yoktur. "   ifadesiyle  aklın  ve  kişinin  kendi  çabalarının  önemi  teyit  edilmektedir.

SALİHATI  İŞLEMEK  NEDİR ?  Hakk  Dinin  önemli  gereklerinden  biri  olarak  Kitabımız  Kur’anımızda,  elli  civarında  ayette  “  iman  edenler  ve  salihatı  işleyenler “  ifadesi  kullanılarak,  iman  ile  davranış ( amel ) bir  daha  ayrılmayacak  şekilde  birbirine  bağlanmıştır

ENBİYA  94  :  Öyleyse  kim  inanmış  olarak  salihatı  işlerse  /  düzeltmeye  yönelik  işler  yaparsa,  onun  emeği  için  iyilik  bilmezlik  edilmeyecektir.  Biz  hiç  şüphesiz  onu  yazanlarız.

TAHA  112  :  Ve  her  kim  iman  eden  biri  olarak,  salihatı  işlerse  artık  o  bir  haksızlıktan  ve  hakkının  yenileceğinden  korkmaz.

TAHA  82  :  Şüphe  yok  ki  Ben  tevbe  eden,  iman  edip  salihatı  işleyen,  sonra  da  kılavuzlandığı  doğru  yolu  bulan  kimse  için  çok  bağışlayıcıyım.

HUD  11  :  Ancak  sabredip  salihatı  işleyenler  için  bağışlanma  ve  büyük  bir  mükâfat  vardır.

Salihati  işlemek  ifade  kalıbı  Kur’anda   62  ayette  yer  alır. İfadenin  orijinali  pek  çok  mealde  Ameli  Salih  olarak  çevrilmiştir  ki  bu  doğru  değildir. Islah  sözcüğünden  türemiş  olan  salihat,  düzeltmek  demektir.  Dinimizdeki,  düzeltmek  ise,  dinimize  göre  yanlış  ve  eksik  olan  şeyleri  doğruya  yöneltmek  için  gösterilen  çabalardır. Bu  tür  çalışmaları  yapanları  Kur’an,  muslih  olarak  isimlendirmiştir. ( Bakara  11.,  220.,  Araf  56.,  85.,  Hud  117.,  Kasas  19. )

Allah’a  kulluk  ( ibadet )  etmenin  şekillerinden  olan  ve  bunlara  nüsuk  denilen,  kişinin  kendisi  için  şekli  görünümü  ile  yaptığı,  namaz  kılma,  oruç  tutma,  hacca  gitme,  zekât  verme,  ibadetleri,  salihatı  işlemek  değildir.  Ama  öğüt  verme  yolu  ile  ikna  ederek,  salatı / destekleşmeyi,  paylaşmayı,  yardımlaşmayı,  dayanışmayı, dine  arka  çıkmayı,  öğrenme  ve  öğretmeyi  ve  bunların  kurumlarını  ikame  ettirmek,  namaz  kılmayanı  namaz  kılar,  zekât  vermeyeni  zekât  verir,  oruç  tutmayanı  oruç  tutar  hale  getirmek,  onları  doğru  bildiklerini  zannettikleri  yanlışlarından  arındırarak,  Kur'anın  doğrularına  yöneltmek  salihatı  işlemektir. İçinde  yaşadığımız  toplumda  ve  zamanda  din  adına  görülen  her  türlü  sosyal,  ekonomik,  adli  olumsuzlukları  düzeltmek  için  yapılan  her  türlü  çalışmalar  da  salihatı  işlemektir.  Kur’anda,  kişinin  kendisi  için  evinde  kıldığı  namaz,  tuttuğu  oruç  gibi  dışa  ve  başkalarına  yansımayan  şekli  ibadetlere  “ hasenat "  denir.  Hasenat  ile  salihatı  birbirine  karıştırmamak  gerekir. Bu  iki  farkı  gözeten  Rabbimiz,  her  bir  haseneye  on  karşılık  verirken,  salihatı  işleme  karşılığında  cenneti  vaat  etmektedir. 

EN  AM  160  :  Kim  iyilik  getirirse,  artık  ona  getirdiğinin  on  misli  vardır. Kim  de  kötülük  getirirse,  artık  o,  sadece  onun  misliyle  cezalandırılır.  Ve  onlar  haksızlığa  uğratılmazlar.

BAKARA  25  :  İman  edip  salihatı  işleyen  /  düzeltmeye  yönelik  işler  yapan  kimselere  de,  “ Şüphesiz  kendileri  için  altlarından  ırmaklar  akan  cennetlerin  olduğunu  “  müjdele.

KUR’ANDA  SALAT :  Hakk  Din  adına  sürekli  bir  dinamizm  ve  aksiyon  halinde  olması  gereken  müminlerin,  yukarıda  Müminun  Sûresinin  1 -  11. ayetlerinde  gördüğümüz  gibi  yapmaları  gerekenlerden  biri  de " Salat " görevidir.  Kur’anın  pek  çok  ayetinde  Salat’tan,  Salat’ın  ikamesinden  bahsedilir.  Pek  çok  Kur’an  çevirisi  meallerde,  bu  ifadeler  için  maalesef  sadece  namaz  ve  namazı  dosdoğru  kılın  denilen  çevirileri  görmekteyiz. Fakat  bu  anlam  ile  yapılan  çevirilerde  Kevser  2.  Ahzap 43. 56.  Bakara  157. gibi  bazı  ayetlerde  ifade  tam  oturmamakta,  bazılarında  ise  çelişkiye  düşülmektedir.  Bundan  dolayı,  Kıyamet  Sûresinin  31. ve  32. ayetinde  hiç  tartışılmayacak  şekilde  açıklandığı  gibi  Salat  sözcüğünün  anlamı  desteklemek  demektir.  Hud  87. ayetinde  belirtildiği  gibi  de  Salat,  dini  temsil  etmektedir,  dinin  yüzüdür  ve  dinin  temelidir.

HUD  87  :  Onlar  dediler ki, “  Ey  Şuayb !  Atalarımızın  taptıklarını  veya  mallarımızda  dilediğimizi  yapmayı  terk  etmemizi  senin  salat’ın  mı  /  dinin  mi ? emrediyor.  ( Diyanet  Meali  de  dahil  pek  çok  mealde  bu  ayetteki  salat  ifadesi  "  namazın  mı  emrediyor  " diye  çevrilmektedir. )

Salat,  Kur’anın  ve  dinimizin  en  temel  kavramlarından  biridir.  Müminlerin  temel  görevlerinden  biri  olarak  ele  alınmaktadır. Destek  olma  kavramı  içerisinde,  dine  arka  çıkmak,  davet  etmek,  dua  edip  yardım  dilemek,  paylaşmak,  dayanışmak,  Kuranın  bütün  hükümlerini  öğrenmek,  öğretmek,  eğitim  ve  mali  yönlerden  insanların  eksiklerini  gidermek  için  çaba  harcamaktır. (  " Kur'anda  Salat  Gerçekten  Namaz  mıdır ? "  başlıklı  yazımıza  bulabilirsiniz )

Allah’ın  halis  dini  İslam’da,  kulun,  yaratanına,  sahibine  karşı,  yaratanı  tarafından  verilen  dini  görevleri,  kayıtsız,  şartsız   kabullenip  yerine  getirmesine  İbadet  denir.  Fakat  ibadet  halk  arasında  yaygınlaştığı  gibi,  sadece  namaz  kılmak,  oruç  tutmak  gibi  üç  beş  ameli  yapmaktan  ibaret  değildir. İbadet,  Allah’ın  Kur'an  ile  verdiği  kulluk  talimatnamesindeki  görevlerin  tümünü  yerine  getirmektir.  Allah’ın  vermiş  olduğu  görevlerin  yüzlercesini  geriye  atıp  da  halk  arasında  “ İslam’ın  şartı  beştir .”  gibi  kabullere  sarılmak,  diğer  Kur’an  ayetlerini  önemsememektir,  küfürdür.  Çünkü  Dinimiz  için,  Kur’andaki  her  öğüt  ve  öneri  birinci  derecede  önemli  ve  birbiriyle  eşdeğerde  olan  görevlerdir. Kur’anda  ve  İslam’da  sloganlaşmış  herhangi  bir  şart  değil,  sadece  bir  ve  tek  şart,  Allah’a  teslim  olmaktır.  Allah’ın  insanların  yapacağı  kulluğa  ihtiyacı  yoktur.  Kulluk  ( ibadet )  talimatnamesinin  amacı  hem  bu   dünya  hayatında  hem  de  ahiret  hayatında  insanları,  en  güzel  ahlak  ile  iyiliğe,  güzelliğe,  huzura  ve  mutluluğa  kavuşturmaktır.

FATİHA  5  :  Yalnız  Sana  kulluk  /  ibadet  ederiz  ve  yalnız  senden  yardım  dileriz.

ANKEBUT  56  :  Ey  iman  etmiş  kullarım ! Şüphesiz  benim  yeryüzüm  geniştir.  O  halde  yalnız  bana  kulluk  edin.

ZÜMER  14  :  De  ki  :  “ Ben  dinimi  Allah’a  has  kılarak  sadece  O’na  kulluk  /  ibadet  ediyorum. “

ZÜMER  3  :  İyi  bilin  ki  halis  din  yalnız  Allah’ındır.  O’nu  bırakıp  da  başka  dostlar  edinenler  “ Biz  onlara  sadece,  bizi  Allah’a  daha  çok  yaklaştırsınlar  diye  ibadet  ediyoruz. “  diyorlar.  Şüphesiz  Allah,  ayrılığa  düştükleri  şeyler  konusunda  aralarında  hüküm  verecektir.

ALİ  İMRAN  64  :  Allah’tan  başkasına  kulluk  etmeyelim  ve  O’na  hiçbir  şeyi  ortak  koşmayalım.  Birimiz,  diğerini  Allah’tan  sonra  Rab  edinmesin.

İman  ettiğini  ve  Müslüman  olduğunu  söyleyen  herkes,  Rabbimizin  Kur’andaki  net  talimatları  doğrultusunda,  sahiplendiği  dinin  “ Allah’ın  saf  dini  “ olmasına  dikkat  etmek  durumundadır. Ne  var  ki, Peygamberimizin  vefatından  sonra,  O’nun  emanetine  tam  anlamıyla  sahip  çıkılamamış  ve  üstelik de  O’na  atfedilen,  yalan  yanlış  pek  çok  sözlerle / hadislerle,  rivayetlerle  ve  Kur’an  dışı  ilaveler  ve  ulema  yorumları  ile  Allah’ın  saf  ve  tertemiz  dininden  farklı  hale  getirilmiştir.  Böylece  katkılı  ve  yozlaşmış,  bölünmüş  dini  hayatlar,  yüzyıllardır  insanlarımıza  yaşattırılmaktadır. Bugün  de  bu  anlayış,  aynen  ve  daha  da  sınırları  çizilmiş  ve  derinleştirilmiş  bölünmelerle  sürdürülmektedir. Çünkü  Allah’ın,  saf,  tertemiz  dininin  içerisine  şeyhler,  imamlar,  üstatlar,  efendiler,  eliyle  güç  ve  ideolojiye  dayalı  bir  çok  katkı  maddeleri  yerleşmiştir.

ARAF  29  :  De  ki  :  “ Rabbim  hakkaniyeti  emretti.  Her  mescidin  yanında,  toplum  içinde  yüzünüzü,  tüm  benliğinizi,  O’na  doğrultun.  Ve  dini  yalnız  Kendisine  has  kılarak  Rabbinize  yalvarın.  İlkin  sizi  yarattığı  gibi  O’na  döneceksiniz.

ZÜMER  11  :   De  ki  : “  Ben  kesinlikle  dini  yalnızca   Kendisine  özgü  kılarak   Allah’a   kulluk  /  ibadet  etmekle  emrolundum.  Ve  bana  Müslümanların  ilki  olmam  emrolundu.  "

ZÜMER  1 – 2  :  Bu  Kitabın  indirilmesi  mutlak  güç  sahibi,  hüküm  ve  hikmet  sahibi  Allah’tandır.  Şüphesiz  Biz   o  Kitabı  sana  hak  olarak  indirdik.  Öyleyse  sen  de  dini  Allah’a  has  kılarak  O’na   kulluk  et.

Kur’anın  pek  çok  ayetinde  sadece  Allah’a  kulluk  eden,  Allah’a  karşı  gelmekten  sakınan  bütün  benliği  ile  iman  etmiş  olan  Muttakilerin,  dost  edinecekleri  dosdoğru  dinin  ilkelerine  yer  verilip,  önemi  vurgulanmaktadır.

RUM  30  :  O  halde  sen  yüzünü,  eski  inançlarını  terk  eden  biri  olarak  dine,  insanları  üzerine  ilk  olarak  yoktan  yaratmış  olduğu  Allah’ın  fıtratına  doğrult.  Allah’ın  oluşturuşunda  değişiklik  söz  konusu  değildir.  Dosdoğru  din  budur.

RUM  43  :  Öyleyse  Allah’tan   geri  çevrilmesi  mümkün  olmayan  bir  gün  gelmeden  önce  yüzünü  dosdoğru  dine  çevir.  O  gün  onlar,  Allah’ın  iman  eden  kimselere  armağanlarından  karşılık  vermesi  için  bölük  bölük  ayrılırlar.

Ayetlerde  görüldüğü  gibi,  Resülullah’a  ve  O’ nun  şahsında  tüm  inananlara,  Allah’a  yönelmeleri  emri  verilmektedir.  Bunun  için  de  dinin  asıl  kaynağı,  Kur’an  ve  içindeki  dosdoğru  dindir.  Dinin  asıl  kaynağı  Kur’andan  sapıldığında,  Kur’an  terk  edildiğinde  tefrika  ve  yanlışlıklar  kaçınılmazdır. Bilindiği  gibi  dinimizdeki  ihtilafların  pek  çoğu,  Peygamberimizin  vefatından  yaklaşık  200  yıl  sonra,  O’na  nispet  edilen  ve  ortaya  atılan  hadis,  sünnet  diye  adlandırılan  haberlerden  ve  Kur'anı  yeterli  görmeyen  imam  ve  ulema  denilen  kişilerin  farklı  farklı  yorumlarından  kaynaklanmaktadır. Halbuki  Rabbimiz  Enam  Sûresinin  159. ayetinde  “  Sen  hiç  bir  şeyce  onlardan  değilsin “  ifadesiyle  elçisini,  bölünmekten,  gruplaşmaktan,  tefrikadan,  bunlara  sebep  olmaktan  uzak  tutmakta  ve  O’nu  bu  tür  sorumluluklardan  aklamaktadır.  O  halde  gerçek  müminler  de  ;

RUM  31 – 32  :  Allah’a  yönelmiş  kimseler  olarak  yüzünüzü  hak  dine  çevirin.  O’na  karşı  gelmekten  sakının.  Salatı  ikame  edin.  Ve  müşriklerden,  dinlerini  parça  parça  edip  grup  grup  olan  kimselerden  olmayın  ki,  her  bir  grup  kendi  katındaki  ile  sevinip  böbürlenmektedir.

İfadeleriyle  daha  birçok  ayetle  yapılan  uyarılardan  dolayı,  ilk  günden  beri  aynı  olan  ve  bugün  de  aynılığı  devam  eden  gerçek  dine,  Allah’ın  Hakk  Dinine  uymalı,  parçalanmalara  ve  bölük  bölük  olanların  yoluna  ve  hatalarına  dahil  olmamalıdırlar.  Zuhruf  Sûresinin  36 - 37. ayetlerinde  "  Ve  her  kim  Rahman'ın  öğüdünden,  anılmasından  körleşirse  Biz  ona  bir  şeytan  musallat  ederiz  de  artık  o,  fe  hüve  lehû  karîn  /  onun  için  akrandır  /  yandaştır.  Ve  şüphesiz  ki  yandaşlar  körleşenleri  Yol'dan  çıkarırlar.  Onlar  da  kendilerinin  kılavuzlandıkları  doğru  yolda  olduklarını  sanırlar. "  ifadelerinde  belirtildiği  halde,  ama  buna  rağmen  ne  yazık  ki  bu  gibi  uyarılar  tamamen  göz  ardı  edilerek,  Kur'anın  tabiriyle  "  Ulema  üs  sû  /  Kötülük  Ulemasının  "   peşine  takılarak  Müslümanlar,  pek  çok  Mezhebe,  Tasavvufa  Tarikata  yönelerek,  Cemaatlere   bölünmüşlerdir. Tarih  içerisinde  böylece  uydurma  hadis  ve  rivayetler  Sünnet  denilerek,  Kur'anın  yerine  konulmuş  "  karin  /  yandaş,  ortak  "  oldukları  Kötülük  Uleması  eliyle  Dinül  Rahman  /  Kur'anın  İslamı,  Dinül  Şeytan  /  Şeytanın  dinine  dönüştürülmüştür.  Bu  duruma  gelindiği  zaman  da  Rad  Sûresinin  11. ayetinde  Rabbimiz  "  Gerçekte  bir  halk,  kendi  benliklerinde  olanı  değiştirmedikçe / akıllarını  kullanmadıkça  Allah  hiç  bir  şeyi  değiştirmez.  Ve  Allah  bir  topluluğa  Suen / kötülük  istedi  mi,  artık  onun  geri  çevrilmesi  söz  konusu  değildir.  Onlar  için  O'nun  astlarından  bir  yardım  eden,  koruyan,  yol  gösteren  bir  yakın  da  yoktur.  "  diyerek  aklını  kullanmayanların  üzerinden  pisliğin,  belanın  kaldırılmayacağı,  ortak  oldukları  kötülük  ulemasının  /  şeytanların  da  onlara  yardımcı  olup  bu  durumdan  kurtaramayacağı  belirtilmektedir. Oysa  üstelik  de  Rabbimiz,  Maide  Sûresinin  44,  45,  47. ayetlerinde,  Hakk  Dinden  ayrılıp,  Allah’ın  indirdiği  ile  hükmetmeyenleri,  kâfirler,  zalimler,  fasıklar  olarak  değerlendirmekte,  pek  çok  ayette  de  gerçek  müminlerin  niteliklerine  dikkat  çekmektedir.

MAİDE  44  :  Şu  halde  siz  de  insanlardan  korkmayın,  Benden  korkun  ve  ayetlerimi  az  bir  karşılığa  değişmeyin.  Allah’ın  indirdiği  ile  hükmetmeyenler  kâfirlerin  ta  kendileridir.

MAİDE  45  :  Onda  üzerlerine  şunu  da  yazdık.  Cana  can,  göze  göz,  buruna  burun,  kulağa  kulak,  dişe  diş  kısas  edilir.  Yaralar  da  kısasa  tabidir.  Kim  de  bu  hakkını  bağışlar,  sadakasına  sayarsa,  o  kendisi  için  kefaret  olur.  Allah’ın  indirdiği  ile  hükmetmeyenler  zalimlerin  ta  kendileridir.

MAİDE  47  :  İncil  ehli  Allah’ın  onda  indirdiği  ile  hükmetsin.  Allah’ın  indirdiği  ile  hükmetmeyenler  fasıkların  ta  kendileridir.

ENFAL  2 -  4  :  Hiç  şüphesiz,  müminler  ancak,  Allah  anıldığı  zaman,  yürekleri  ürperen,  O’nun  ayetleri  kendilerine  okunduğu  zaman  imanı  güçlenen  ve  yalnızca  Rabblerine  sonucu  havale  eden, Ve  Bizim  kendilerine  rızık  olarak  verdiğimiz  şeylerden  Allah  yolunda  harcayan  kimselerdir.  İşte  bunlar  gerçekten  inananların  ta  kendileridir.  Onlara   Rabbleri  katında  dereceler,  bağışlanma  ve  saygın  bir  rızık  vardır.

FURKAN  63 - 67  :  Rahman’ın  kulları,  yeryüzünde  kibirlenmeden  yürüyen  kimselerdir.  Cahiller  onlara  laf  attıkları  zaman  “ selam “ der  geçerler.  Onlar,  Rabblerine  secde  ederek  ve  kıyamda   durarak  geceleri  dua  edenlerdir.  “ Ey  Rabbimiz ! Bizden  cehennem  azabını  uzaklaştır “  diyenlerdir.  Onlar  harcadıklarında  ne  israf  ne  de  cimrilik  edenlerdir.

Bütün  bu  ayetler,  imanın  amelden  bağımsız,  soyut  bir  şey  olmadığını  göstermektedir.  Allah  yolunda  mücadele  etmek,  iyiliğe  emir,  kötülükten  vazgeçirme,  salat,  namaz,  oruç,  infak,  tevbe  ve  benzeri  kulluk  görevlerini  iman  ile  aynı  kefede  tarttırabilmektir.  Allah’ın  Hakk  Dininde,  insan  için  iki  yol  bulunmaktadır.  Kur’anımız  bize  İman  edenlerin  Allah  yolunda,  etmeyenlerin  ise  Tagut  / azgınlık  yolunda  mücadele  vereceklerini  bildirir.  Bu  nedenle  Müminlerle  fasıkların  bir  tutulmayacağını  bildiren  Rabbimiz,  imanı  yüceltmiş  ve  onu  kalplerimize  hoş  göstermiş,  küfür  ve  fasıklığı  ise  nefret  ettirmiştir.

ALİ  İMRAN  142  :  Yoksa  Allah,  içinizden  çaba  harcayanları  bildirmeden,  sabredenleri  de  bildirmeden  cennete  gireceğinizi  mi  sandınız.

LEYL  17 –  21  :  Kimseden  karşılık  beklemeden,  sadece  Yüce  Rabbinin  rızasını  umarak  arınmak  için  malını  hayra  veren  en  muttaki  /  Allah’ın  koruması  altına  girmiş  kimse,  o  ateşten  uzak  tutulacaktır.

BAKARA   82  :  İman  etmiş  ve  düzeltmeye  yönelik  işler  yapmış  kimseler  de ;  işte  onlar  cennet  ashabıdır.  Onlar  orada  sürekli  kalıcıdırlar.

ARAF  26  :  Ey  Ademoğulları !  Size  çirkinliklerinizi  örtecek  giysi,  süslenecek  elbise  indirdik.  Ve  takva  elbisesi ;  O,  daha  hayırlıdır. İşte  bu  düşünüp  öğüt  alırlar  diye  Allah’ın  ayetlerindendir.

Ayette  sözü  edilen  çirkinlikler,  aslında  herkesin  hemen  ilk  önce  aklına  gelebileceği  gibi  edep  yerlerinin  açık  olması  ve  oraların  örtülmesi  demek  değildir. Müteşabih  olan  bu  ayette  aslında  mecazi  olarak  anlatılmak  istenen,  insanın  içindeki  nefsi,  kibri,  bencilliği,  kini,  kıskançlığı,  inkârı  gibi  çirkinliklerdir. Bundan  dolayı  da  Rabbimiz,  açıklamanın  devamında  takva  elbisesini  ön  plana  çıkararak,  herkesin  takva  sahibi  olmasını  istemektedir.  Bu  demektir  ki  insanın  çirkinlikleri  ancak  takva  elbisesi  ile  örtülebilir. Takva  :  İmanın  amelle  birlikte  dışa  yansımasıdır.  Dinin  öngörmediği  şeylerden,  Allah’a  karşı  gelmekten,  şirk  ve  küfürden  sakınmak, /  uzak  durmaktır.  Allah’ı  unutmamak,  iyi  şeyler  yapmak,  salat  etmek,  Allah’ın  koruması  altına  girebilmek  için  mücadele  etmektir.   Muttaki :  Takva  sahibi  olup,  Allah'ın  yasaklarından  sakınan,  Salih  amellerde  bulunan  demektir.

HAŞR  18 – 19  :  Ey  inanmış  olan  kişiler !  Allah’ın  koruması  altına  girin.  Her  kişi  yarın  için  ne  hazırladığına  baksın.  Şüphesiz  Allah,  işlediklerinizden  haberdardır.  Ve  Allah’ı  umursamayan  kimseler  gibi  olmayın. 

NUR  52  :  Ve  kim  Allah’a  ve  elçisine  itaat  eder,  Allah’a  saygı,  sevgi  ve  bilgiyle  ürperti  duyar  ve  O’nun  koruması  altına  girerse  işte  onlar  başarıya  ulaşanların  ta  kendileridir.

Kur’andaki  bu  açık  belirlemeye  rağmen,  takva  sözcüğü  ve  türevleri  “ korkmak “  anlamında  anlaşılarak,  Müslümanlar  üzerinde  tam  bir  Allah  korkusu  algısı  yaratılmıştır. Bu  nedenle  de  Allah  ile  kulu  arasındaki  ilişkiler,  sevgi ,  saygı,  hayranlık,  minnettarlık  ve  rahmetten  çok  korku  üzerine  kurulmuştur. Halbuki  Kur’anda  korku  ve  ümit  duyguları,  fıtrata  en  uygun  biçimde  ele  alınıp,  lüzumsuz  korkular  ayıklanmış,  insanın  kimden  ve  niçin  korkması  gerektiği  açıkça  ortaya  konulmuştur.  Allah’ın  kendisinden  değil,  işlenen  suçların  karşılığındaki  Allah’ın  belirlediği  azabından  korkulmalıdır.

EN  AM  15  :  De  ki  :  “ Ben  kesinlikle,  eğer  Rabbime  isyan  edersem,  büyük  bir  günün  azabından  korkarım.”

İSRA  9  :  Şüphesiz  ki  bu  Kur’an,  insanları  en  doğru  ve  en  sağlam  şeye ;  Rüşde  kılavuzlar  ve  düzeltmeye  yönelik  işler  yapan  müminlere  kendileri  için  kesinlikle  ve  kesinlikle  büyük  bir  ecir  olduğunu  ve  ahirete  inanmayan  kişiler  için  Bizim  can  yakıcı  bir  azap  hazırladığımızı  müjdeler.

Ayette  teşvik  ve  azabın  korkusu  bir  arada  yapılmıştır. Müminlere  müjde  ile  başlayan  cümle,  inanmamış,  ahireti  inkar  edenlere  de  azap  korkusu  ile  bitirilmiştir.  Daha   pek  çok  ayette  iman  edip  düzeltmeye  yönelik  işler  yapanlar  için  cennet  vaat   edilirken,  inanmayanlar  için  de  ateşin  azabı  gösterilmektedir.

NİSA  57  :   Ve  iman  eden  ve  düzeltmeye  yönelik  işler  yapanları,  içinde  sonsuz  olarak  kalmak  üzere  altlarından  ırmaklar  akan  cennetlere  koyacağız.  Onlara  orada  tertemiz  /  kin  gütmeyen,  kıskançlık  duymayan  eşler  vardır.  Ve  onları  koyu  bir  gölgeliğe  girdireceğiz.

NİSA  150 – 151  :  Allah’a  ve  elçilerine  inanmayarak  küfreden, “ Biz  bir  kısmına   inanırız,   bir  kısmına  inanmayız, ”  diyerek  Allah  ve  elçisinin  arasını  ayırmayı  isteyen  ve  böylece  imanla  küfür  arasında  bir  yol  tutmaya  çalışan  kimseler,  işte  onlar  kâfirlerin  /  gerçek  Allah’ın  ilâhlığını  ve  Rabbliğini  bilerek  reddedenlerin  ta  kendileridir.  Ve  Biz  kâfirlere,  alçaltıcı  bir  azap  hazırlamışızdır.

Yüce  Rabbimiz,  Kur’anda,  Hakk  Din  ile  hidayeti  seçenleri  cennetle  mükafatlandıracağını,  dalaleti  ( sapkınlığı )  seçenleri  de  cehennem  azabı  ile  cezalandıracağını  pek  çok  ayette  ifade  ederken,  ancak  elçi  göndermeden  de,  uyarılarını  Hakk  Dinin  hükümleri  ile  yapmadan  da,  cezalandırma  olamayacağını  belirtmektedir. Bu  ilke  aynı  zamanda  ilahi  adaletin  tecellisidir.  Çünkü  ceza  ve  mükâfat,  elçinin  tebliğ  ettiği  mesaja  göre  belirlenmekte  ve  kişilerin  lehinde  veya  aleyhinde  delil  olarak,  bu  mesajlar   kullanılmaktadır.

İSRA  15  :  Kim  kılavuzlanan  doğru  yolu  bulursa,  sırf  kendi  iyiliği  için  doğru  yolu  bulmuştur.  Kim  de  saparsa,  ancak  kendi  aleyhine  sapmış  olur.  Ve  hiçbir  yük  taşıyıcı  başkasının  yükünü  çekmez.  Ve  Biz,  peygamberler  göndermedikçe,  azap  ediciler  olmadık.

KASAS  59  :  Rabbin,  kendilerine  ayetlerimizi  okuyan  bir  peygamberi  ana  kente  göndermedikçe  oraları  helak  edici  değildir.  Zaten  Biz,  halkları  zalim  olmadıkça  memleketleri  helâk  etmeyiz.

MAİDE  19  :  Ey  kitap  ehli,  elçilerin  arasının  kesildiği  bir  sırada  “ Bize  bir  müjdeleyici  ve  uyarıcı  gelmedi “  demeyiniz  diye  size  ayetlerimizi  açıkça  ortaya  koyan  elçimiz  geldi.  İşte  kesinlikle  müjdeleyici  ve  uyarıcı  size  geldi.  Allah,  her  şeye  en  çok  gücü  yetendir.

Bu  ayetlerdeki  uyarılara  rağmen,  her  dönemde  Allah ‘ın  kendilerine  Hakk  Dini  tebliğ  etmek  üzere  gönderdiği  peygamberlere  ve  onun  mesajlarına  insanlar  karşı  durmuşlar,  inkâr  etmişler,  atalarının,  babalarının  dininden  vazgeçmeyeceklerini  beyan  ederek  direnmişlerdir.

BAKARA  170  :  Ve  onlara  “ Allah’ın  indirdiğine  uyun “  dendiği  vakit,  aksine “  Biz  atalarımızı  neyin  üzerinde  bulduysak  ona  uyarız “  dediler.  Ataları  bir şeye  akıl  erdiremez  ve  kılavuzlandıkları  doğru  yolda  olmasalar  da  mı  ?

ARAF  28  :  Ve  onlar  bir  iğrençlik  yaptıkları  zaman  “  Babalarımızı  bu  yolda  bulduk,  bunu  bize  Allah  emretti “  derler.  De  ki  : “  Allah  iğrençliği  emretmez.”  Allah’a  karşı  bilmediğiniz  şeyleri  mi  söylüyorsunuz.

Kur’anda  daha  pek çok  ayette, ( Yunus  78. ), ( Enbiya  53. ), ( Şuara  74. ) olduğu  gibi  atalarının  dininden  vazgeçmeyerek  Hakk  Dine  karşı  duranları,  direnenleri  görürüz. Maalesef  bu  gün  de  aynı  zihniyeti  hala  görmekteyiz.  Bugünün  din  Uleması,  yetkilileri  dahi,  Allah’ın  saf  ve  temiz  dinine  sokulan,  Kur’anın  terk  edilerek  veya  geri  plana  itilerek,  hadis  ve  rivayetleriyle  yaşanan  dinden  vaz  geçememektedirler.  Kur’anın  ve  sadece  Allah’ın  Hakk  Dinine  yönelememektedirler. Kur’anda  bulunan  ve  hepsini  burada  göstermemiz  mümkün  olmayan  6234  ayetten  oluşan  Hakk  Dinin  manifestosunda  etraflıca  açıklananlar,  uyarılar,  verilen  örnekler,  üstelik  kör  gözüne  parmak  sokarcasına  “  Biz  bu  kitapta  hiç  bir  şeyi  eksik  bırakmadık. “ ( Enam  38. ) denildiği  halde,  en  güzel  sözün  Kur’an  olduğu  söylendiği  halde, ( Zümer  23. )  Peygamber  dahil  hiç  kimse  din  adına  hüküm  ekleyemez,  çıkaramaz  denildiği  halde, ( Hakka  44-45 )  Kur’an,  dinin  tek  kaynağı  olarak  görülmemekte,  sünnet,  hadis,  icma  kavramları  ardına  eklenerek  Kur’ana  bir  türlü  sıra  getirilememektedir. Böylece  din  Ulemasının  din  adına  eklemeler  yapmasına  kapı  aralanmakta,  Mürşitler,  Şeyhler,  İmamlar,  Kutub  ve  Gavslar,  Hoca  efendiler  de  devreye  girmektedir.  Çeşitli  bahanelere,  Kur’an  ayetlerinin  bazılarının  anlamlarının  saptırılmalarına  sığınılmakta,  aynen  müşriklerin  dediği  gibi  biz  teamüllerimizden,  geleneklerimizden  atalarımızın  bize  öğrettiklerinden  dönemeyiz  denilmektedir.  Bunun  sonucunda  da  ortaya  çıkmış  olan  her  grup,  kendi  oluşturduğu  kitap  ile  amel  etmekte,  kendi  yaşadığı  inancını  o  kitaptan  öğrenmektedir. Grupların  şeyhleri,  liderleri,  imamları  adeta  bir  peygamber  yerine   konulabilmekte  ululaştırılabilmektedir.  Hiç  bir  grup  mensubu  mürit  de  şirk  koşma  tehlikesinin  içinde  olduğunun  farkında  değildir.  Allah’ın  kullarına  bahşettiği  akıl  devreye  sokulamamakta,  benim  dinim  gerçekten  bu  mu ? diye  sorulamamaktadır.  Sadece  ondan  bundan,  atalarından,  babalarından,  veya  çevreden  duyma,  kulaktan  dolma  bilgilerle  dinini  yaşayan,  taklidi  imanda  olan,  Kur’anı  anlayarak  okumadığı  için  Kur’anda  olan  öğütleri  bilmeyen,  imanı  sadece  sözde  kalmış  olan  kişi,  Allah’ın  Hakk  Dini  bakımından  cahildir.  Cahilin  mümini  olamaz.  Çünkü  böyle  olan  kişi  din  adına  ne  yaptığını,  ne  yapmadığını,  neyi  söyleyip,  söylemeyeceğini   bilemez. Bu  nedenle,  Müslümanım  diyen  herkes,  eğer  tahkiki  ve  gerçek  imana  kavuşmak  istiyorsa,   Kur’anı  bizzat   kendisi  anlamak  için  okuyacak,  inceleyecek,  tahkik  edecek,  sorgulayacak,  düşünecek,  akıl  edecek  öğüt  alacaktır.  Ve  ancak  o  zaman  dinini  tanıyabilecek  ve  tahkiki  ve  gerçek  imana  kavuşabilecektir. 

Sonuç  olarak  İnsanlar,  Allah’ın  Hakk  Dinine  ister  yönelsinler,  ister  yönelmesinler,  elçiye  ister  uysunlar,  ister  dirensinler,  ister  Kur’ana  uysunlar,  ister  uymasınlar,  dünya  kazanımı  geçicidir. Kur’anımızın  belirttiği  gibi,  Ahiret  hayatı  ise,  Allah’ın  koruması  altına  girebilmiş  takva  sahibi  kişiler  için  çok  daha  hayırlıdır.  Bu  hayır  ise  ancak  Hakk  Dine  yönelme  ile  mümkün  olabilecektir. Bunun  için,  Allah’ın  kendisine  bahşettiği  özgür  irade  ve  aklı  kullanabilme  cesaretini,  becerisini  gösterebilip  de, “ Benim  dinim  bu  mu ?  Benim  dinim  hangisi ? “  diye  İbrahim  Peygamber  gibi  sorgulayabilen,  bunun  için  de  Kur’anımızı  anlayacağı  dilden  okumaya  başlayan  kişiler,  dosdoğru  yola   mutlaka  ulaşabileceklerdir.  Allah’ın  yarattığı  her  canlı  ölümü  tattığı  gibi,  insan  da  nerede  olursa  olsun,  kendisine  verilen  süre  dolduğu  zaman  ölümü  tadacaktır  ve  Allah’a  döndürülecektir. Ne  mutlu  ki,  bunun  bilincine  varıp,  yaşadığı  hayatı,  dinini  sorgulayarak,  yanlışlarını,  eksiklerini  görerek,  aklını  ve  iradesini  kullanarak  sadece  Allah’a  kulluk  ederek,  Kur’anın  aydınlığı,  nuru,  fazileti  ile  taçlanarak,  Allah’ın  saf  dinine,  İslam’a  yönelebilenlere !  Gerçek  ve  Hakk  Din !  Kur’anı  anlayarak  okuyabilen,  rehber  edinip  sorgulayarak  düşünebilen,  akıl  edebilen,  tembellik  etmeyenlerin  yaşadığı  ve  seçtiği  yaşam  felsefesidir. !

ALLAH  DOĞRUSUNU  EN  İYİ  BİLENDİR  !  RAHMETİ  VE  KUR'AN  BİZE  YETER !

Temel  Kaynak  :  HAKKI  YILMAZ  ( Tebyin  ül  Kur’an  )

Kur'anın  İslam / Rahmanın  Dini  :  Prof.  Dr.  YAŞAR  NURİ  ÖZTÜRK

Dinler  Tarihi  :  Prof.  Dr.  İLYAS  TOPSAKAL

PDF GÖRÜNTÜLE PDF İNDİR

BAŞLIKLAR
TAKİP ET